Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

23 Şubat 2014 Pazar

Kemal Sunal Filmleri Özelinde Eski Türk Filmlerinin Zararları


     Günümüzde bazı kanalların hiç durmadan haftada en az bir iki kere, 90'larda ise özel televizyon furyasının başlaması ile birlikte, neredeyse sinema filmi yayınlayan tüm kanalların bıkıp usanmadan verdiği Kemal Sunal filmlerinden en azından birkaçını (misal Kibar Feyzo)izlemeyen yoktur herhalde bu topraklarda yaşayan. Televizyon kanallarının çok işine gelir bu tür filmler çünkü hiç maceraya atılmadan, "tutar mı tutmaz mı" endişesi yaşamadan, stabil bir reyting oranı tutturmak işten bile değildir. Bir milyonuncu kez de yayınlasanız, mutlaka izleyecek ve gülecek birileri vardır (yurdumun tedbirsiz mülsümanları başta olmak üzere maalesef). Daha yeni, birkaç bin dolar verip de aldığınız yabancı bir filmin ilk gösteriminin ne olacağı ise meçhuldür. Peki ama bu filmlerin bu kadar tutmasının sebebi nedir, bunlara bakalım:

     Zikredilmesi gereken en önemli husus Kemal Sunal'ın oynadığı rollerdir. Bu rollerde Sunal genelde fakir, saf, patavatsız, aptallık sınırında dolaşan sıradan bir karakteri canlandırmaktadır. Bu karakterler, kimi zaman köyden şehre göçmüş ezilen sınıfın bir ferdi, kimi zaman köyde veya kırsalda tesadüfler sonucu düzene ve düzenin temsilcisi "ağa"ya "problem" çıkaran bir maraba, bazen arkasında herhangi bir güç ve irade olmaksızın para ve mal sahibi katı kalpli kapitalistlere meydan okuyabilen bir "ortadirek", bazen sevdiği kıza kavuşup evlenebilmek için başlık parası denkleştirme sıkıntısındaki bir genç, kapıcılığını yaptığı apartmanın sakinlerinin her birini ayrı ayrı idare edebilen uyanık bir kapıcı olarak vücut bulur.

     Bu filmlerin bir diğer önemli özelliği, filmin ilk yarısındaki ezilmiş, aşağılanmış, gururu ile oynanmış, itibardan düşürülmüş karakterin, filmin ikinci yarısındaki intikam alabilme özelliğidir. Ama bu öyle Tarantino filmlerindeki girift ve planlı programlı intikam alma şekli değildir. Kıvrak, pratik zeka ve tesadüflerle yoğrulmuş ve "kötü" olarak gösterilen karşı tarafın utanılacak ve gülünecek hale düşürülmesi şeklinde bir intikamdır. Yıkılamayacak veya sarsılamayacak, dokunulmaz olarak görünen "güc"ün foyasının ortaya çıkarılması ve "bakın ben şu saf, aptal ve sıradan halimle bile yapabiliyorum, aynısını siz de yapabilirsiniz" telkinidir.

     Bu tür filmlerin başka bir özelliği, izleyeni yormamasıdır. İzleyici, ta filmin en başından kötü ve iyi tiplemeleri ve zamanı gelince "iyi"nin "kötü"yü alt edeceğini bilmektedir. Yani yeni ya da orijinal hiçbir şey yoktur.

     Şu haliyle Kemal Sunal filmlerinin (ve buna benzer yapımların) görünürde bir zararı yok gibi duruyor. Fakat maalesef bu filmlerin masum sayılamayacak vasıfları de var. Bu vasıfları üç ana başlıkta ele alacak olursak:

Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas
Salman Kibar Feyzo'da birlikte 
     1. Dikkat etmişsinizdir muhtemelen, özellikle sosyal, siyasi içerikli ve mesajlı ikinci dönem Kemal Sunal ve genelde buna benzer yapımların örgüsünde, filmdeki "kötü" karakterlerinden biri de, diğer karakterlere göre biraz daha "dindar" görünen tiplemelerdir. Bu filmlerde, izleyicinin gözüne hemen sokuluveren "dindar" karakteri, dini dünya çıkarları içi kullanan, mevcut yağma ve ağalık veya kapitalist düzeninin bekası için elinden geleni yapan, üçkağıtçı, hırsız, kul hakkı yiyen, şehevi arzularının peşinde elalemin karısına kızına sarkabilen ve zina etmekten korkmayan, çıkarı için içki içmekten çekinmeyen her bakımdan "pis" bir tiptir. Bu karakter çoğu zaman imamdır ancak bazı durumlarda işçi sınıfının düşmanı olarak bir işveren, kanaat önderi yoz bir kişilik ya da sıradan bir bakkal ya da esnaftır. Filmdeki esas oğlan, safi kötülük olan karşı tarafla mücadele ederken, kötü tarafa her şekilde yardımcı olduğu gayet belli olan bu "dindar" tipleme ile de mücadele etmek zorundadır. "İyi" karakter, çok defa, bu dindar tiplemeye, İslamiyet'i ve Kur'an-ı Kerim'i ("kitabın neresinde yazıyor bu" gibisinden göndermelerle) iyi bilmediğini ve kendisinin hem din sahasında hem de insan hakları sahasında daha üstün olduğunu belli eder ve onu en azından etraftakilerin gözünden düşürerek alay konusu yapar. Verilmek istenen mesaj gayet açıktır; dindar olmak yobazlığa sebep olur, en temel insan ve çalışan hakları konusunda kişiyi kör eder, kötü güçlere kolayca teslim olunup onlarla birliktelik yapmak daha kolay olur. Esas oğlan "kıvamı"nda ise; dini doğru anlamak, insan ve işçi haklarına tam riayet ve kötülüğe karşı kararlı bir karşı duruş "erdem"i vardır. Bu hal, özellikle Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas Salman'ın başrolleri paylaştığı ya da ayrı ayrı başrolde oldukları prodüksiyonlarda kendini bariz bir şekilde gösterir.

     2. Yukarıda zikredilen isimler ve özellikle de Kemal Sunal, oynadığı filmlerin kahir ekseriyetinde, İslam ile yoğrulmuş Anadolu kültüründe sık karşılaşılan ve hürmet edilen isimler ile özdeşleşmiştir. Çok bariz bir örnek olması açısından, "Şaban" ismi neredeyse Sunal'ın göbek adı gibidir. Hatta bazı yörelerde ve yurt dışında Türk popülasyonun olduğu yerlerde bu filmler "Şaban Filmleri" olarak anılır. "Şaban" ismi, bilindiği üzere mübarek sayılan "Üç aylar"dan biridir. Kemal Sunal bu ismi, bihassa saf ve aptal rollerini üstlendiği filmlerde kullanır (ya da kullandırılır). Kemal Sunal filmlerinin yaygınlaşması ve tekrar tekrar verilmesiyle, Şaban, Ramazan, Apti, Hüsnü, Rıfkı, Kamil gibi hürmet edilen isimler, alay edilen ve her şey için kullanılan isimler olmaya başladı. Sokakta oynayan çocuklardan, aptal ve saf gibi görünenleri ile "Şaban" diye dalga geçildi. Ronaldo ve Messi'nin adlarını hayranlıkla söyleyen gençler, Şaban ve Ramazan isimleri ile eğlenir oldu. Bu zamanda ortalama bir semtte oturan bir anne-babanın, çocuğuna "Şaban" ismini, çok istese bile, vermesi kolay olur mu dersiniz?

     3. 70'li ve 80'li yıllarda sinemamızı domine eden ve özel televizyonculuğun başlaması ile birlikte evimize
Münir Özkul, Adile Naşit,
Halit Akçatepe ve içki şişeleri
giren bazı filmlerdeki iyi görünen karakterlerden bazıları (büyük bir ustalıkla) ailemizden biri gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Başta Münir Özkul ve Adile Naşit olmak üzere, Hulusi Kentmen, Kadir Savun, Selim Naşit, Ayşen Gruda gibi isimler, o sıcak! aile filmlerinde bizden biri olarak resmediliyordu. Bu "aileden biri" görünümlü müşfik ve babacan  karakterler, bir taraftan haksızlıkla, kapitalizmle, sömürü düzeni ile mücadele ederken, ne enteresandır, kızının sevgilisi ile gece geç saatlere kadar dışarıda "takılma"sına ses çıkarmak şöyle dursun, bu tür ilişkileri teşvik eden, aileyi akşam yemeği için topladığında ya da efkarlandığında hanımı ile birlikte rakı içen (ve bunu düzenli olarak yaptığı gayet açıktır), yeri geldiğinde "geri kafalı"! olunulmaması gerektiğini salık veren hatta "yobazlık" adı altında, dini emir ve yasaklarla alay edebilen karakterlerdir de aynı zamanda. Bu karakterleri, mesela namaz kılarken görmek neredeyse imkansızdır. Şayet bir bayram seyran vesilesi ile görülse bile, sanki hayatında hiç namaz kılmamış ya da sette nasıl namaz kılınacağını gösterebilecek tek bir insan yokmuşçasına, baştan savma olduğu belli olan bir şekilde görülür. Siz, Anadolu'nun herhangi bir yerinde yaşayan, öyle pek de fazla dindar olmayan, yukarıda sayılan vasıfların hepsine birden haiz, ortalama bir Sünni aileyi tasavvur edebiliyor musunuz? Burada da verilmek istenen mesaj bariz ortadadır; iyi bir birey ve sorumlu bir aile babası olmak için dindar olmaya gerek yok, hatta dinin yasaklarını çiğneyip, emirlerini yerine getirmesen dahi fazla dert etmeye lüzum yok!

Abdest alma esnasında rüşvet pazarlığı!
     Söz konusu filmlerin senaristlerinin, senaryoların kaynağı olan kitapların yazarlarının ve yönetmenlerinin, bu milletin değerlerine uzaklaşmış, sırt çevirmiş ve hatta düşmanlaşmış tedrisattan geçmiş olmaları, İslamiyet'in tam bir "öcü" olarak resmedildiği yılların tohumu olmaları (müzik sahasındaki çabaları da unutmayalım ), bu karakter canlandırmalarındaki en önemli faktördür. Toplumda, binde bir görülebilecek bir tipin (hatta bu senarist ve yapımcıların yaşadığı dönemlerde örnekleme yapabilecek derecede dahi kalmayan), neredeyse her yapımda zikredilen kötü vasıflarla mücehhez olarak gösterilmesi, "yabancılaşmış aydınlar"ın, üstlendikleri "toplum mühendisliği" rolü ile toplumu, kafalarındaki çerçeveye hapsetme maksadının tezahürü değil midir?

          Şimdi akla şu sual geliyor: Bu yapımlarda rol alan aktör ve aktrisler bu durumdan bihaber mi? Eğer bihaberse kötü, eğer haberdarsa daha da kötü! 

