İslamiyet'in Avrupa'ya hulul ettiği belki de üçüncü esas dalga olan 20. ve 21. yüzyıl dalgası, Endülüs ve Osmanlı dalgalarından birçok bakımdan farklılık arzediyor. Bu farklardan en önemlisi, ilk iki dalgada İslamiyetin hem fende hem ahlakta hem refahta ve her türlü gelişmişlik emaresinde Batı'dan çok çok üstün olmasıydı. Üçüncü dalga ise, öncülerinden uzak mesafe ezik, muhtaç ve boynu bükük çünki artık dominant, üstün ve yol gösteren değil. İlk iki dalga tabiri caiz ise "veren el" iken, son dalga "alan el" yani eğilen. Bunun da birçok sebebi var elbette;
Bir kere, Batı'daki Sanayi devrimi ve öncesindeki Aydınlanma Dönemi, bilim ve fennin ve buna bağlı keşif ve buluşların neredeyse tamamının Doğu'dan (ya da daha doğru ifadeyle İslam Medeniyetinden) Avrupa'ya (ya da Hristiyanlık kamburunu sırtından atıp, dini, belli gün ve ayine hapseden ve böylece nefes alıp, ilerleyen Seküler Batı'ya) geçmesine sebebiyet verdi. Avrupa, bir yandan hızla sanayileşirken, bir yandan da, bir zamanların dillere destan İslam Medeniyetini geri (hem maddi hem manevi) püskürtüp, "kolu-kanadı kırık kuş"a döndürdü. Bunun uzun vadeli neticesinde, baskıcı dikta rejimlerin nefes aldırmayan ve süründüren istibdadından kaçmak ya da daha iyi imkanlarda iş bulmak ya da insan haklarına riayet eden ülkede yaşamak ümidi, Ortadoğu, Anadolu, Kuzey Afrika bölgelerinden milyonlarca insanı Avrupa ve Kuzey Amerika'ya itti.
Avrupa ve Kuzey Amerika'daki gelişen sanayi ve oluşan işçi ve yönetici sınıfları, her konuda olduğu gibi, kılık-kıyafet konusunda da ciddi değişmeleri de beraberinde getirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren, erkeklerde, ceket, pantolon, gömlek, kravat kombinasyonları, yanına bıyık-sakal ikilisini tıraş etme ya da en azından kısa ve düzgün hale getirme faaliyetlerine de katarak yepyeni bir görünüme büründü. Bıyık-sakal ikilisi, zaman geçtikçe daha da kısaldı ve günümüzde, neredeyse baskın oranda, bıyıksız ve sakalsız bir hale döndü.
Batı'ya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan gelen Müslümanlarda ise kılık-kıyafeti çok farklıydı. İklim ve yaşam koşullarının etkisinin yanında, Müslümanların bu konudaki temel kıstası tabii ki, Resulullah Efendimizin giyim şekliydi. Asr-ı Saadette giyim şeklini tarif etmek için kullanılan şeyler erkekler için genel olarak şöyleydi; sarık, cübbe, uzun entari ve sakal. Fakat bu giyim tarzı Müslümanlara has olmayıp, Araplar'ın devam edegelen adetlerinin bir parçasıydı. Sünni kaynakların büyük çoğunluğu bu esaslara dayanarak, kılık-kıyafete müteallik objeleri, sünnet-i hüda gibi islam şiarı olanlar ve ibadet olarak yapılanlara dahil etmeyip, sünnet-i zevaid, yani yaşanılan yere ve adetlere göre şekillenenler kısmında zikretmiştir. Yani Peygambermizin, yaşadığı yere ve zamanın adetlerine göre yaptığı şeylere uymanın çok sevab ve faydalı olduğunu vurgulamanın yanında, bunların, İslamiyet'in izin verdiği meşru mazaretlerle yapılmaması durumunda, günaha hatta mekruha dahi sebep olmayacağı belirtilmiştir.
Bu konuda elbette farklı görüşler olmuştur. Özellikle İbn-i Teymiyye'nin sakalı kazımanın haramlığı konusundaki fetvası, onun Vehhabi, Selefi takipçilerini, kılık-kıyafet konusunda genel Sünni kabulden ayırmıştır. Selefiler için sakal (bir milim uzunluğunda da olsa) kaçınılmazdır. Eğer fırsat varsa sarık (en azından takke) ve mümkünse cübbe (ya da uzun entari) de ardından gelir.
Ne yazık ki, Batı'ya akın eden üçüncü dalga, Selefiliğin İslam Dünyasını istila etmesi ile paralel bir şekilde büyüdü. Yani Avrupa ve Kuzey Amerika'ya, bir şekilde "kapak atmaya" çalışan Müslüman gençlerde, birçok etkenden dolayı (özellikle de Tasavvuf ile yoğrulmuş Sünni İslamı "pasiflik"le suçlama hastalığından) Selefilik özentisi vardı. Daha ilginci, İslamiyetle bir şekilde münasebet kuran ve özellikle de bu kitle
İngiltere sokaklarında |
2000'li yılların başından itibaren günden güne artan tansiyon, her iki tarafın da bilenmesine ve daha da sertleşmesine yol açtı. Şimdilerde Müslümanlar, büyük zorluklarla, yaptırımlarla ve dinmek bilmeyen ve içten içe büyüyen bir öfke ile bir arada yaşamak zorundalar.
Türkiye de, aslında bu açıdan Batı sayılır çünki Osmanlı Devletinin son zamanları ve özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarında "Batılılaşma" kavramı, içerikten ziyade "şekli" olarak, tepeden inme bir halde topluma dayatıldı ve bu dayatmalar zamanla, bilhassa şehirleşmenin ve sanayileşmenin de hızlanmasıyla, "mahalle baskısı"na dönüşerek, günümüzde Batı ile neredeyse aynı seviyelere erişti.
Batıdaki bir diğer sıkıntı da giderek çoğalan ve daha çok yer kaplayan cami ve mescidlerdeki ses ve hoparlör sistemleri. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, İslam diyarında olsun, başka yerlerde olsun, ezan, hoparlör ya da sesi metalik hale getirip yükselten aletlerle duyurulmaya
"Hoparlör direği" haline gelmiş minare |
Bu kadar gerginliğin, kinin, öfkenin, sıkıntının, enerji kaybının sebep olduğu konulara (elbetteki hepsini bunlara bağlamak ve bunlar olmasa her şey sütliman olur demek yanlış olur) bir bakar mısınız? Yapılmaması halinde mesul dahi olunmayan, hesap gerektirmeyen zevaid sünnetleri yapma merakı ve ibadetin bir parçası olmadığı halde, sonradan ibadetlere dahil edilen "mükebbir-üs savt" yani ses yükseltici aletler. Yani gençler, milletin gözüne sarık, sakal, cübbe sokma fitnesinden (ki fitnenin tam manası "Müslümanları zor durumda bırakmak"tır) vazgeçse, cami ve mescidlerde ezan çıplak sesle okunsa, şekilciliğe bağlı olan sıkıntı ve gerginliklerin büyük kısmı yok olur ya da en azından başka bir sebep bulana kadar azalır.
Elbetteki bu saatten sonra, bunların uygulanmasını ve iyiye doğru gidişatı ummak, realizmden çok öte bir saflık ve ütopya olur!