Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: 2018 Follow my blog with Bloglovin

26 Aralık 2018 Çarşamba

Trafikte Ne Zaman "Adam" Oluruz?


     Fatih Altaylı'nın, "Ne zaman adam oluruz" isimli, köşe yazılarının sonuna eklediği bir klasiği vardı. Altaylı'nın çeşitli tecrübeler neticesinde yazdığı cevaplardan oluşuyordu. Bazıları bu "adam" kelimesini "cinsiyetçi" falan filan bulabilir ama bizim kültürümüzde, "adam" kelimesinin manalarından birisi de, "numune insan"dır, dolayısıyla "adam olmak" veya en azından "adam olmaya çalışmak" gayet yerinde bir tabir ve kullanımdır. Adam olmanın birçok merhalesi var elbette. Bizim burada değineceğimiz mevzu, "trafikte nasıl adam oluruz"? Çünki malum; "trafikteyken sen, sen değilsin"! Bu başlık altında, esasen incelenecek çok şey var lakin biz, bir iki basit çözümlü konuya baksak kafi olur. Zaten hataları bilince, tersini yapmak kolay olur:
Hindistan'da sıradan bir gün

     * KORNA ÇALMAK: Otomobil üreticilerinin, "oldu da çok zor durumda kaldın, başka çaren yok, bari sesle uyar" diyerek arabalara yerleştirdikleri klakson veya kornalar (bir de havalı korna denilen insanlık düşmanı bir buluş var tabi), maalesef memleketimizde gereğinden çok fazla kullanılıyor. Zaten gereksiz yere korna kullanımı, bir gürültü kirliliğidir ve bu kirliliğin en ağır olduğu ülkelerin, Hindistan, Pakistan gibi gelişmemiş yerler olduğunu biliyoruz (minibüs, taksi gibi kornayı "işinin değişmez bir parçası" olarak görenler apayrı bir araştırma konusu tabi).

     Kornayı aşırı kullanmanın birçok sebebi vardır elbette fakat İstanbul'da bilhassa dikkat çeken haller şöyle:

1) Yerleşim yerlerinde gereksizce kornaya basmak: Çok net bir gelişmemişlik, ilkellik göstergesidir. Yığınla insanın yaşadığı, hastaların, bebeklerin uyumaya, dinlenmeye çalıştığı bir cadde ve sokakta, lüzumsuz yere kornaya basmak, her şeyden önce bir kul hakkıdır. Hele de sabahın erken saatlerinde veya gece boyunca. Bir tanıdığı selamlamak, birisini uyarmak için önce başka yöntemler uygulasak ve kornaya hiç davranmasak ne güzel olacak oysa!

2) Birisi hata yapıyor (veya en azından ben öyle hissediyorum), dur şunu uzun bir korna ile uyarayım: Başkalarına korna ile ders verme özelliğimiz, hız kesmeden devam ediyor. Birisi hata mı yaptı, bas uzunca kornaya ki, herkes ayağını denk alsın! Ancak burada çok önemli bir detay var; o da milletimizin trafik kaideleri konusundaki cahilliği ve aceleciliği. Bunun yanına bir de olağandışı hadiseleri koyun. Dolayısıyla, her defasında kornaya davrandığınızda, hedefinizdeki arabanın önünde, onun gitmesini engelleyecek ve sizin göremediğiniz bir şey vardır belki. Korna çaldığınız kişi, belki de istemeden motoru durdurdu (stop ettirmek gibi saçma sapan bir harfler yığınını kullanmıyorum evet). Hatta belki de sizin henüz fark edemediğiniz bir arıza oluştu. Biraz sabretmenin zararı olmaz. Zaten öfkeyle kalkıldığında (veya kornaya basıldığında) zararla oturmak, pek yüksek ihtimal.

3) Biri bana korna çaldı, ben de ona çalayım bari: Bu da enteresan bir zihniyet. Bir hata yaptınız veya yapmadınız. Bunun neticesinde, arkanızdaki aceleci ve halden anlamaz korna çaldı. Kompleks yapıp, arkasından kornaya abanmak... Bilemiyorum, sanki biraz tuhaf!

4) Kadınım ve direksiyondayım, şayet beni göremezsiniz diye, alın size korna (çok sık da heyecanlanırım ona göre): Lüzumsuz yere korna kullanımı istatistiklerinde, oldukça yüksek yerlere sizi sokabilecek bir durum bu. Kadınsınız, arabayı zar zor kullanıyorsunuz, heyecandan iki eliniz de direksiyonda, frenin ve gazın tam olarak hangisi hangisi bilginiz ara sıra reset atıyor... E o zaman kolayı var, kornaya basın!

