Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: ezanı hoparlörle okumak Follow my blog with Bloglovin
ezanı hoparlörle okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ezanı hoparlörle okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2013 Pazar

Müslümanların Batı'da Yaşadığı Sıkıntılar: Kılık-Kıyafet ve Hoparlör


     İslamiyet'in Avrupa'ya hulul ettiği belki de üçüncü esas dalga olan 20. ve 21. yüzyıl dalgası, Endülüs ve Osmanlı dalgalarından birçok bakımdan farklılık arzediyor. Bu farklardan en önemlisi, ilk iki dalgada İslamiyetin hem fende hem ahlakta hem refahta ve her türlü gelişmişlik emaresinde Batı'dan çok çok üstün olmasıydı. Üçüncü dalga ise, öncülerinden uzak mesafe ezik, muhtaç ve boynu bükük çünki artık dominant, üstün ve yol gösteren değil. İlk iki dalga tabiri caiz ise "veren el" iken, son dalga "alan el" yani eğilen. Bunun da birçok sebebi var elbette;

     Bir kere, Batı'daki Sanayi devrimi ve öncesindeki Aydınlanma Dönemi, bilim ve fennin ve buna bağlı keşif ve buluşların neredeyse tamamının Doğu'dan (ya da daha doğru ifadeyle İslam Medeniyetinden) Avrupa'ya (ya da Hristiyanlık kamburunu sırtından atıp, dini, belli gün ve ayine hapseden ve böylece nefes alıp, ilerleyen Seküler Batı'ya) geçmesine sebebiyet verdi. Avrupa, bir yandan hızla sanayileşirken, bir yandan da, bir zamanların dillere destan İslam Medeniyetini geri (hem maddi hem manevi) püskürtüp, "kolu-kanadı kırık kuş"a döndürdü. Bunun uzun vadeli neticesinde, baskıcı dikta rejimlerin nefes aldırmayan ve süründüren istibdadından kaçmak ya da daha iyi imkanlarda iş bulmak ya da insan haklarına riayet eden ülkede yaşamak ümidi, Ortadoğu, Anadolu, Kuzey Afrika bölgelerinden milyonlarca insanı Avrupa ve Kuzey Amerika'ya itti.

    Avrupa ve Kuzey Amerika'daki gelişen sanayi ve oluşan işçi ve yönetici sınıfları, her konuda olduğu gibi, kılık-kıyafet konusunda da ciddi değişmeleri de beraberinde getirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren, erkeklerde, ceket, pantolon, gömlek, kravat kombinasyonları, yanına bıyık-sakal ikilisini tıraş etme ya da en azından kısa ve düzgün hale getirme faaliyetlerine de katarak yepyeni bir görünüme büründü. Bıyık-sakal ikilisi, zaman geçtikçe daha da kısaldı ve günümüzde, neredeyse baskın oranda, bıyıksız ve sakalsız bir hale döndü.

     Batı'ya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan gelen Müslümanlarda ise kılık-kıyafeti çok farklıydı. İklim ve yaşam koşullarının etkisinin yanında, Müslümanların bu konudaki temel kıstası tabii ki, Resulullah Efendimizin giyim şekliydi. Asr-ı Saadette giyim şeklini tarif etmek için kullanılan şeyler erkekler için genel olarak şöyleydi; sarık, cübbe, uzun entari ve sakal. Fakat bu giyim tarzı Müslümanlara has olmayıp, Araplar'ın devam edegelen adetlerinin bir parçasıydı. Sünni kaynakların büyük çoğunluğu bu esaslara dayanarak, kılık-kıyafete müteallik objeleri, sünnet-i hüda gibi islam şiarı olanlar ve ibadet olarak yapılanlara dahil etmeyip, sünnet-i zevaid, yani yaşanılan yere ve adetlere göre şekillenenler kısmında zikretmiştir. Yani Peygambermizin, yaşadığı yere ve zamanın adetlerine göre yaptığı şeylere uymanın çok sevab ve faydalı olduğunu vurgulamanın yanında, bunların, İslamiyet'in izin verdiği meşru mazaretlerle yapılmaması durumunda, günaha hatta mekruha dahi sebep olmayacağı belirtilmiştir.

    Bu konuda elbette farklı görüşler olmuştur. Özellikle İbn-i Teymiyye'nin sakalı kazımanın haramlığı konusundaki fetvası, onun Vehhabi, Selefi takipçilerini, kılık-kıyafet konusunda genel Sünni kabulden ayırmıştır. Selefiler için sakal (bir milim uzunluğunda da olsa) kaçınılmazdır. Eğer fırsat varsa sarık (en azından takke) ve mümkünse cübbe (ya da uzun entari) de ardından gelir.