     "Muhafazakar" diye geçinen televizyon kanallarının, bu filmleri gece gündüz yayınlamasına ne demeli onu bilemiyorum?! 

     E madem iş oralara kadar geldi, halkına sırt dönmeyi birinci vazife addedip, onu kendi kalıbına sokma gayretine "soyunan" yabancılaşmış aydınlara bir bakalım:



16 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 2 (Dinlerarası Diyalog)


     Hicri bin yılından sonra İslamiyet zayıflamaya başladı. Osmanlı Devleti duraklama evresine girerken, Batı Dünyası da giderek gelişmeye başladı. 17. yüzyıldan sonra aradaki makas kapanmaya yüz tuttu. İngilizlerin uluslararası ilişkilerde etkin rol almasıyla Osmanlı'nın boşalttığı alanlar, Batı tarafından hemen dolduruluyordu. Milliyet esasına dayalı küçük ülkeler, çok kültürlü imparatorlukların tahtına oturmaya adaydı.

     19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun daha uzun süre ayakta kalamayacağı artık herkesin malumuydu. Batılı ajanlar, ülkede ve otoritenin eridiği bölgelerde cirit atıyordu. Bir yandan kendi değerlerine sırt çevirmiş ve yabancılaşmış bir nesil yetiştiriliyor, bir taraftan da Sanayi Devriminin hammadde ihtiyacı için araştırmalar hızla artıyordu. Bu maksatla Arabistan yarımadasında Vahhabiliği tesis eden ve adeta atın çağını yaşayan Britanya İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin idaresini "uzaktan kumandayla" istediği tarafa yönlendirmekteydi.

     Afrika Kıtası, Avrupalı devletler tarafından adeta kapışıldı. El kadar Belçika'nın bile kocaman bir sömürgesi vardı artık. Ortadoğu, rezervleri kadar etnik ve dini bölünmüşlüğü de bol bir bölgeydi ve bu haliyle iştah kabartıyordu, üstelik bu bölünmüşlüğe şimdi Bahailer de katılmıştı.

     Haçlı Seferleri... Osmanlı karşısında alınan seri mağlubiyetler... Rönesans... Fransız İhtilali... Aydınlanma... Sanayi Devrimi... Batılılar, düşmanı altetmenin daha ucuz ve efektif yollarını biliyordu artık; "şirin görün, sözde dost ol, borç para ve beyin gücü ver, kafalı gençleri kendi ülkende eğit ve onları ait olduğu memleketin değerlerine düşman et, din adamlarını bol para ve malla satın al, etnik grupları ve mezhebleri birbirine düşür." Bu "ince" planların hepsi iyi işledi ve Osmanlı İmparatorluğu nihayet çöktü. Dünya Müslümanlarının hamisi artık yoktu. Osmanlı'nın yıkılması, aynı zamanda ülkenin temel dinamiği ve özü olan Sünni İslam'ın da neredeyse yok olması demekti.

     Daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, yeni dünyanın hakimi İngilizler ve ortalığı hepten bunlara bırakmaya niyeti olmayan Fransızlar, Sykes-Picot adı ile bilinen gizli bir anlaşma vesilesiyle, babalarından kalan mirası paylaşan kardeşler rahatlığında, Ortadoğu'ya masa üstünde biçip-kesip sahiplendiler. Ortadoğu'dan çar-naçar çekilen Osmanlı'dan sonra ortalık yangın yerine döndü. Filistinliler, daha ne olduğunu anlamadan, karşılarında İngiliz tüfeklerinin parlayan süngülerini gördüler. İttihad ve Terakki mensupları eliyle itibardan düşürülen Şerif Hüseyin çaresizdi. Daha güneyde, Vahhabi emirleri kurulacak ülkeleri için geri sayımdaydı.

     1950'lere gelmeden, neredeyse bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "İslam Devleti" ya da "Arab Cumhuriyeti" diye geçinen ülkelerin başlarına satılmış devlet başkanları getirildi. Bütün bu hengamenin ortasında, "bizim soyumuz kırılıyor, bize bi yer verin de oraya sığınalım" iddiasındaki Yahudiler, aşağı yukarı ikibin yıl sonra, tekrar Arz-ı Mevud'a geri döndü.

     Yirminci yüzyılın başlamasıyla, ortada Müslümanlara ya da İslam alemine sahip çıkacak bir devlet ya da kuvvet kalmadı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular ve Babürlüler yoktu ortalıkta. Şimdi artık, baş komutanlığını bizzat Kraliçenin yaptığı Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisinden mezun olan Arabistan yarımadasındaki "fellah" yöneticiler, "uzaktan kumandalı diktatörler", Müslümanları Batı'da pis, iğrenç, geri kafalı, şehvet düşkünü, dünya işlerinden anlamaz göstermeye çalışanlar, "dini bidatlerden arındırıyoruz,eski safa haline döndürüyoruz... çağa göre tefsir lazım... mevdu hadislerin peşindeyiz" gibi söz ve faaliyetlerle dini düzeltmeye! çalışan din adamları kalmıştı.

     Batılıların yüzyıllar süren çabaları netice verir gibi olmuştu. Rahat bir nefes alma zamanı gelmişti. Ancak bütün bu çabalara rağmen, dünyadaki Müslüman sayısı artmaya devam ediyordu. Buna bir dur denilmeliydi. Önceden tecrübeliler, zaten sıvalı konumdaki kollarını biraz daha yukarı çekip işe koyuldular:

SELEFİLİK - DİNLERARASI DİYALOG - ILIMLI İSLAM:

     Peki nereden başlamak lazımdı... çok basit... modern dünyanın medeni! insanı neden korkar? Tabi ki şiddetten, terörden, can ve mal emniyetinin inkisara uğramasından. Öyleyse hareket noktası ne olmalıdır? Evet bildiniz; Cihad! İslam dininin temellerinden biri olan cihadı yozlaştırırsanız, "cihad" kelimesini ortalama manasından ifrat ve tefrite çekersiniz, onu bir yandan terör haline sokup, diğer yandan da tamamen kaldırırsanız, alın size bal gibi bir strateji, yepyeni bir paradigma! 

Amerika'ya kök! söktüren
Usame bin Ladin
     1940'lı ve 50'li yıllardan sonra, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'un attığı "reformcu tohumlar" Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Ebu'l ala Mevdudi gibi karakterler, İslam dünyasının teorisyenleri, şekillendiricileri olarak arz-ı endam ettiler. Özellikle Kutub'un ateşli ve heyecanlı yazıları, gençlere büyük ölçüde tesir etti ve bu "pratisyen" gençler, Cemal Abdünnasır'da mütecessim hale gelmiş "tağuti idareler" kavramına savaş açtı. "Zalim hükümdarlara isyan etmek lazımdır, onlara itaat uygun olmaz, bakın Hac suresinin 39. ayeti bunu emrediyor" gibi retoriklerle, Batılıların İslamiyet'le olan mücadelesinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Sudan'dan, Afganistan'a, Yemen'den Irak'a, neredeyse bütün İslam coğrafyasında, kendini uçurmaya meraklı, kendinden başka herkesten ölesiye nefret eden, gözünü kırpmadan ve neticesini düşünmeden masum ve sivilleri dahi patlatabilen, Müslümanlara "terörist" kılıfını giydirmekte mahir gruplar zuhur etti. Meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations)" teorisi ve talebesi Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man)" kitabındaki bazı iddiaları, bu stratejiyi açıkça göstermektedir.


Papayla el ele!
     Bunlar cereyan ederken, bir taraftan da bizzat Vatikan'daki Papalığın önderlik ve finanse ettiği Dinlerarası Diyalog" çalışmaları başladı. "Misyonerliğin postmodernize edilmiş hali" olarak özetlenebilecek bu çalışmaların gayesi, Papa 2. Jean Paul'un ifadesiyle, "şimdiye kadar İncil'le ve İsa Mesih'le tanışmamış kitlelere ulaşmak ve onları kiliseye döndürmek"ti. Türkiye'de ve genel olarak İslam Dünyasında ise, işin bu tarafını duymamış olanlar, "Dinlerarası Diyalog" kavramı ile 90'ların sonuna doğru tanıştı. "Hristiyan ve Yahudilerle, yani Ehl-i Kitapla zaten Hz. İbrahim'de birleşiyoruz, onlarla diyalog yapmak ve hoşgörülü olmak suretiyle onların kalplerini İslamiyete ısındırıyoruz, Hz. Peygamber'in gözünde onlar zaten farklıydı" gibi masum! ifadelerle, bir yığın yazılar ve gazete makaleleri yazıldı, böyle bir kalkışmaya asla rıza göstermeyecek ortalama Müslümanların rızası alınmaya çalışıldı. Bu faaliyet kapsamında, bizzat diyalog projesinin mimarı ve lideri görünümlüler Papa'yı ziyaret etti, onu övdü, "kelime-i tevhidin ikinci kısmı (yani Muhammedün Resulullah) söylenmese da iman olur, böyle inanan Ehl-i Kitab da cennete gidecektir" iddialarını gündeme getirdi. 

     "Cihad" kavramının neredeyse tamamen silinmesi yönündeki gayretlerin, Dinlerarası Diyalog'la kolkola ve biraz daha siyasi ve devlet yönetimine müteallik kısmına ise "Ilımlı İslam" ismi verildi. Dersine çalışmamış, üstüne üstlük yaramazlık yapan ve haliyle tahta önünde tek ayak üstünde cezasını çeken, başını önüne eğmiş, haylaz talebenin "Valla bi daha yapmiycam... şeytana uyduk bi kere... söz daha yapmam" savunmasındaki, mahcubiyetten yanakları kızarmış halidir "Ilımlı İslam"!

Nereden nereye... ve kim bilir daha nereye..!

 


9 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 1


     İslam Dini, daha yayılmaya başladığı ilk dönemden itibaren, “Batı Dünyası” olarak bilinen dünya ile, taa kıyamete kadar sürecek gibi duran, sonu gelmez ve amansız bir mücadelenin içine girdi. İslamiyetin Medine’de tutunmaya ve gelişmeye başlaması ile ilk önce, vadedilen Peygamberin kendilerinden değil de, amcaoğulları Araplardan çıkması sebebiyle Yahudiler, özellikle uzmanı oldukları “bel altı” çalışmalarla Mekkeli müşriklerle bir olarak, taze kurulmuş olan İslam devletini, en hafif tabiriyle “yıpratmaya” uğraştılar. Düşmanların bertaraf edilmesi ve devletin büyümesi, sınırların, zamanın en büyük iki gücüne dayanmasına neden oldu: Doğuda pagan Zerdüşti Pers-Sasani Devleti, kuzey ve batıda ise Roma İmparatorluğunun doğudaki varisi, “Ehl-i Kitab görünümlü” Bizans İmparatorluğu. Görünümlü diyoruz çünki 325 yılında, daha yeni Hristiyan olan İmparator Konstantin’in başkanlığında toplanan İznik Konsilinden sonra Nasranilik, Semavi Din ve Ehl-i Kitab sınıfından çıkıp, Hristiyanlık yani pagan ya da puta tapmacılık dini oldu. Eflatun’un (Platon) Teslis ya da Trinite inancı resmen kabul edilip, Aryus ve taraftarları ile Barnabas İnciline tabi olanlar tard edildi. İslam Devleti, her iki büyük kuvveti yenmeyi başardı ve doğudaki pagan Perslerin –kendi çapında pasta sayılabilecek- Sasani Devletini yeryüzünden tamamen silerken, Bizans’ın sınırlarını küçülttü.