5) İletişim kurmak veya daha doğrusu iletişim kurduğunu sanmak: Her ne kadar masumca ve dostça olarak görülse de, yapılmaması muhtemelen kulaklar ve etraftakiler için daha sıhhatlidir.

6) Cam açıp seninle muhatap olamayacak kadar kibirliyim, al sana korna, anla durumu işte: Her geçen gün daha da artan kendini beğenmişlik ve hedonizm tezahürleri, burada da işbaşında! Direksiyon başındaki kişi, camını açıp yapacağı uyarı insan gibi, yumuşak bir lisanla yapsa, kimse bu kadar gerilmeyecek belki de ama o kibir var ya, neden o pahalı arabasından inip de sizinle uğraşsın ki!

     Herhalde ülkemizde, korna kullanımı ile alakalı bir araştırma yapılsa, muhtemelen %70-80 kullanımı, "gereksiz" statüsüne girecektir. İşi, yola çıkmak ve trafiğe katlanmak olanları (yani sağlıklı düşünme melekesi ciddi derecede inkıta uğramış olanlar) saymazsak, kornaya en çok sarılanlar, gençler, kadınlar ve burnundan kıl aldırmayan kibirliler (bunların üçü de bir araya geldiğinde oluşabilecek sinerjiyi bir tahayyül edin artık)
adı üstünde


     * SAĞDAN SOLLAMAK: Bilhassa İstanbul'da sıkça rastladığımız, rahatsız edici bir durum. tabi ki normal akan bir trafikten bahsediyoruz. Adı üstünde, buna "sollamak" denir. Her ne kadar bizde, sol şerit disiplini gelişmemiş de olsa, öndekini hiçbir şekilde uyarmadan, hemen sağ şeride yönelmek hem genel trafik kaidesi olarak yanlıştır hem de, birkaç şeridi birden tehlikeye atmaktır. Aslında komplike bir vaziyet bu ve dolayısıyla bunun savunucuları da var haliyle. Çünki bazı hallerde, sol şeridin sollama şeridi olduğunu unutan veya bundan hiç haberi olmayan sürücüler, sol şeridi kapatır ve öylesine takılır. ancak böyle bir pozisyonda ve defaatle uyarı neticesinde, önde bir kıpırdama olmazsa, kontrollü şekilde sağ şerit kullanılabilir. Bunun kötü tarafı alışkanlık yapması ve bir nevi insanı shortcutmış gibi bir havaya sokması. Amma ve lakin gelişmiş bir ülkede, sol şeritte giden birisini "uyarmak" diye bir şeye az rastlanır. adam sollar ve en uygun zamanda yeniden sağ şeride geçer. Tabiatıyla sol şerit hemen her zaman boştur.Fakat hiçbir şekilde öndekine, sollamak isteğinde olduğunu belirtmeden, hemen sağ tarafa seğirtmek, çok tehlikelidir ve trafik kaidelerinden bihaber olma alametidir.
Her gün şahit olduğumuz
acemi kadın sürücü terörü

     * SOL ŞERİDİ KAPATMAK: Kaidelere riayet eden insanları deli eden bir durum. Yukarıdaki maddede değindiğimiz gibi, "sağdan sollamak zorunda bırakılmak" gibi bir tehlikeye davetiye çıkarıyor. Oysa akan bir trafikte, adeta bir refleks olarak, sol şeridi sollama maksadıyla kullanır kullanmaz hemen emniyetli bir şekilde sağ şeride geçilir. Yani normal bir insanın, sol şeride geçtiği anda, sağa geçmek için fırsat kollaması gerekir. Ancak ne yazık ki, "sol şerit disiplini" olmayan insanlar, sol şeride adeta "kamp kuruyor"!

      Son zamanlarda, bilinçli şoförler tarafından, sol şeridi bilinçli olarak işgal etme faaliyeti başladı. Güya hız sınırını cebren uygulamaya azmetmiş "yasalara pek saygılı" olan insanlar, hız sınırına yakın bir süratte sol şeride geçip, tüm trafiği tıkıyor. Oysa, sivil herhangi bir kişinin, yasaları zorla tatbik etmesi diye bir şey olamaz. 
kamyon sol şeritte
arkadaki de beklesin

     * KAMYON, MİNİBÜS, TAKSİ TERÖRÜ: Kapalı trafiği, açık trafiği, akıcı trafiği... Hepsini bir şekilde berbat etmek istiyorsanız, sayılan üçlüden en az birini ortalığa salmanız kafi! Sol şeridi kapatan ve yol vermeyen bir kamyon, kaldırımda, yolda her yürüyen iki ayaklı canlıyı potansiyel müşteri olarak gözleriyle tarayan minibüs şoförü, sol şeritten en sağ şeride hiçbir işaret vermeden bodoslama geçiş yapan taksi... Bunları sadece düşünmek bile, gerilmek için yeterli nedenler!
kamyonlar TIRlar devrede