     Ne yazık ki, Batı'ya akın eden üçüncü dalga, Selefiliğin İslam Dünyasını istila etmesi ile paralel bir şekilde büyüdü. Yani Avrupa ve Kuzey Amerika'ya, bir şekilde "kapak atmaya" çalışan Müslüman gençlerde, birçok etkenden dolayı (özellikle de Tasavvuf ile yoğrulmuş Sünni İslamı "pasiflik"le suçlama hastalığından) Selefilik özentisi vardı. Daha ilginci, İslamiyetle bir şekilde münasebet kuran ve özellikle de bu kitle
İngiltere sokaklarında
ile temas eden Batılı gençler, İslamiyeti kabul ederken, hem daha yeni ve taze olmanın vermiş olduğu heyecan ve keskinlikle, hem de bu teması gerçekleştiren Selefi özentili Müslümanlar sebebiyle, tatbik edilmesi İslam şiarı dahi olmayan bu zevaid sünnetleri olmazsa olmaz olarak benimsediler ve İslamiyeti bu şekilde tatbik etmeye başladılar. Hal böyle olunca, tıraşlı, gömlekli, pantolonlu, ceketli ve kravatlı Batılıların karşısına, günden güne sayıları ve etkinlikleri artan, sakallı, sarıklı ve cübbeli bir kitle dikiliverdi. Fakat Batılıların, bu sakallı, sarıklı topluluğun, dünyanın diğer ucunda terör estiren, masumları gözünü kırpmadan öldürebilen, intihar bombası şekline hiç düşünmeden girebilen kişilerle olan benzerliği farketmesi uzun sürmedi. Hele bu kişiler, güneşli ve açık bir Eylül sabahında, kendi topraklarına da girince, işler çığırında çıktı. Batılıların biraz çekince ve önyargı ile karşıladığı bu kitle, zamanla onların gözünde, en azından insan haklarına saygı duymayanlar ve daha acısı "terörist" kavramı ile eşdeğer hale geldi.

     2000'li yılların başından itibaren günden güne artan tansiyon, her iki tarafın da bilenmesine ve daha da sertleşmesine yol açtı. Şimdilerde Müslümanlar, büyük zorluklarla, yaptırımlarla  ve dinmek bilmeyen ve içten içe büyüyen bir öfke ile bir arada yaşamak zorundalar.

     Türkiye de, aslında bu açıdan Batı sayılır çünki Osmanlı Devletinin son zamanları ve özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarında "Batılılaşma" kavramı, içerikten ziyade "şekli" olarak, tepeden inme bir halde topluma dayatıldı ve bu dayatmalar zamanla, bilhassa şehirleşmenin ve sanayileşmenin de hızlanmasıyla, "mahalle baskısı"na dönüşerek, günümüzde Batı ile neredeyse aynı seviyelere erişti.

     Batıdaki  bir diğer sıkıntı da giderek çoğalan ve daha çok yer kaplayan cami ve mescidlerdeki ses ve hoparlör sistemleri. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, İslam diyarında olsun, başka yerlerde olsun, ezan, hoparlör ya da sesi metalik hale getirip yükselten aletlerle duyurulmaya
"Hoparlör direği" haline gelmiş minare
başlandı. Hatta iş, o raddeye vardı ki, herhangi bir camide, bir müezzin çıplak sesle (yani aslına tam uygun olarak) ezan okuyacak olsa ya da bir imam, namazı hoparlörsüz kıldıracak olsa, şikayetten sürgüne kadar, başına gelmedik kalmaz. Hadi, İslam topraklarında ya da Arap denilen memleketlerde buna ses çıkaran (en azından zahiren) olmaz. Ama bunu Batı topraklarında yapmaya kalktınız mı, üstteki konuya benzer bir öfkenin ve kinin fitilini ateşlemiş olursunuz. Mesela, Sofya'da yaşanan elim hadiselerin temelinde, hoparlörlerle camiden dışarıya verilen sesler vardı.

    Bu kadar gerginliğin, kinin, öfkenin, sıkıntının, enerji kaybının sebep olduğu konulara (elbetteki hepsini bunlara bağlamak ve bunlar olmasa her şey sütliman olur demek yanlış olur) bir bakar mısınız? Yapılmaması halinde mesul dahi olunmayan, hesap gerektirmeyen zevaid sünnetleri yapma merakı ve ibadetin bir parçası olmadığı halde, sonradan ibadetlere dahil edilen "mükebbir-üs savt" yani ses yükseltici aletler. Yani gençler, milletin gözüne sarık, sakal, cübbe sokma fitnesinden (ki fitnenin tam manası "Müslümanları zor durumda bırakmak"tır) vazgeçse, cami ve mescidlerde ezan çıplak sesle okunsa, şekilciliğe bağlı olan sıkıntı ve gerginliklerin büyük kısmı yok olur ya da en azından başka bir sebep bulana kadar azalır.

     Elbetteki bu saatten sonra, bunların uygulanmasını ve iyiye doğru gidişatı ummak, realizmden çok öte bir saflık ve ütopya olur!