     Batı Dünyası, Kurun-ı Vusta ya da diğer bir deyişle Ortaçağ’da, pisliğin, vahşiliğin, vebanın, her türlü ahlaksızlık ve batıl inancın içinde debelenirken, İslam Dünyası sadece dini ilimlerde değil, astronomi, matematik, geometri, tıb, biyoloji, kimya ve daha nice fen sahasında ilerlemesine devam etti. Bu ilerlerleme ve tabii olarak gelen zenginlik, Avrupa’da dilden dile efsaneler şekilnde yayılmaya başladı. Doğudaki “şeytana tapınan Müslümanlar” zengin olmuştu ve kutsal şehir Kudüs onların elindeydi... gayretli bir Hristiyanın bunlara katlanması mümkün değildi elbet!  Çekişme ve birbirileriyle çatışmadan başını kaldıramayan derebeyleri, krallar, dükler, arşidükler... Papaların çok yoğun faaliyetleri, gaza getirmeleri ve tahrikleri ile büyük ordular meydana getirdi. Ordu dedikse, öyle düzenli ya da en azından eser miktarda düzenli bir şeyler beklemeyin. Bildiğin, “Kudüsü kafirlerden geri alma” kılıfının içine gizli, Doğunun zenginliğine sahip olma hülyaları ile yola çıkmış çapulcular sürüsü.  Bu sürüler, yollardaki yağma ve yıkmalarından sonra, genellikle günümüzde “Anadolu toprakları” olarak bilinen coğrafyamızdan geçip, yine günümüz tabiri ile “Ortadoğu”ya ulaşırlardı.

     Sayıları onu bulan Haçlı Seferleri, henüz entrikaya, adam satın almaya ve kullanmaya tam olarak kafası basmayan Katolik Hristiyan dünyasının, işleri kaba kuvvetle halletme çabasıdır (üstelik bu kontrolsüz kuvvetten Mihail Kirolarius önderliğinde Katolik Kilisesinden ayrılma cesareti gösteren Ortdokslar da nasibini almıştır). Geçen zamanla ve Türklerin giderek daha da batıya nüfuz etmesi ile Batılılar, yavaş yavaş işlerin kuvvetle halledilemeyeceğini anlamaya ve yukarıda sayılan fiilleri, özellikle “Doğu” ile alakalı dış siyasetlerini şekillendiren ana unsurlar olarak belirlemeye başladılar.

     15. yüzyılda, Endülüs’teki İslam Medeniyeti tam olarak yıkıldıktan sonra, Avrupa topraklarında tek bir rakip kalmıştı: Osmanlı Türkleri. Bunları sadece kaba kuvvetle altetme girişimleri netice vermeyecek gibi görünüyordu. Ancak Avrupa’da bu çağlarda başlayan Rönesans ve Aydınlanma Çağı diye bilinen süreçlerle birlikte, dengeleri tamamen değiştirecek olaylar kaçınılmazdı.

     Avrupa, gelişmeye ve ilerlemeye çalışırken, Türkler de Viyana kapılarına gelmişti. Eğer Viyana alınacak olursa, Batı Avrupa’nın da düşeceği korkusu, Avrupalıları çabuk ve etkin neticeler aldıracak faaliyetlere yöneltti. Bir an önce tedbirler alınmazsa, Osmanlılar bütün Avrupa’yı ele geçirecekti. İstanbul’daki bir İngiliz elçinin, bir gece yarısı uykusunu kaçıran düşünceleri, İslam Dünyasını alaşağı etme yöntemlerinin temellerini teşkil edecekti. İngilizler, Enderun ve medreselerde yetişen zeki gençlerin yozlaştırılmasının, bu medeniyeti yıkmanın temel anahtarı olacağını tespit etmişlerdi. Niketim, fazla zaman geçmeden Sömürge Bakanlığı kuruldu ve faaliyetler başladı. Gideceği memleketin dinini, dilini, örf ve adetlerini iyi bilip hiç açık vermeyecek şekilde yetiştirilen casuslar yetiştirildi ve ilk “yerleştirmeler” yapıldı. “İyilik meleği” görünümlü Misyonerler, dünyanın her tarafında cirit atar oldu. Osmanlı topraklarında tespit edilen kapasiteli gençler, Mason merkezlerinde yetiştirilmeye ve ülkelerine “başarılı diplomat ve devlet adamı” sıfatlarıyla geri gönderilmeye başlandı.

     İngilizler bu işte ustalaşıyordu. Arabistan Yarımadasının doğusundaki Necd bölgesinin Deriyye ahalisinden, meşhur olmaya çok istekli ve hırslı bir genç (Muhammed bin Abdülvahhab) vasıta ile Vahhabilik Dinini kurdurdu. Kendilerinden olmayanların kafir olması ve haliyle eşlerinin ve mallarının yağmalanacak olması gibi “lezzetli” bir ihtimali değerlendirme sevdasındaki bir başka Necdli (Muhammed bin Suud) sayesinde de, bu din sonradan bir devlet halini aldı.

"Öyle silahla felan cihad
olmaz" diyen Kadıyani
     Hindistan’ı hedef seçtiler ve “sizinle ticaret yapmak istiyoruz, bize birazcık ticari imtiyazlar tanıyıverin” gibi masum ricalarla, parçalanmaya çok müsait bu topraklara yerleştiler. O sırada Hindistan’da Timur Han’ın soyundan olanların kurduğu Babür (Gürganiye) İmparatorluğu hüküm sürüyordu. İngilizler, planlı bir çalışma ile Müslüman ve Hinduları birbirine düşürmeyi başarıp, kısa sürede bu İslam devletini tarih sahnesinden sildi. Silmekle de kalmadı, Kadıyani (ya da Ahmedi) denilen ve Mirza Gulam Ahmed adındaki biri vasıtasıyla tesis etikleri din ile Hint Müslümanlarını yozlaştırmaya çalıştılar.

     Geriye kalan tek hedef Osmanlı Devleti idi. Burada da işler fena gitmiyordu. Pek şefkatli İngiliz Devleti, Kırım Savaşında nakit sıkıntısı çeken Osmanlı’ya, şirinlik muskası çift örgülü Polyanna gülücüğü ile “ne demek mirim, biz boşuna mı duruyoruz burada, benim param senin paran” diyerek bol miktara yardım görünümlü borç verdi.  Fakat “borç alan emir alır” atasözünün gereği olarak, İngiliz güdümlü siyaset,
Osmanlı’da idareyi ele aldı. İşbaşına getirilen Mason yöneticiler, “Osmanlı’nın itibarını düzeltiyoruz, insan hakları...” gibi “ulvi” gayelerle, Tanzimat Fermanından sonra Islahat Fermanını da yürürlüğe soktular.

Tanzimat Fermanını okuyan
Koca Mustafa Reşit Paşa
     İngiliz zihniyetinden ilham alan diğer Batılılar da faaliyetlerini artırdı haliyle. Osmanlı çökmek üzereydi...    









    

5 Şubat 2014 Çarşamba

İlk İnsanlar Mağaralarda Yaşayan Vahşiler Miydi?

     Yirminci ve haliyle yirmibirinci yüzyılın başında, nüfusun kahir eseriyetinin Müslüman olduğu iddia edilen Türkiye'nin herhangi bir yerinde, bir ortamekteb talebesi, sırasıyla tarih ve din bilgisi derslerine girse, karşılaşacağı manzara aşağı yukarı şu şekilde olacaktır:

"Ağaçtan meyve toplayacağız derken
boyu da bayağı uzattık, iyi şekil oldu!" 
     Tarih dersinde muallim, ilk insanların mağaralarda yaşayan, dabağlanmamış derilerle örtünmeye çalışan, ihtiyaçlar karşısında ateşi ve tekerleği bulan, yaşadıkları mağaraların duvarlarına resimler çizen vahşiler olduğunu anlatacaktır. Bu tarih dersinde çocuk, maymundan evrilen atalarının, dört ayak üzerinde takılırken, zamanla ağaçlardaki meyveleri toplayabilmek için iki ayak üzerinde durmayı öğrendiğini ve her şeye sıfırdan başladığını öğrenir. "Tarih Öncesi” diye, daha yazının bulunmadığı bir dönemi olduğunu, bu tarih öncesindeki dönemlerin de çeşitli kısımlara ayrıldığını görür. Çocukken çizgi filmini izlediğimiz “Taş Devri”nde “avcı” ve “toplayıcı” sıfatlarından başka bir becerisi olmayan “maymunsu” insanların, vahşi hayvanlardan korunmak ve onların etlerinden istifade edebilmek için taşları yontmaya ve biçimlendirmeye çalıştığını anlar. Hatta tarih dersi muallimi , insanoğlunun ilk inanışlarının, tabiat olayları ve devyarasa hayvanlar karşısındaki ilk pagan kıpraşmalarının bu çağda başladığını, mağaralara resimler ve çeşitli şekiller çizdiklerini, heykelcikler yapmaya başladıklarını kendinden gayet emin bir şekilde çocukların körpe dimağlarına yerleştirecektir. Tarih dersi, Paleolitik, Epipaleolitik Çağ, Eski Taş, Yontma Taş Çağı, Kabataş Devri, Bakır Çağı, Kalkolitik Çağ, Maden, Tunç Çağı vs... gibi -bak bunları senin gibi cahiller için tasnif ettik kıymetini bil tadında- bir yığın “cilalı” ama saçma sapan isimlerle gençlerin kafası meşgul eder. Şu haliyle çocuğun aldığı “tarih” dersi, zihniyet olarak taban tabana zıt olduğumuz ileri sürülen Sovyet SosyalistCumhuriyetler Birliği zamanında anlatılan “tarih” ile birebir örtüşmektedir.

     Talebenin bu dersten sonraki durağı ise, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersidir. Din Bilgisi muallimi, sanki yukarıda vasıfları sayılan Tarih dersine inat, ilk insanın, aynı zamanda ilk peygamber olduğunu, Hz. Adem’in ve çocuklarının okuma yazma bildiğini, yerleşim yerlerinde yaşadığını, kumaş dokumak,  çiftçilik yapmak... gibi meziyetleri olduğunu ve Hz. Adem’e 50 suhuf ( 4 büyük kitap haricindeki küçük kitaplara verilen isim) gönderildiğini anlatır.  