     * HIZ İHLALLERİ ve MAKAS ATMA TUTKUSU: İstanbul'da trafiğin tam olarak açılmamasını dileyecek kadar sıkıntılı bir durum. Otoyollardaki hız ihlalleri ayrı, yerleşim yerlerindeki ihlaller ayrı birer dert. Açık trafikte, hız yapmaya uygun bir araba ile baş etmek, kendini dizginlemek çok zordur gerçekten, disiplin ister. Yerleşim yerlerindeki hız uyarılarına dikkat edenler de, hakikaten çok az. Dört yol ağzıymış, yan tarafta okul, hastane varmış, kimse hızını düşürmüyor.
maket trafik polisi devrede ama
yer mi Anadolu çocuğu bilmem
Yanı fazla bir şey yok şunun şurasında; sol şeridin sollamaya mahsus olduğunu bil, korna çalmanın gelişmemişlik alametini olduğunu unutma, hızını kontrol edebileceğin seviyeye düşür, yerleşim yerinde asla gaza abanma, her zaman için kendini ve etrafındakileri tehlikeden koruyacak şekilde sür... Çok zor değil ki bunlar!

     * TAKİP MESAFESİ: Genellikle, "takip mesafesi mi, o ne ya?" şeklinde zuhur eder maalesef. Çok fena bir "mahalle baskısı" kurar insanın üstünde adeta. Siz mesafe bıraktıkça ya uyanığın birisi, "dur şu boşluğu doldurayım" diye araya dalacak ya da arkanızdaki, sanki ara çok açılmış gibi, sizi selektör ve hatta korna (favoridir bu durumlarda) yoluyla ile sıkıştırır. Bunların neticesinde, siz de mecburen takip mesafesinden kısmak zorunda kalırsınız. Dolayısıyla bilhassa İstanbul'da, açık trafikte, takip mesafesini istenildiği gibi uygulamanız çok zor olur.

     * UYANIK GEÇİNİP EK ŞERİTTEN MİLLETİN ÖNÜNE GEÇMEYE ÇALIŞANLAR: Bu artık aldı yürüdü. Sadece 20-25 metrelik ek şeride girip, iki tane araba geçtiği için sevinen mi ararsınız, otobüs durağı olarak dizayn edilmiş ufacık cebi istismar edenleri mi? Yahu, topu topu 3-4 araba geçeceksin, bu kadar sövgü yemeye değer mi?

24 Aralık 2018 Pazartesi

Çin'in Komünizme Geçişinde Etkili Olan Yahudiler


     Tarihi pek eski, kadim medeniyet sahibi Çin, çeşitli hanedanların yönetiminde geçen uzun asırların, Moğol istilasının ve sonra tekrar çeşitli hanedanların akabinde, 20. yüzyılda dünyadaki köklü değişikliklerle beraber, daha 1. Dünya Savaşı ve Bolşevik İhtilali başlamadan, imparatorluk düzeninden "Cumhuriyet" dönemine geçiş yaptı. Ancak artan iç huzursuzluk, Japon işgali ve 2. Dünya Savaşından sonra, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık neticesinde, 1949'da Mao Zedong yönetiminde, Çin Halk Cumhuriyeti teşekkül etti (içinde "halk cumhuriyeti" geçen bir ifadenin içerisinde neler neler döndüğünü anlatmak için başlı başına bir yazı yazmak lazım tabi). Her komünist idarede olduğu gibi, yaldızlı sözler, parıltılı sloganlar eşliğinde girişilen bir sürü icraat, Büyük İleri Atılım, Kültür Devrimi kılıflı saçmalıklar, milleti kıtlığın, açlığın pençesine attı ama... Esas konumuz bu değil. Esas konu, "Kızıl Yıldız"a, aşık olup yollara revan olan, soluğu Çin'de alan Yahudiler (Şanghay'da büyük bir Yahudi topluluğu vardı zaten ve Naziler bastırdıkça sayıları daha da artmıştı ancak onlar da konu dışı)! Birkaç tane sıralayalım o zaman:

     1. Israel Epstein: En dikkat çeken isimlerden birisi. Polonya Yahudisi bir ailede, Bolşevikler lehine çalışan, Çarlık Rusyası'nın peşinde olduğu bir babanın ve Sibirya'ya sürülme cezası alan bir annenin evladı olarak doğar ve daha iki yaşında iken, ailesi ile birlikte Çin'e, Tianjin şehrine yerleşir. Erken yaşta gazetecilik faaliyetlerine başlar, China Today'ın kurucularından olur. Japonya'nın Çin'i işgali hareketinde, bu işgali batı medyasına duyurmak için uğraştı. Hatta, onu tutuklamak üzere olan Japonlardan, kendi kendisi hakkında "öldü" haberi yaparak kurtulmuştur. Kızıl Çin ve Mao'nun öğretilerini yaymak ve Batı'ya duyurmak için kitaplar yazdı. Kültür Devrimi devam ederken, ileri gelen Komünist liderlerden Zhou Enlai ile ters düşünce, onun başbakanlığı döneminde hapse düştü, hatta tek kişilik hücreye atıldı. Enlai kendisinden özür dileyince, beş senelik hapis hayatı bitmiş oldu, hatta tüm hakları iade edildi.Siyasi Danışma Konferansı'nın (Politbüro'nun bir değişiği) daimi üyesi olarak seçildi. Hapsine rağmen, Komünist ideolojiye sadık kaldı ve öldüğünde, sadık bir komünist olarak cesedi yakıldı. Çin vatandaşlığı verilen çok az sayıdaki kişilerdendir.
   
     2. Sidney Shapiro: Aşkenazi bir aileden gelen, Brooklyn doğumlu avukat ve yazar. 2. Dünya Savaşı sırasında, Amerikan ordusunda iken, Japonların işgali altındaki Çin topraklarına çıkarma yapma ihtimaline karşı, kendisine Çince öğrenme emri verilir. Nasılsa savaşın akabinde Şanghay'a gelir ve yine nasılsa, Komünist Parti için çeşitli faaliyetler yürüten Fengzi adlı aktrise aşık olur ve kendisiyle evlenir (abla 3 yaş büyüktür bu arada). Çin'in Komünizm'e kucak açmasından sonra, meşhur Çinli yazarların kitaplarını, İngilizce'ye tercüme etti. Yarım asırdan ziyade, Siyasi Danışma Konferansının üyesi olarak devlete hizmet etti. Buna mukabil, resmen Çin vatandaşı oldu. Çince adı bilem var; Sha Boli.

     3. Rewi Alley: Yeni Zelanda doğumlu Yahudi yazar, siyasi ve aktivist. Kominst Parti'ye üye oldu ve hayatını bu davaya vakfetti. Çin Endüstri Kooperatiflerinin kurucularındandır. Çin eserlerini tercüme ederken, Komünist Devrimin ateşli savunucusu oldu. 1927'den, ölünceye kadar Çin'de kaldı,  Çinli erkek çocukları evlatlık olarak aldı. Bunları yaparken hiç evlenmedi ve üstelik homoseksüeldi. Hatta Çin'i seçmesinde, bu tür ilişkilerin, memleketine göre burada daha "rahatça" yapılabilmesinin önemli bir rol oynadığı, yazılıp çizilmektedir. Kurucularından olduğu, teknik eğitim okullarındaki sayısız erkek çocukla sapık ilişkisi, bilinen bir şeydir.
Soldan sağa:
Edgar Snow, Israel Epstein, Rewi Alley 

     4. Sidney Rittenberg: Çince adı, Li Dunbai. Çin Komünist Partisi üyesi Amerikan vatandaşı Yahudi! Mao başta olmak üzere, birçok komünist şahsiyet ile yakın çalıştı. Casusluk iddiaları nedeniyle iki defa hücre hapsi yattı. Bu şahsın en mühim icraatı, belki de Amerikan, sonra da diğer tüm Batı markalarına Çin yolunu açmasıdır. Üst düzey tanıdıkları ve kendini kabul ettirmesi sayesinde, Microsoft, Intel, Levi Strauss gibi markalara danışmanlık yaptı. Kendi bunu şöyle açıklar: "Er yada geç hacimli iş adamlarının Çin'i keşfedeceğini biliyordum ve düşündüm ki, neden ben köprü olmayayım."
Rittenberg ve Mao Zedong

     5. Ruth Weiss: Çin'deki adıyla Wei Lushi. Avusturya kökenli olan bu kadın, Çin Komünist Devrimi'ne aşık olan bir başka Yahudi. Şanghay'da bir Yahudi okulunda muallimlik ve gazetecilik yaptı. Çeşitli faaliyetlerin ardından, Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansına üye oldu.

     6. Jacob Rosenfeld: Çin'deki bilinen adıyla General Luo. Devrimden önce Çin komünist hareketine saha doktoru olarak katılan, şimdiki Ukrayna'nın Lviv kentinde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde doğan Yahudi tabip. Komünist idare teşekkül etmeden evvel, Mao Zedong'un geçici askeri idaresi zamanında, Sağlık Bakanı olarak görevde bulundu. Komünist hareketin kahramanlarından sayılmaktadır.

     7. Stanislaw Flato: Genç yaşta komünist hareketlere girmek suretiyle, Fransız Komünist Partisine, sonra İspanyol Komünist Partisine, ardından Çin Komünist Partisine, en son olarak da, doğduğu ülke olan Polonya'da Polonya İşçi Partisine üye oldu! Tutuklandıktan ve biraz durulduktan sonra, Polonya-Çin ilişkilerinde uzmanlaştı.
   
     8. Eva Sandberg Xiao (Siao): Polonya doğumlu bir Yahudi iken, SSCB vatandaşlığı alan, Moskova'da iken, Mao'nun ilk biyografisini yazan, aynı zamanda Mao'nun çocukluk arkadaşı olan Çinli komünist şair Xiao Sun ile tanışıp evlenen fotoğrafçı. Çinli kızıllar Yan'an'ı alıp, hareketlerinin başkentini yaparken, oradaki tek beyaz kadındı (cevval gazeteci Agnes Smedley'i saymazsak). Çektiği fotoğraflarla, Çin komünizmini Avrupa'daki solculara tanıtmaya çalıştı. 1964'te Çin vatandaşı oldu.
Eva Sandberg ve eşi Xiao San

     9. Richard Frey: Çin'de bilinen adıyla, Fu Lai, Yahudi bir ailenin Viyana doğumlu çocuğu. Nazi Almanyası'nın Avusturya'yı ilhakı ertesinde, Çin'e gitti.Cephede doktorluk yaptı, 1944'te Çin Komünist Partisinin üyesi oldu, devletin tesisinden sonra da vatandaş oldu.

     10. David Crook: Çarlık Rusyası'ndan kaçan bir ailenin torunu olarak Londra'da doğan Marksist casus. İspanya İç Savaşında, meşhur yazar George Orwell'in de içinde bulunduğu grubun aleyhinde casusluk yaptı. Genç yaşta atıldığı davasının peşinde 2. Çin-Japonya Savaşında vazifeli iken, kendisi gibi aktivist Isabella ile tanışır ve evlenir. İkili Çin'de kalır. David Crook, Kültür Devrimi sırasında, beş sene hapis yatsa da, davaya inancını kaybetmemiş ve batı alemine, Çin İhtilalini "sevimli" göstermeye çalışırken, ölünceye kadar Çin'de kalmıştır.   
Isabella-David Crook çifti Çin'de sahada

     11. Solomon Adler: Belarus Yahudisi ailenin çocuğu olarak, sonradan ABD vatandaşlığı aldı. Devlet için çalışırken, 2. Dünya Savaşında Çin'e, ABD Hazine Bakanlığının temsilcisi olarak gönderildi. Harp akabinde, Amerikan Devletine olan bağlılığı soruşturuldu ve vatandaşlıktan atıldı. 1960'ta Çin'e gitti ve Mao'nun icraatlarını İngilizceye tercüme eden bir ekibe katıldı. 70'lerin başında, ABD-Çin ilişkileri biraz düzelince, kendisine yeniden ABD vatandaşlığı verildi. Adler hakkındaki suçlamalar oldukça enteresandır (Sovyet casusu olmak, Çin Komünist Partisinin alt organlarında görev almak gibi) ama biri gerçekten çok önemli: Yine kendisi gibi bir hazine çalışanı (ve yine kendisi gibi Amerikan Komünist Partisi üyesi) olan Frank Coe ile birlikte yazdıkları raporlarla, yüksek enflasyon ile mücadele eden Çin devletine (henüz Kızıllar başa geçmedi) maddi yardım olarak 200 milyonluk altın göndermek isteyen Franklin Roosvelt'in, kararından vazgeçmesinde mühim rol oynamaları. Bu şekilde yardım alamayan Çin milliyetçileri (Kuomintang), ekonomik zorluklarla baş edemeyince, Mao önderliğindeki komünistlerin yolu (iki saattir konuşuyoruz bir kere Uzun Yürüyüş demedik) açılmış oldu. Adler Pekin'de öldü.
Harika bir enstantane. Soldan sağa:
Israel Epstein, Solomon Adler, Mao, Frank Coe

     12. Betty Chandler: Çin'de bilinen adıyla, Chen Bidi, Kanadalı Yahudi. Israel Epstein ve Sidney Shapiro'nun arkadaşı. Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansına üye o da. Komünist retoriği savundu Batı medyasında. İngilizce dersleri verdi.