     Şimdi bu talebe, ilk insanları, Tarih dersinde anlatılan haliyle kabul etse, çok açık bir şekilde, mensubu olduğunu iddia ettiği İslam Dinine karşı gelmiş olacak, Din dersine inansa, “örümcek kafalı” ve “gerici” olacaktır.  Daha körpecikken karşılaşılan şu içinden çıkılmaz durum bir bakın!

     Pekii... işin arkasında ne var? Hangi düşünce ve hangi kuvvet, tabiri caizse, “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya” çalışıyor, ona bakalım?

     Her şey aslında, “İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı” yazısında da belirtildiği gibi, hayal dünyası en az cepleri kadar şişkin olan, “din” kelimesini duyunca kulaklarından dumanlar çıkaran ve din muhalifliği söz konusu olunca hemencecik organize oluveren ve mal varlıklarını bu uğurda akıtıveren çevrelerin, “Evrim” diye bir şeyi duymasıyla başladı.

     Fransız biyolog Jean Baptiste Lamarck’ın iddiaları, ardından bu fikriyata esas zemini hazırlayacak olan İngiliz amatör biyolog Charles Darwin’in çalışmaları ve eserleri, Semavi Dinlerden pek hazzetmeyen ve yukarıda sıfatlarının bir kısmı sıralanmış olan çevrelerin iyi teşkilatlanması ve gayretli çalışması ile kısa zamanda netice verdi ve yirminci yüzyılın hemen başlarında şekillenmeye başlayan Marksist zeminli, Sosyalist ya da Komünist görünümlü Ateist zuhurlarla yasal platformunu buldu.

     Artık “laikleşmiş” mekteplerde talebelere, ilk insanların, maymunlardan ya da en azından maymunlarla aynı ortak atadan geldiği, yarı maymun yarı insansı mahlukların zamanla geliştiği ve dinlerin de, bu insansı formların tabiat güçleri karşısındaki puta tapıcılığından zamanla tek tanrılı dinlere evrildiği öğretiliyordu. Yani daha basit ifadesiyle, “yaradılış diye bir şey yoktur”, “ilk insanın ilk peygamber inancı bir safsatadır”, dolayısıyla “bir Yaratıcı” kavramı boş bir hurafedir.

     Oysa İslam dini,  Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde defaatle bildirdiği üzere, ilk insanın çamurdan (ya da balçık) yani yoktan yaratıldığını kesin olarak bildirir. İlk insan aynı zamanda ilk Peygamberdir ve bütün isimler kendisine öğretilmiştir, nesli okuma ve yazma bilir, “Tarih Öncesi” diye “yazı”dan hâli bir dönem yoktur.

     Bütün bu bilgilerden ve İslam alimlerinin bildirdiklerinden anlaşılıyor ki, medeniyet ya da gelişmişlik ya da gelişmişlik olarak telakkli edilecek şeyler sürekli bir yukarı ivme göstermemiştir. Bazı medeniyetler, o zamanın Peygamberinin liderliğinde gelişmiş, sonrasında ise sönmüştür (zaten dünyanın  çeşitli yerlerinde bulunan ve elindeki tabletle ya da akıllı diye geçinen cep telefonuyla harikalar yaptığını sanan zamane insanının ağzını açık bırakan çok eski medeniyet kalıntıları da bunu ispatlar durumda). Bazı bölgeler de hiç gelişmemiştir. Şu anda bile hala, Papua’da veya balta girmemiş Amazon Ormanlarında (hep bu ifadeyi kullanmak istemişmdir, nasib bugüneymiş!) giyinmekten bihaber, ormanlarda yaşayan, ve hiçbir gelişmişlik emaresi göstermeyen bir sürü yer var. Böyle yerlerin olması ve buralarda yaşayanların, tam manasıyla “vahşi” bir yaşam sürmesi, medeni dünya için bir gelişmemişlik parametresi sayılabilir mi? Hala bu vahşilerin var olması, günümüz dünyasını “İlk Çağ” ya da “Taş Devri” olarak adlandırmaya sebep midir? Elbette hayır. 

Videosu da var üstelik: 




2 Şubat 2014 Pazar

İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı


     Özellikle son yüz senedir din düşmanlarının en çok ümit bağladığı konulardan biri Evrim. Birkaç amatör ve bilimsel yaklaşımdan uzak kimsenin önderliğinde, sanayi devriminin, Hristiyanlığın Batılıların hayatından el etek çekmesi (dolayısıyla Ateizmin revaç bulması) ve Materyalist felsefenin çeşitli zuhurlarının uygun ortam bulması ve üç aşağı beş yukarı aynı yolun yolcusu olması, evrim teorisinin neşvü nemâ bulmasına sebebiyet verdi.

     Evrim, Vikipedi denilen modern ve online ansiklopedide, “biyolojide canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanma sürecidir” diye açıklanmış ve “Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve dünyadaki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırdedilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur” diye devam edilmiş. Aslında gayet masum gibi görünen bu açıklamanın evveliyatına gidelim:

Gözün yapısını gördükçe
tepesi atan biyolog Charles Darwin
     Fransız doktor Lamarck, ondokuzuncu asrın hemen başında, canlıların tek bir türden türemiş olabileceğini ve canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini yazdı. Sonra ise, amatör bir biyolog olan Charles Darwin, 1859 yılında basılan “Türlerin Kökeni” (The Origin of Spicies) kitabında, canlıların, çevrelerine intibak etmek için mücadele ettiklerini, bu mücadelede güçlü olanları hayatta kaldığını, zayıfların ise yok olduğunu (doğal seleksiyon) yazdı. İnsan dahil bütün canlıların, tek ya da birkaç atadan gelmiş olabileceğini söyledi. İnsan ve maymunun aynı atadadan (primat) geldiği iddiaları gün yüzüne çıktı. Bunların akabinde Hollandalı nebatatçı ve biyolog Hugo de Vries yirminci yüzyılın başlarında “mutasyon teorisi”ni gündeme getirdi. Semavi Dinlere gıcığı olan, özellikle Hristiyanlıktan bezmiş, intikam peşindeki “fen adamı” görünümlü yobazların önüne mükemmel bir “orta” gelmişti! Bu “orta”yı “gol” yapabilmek için de var güçleri ile sarıldılar... ama bilim ve fenne değil... hayal dünyalarına! Bol paralarla fonlar, enstitüler, laboratuvarlar kuruldu. Metodolojiler, usuller, kaideler belirlendi. Kelli felli, bol ünvanlı kimseler, insanın maymundan ya da daha masum görüntüsüyle ”maymunla aynı atadan” geldiğini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Sağda-solda yapılan kazılarda buldukları domuz, maymun, at vs... kemiklerini “evrim zincirinin kayıp halkası”nı oluşturan doneler olarak, satın aldıkları gazete ve mecmualarda çarşaf-çarşaf yayınladılar. Yirminci yüzyılla birlikte, teorik platformdan çıkıp, pratikte “Sosyalist” ve "Komünist” devletler olarak vücut bulan, temelde Marksist ve Ateist zeminler, bu Evrim Teorisine can havliyle sarıldı. Darwinizm, Ateizm ve Evrim Teorisi el ele vererek ortaya büyük bir tabu çıkardı. Zamanla bu öyle bir hal aldı ki, “fen adamı”, “bilim insanı” kılıklılar, işi “evrim olmazsa, çağdaş bilim olmaz” kademesine getirdiler.

     Peki maksat neydi? Neden bu kadar gayet aklı başında ve çağdaş görünen insanlar bu teoriye ve ne olup bittiğinden habersiz “maymun”lara sarıldılar. Cevabı da yazmaya çalışalım:

     Kendine "fen adamı" süsü vermiş kompleksli birisi kalkıp da "canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarla veya milyarlarla sene evvel denizlerde kendi kendine var olup, zamanla deniz bitkileri ve deniz hayvanları, sonra da kara hayvanları ve en nihayet insan haline dönüşmüştür. İlk insanlar cahildi, mağaralarda yaşıyordu, dabağlanmamış deriden paçavralara sarınıyordu, insanlık sıfırdan gelişti... Taş Devri, Tunç Devri..." diyorsa, bu açıkca ilk insanın Hz. Adem olduğunu inkar etmektir ve Kur'an-ı Kerim ve diğer mukaddes kitapların palavra olduğunu ve o ilk hücreyi yaratan bir Yaratıcı olmadığını iddia etmektir. İslamiyet ve diğer semavi dinler, ilk insanın balçıktan yaratıldığını defaatle ve kesin olarak bildiriyor. buna inanmak “zaruriyat-ı dinden”dir. Kısacası, İslamiyet’in (ve dolayısıyla bozulmamış haliyle bütün Semavi dinlerin) bu konudaki kırmızı çizgileri şunlardır:

1. "İlk canlı denizde veya başka yerde tesadüfen oluşmuştur" demek. Ne bilim ne de din böyle bir "mükemmel tesadüf"ü kabul eder!

2. "Türler arasında geçiş vardır" ve hatta daha da alakasızı "insan hayvandan gelmiş ve gelişmiştir" demek.

Meşhur "işte maymundan geliyoruz" şeması
     Yani, bir fen adamı, "insan, maymundan veya başka bir hayvandan evrimleşmiş, gelişmiştir, insanın atası maymundur..." gibi sözler söylüyorsa, bu adam bir "fen adamı" değil, fen adamı perdesinin altına gizlenmiş cahildir ve aklı başındaki bütün fen adamları böyle bir cahile güler. Başka bir fen adamı da "maddeler, hücreler, varlıklar yok iken sonradan var olmuşlardır" derse, bu sözü hem fen hem de din sahasında kabul görür. İslam alimleri, canlıların yapısında, basitten mükemmele doğru bir "gelişme"nin varlığından söz etmişler ve bunları kitaplarına geçirmişlerdir fakat bu "bir türden başka bir türe" tekamül, gelişim, evrim vardır demek değildir!

     Dinimiz, bitkilerin ve hayvanların ne şekilde yaratıldığını bildirmiyor. İlk yaradılıştan sonrası, ister denizlerde tesadüfen, isterse de başka türlü meydana gelsin, bunlar islamiyete zarar vermez, bilakis kuvvetlendirir.

     Son yıllarda, bu Evrim teorisinden nemalananlar kısmına yepyeni bir katılım oldu... ama Evrimcilerin karşısına geçerek (olayın içyüzü tam bilemeyenler için en azından böyle görünüyor). Türlerin kendi içindeki gelişmelerini kabul etmeyen, bitki ve hayvanların yaratılması hadisesini kafasına göre yorumlayan, ilk yaratılışı kabul edip, geri kalan teferruatta İslamiyetin ihtilaf etmediği mevzularda sıkıntısı olan ve bu konuları, önyargısız bir şekilde idrak edecek kapasiteden yoksun kimseler, güya "dini" savunuyor gibi görünüp, kendilerince gündem oluşturmaya çalıştılar ve nereden geldiği belli olmayan maddi yardımlarla, kuşe kağıda baskılı, mükemmel görünümlü atlaslar, kitaplar, broşürler bastırdılar ve her yere dağıttılar.