Onur misafirleri. Soldan sağa:
Sidney Shapiro, Israel Epstein, Betty Chandler

     13. Grigori Voitinsky: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin tesisinde bulunduktan sonra, komünizmi Çin'e yaymak için, oraya gönderilen Bolşeviklerden birisi. Çin Komünist Partisinin teşekkülünde önemli rolü vardır.
Çin Komünist Partisi kurucuları:
Rus akıl hocası Grigori Voitinsky ve Chen Duxiu 

     14. Manfred Stern: Bu kadarcık mı peki? Tabi ki hayır... Böylesine karanlık bir profil için en az 5 değişik ad daha lazım: Emilio Kléber, Lazar Stern, Moishe Stern, Mark Zilbert. Moğolistan'daki Sovyet karşıtlarının bastırılmasında çalışırken, casus olarak ABD'de takılabilmiş, Çin İç Savaşı sırasında, komünistlerin oluşturduğu Jiangxi Soviet adı ile bilinen bölgede, Mao ve Zhu De gibi isimlere askeri danışmanlık yapmıştır.

     15. Hans Shippe: Esas adıyla Morzec Grzyb, Krakov doğumlu ve Alman Komünist Partisi üyesi. Tercüman ve muhabir olarak Çinli komünistlere katıldı. Bunun diğerlerinden en mühim farkı, Japonya'ya karşı yapılan harpte, bilfiil muharebe sahasında ölmüş olan ilk Yahudi olması. Heykeli var bu sebeple. 

     Bu sayılan isimlerin en mühim özelliği, bir ikisi hariç, hepsinin çok uzun hayat yaşaması (Çin'in havası iyi gelmiş demek ki)! Şaka bir yana, Komünist Çinlilerin, zar zor ayakta durmaya çalışan milli devleti ele geçirmeye çalıştığı zamanlarda, yardım eden yabancıların belki de %90'ına yakınının, Yahudi kökenli olduğu bir gerçek. Bunun sebebi sadece, Çin'in o sıralarda büyüyen Nazi tehdidi karşısında kaçacak yer arayan Yahudilere vize uygulamasının olmaması değildir herhalde! Ama haklarını teslim etmek lazım, hemen hepsi çok faal bir şekilde sarılmış davalarına (hücre hapsine varan cezalar yedikleri halde bir de). Hatta bir kısmı, taze SSCB zihniyetini ihraç etmek için, Komünist-Bolşevik yeşerme olan her yere ayak basmış [Çin'in kızarmasına yardım eden, bunların dışında daha bir sürü isim var ancak Yahudi olup olmadıkları tam olarak belli değil (Shafick George Hatem veya diğer adıyla Ma Haide ve Frank Coe gibi)].

     Netice olarak, aysbergin sadece yüzeyi görülüyor olsa da, rahatlıkla şu söylenebilir; Yahudilerin maddi manevi yardımları olmasa, Çinli komünistlerin milli yönetime galebe çalması ve Mao'nun komünist devleti kurması bayağı bayağı zor olurmuş!

11 Kasım 2018 Pazar

Yüksek Değerlerden İstifa Eden Bir Millet; TÜRKLER


     Bir zamanlar, yüksek erdem, yüksek ahlak, yüksek değerlere sahip bir millet vardı! Son din olan İslamiyeti tüm varlığı ile kabul eden, o dini her tarafa yaymak, bir kişinin daha kurtulması için canını seve seve veren, sıcacık yatağında yatmak varken, rahatından kendi arzusu ile feragat edip, elinde kılıcı ile, zalim, kan içici diktatörlere meydan okuyan, batılı tir tir titreten bir millet vardı! Asaletin, merhametin, adaletin, şefkatin, mazluma kol kanat germenin, değerleri uğruna göz kırpmadan ölüme gülümseyerek gidenlerin diğer adı; Türk'tü! Dünyanın diğer ucundaki bir haksızlığa ses çıkaran, karanlığı ve fesadı yok etmek için gayret etmenin diğer adı; Türk'tü! Bin sene, "cihad" denilince, akla ilk gelen şeydi; Türk!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün, dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tulgalı beylerbeyi haykırdı "İlerle!"
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelelerle!
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan,
Şimşek gibi, Türk atlarının geçtiği yoldan!

     Peki ne oldu da, bir taraftan Avrupa, Afrika, Asya demeden, hakanın, ordu kumandanlarının emrinde yıllarca seferlerden geri durmayan, ilây-ı kelimetullah uğruna gaza ederken, bir taraftan da sulhte, bırakın insanı, dağdaki hayvanları bile düşünen, onlara acıyan, doyuran bu Türkler bozuldu, erozyona eridi, tanınmaz hale geldi. Nasıl oldu da, mazlumların umudu olan kurtarıcı Türkler, kendine güvenmekten uzak, zelil ve hakir hale düştü? Nasıl oldu da en aşağı kimseler bu milletin başına gelebildi.  

     Evet, Kadir Mısıroğlu yerden göğe haklı, yakın tarihimiz ile alakalı söylediklerinin eksiği var fazlası yok. Ama burada, biraz daha üzerinde durulması gereken büyük bir detay var, o da şu; bu millet kendi isteğiyle İslam'ı kabul etti, bayrağı hiç düşürmeden en uzaktaki burca dikti ancak maalesef yine kendi isteğiyle İslam'ı terk etti, kendi isteğiyle bu nimete sırt çevirdi.

     Türklerin (tabi ki bir ırk olarak anlamak yanlış bu kelimeyi, bir coğrafya ve tarih birlikteliğinin genel adıdır) neden yozlaştığını, çok basitçe hatta bir formül olarak açıklamak gerekirse, bir ayeti zikretmemiz genel olarak kafidir, o da şu; İbrahim suresinin 7. ayeti. Orada mealen şöyle buyruluyor: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!" Ve bununla bağlantılı olarak, Bezzar'da yazılı şu hadis: "Günah işlenirken iyiler susarsa, hepsi helak olur!"

     Peki, şimdi bu perspektiften Osmanlı Devletinin son dönemlerine bir bakalım. Yükselme dönemini yaşamış, zamanının en muhteşem gücü olmayı başarmış, dünyayı titretmiş bir süper güç, "her kemalin bir zevali vardır" kaidesi gereği ağırlaşmaya, hantallaşmaya, tökezlemeye başlar. E kolay değil elbette, Afrika çöllerinden Avrupa içlerine kadar hüküm süren kocamaan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapıyı işleten çarklardan birisi işlemese, birisi tembellik edecek olsa, birisi liyakatsiz ellere düşse, ister istemez çürüme başlar bir yerlerden. Yağma, talan, köleleştirme, emperyalizm üzerine kurulu Avrupa devletlerinin, ayaklarına pranga olan Hristiyanlık dinini belli gün ve olaylara hapsetmesi ile birlikte fen ve teknikte hamle yapması da göz önüne alındığında, işler daha zor bir kıvama geldi.

     İşte burada, İslam'ın bayraktarlığını asırlarca yapmış olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin esas olarak dizleri üzerine çökmesine sebep olan faktörler ortaya çıkmaya başlıyor; okumuşlardaki dinsizlik ile okumamışlardaki bilgisizlik ve haliyle kaht-ı rical. Tahsil için Batı'ya giden gençlerimiz, teknik terakkinin, dinin ferdi ve sosyal hayattan neredeyse tamamen çıkarılmasıyla paralel olarak gelişmesini gördükçe, din ve maneviyat yoksunu hatta ne yazık ki düşmanı olarak yetişmeye başladı. Yüksek tahsille yurduna dönenler, kendi topraklarını küçümsemeye, aşağı görmeye, dinin fen ve bilime mani olduğunu iddia etme yarışına girdi. Çeşitli oluşumlar vesilesiyle, dinle alakası olan her kuruma hatta Halife'ye hücuma koyuldular. 
İpleri başkalarının elinde, Osmanlı muhalifi
Jön Türkler

     İşin daha da vahim tarafı, Osmanlı'nın zayıflamasını fırsat bilen ecnebi mihraklar, çıktığı kabuğu beğenmemeye programlanmış bu körpe beyinleri, kendi emellerine rahatça alet etti. Afilli fifilli törenlerle Mason Localarına kaydolan ve bundan gurur duyan Türk çocukları, yıkanmış beyinleri ile, Osmanlı'nın yeni küstah şekillendiricileri olmaya yeltendi. Bunun neticesi olarak, Osmanlı'nın temel mayası olan, Ehl-i sünnet vel cemaat düşmanlığı revaç buldu. "Orta"dan savrulanlar, soluğu heterodoksinin felah bulmaz çukurlarında aldı. Maalesef bu tayfanın içerisinde, kendilerine "din adamı" denilenler bile vardı. 
Tek başına direnen, halkına sahip çıkan
Sultan Abdülhamid Han

     Okumuşlardaki bu dinsizliğin ve sapkınlığın yanına, okumamışlardaki cehalet ve olayları sıhhatli biçimde tahlil edememe hastalığı da eklenince, çalkantılı dönemin uzun sürmesi beklenemezdi. Uzun lafın kısası, İslam nimetinin kıymetini bilmek bir yana, o nimete sırtını çeviren, Osmanlı Sultanlarını düşman belleyen güruhun içeriden, sair kuvvetlerin de hariçten sonu gelmez saldırıları neticesinde, İslamiyet'in son bekçisi, Müslümanların son sığınağı çöktü. Son dönem İslam alimlerinden Abdülhakim-i Arvasi'nin deyimiyle; "Türkler, kendi istekleriyle İslamiyeti kabul edip bayraktarlığını yaptı, kendi istekleriyle de İslamiyet'ten uzaklaştı!"