Evrim Teorisi ve İslamiyet ile alakalı kısa bir animasyon da mevcut:

19 Ekim 2013 Cumartesi

Slavoj Zizek'in İstanbul Ziyareti Üzerine

   
     Slovenya'nın meşhur Marksist felsefeci, sosyolog, sinema eleştirmeni ve psikanalisti Slavoj Zizek ve Fransız felsefeci Alain Badiou'nun katılmcı olduğu ve Monokl Yayınları ile Bakırköy Belediyesinin düzenlediği "Küreselleşme ve Yeni Sol" konulu konferans 11-12 Ekim 2013 tarihlerinde, Bakırköy Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Konferansın ikinci gününde Slavoj Zizek vardı ve dolayısıyla kendisini dinleyebilmek amacıyla kültür merkezinde yerimizi aldık. Ancak mekanın küçük olması ve dinleyicilerin çok olması hasebiyle, salon hınca hınç doluydu, hatta bizim gibi geç gelenler sahnede, Zizek ve Badiou'nun hemen yanında ve arkasında yerini aldı.

     Önce, yirmi dakika kadar Alain Badiou, şimdiye kadar duymadığım ağır bir Fransız aksanıyla yoğrulmuş İngilizcesi ile konuştu, sonra sözü Zizek'e verdi. Zizek yine, Perşembe Pazarından alınmış izlenimi veren tişörtü ve her zamanki eğlenceli, akıcı ve derin uslübu ile sazı eline aldı ve bir ara Badiou ile paslaşsa da, oturumun yarısından çoğunda konuştu, "son on and so on"lar havada uçuştu! Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen ve CHP milletvekillerinden (DİSK eski genel başkanı) Süleyman Çelebi de dinleyici olarak oradaydı. Dinleyicilerden bir kısmı, böyle bir organizasyonda bile protokol olmasını protesto etmeye çalıştı ve oturumun soru-cevap kısmı hem protestolar, hem de kalitesiz ve farklı amaçlı sorular yüzünden oldukça ateşli geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, kalitesiz, reklam amaçlı ve güdümlü sorular yüzünden, oturumun ikinci yani soru-cevap kısmı bayağı bir kalitesiz geçti çünki bir konferansın ya da bu tip soru-cevaplı bir organizasyonun seviyesini belirleyen, biraz da dinleyicilerdir.

     Neyse, gelelim hiperaktif ve modern zamanların sıkıcı olmayan felsefecisi Slavoj Zizek'in açıklamalarından bir bölümüne:

Zizek, daha sözü Alain Badiou'dan alırken, Komünist ve Faşist liderlerin alkışlanma ve alkışlama farkından bahis açarak ortalığı şenlendirdi, işte o kısım:


Sovyetler ve omletten bahsettiği kısım:



"True Master":


Meşhur Fransız Cumhurbaşkanı general Charles de Gaulle'un siyasi duruşu üzerine:


İngilizlerin Hindistan'ı sömürgeleştirmesi ve Malcolm X'in "x"i hakkında:


Dinleyen Solcuların acayibine giden, Sol'un "solcu" Margaret Thatcher ihtiyacı üzerine:


Alman bir bankacından alıntıladığı, demokrasi, seçimler ve piyasa dalgalanmalarının ilişkisi ile alakalı açıklaması:


Kur'an-ı Kerim'in Haiti Devrimine olan etkisini anlattığı ve ilk defa duyduğum kısım:


Yeni Zelanda yerlileri Maorilerin fırsatçılığı ve modayı takibi hakkında:


Komünistlerin "münazara"ya yaklaşımı ile ilgili sözleri çok güldürdü:


Kızılderililerin, "Soluk benizli" Amerikalıların ahmaklığını hatırlatan sözleri ile ilgili kısım:


Hiyerarşinin zorunluluğu ve Anarşi üzerine:



Slavoj Zizek'in bazı farklı enteresan videoları da var... misal "The Pervert's Guide to Cinema"nın taa en sonunda yer alan şu video gibi:


Ve... "The Pervert's Guide to Ideology"de, "kola"nın neden en mükemmel ticari meta olduğunu izah ettiği yer... tabi elinde Coca Cola ile:




1 Eylül 2013 Pazar

Müslümanlar Bilimde Neden Geri Kaldı ya da...Hiç İleri Gitmiş miydi ki?


     Biri, yek diğerinden ağır bu iki suale cevap lazım...evet "hiç ileri gitmiş miydi ki"? İkinci sorunun cevabının başına, kalın ve içi dolu, okkalı bir "EVET" koyabiliriz ama devamı gelmezse havada kalır elbet!

     Evet, inanması zor ama bir zamanlar, sarıklı, sakallı, cübbeli insanlar ilimde, fende, teknikte, ahlakta ve her türlü gelişmişlik sayılan değerde ileride idi. İslam Devletlerinde rasathaneler, atölyeler, üniversiteler, akademisyenler, araştırmacılar, ar-ge'ciler, laboratuvarlar, uzay bilimcileri vardı. Bu devletlerin halkları, hastahaneler, su kemerleri, mektepler, kervansaraylar...gibi imkanların içinde müreffeh bir hayat yaşıyordu. Avrupa Ortaçağı, batıl inançların, her türlü iğrençliğin, salgın hastalıkların, kilise diktatoryasının, derebeyleri sultasının, ilkelliğin, önyargının, bitmek bilmeyen düşmanlık ve savaşların, derme-çatma kulüblerde yaşayıp dabağılanmamış deriler giyen, bitli saçı sakalı birbirine karışmış, ortalama ömrü 30-35'i geçmeyen vahşi insanların çağı iken, İslam Dünyasının Ortaçağı, ilim ve bilimi sürekli geliştirenlerin, yeni keşif ve buluşlar yapanların, eski Yunan eserlerinin ve felsefecilerinin görüşlerinin dikkatlice değerlendirilip, işe yarayan kısımlarının bilimsel gelişmelerde kullananların, hamamlı, helalı ve güneş gören, büyük ve temiz evlerde oturanların, pamuk ve ketenden elbiseler giyenlerin, idaresi altındaki gayri müslimlerle sıkıntısız yaşayanların, İslamiyeti ve yaşadıkları dünyayı tam ve komplekssiz olarak idrak edenlerin çağıdır. Konuyu derinlemesine araştıran önyargısız bilim adamları için şu gerçek yadsınamaz bir gerçektir; Batı Dünyası, fen ve bilimdeki gelişmelerin ve buluşların temelini İslam Medeniyetinden almıştır.

     Her sahada gelişmemeyi bir tarafa bırakalım, yerinde saymayı dahi, "helekel musevvifûn" düsturu gereği hoş görmeyen Müslümanlar, "medeniyet, tamir-i bilad ve terfih-i ibad"dır mottosuyla, daha ilk zamanlardan itibaren, şehirler, yerleşim yerleri kurmaya, insanların can emniyeti ve refah içinde yaşaması için bulundukları beldeleri kalkındırmaya çalıştılar. Tarık bin Ziyad komutasındaki Emevi ordusunun Endülüsü fethinden sonra, Akdeniz'in iki ucunda, aynı kaynaktan beslenen ve insanlığa ışık tutan, Ortaçağ karanlığının içinde adeta denez feneri gibi duran medeniyet merkezleri kuruldu. Müslüman bilim adamları, Hristiyan, putperest, dinsiz ayrımı yapmadan, Antik Yunan, Roma, Hint, İran, Çin medeniyetlerinin eserlerini incelemek için bunların lisanlarını öğrendiler, "hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alsın" ve "ilim Çin'de de olsa alınız" hadislerine harfiyen uyarak, büyük bir titizlikle bu mirası bütün dünyaya hediye ettiler. Astronomi, matematik, geometri, edebiyat, fizik, biyoloji, tıp, coğrafya başta olmak üzere yüzlerce ana ve yan dalda kitaplar yazdılar ve kütüphaneleri doldurdular. Özelde Bağdat, (Beyt-ül Hikme de burada idi) Kahire, Kurtuba, Gırnata...genelde ise, Müslümanların idaresindeki yerler her bakımdan kalkındı. O zamanın Batı Avrupası ile İslam toprakları arasındaki farka değinecek olsak, şimdilerin gelişmiş dünyası ile, Amazon Ormanlarında yaşayan vahşiler arasındaki kadar desek her halde abartı olmaz.

     Ancak somut örnekler göstermeden söylenecekler havada kalır, dolayısıyla özele girmek, isimler vermek elzemdir:

Nureddin Batruci, Endülüs Üniversitesinde astronomi profesörü idi. Yazdıkları ve ortaya koydukları Galile ve Kopernik gibi yüzlerce sene sonra geleceklere ışık tutmuştur.

İbn-i Sina, bazı hastalıkların sebebini, insan vücudundaki "kurtçuklar" (yani bildiğimiz mikroplar) olduğunu yazmıştır.

Ebu Bekr-i Razi, namı çağları aşan ilklerin doktorudur. İlk göz ameliyatını yapan, kızamık ve çiçek hastalıklarının faklı olduğunu ortaya koyan, ilk defa ağrı kesicileri kullanan tabiptir.

Trigonometriyi bulan ve bildiğimiz manadaki astronominin belki de babası Harranlı Battani'dir. 900'lu yıllarda gözlemevi kurmuş, ayın, dünyanın, güneşin hareketlerini izlemiş ve çeşitli hesaplamalar yapmıştır.

Ebu Reyhan el Biruni, gelmiş-geçmiş en büyük alimlerden biridir. Çalışmadığı, eser vermediği alan neredeyse yoktur. Modern bilim eğer varsa, Biruni bunun temel taşlarından biri olmalıdır. Hatta, "İslam" sıfatı olmasa biyografisinde, dünyanın en büyük bilgini olacağını söylemek abartı kaçmazdı muhtemelen! Yerçekimi ve dünyanın döndüğü gibi şeyleri yüzyıllar evvel bulan, kitaplarına geçiren kişidir.

Cabir bin Hayyan, modern kimyanın babasıdır. Eserleri, Avrupa'da yıllarca okutulmuştur. Tıpkı Biruni gibi çok yönlü bir bilgindir. Atomun içindeki muazzam kudretten bahsedecek kadar "ileri" gitmiştir!

Ebul Vefa el Buzcani, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.

Farabi, sesin fizikteki tarifini ilk olarak yapan kişidir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk defa ondalık kesir sistemini kullanan kişidir.

İbni Cessar, cüzzamlıları tedavi etmiştir.

Abbas ibni Firnas, ilk uçan aracı yapıp, uçmayı beceren kişidir.

İbni Haldun, tarih ve sosyoloji bilimlerinin kurucularındandır.

Abbas Vesim, verem mikrobunu, Avrupa'dan bir buçuk asır evvel bulmuştur.

İbn-ün Nefs, küçük kan dolaşımını bulan hekimdir.

Piri Reis ve haritası hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten.

Muhammed bin Musa el Harezmi, 0 (sıfır) sayısını bulan, cebir (algebra) ilmini kuran alimdir. "Algoritma" kelimesi de isminden gelir.

Demiri, ciltler dolusu zooloji ansiklopedisi hazırlamıştır.

İbni Heysem, Optik ilmin kurucusudur. Gözlük, mikroskop, teleskop yapmaya çalışanların yol göstericisidir.

      İkinci sorunun cevabı aslında, ilkinden daha kolay. İlk soru çok daha karışık, göreceli ve can sıkıcı: İslam Medeniyetinin ilk asırları her alanda gelişmişliğin, kalkınmanın, aydınlanmanın adresidir. Fakat bu gelişmişlik ve zenginlik beraberinde azgınlığı da getirince, önce Akdeniz'in doğusu, görünürde Cengiz askerinin eliyle, kuvvetli bir tokat yedi ve mirasının büyük kısmını Dicle'nin sularına bırakarak merkezinden savruldu. Aynısı, iki asır sonra Endülüs'te oldu ve bundan sonra neredeyse tek kuvvet Osmanlı Devleti kaldı. Ancak, hicri birinci asırdan sonra (yani 1600'lerden sonra) İslam Dünyası, önce duraklamaya, sonra da hızlı bir düşüşe doğru geçti. Her türlü gelişmenin ayağına takılan, tahrif edilmiş Hristiyanlık ve din bezirganlığından geçinen kilisenin boyunduruğundan kurtulan, İslam eserlerini incelemeye ve temel almaya başlayan Avrupa, karşı konulamaz bir hızla kalkınmaya tanıklık etti. 1800'lere gelindiğinde, durdurulamaz bir ivme kazanan (Afrika'yı tam manasıyla sömürmek gibi "bel altı" çalışmalarının katkısı yadsınamaz) Avrupa, makası iyice açtı ve şimdilerde gıpta ile baktığımız Batı Medeniyeti zirveye yerleşti. İslam topraklarında cirit atmaya başlayan ajanları ve maşaları, önce medreselerden "din adamına fen bilgisi lazım değildir" deyip fen bilgilerini kaldırdılar, cahil din adamları yetiştirilmesini sağladılar, sonra da "İslamiyet terakkiye manidir" yaygarasını bastılar. Yani basitçe işi şöyle formülize etmek hakkı teslim etmek olacaktır; Müslümanlar, dinlerine sıkı sıkıya sarıldıkları, emirlerine harfiyen tabi oldukları sürece ilerlediler, Hristiyanlar ise dinlerine sırt çevirip, bu kamburdan kurtulmayı başardıklarında ilerlemeyi gerçekleştirdiler.


9 Ağustos 2013 Cuma

Selefilik ve Selefiler

     Günümüz dünyası, reforme olmuş, çağa bir şekilde intibak etmeye çalışan Selefiliğin önlenemez yayılışı ve yükselişine şahitlik ediyor. İslam dünyasının parça parça olmuş, zayıflamış, ele güne muhtaç ve zelil olmuş haline, gençlerin ve yeni müslüman olanların tepkisi genelde (bilinçli ya da değil) "Selefice" oluyor. Batı'da kimlik muhafazasına ve kendini ezdirmemeye çalışanların hareket şekli "Selefice" oluyor. Ülkesinin işgal altında olduğunu düşünenlerin mukavemeti, genelde "Selefice" oluyor...hasılı Selefilik altın çağını yaşıyor. Peki, kim bu arkadaşlar ve yolları-yordamları nedir?

     Esas olarak "Selefilik" ya da daha doğrusu "Selefiyye", Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhebler Tarihi kitabında yazdığına göre, hicri dördüncü asırda, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazılarının kendilerine bu ismi vermesi ile başlar. Fakat asıl manada, Harranlı Ahmed İbn-i Teymiyye ve sadık talebesi İbn-i Kayyım el Cevziyye'nin ortaya çıkardığı ekoldür denilebilir. İmam Ebül Hasen Sübki'nin değimiyle "ilmi, aklından çok olan" İbn-i Teymiyye, önceleri bir Hanbeli alimi iken, sonradan zıvanadan çıkıp, kendine has bir yol tutmaya başladı. Daha evvel kimsenin söylemediği şeyler söylemeye başladı; "Allah, zerrelerden müteşekkil bir cisimdir, yer değiştirir, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur", "cehennem sonsuz değildir, bir gün biter" gibi şeyler söylemeye, tasavvuf alimlerini inkar etmeye ve tevessül, istigase, teşeffü gibi kelimelere gıcık gitmeye başladı. Eshab-ı kiramın büyüklerine dahi çattı.

     "Selefiyye" kelimesine gelince: "Selef" kelimesi bilindiği gibi, "önceki, önden gelen" manasına gelir. Bu kelime üzerinden yapılan dezenformasyon ve illüzyon, bugün, en muteber kabul edilen kaynaklarda bile olduğu gibi kabul edilmiştir. Bu yolu takip eden ve bu konu hakkında bilgisi olmayıp, Selefilerin dümen suyuna girenlere göre Selefiyye; "Eşari ve Matüridi mezhebleri kurulana kadar müslümanların tabi olduğu yol" imiş. Hatta buna "Ehl-i Sünnet-i Hassa" da deniliyormuş. Din ve tarih bilgisi zayıf olan ya da bilgisi olmayan için gayet masum bir ifade. Ancak biraz araştırma yaptınız mı, altından inanılmaz bir bilgi kirliliği ve manipülasyon çıkıyor. Evvela, "Eşari ve Matüridi mezhebleri sonradan kurulmuştur" demek son derece yanlıştır çünki Ebul Hasen-i Eşari ve Ebu Mansur Matüridi mezheb kurmadı, var olan Ehl-i Sünnet itikadını kitaplara geçecek şekilde tasnif edip, yeni müslüman olacakların da anlayabileceği bir şekilde açıkladı.

     Selefilerin bir diğer iddiası; "İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam-ı Gazali kitaplarında Selefiyye yolunu açıkladı" yönündedir. Oysa bu alimlerin kitaplarında yazan kelime veya kalıp; "Selef ve Selef-i salihin"dir (yani hadislerle övülmüş ilk iki asrın müslümanlarına verilen isim). Başka bir değişle, kendilerine yasal zemin arayan, İslam dünyasının gözünü boyamak isteyen Selefi tayfa, "Selef" ve "Selef-i salihin" kelimesini "Selefiyye" yapmak suretiyle, acayip bir laf cambazlığı örneği sergilemiştir. "Selef" kalıbının, Eshab-ı kiram ve Tabiin için kullanıldığı, kaynaklarda gayet açıktır. Dolayısıyla, müctehid ve imamlar, "Selefiyye" mezhebini değil, Selef'in mezhebi olan Ehl-i Sünneti açıklamışlardır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadında Selefiyye diye bir mezheb yoktur.

     Gelelim tarihi gelişimine: İbn-i Teymiyye'nin ve talebesi İbn-ül Kayyım'ın bu yolun temelini kurması ve esaslarını kitaplara geçirmesinden aşağı-yukarı 5 asır sonra Selefilik, başka bir oluşumun göz boyayıcı unsuru olarak tekrar canlandı. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arabistan Yarımadasının doğu tarafından, Necid denilen bölgeden çıkan Muhammed bin Abdülvehhab, yanına Deriyye denilen yerin kabile reisi Muhammed bin Suud da alıp, İslamiyetten nasibini almamış, kalpleri kaskatı olmuş, ahlakı düşük Bedevilere yepyeni bir çığır açtı. Bol İngiliz parası ve silahı ile kısa sürede tesis edilen yolun ismi, işin içyüzünü, kuruluş amacını ve mahiyetini bilenler için "Vehhabilik", bunlardan haberi olmayan ve bunu masum bir hareket gibi görenler için ise, Selefilik ve Selefiliğin tekrar ihyası olarak görüldü (uydurulan kılıf tam olarak şöyleydi: itikadda Ehl-i Sünnetin Selefi mezhebinde, amelde ise Hanbeli mezhebinde).

Suudi Arabistan'ın kurucusu
Abdülaziz bin Suud
     Muhammed bin Abdülvehhab, İbn-i Teymiyye'nin açtığı, tasavvuf, istigase, şefaat düşmanlığı ilkelerini daha da ilerilere götürdü. Mezheb imamlarını da paylamaya çalıştı. Kendisi ve kaideleri gelene kadar olan zamanda yaşayanların türbelere, mezarlara tapındığını ve müşrik olduğunu ilana kalkıştı. Ehl-i Sünnet ve Şia'yı müşriklikle suçladı. Bu yafta en çok çöl bedevilerini sevindirdi. Gün yüzü görmemiş çöl insanları için Dolce Vita başlıyordu! Nasıl olsa artık yasal zemin de sağlanmıştı, çapulcular, yerleşim yerlerini yağma ediyor, kadınları cariye niyetine, malları da ganimet niyetine paylaşıyordu. Osmanlı Devletinin içteki karışıklıklar ve Rusya ile olan sorunlarından dolayı, Vehhabi eşkıyalar kısa sürede Haremeyn-i şerifeyne dayandı. Neticede, çatışmalar, entrikalar falan filan derken 1932'de birçokları için ilk Selefi devlet sayılacak olan Suudi Arabistan kuruldu.

     Suudiler, zamanla sertlik ve kılıç-kalkan mücadelesini azalttılar. Baktılar ki, nafile hac, umre paralarının yanına petrol gelirleri de artıyor, yaldızlı, kuşe kağıtlı, lüx baskılarla, kitaplarını dünyanın her yerine yaymaya, her yerde merkezler kurmaya başladılar. Davalarının teorik düzlemini oluşturmaya, gençleri etkilemeye çalıştılar...ve zaman da onların lehine işledi! Saf ve katıksız Vehhabi-Selefi devletlerin dinleri kaynaklarda "Sünni" olarak gösterildi. 20. yüzyılın fitne ve bid'at üretme merkezi Mısır'dan çıkan Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Kutub, Hasan El Benna'nın da işe karışmasıyla satıh iyice büyüdü.

     Derken...dünyada Komünizm ve Sosyalizm çöktü (birkaç işlevsiz artık bırakarak). Soğuk savaş dönemi sona erer ermez, tekrar bir düşman çıkarmak gerekiyordu ve bu düşman da hemen kendini -sözde- "yeşil" renkte gösteriverdi: El Kaide, terör eylemleri, Kenya ve Tanzanya saldırıları, Taliban, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Yemen...ortalık karışıvermişti hemen!

     Son dönem Selefiliğin altın çağı başlamak üzereydi...SSCB artığı Rusya ile savaşa tutuşan Çeçenistan'da, Sırp zulmü altındaki Bosna'da, Pakistan ve Afganistan dağlarında ve Irak topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı çıkılan mücadele, Selefi görünümlü Vehhabi oluşumun en sevdiği manzaraydı çünki bir vatan savunması söz konusuydu ve haliyle "bir kişi bir kişidir" düz mantığı geçerliydi. Fakat masum savunma mücadeleleri, bazı yerlerde, zamanla deforme olmaya, masum sivillerin katlinden, intihar bombacısı kılığında ortalığı teröre boğmaya kadar gitti. Daha da ötesi, Selefilerin yerleştiği yerlerde, bol Suudi parası ve yardımıyla teorik yayılım da hızlandı. Vatan savunması ve cihad gibi kavramlar, kanı kaynayan ve bir şeyler yapmak kaygısındaki genç delikanlıların bu tuzağa kolayca düşmesine sebep oldu.

     Bunların dışında, İslamiyetin Batı'da hızla yayılması esnasında da Selefiler etkin rol aldı. Temas ettikleri gençlerin de İslamiyeti bu şekilde öğrenmesine ve yaşadıkları çevreleri ile sıkıntılar yaşamasına neden oldular.

Seyyid Kutub ve
Yoldaki İşaretler
     Peki bir Selefi'yi ya da bilmeden kendini bu yola kaptıran fakat haberi olmayan ya da en azından Selefi zihniyetin bir şekilde tesirinde kalmış olanları nasıl tanırsınız? Alın size birkaç ipucu: Bir kişi eğer sürekli "tagut"tan (Allah'tan başka ibadet edilen şeyler ya da insanı Allah'tan uzaklaştıran şeyler anlamında kullanılan ve Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçen kelime) bahsediyorsa ve tagutu, günümüz İslam Dünyası denilen bölgedeki ülkelerin birçoğunun rejimleri ve idare şekilleri olarak tasvir ediyorsa, Seyyid Kutub, Hasan El Benna, Abdullah Azzam, Ürdünlü Hattab, İzeddin El Kassam, Yoldaki İşaretler'den bahis açıyor ve buralardan referans alıyorsa, Tasavvufa, Muhyiddin-i Arabi'ye ve Vahdet-i vücuda ve dört mezheb imamına laf arasında geçirmeye çalışıyorsa, ictihad kapısının kapanmadığından ve kapanmaması gerektiğinden söz ediyorsa, Kur'an-ı Kerim'den, kendi kafasına ve anladığına göre mana çıkarmaya çabalıyorsa, sakal kazımaya haram diyorsa, Türkiye ya da benzer ülkelerde oy kullanmanın şirke girmeye kadar götürdüğünü iddia ediyorsa, İbn-i Teymiyye'ye Şeyh-ül İslam ve büyük imam diyorsa, amel imanın parçasıdır...bu ve buna benzer, ortalama bir Anadolu insanından ya da medrese tahsili görmüş, dört mezheb imamının ve bunların  talebelerinin kitaplarını okumuş ve kıyısında-köşesinden tasavvufa bulaşmış ya da en azından tasavvuf büyüklerini seven kimselerden duymak imkanı olmayan bu gibi iddialara sahibi ise, bu kişinin, en azından farkında olmadan Selefi zihniyete yatkın olduğu anlaşılabilir.




4 Ağustos 2013 Pazar

Müslümanların Batı'da Yaşadığı Sıkıntılar: Kılık-Kıyafet ve Hoparlör


     İslamiyet'in Avrupa'ya hulul ettiği belki de üçüncü esas dalga olan 20. ve 21. yüzyıl dalgası, Endülüs ve Osmanlı dalgalarından birçok bakımdan farklılık arzediyor. Bu farklardan en önemlisi, ilk iki dalgada İslamiyetin hem fende hem ahlakta hem refahta ve her türlü gelişmişlik emaresinde Batı'dan çok çok üstün olmasıydı. Üçüncü dalga ise, öncülerinden uzak mesafe ezik, muhtaç ve boynu bükük çünki artık dominant, üstün ve yol gösteren değil. İlk iki dalga tabiri caiz ise "veren el" iken, son dalga "alan el" yani eğilen. Bunun da birçok sebebi var elbette;

     Bir kere, Batı'daki Sanayi devrimi ve öncesindeki Aydınlanma Dönemi, bilim ve fennin ve buna bağlı keşif ve buluşların neredeyse tamamının Doğu'dan (ya da daha doğru ifadeyle İslam Medeniyetinden) Avrupa'ya (ya da Hristiyanlık kamburunu sırtından atıp, dini, belli gün ve ayine hapseden ve böylece nefes alıp, ilerleyen Seküler Batı'ya) geçmesine sebebiyet verdi. Avrupa, bir yandan hızla sanayileşirken, bir yandan da, bir zamanların dillere destan İslam Medeniyetini geri (hem maddi hem manevi) püskürtüp, "kolu-kanadı kırık kuş"a döndürdü. Bunun uzun vadeli neticesinde, baskıcı dikta rejimlerin nefes aldırmayan ve süründüren istibdadından kaçmak ya da daha iyi imkanlarda iş bulmak ya da insan haklarına riayet eden ülkede yaşamak ümidi, Ortadoğu, Anadolu, Kuzey Afrika bölgelerinden milyonlarca insanı Avrupa ve Kuzey Amerika'ya itti.

    Avrupa ve Kuzey Amerika'daki gelişen sanayi ve oluşan işçi ve yönetici sınıfları, her konuda olduğu gibi, kılık-kıyafet konusunda da ciddi değişmeleri de beraberinde getirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren, erkeklerde, ceket, pantolon, gömlek, kravat kombinasyonları, yanına bıyık-sakal ikilisini tıraş etme ya da en azından kısa ve düzgün hale getirme faaliyetlerine de katarak yepyeni bir görünüme büründü. Bıyık-sakal ikilisi, zaman geçtikçe daha da kısaldı ve günümüzde, neredeyse baskın oranda, bıyıksız ve sakalsız bir hale döndü.

     Batı'ya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan gelen Müslümanlarda ise kılık-kıyafeti çok farklıydı. İklim ve yaşam koşullarının etkisinin yanında, Müslümanların bu konudaki temel kıstası tabii ki, Resulullah Efendimizin giyim şekliydi. Asr-ı Saadette giyim şeklini tarif etmek için kullanılan şeyler erkekler için genel olarak şöyleydi; sarık, cübbe, uzun entari ve sakal. Fakat bu giyim tarzı Müslümanlara has olmayıp, Araplar'ın devam edegelen adetlerinin bir parçasıydı. Sünni kaynakların büyük çoğunluğu bu esaslara dayanarak, kılık-kıyafete müteallik objeleri, sünnet-i hüda gibi islam şiarı olanlar ve ibadet olarak yapılanlara dahil etmeyip, sünnet-i zevaid, yani yaşanılan yere ve adetlere göre şekillenenler kısmında zikretmiştir. Yani Peygambermizin, yaşadığı yere ve zamanın adetlerine göre yaptığı şeylere uymanın çok sevab ve faydalı olduğunu vurgulamanın yanında, bunların, İslamiyet'in izin verdiği meşru mazaretlerle yapılmaması durumunda, günaha hatta mekruha dahi sebep olmayacağı belirtilmiştir.

    Bu konuda elbette farklı görüşler olmuştur. Özellikle İbn-i Teymiyye'nin sakalı kazımanın haramlığı konusundaki fetvası, onun Vehhabi, Selefi takipçilerini, kılık-kıyafet konusunda genel Sünni kabulden ayırmıştır. Selefiler için sakal (bir milim uzunluğunda da olsa) kaçınılmazdır. Eğer fırsat varsa sarık (en azından takke) ve mümkünse cübbe (ya da uzun entari) de ardından gelir.

     Ne yazık ki, Batı'ya akın eden üçüncü dalga, Selefiliğin İslam Dünyasını istila etmesi ile paralel bir şekilde büyüdü. Yani Avrupa ve Kuzey Amerika'ya, bir şekilde "kapak atmaya" çalışan Müslüman gençlerde, birçok etkenden dolayı (özellikle de Tasavvuf ile yoğrulmuş Sünni İslamı "pasiflik"le suçlama hastalığından) Selefilik özentisi vardı. Daha ilginci, İslamiyetle bir şekilde münasebet kuran ve özellikle de bu kitle
İngiltere sokaklarında
ile temas eden Batılı gençler, İslamiyeti kabul ederken, hem daha yeni ve taze olmanın vermiş olduğu heyecan ve keskinlikle, hem de bu teması gerçekleştiren Selefi özentili Müslümanlar sebebiyle, tatbik edilmesi İslam şiarı dahi olmayan bu zevaid sünnetleri olmazsa olmaz olarak benimsediler ve İslamiyeti bu şekilde tatbik etmeye başladılar. Hal böyle olunca, tıraşlı, gömlekli, pantolonlu, ceketli ve kravatlı Batılıların karşısına, günden güne sayıları ve etkinlikleri artan, sakallı, sarıklı ve cübbeli bir kitle dikiliverdi. Fakat Batılıların, bu sakallı, sarıklı topluluğun, dünyanın diğer ucunda terör estiren, masumları gözünü kırpmadan öldürebilen, intihar bombası şekline hiç düşünmeden girebilen kişilerle olan benzerliği farketmesi uzun sürmedi. Hele bu kişiler, güneşli ve açık bir Eylül sabahında, kendi topraklarına da girince, işler çığırında çıktı. Batılıların biraz çekince ve önyargı ile karşıladığı bu kitle, zamanla onların gözünde, en azından insan haklarına saygı duymayanlar ve daha acısı "terörist" kavramı ile eşdeğer hale geldi.

     2000'li yılların başından itibaren günden güne artan tansiyon, her iki tarafın da bilenmesine ve daha da sertleşmesine yol açtı. Şimdilerde Müslümanlar, büyük zorluklarla, yaptırımlarla  ve dinmek bilmeyen ve içten içe büyüyen bir öfke ile bir arada yaşamak zorundalar.

     Türkiye de, aslında bu açıdan Batı sayılır çünki Osmanlı Devletinin son zamanları ve özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarında "Batılılaşma" kavramı, içerikten ziyade "şekli" olarak, tepeden inme bir halde topluma dayatıldı ve bu dayatmalar zamanla, bilhassa şehirleşmenin ve sanayileşmenin de hızlanmasıyla, "mahalle baskısı"na dönüşerek, günümüzde Batı ile neredeyse aynı seviyelere erişti.

     Batıdaki  bir diğer sıkıntı da giderek çoğalan ve daha çok yer kaplayan cami ve mescidlerdeki ses ve hoparlör sistemleri. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, İslam diyarında olsun, başka yerlerde olsun, ezan, hoparlör ya da sesi metalik hale getirip yükselten aletlerle duyurulmaya
"Hoparlör direği" haline gelmiş minare
başlandı. Hatta iş, o raddeye vardı ki, herhangi bir camide, bir müezzin çıplak sesle (yani aslına tam uygun olarak) ezan okuyacak olsa ya da bir imam, namazı hoparlörsüz kıldıracak olsa, şikayetten sürgüne kadar, başına gelmedik kalmaz. Hadi, İslam topraklarında ya da Arap denilen memleketlerde buna ses çıkaran (en azından zahiren) olmaz. Ama bunu Batı topraklarında yapmaya kalktınız mı, üstteki konuya benzer bir öfkenin ve kinin fitilini ateşlemiş olursunuz. Mesela, Sofya'da yaşanan elim hadiselerin temelinde, hoparlörlerle camiden dışarıya verilen sesler vardı.

    Bu kadar gerginliğin, kinin, öfkenin, sıkıntının, enerji kaybının sebep olduğu konulara (elbetteki hepsini bunlara bağlamak ve bunlar olmasa her şey sütliman olur demek yanlış olur) bir bakar mısınız? Yapılmaması halinde mesul dahi olunmayan, hesap gerektirmeyen zevaid sünnetleri yapma merakı ve ibadetin bir parçası olmadığı halde, sonradan ibadetlere dahil edilen "mükebbir-üs savt" yani ses yükseltici aletler. Yani gençler, milletin gözüne sarık, sakal, cübbe sokma fitnesinden (ki fitnenin tam manası "Müslümanları zor durumda bırakmak"tır) vazgeçse, cami ve mescidlerde ezan çıplak sesle okunsa, şekilciliğe bağlı olan sıkıntı ve gerginliklerin büyük kısmı yok olur ya da en azından başka bir sebep bulana kadar azalır.

     Elbetteki bu saatten sonra, bunların uygulanmasını ve iyiye doğru gidişatı ummak, realizmden çok öte bir saflık ve ütopya olur!

14 Temmuz 2013 Pazar

İslâm Olmadan Ahlâk Olur Mu? - 2


     İslam dini, iyi ve kötü ahlakı ve huyları tek tek saymış, bunları tasnif etmiş, kaynaklarını belirtmiş, kötü olanların ilaçlarının ne olduğunu açıklamıştır. Hatta daha da ileriye giderek, iyi olarak görünen fakat aslında kötü olan huyları bile ortaya çıkarmıştır. İslamiyet, toplum ve aile içi iletişim ve dayanışma dini olduğundan, bu iletişim ve dayanışmayı olabilecek en kaliteli ve bütün taraflar için de en faydalı biçimde olması için desteklemiş ve yol göstermiştir.

İslam dininde ahlakın kaynağı, ruhun şu üç kuvvetidir; akıl, gadab ve şehvet. Bunlara bir bakalım:

1. Akıl (buna "idrak" ve "nutuk" da denir): Aklın teorik yani nazari orta miktarına (itidalde olmasına) "hikmet" denir. Nutuk veya aklın amellere müteallik kısmının ortalama olması ise "adalet" denilen övülmüş ahlaktır. Hikmet, iyilik ve kötülüğü ayırabilme erdemidir. Orta haldir, övülen istenilen bir şeydir. Bu durum gerektiğinden fazla olmaya başladığında yani aşırıya kaçtığında hemen karşımıza kötü bir huy çıkar; "cerbeze" yani ukalalık. Cerbeze kişi, aklını, kapasitesini, kendini aşan işlerde kullanmaya kalkar, anlayamayacağı şeylere kalkışır. Aklın az olmasına ise "beladet" yani ahmaklık denir. Böyle olan, iyiyi kötüden, faydayı zarardan ayıramaz.

2. Gadab: Beğenilmeyen, istenilmeyen, zarar vereceğine inanılan şeylere karşı kanı harekete geçiren hayvani kuvvettir. Bu kuvvetin insani olan orta miktarına "şecaat" yani "cesaret" denir. Kaldırabilecek faydalı işlere kalkışılır. Bu kuvvetin ortalamadan fazla olmasına kontrol edilemez aşırı, hiddet ve saldırganlık yani "tehevvür" denir. Gadabın az olmasına ise "cübn" yani "korkaklık" denir. Korkaklıktan lazım olan şeyleri bile yapamaz.

3. Şehvet: Ruhun üçüncü kuvvetidir. Kendine tatlı ve güzel gelen şeyleri isteme ve onlara kavuşma kuvvetidir ki hayvani bir kuvvettir. Bunun orta haline "iffet" veya "namus" denir. İhtiyaç duyduğu ya da kavuşmak istediği şeyleri insanlığa uygun olarak yapar. Bu kuvvetin fazla olması "şereh" yani "hırs"tır. Hak hukuk tanımadan her istediğini elde etmek ister. Şehvetin az olmasına ise "humud" yani uyuşukluk ve gevşeklik denir. Korkudan ya da utanmaktan istenilen şeylere kavuşulamaz.

İşte bu sayılan dört orta derece, yani hikmet, adalet, şecaat ve iffet iyi huyların temelidir. Hikmet sahibi olan kimse, gadab ve şehvetine hakim olur. İnsan hikmet sahibi değilse bu kuvvetlerin her iki tarafındaki kötü huylara meyl eder.

Bu kötü huyların tezahürleri olan bazı huylara ve bunların zıtları ve çarelerine de kısaca bakacak olursak:

Mesela "tamah" kötü bir huydur, az ile yetinmeyip haramlara dalmaktır. Bunu tersi ise "tevfid"dir (tevfiz).

"Kibir" kötü huyunun aksi ve övülmüş hali "tevazu"dur. Tevazunun aşırı olmasına da "temellük" ya da "tezellül" (zelil olmak) denir ki kendini aşırı alçaltmaktır.

"Ucb" kendi ibadet ve iyiliklerini beğenmeye denir ki kötü bir huydur. Bunun zıddı ve ilacı ise "minnet"tir yani bu ibadet ve iyilikleri kendinden bilmemektir.

"Tesvif" iyi işleri sonraya bırakmaktır. Bunun zıddı ise "musareat"tır ki hayırlı işlerde acele etmektir.

"Müdahene" yani gücü, kuvveti yettiği halde haram ve yasakların işlenmesine müsaade etmek ya da diğer bir deyişle dininden vererek dünyalık almaktır. Bunun aksi ve övülmüş olanı ise "müdara"dır ki, dininin selameti için dünyalık vermektir.





11 Ocak 2013 Cuma

İslâm Olmadan Ahlâk Olur Mu? - 1



     Ahlak, doğru veya yanlış hareketlerin ve sözlerin, toplumlara, sosyal tabakalara, inanışlara, dinlere, felsefelere göre şekillenmiş ve belirlenmiş halleridir ki, tek tek huylardan oluşur ve sistem halini alır. Sosyal olmanın, yani bir toplulukta yaşamanın getirdiği ikili veya çoklu ilişkilerin ve bu ilişkilerin doğuracağı sonuçların, her iki tarafa da zarar vermemesi üzerine kuruludur. Dolayısıyla ahlak, tek başına söylendiğinde müspet tarafı anlaşılır yani ahlakın kendisi bir yerde varsa, o öncelikli olarak "iyi" tarafından algılanır. Ahlakın kötü olduğunu anlatmak için ise, başına çeşitli sıfatlar (çirkin, kötü, ağır...gibi) getirilir ya da kısaca, ahlaksızlık olarak adlandırılır. Toplumsal düzenin var olmasının ve devam etmesinin gereklerindendir. Ahlak, genellikle yazılı olmayan kurallar manzumesidir, insanlar temel ahlak değerlerini ilk önce ailelerinden alır. Kalıplaşmış törelerin, geleneklerin, inanışların, birey olarak, sosyal bir ortamda kullanılması esnasında, töre veya inanıştaki iyi ya da kötü halinin tezahür etmesi ve karşı taraftan ya da buna şahitlik edenler tarafından iyiye ya da kötüye yorumlanması ve o şahsa buna göre değer verilmesidir. Binaenaleyh, toplumun geneli ve biraz daha yaşlı olan kısmı tarafından ölçülür ve "mahalle baskısı" diye tabir edilen olayı doğurur. Ayrıca son derece göreceli ve toplumlara göre taban tabana dahi zıtlık gösterebilecek bir olgudur. Bir toplumda üstün ahlak nişanesi sayılabilecek bir hareket veya söz, bir başka cemiyette, karşı tarafa hakaret olarak algılanabilir. Yalnızken, "vicdan" denilen iç ses otokontolünün, kalabalığa temas ettiğindeki daha güçlü ve daha "frenli" halidir. Bütün bu anlatılan ve daha anlatılamayan birçok tanım ve açıklamadan, ahlak ya da etik denilen şeyin, ne kadar göreceli ve her topluma göre nasıl şekillendiği anlaşılıyor.

     Peki ama hangi ahlak? Her türlü ahlaksızlığın erdem sayıldığı Pagan toplulukların ahlakı mı? Pasifliği ve sonuna kadar altan almayı ve tezellülü baştacı eden, hayatın bir ızdıraptan ibaret olduğunu anlatan Uzakdoğu öğretileri ve çok tanrılı dinlerdeki ahlak kavramı mı? Binlerce Peygamberi şehid eden, hasislikleri, hırsları, kıskançlıkları, bencillikleri ve sınırtanımazlıkları kutsal kitaplarda yazan ve bu özellkleri ile dünyanın başına bela olmaya devam eden Yahudilerin ahlakı mı? Dünyadan yüz çevirmeyi, fakirliği ve merhameti öven, bir yanağa tokat atana öbür yanağını dönmeyi salık veren bir modeli, çok tanrılı ve muğlak, havada kalan, emirleri ve yasakları çelişkili Hristiyanlık dininin ahlakı mı? Kendini çok entelektüel ve bilimsel ve dinler üstü gören fakat hiçbir kuralı kaidesi olmayan ve fırsatını buldu mu hemen vahşileşiveren ve çıkarlarını elde etmek için hiçbir insan hakkını gözetmeyen Ateistler (Komünist, Pozitivist, Materyalist gibi zuhurlar) mi? Tabi ki hiçbiri değil! Din, felsefe ve dünyevi görüşlerin biri veya birkaçı, ahlakı oluşturan huyların bazılarında, çok temel ve iyi ölçüler koymuş ve bunları uygulamaya sokmuş olabilir. Fakat ahlakın "iyi" olarak sayılabilmesi için, huyların herbirinde de ayrı ayrı iyi olmak ya da en azından kötü olmamak lazım.

     Ahlaka son derece önem veren, onu dindarlığın ölçüsü sayan, ahlak bilgilerinin temellerini öğrenmeyi farz-ı ayn kılan ve öğrenmenin de ötesinde, bunları gerçek hayatta kullanılmasına son derece ehemmiyet veren ve tabi ki bütün dünyaya gönderilen son Peygamberin ahlakını överken, "Sen, iyi ahlakı tamamlamak için yaratıldın" diyen tek din vardır elbette; İslamiyet.