     Yukarıda zikrettiğimiz ayetin ikinci kısmının ilk vaadi tecelli etmişti; Allah, nimetinin kıymetini bilmeyenlerin elinden onu alıvermişti. Şimdi ise daha sert, daha ibret verici, daha acı olan ikinci vaat gerçekleşecekti; "... şiddetli azap ederim!" Osmanlı'nın yıkılmasındaki sonraki dönem, tam olarak da bunun tezahürüydü. Ayaklar baş, başlar ayak oldu! Kaht-ı rical, tam manasıyla ipleri aline alıyordu artık.

     İlk önce Osmanlı ile, Osmanlı mirası ile alakalı olan her şey kötülendi, reddedildi. 600 sene İslamiyete hizmet eden, bu uğurda kendi öz kardeşlerini dahi gözden çıkarabilen bir soyun asil ve övülmüş evlatları sürüldü. Çoğu sürgünde, beş parasız olarak vefat etti. Osmanlı hakanları, kötü, cinsi sapık, çıkarcı, ahlaksız, kan emici olarak tasvir edildi.  

     Bundan sonraki aşama daha da acıydı. Türklerin İslam dini ile olan tüm bağları, sistematik olarak koparılmaya başlandı. Allah'ın dini, kitabı ve peygamberi ile açıktan alay edildi. "Diyanet İşleri" ismiyle tesis edilen kurum dahi, İslamiyeti bozmak için gayret etti. "İbadetlerinizi öz Türkçe yapın" sloganları eşliğinde, Kur'an-ı kerim ve Ezanı unutturmak için, bunların Türkçe karşılığı olarak uydurulan tercüme ve kelimeler ihdas edildi. İslam harfleri, çeşitli bahanelerle yürürlükten kaldırılarak, uzun asırlar boyunca oluşan eşsiz bir medeniyet, kültür ve miras, Latin alfabesi denilen sığlığa hapsedildi. Mecelle'ye alışmış olan bünyeler, İsviçre'nin bir kantonunun devşirme ve "medeni" diye yutturulan bir kanuna hapsedildi. "Şapkalı" gayri müslimlerle cihad edecek umuduyla teveccüh görenler, aynı şapkayı kendi milletine başına zorla geçirdi. Şapka giymeyi reddedenler, nümayiş yapanlar en ağır cezalara çarptırıldı. Sadece erkekler değil, dikkatinizi çekerim, Şapka Kanununa muhalefet eden kadınlar bile bundan payını aldı. Sinema, tiyatro, müzik vs... Tüm propaganda aletleri, Müslümanlığı aşağılıyor, Müslümanla "aşağı", "örümcek ve geri kafalı", "iptidai adam" gibi sıfatlarla dalga geçiliyordu.

     "Demokrasi" isimli şahane bir makyaja sahip ama Sovyetler Birliği Komünizmi kadar baskıcı, Hitler Almanyası kadar ırkçı bir tek parti rejimi tesis edildi. Türk Dilini ihya diye, abuk subuk kelimeler uyduruldu. 60 binin üzerinde mezar açıldı ve kafatasları ölçüldü... "Acaba bu mezardaki kişi gerçekten Türk mü" diye! "İstiklal Mahkemeleri" olarak anılan, önce asan sonra yargılayan bir seyyar mahkemeler  tertibatı marifetiyle, binlerce masum idam sehpasında darağacında sallandırıldı. Josef veya Adolf veya Mao değil, adı "Ali" olanlar, asılsız ve sudan bahanelerle cellatlığa soyundu. 
Binlerce masumun kanına giren
"Üç Aliler" ve İstiklal Mahkemeleri

      İnanılır gibi değil... Çok değil, 10-15 sene zarfında yaşanan gelişmeleri görebiliyor musunuz? Belli bir coğrafyada, bu denli köklü bir değişiklik, bu kadar kısa bir sürede nasıl oldu? Nasıl oldu da, "İslam" denilince akla gelen bir coğrafyada, din eğitimi vermek, mukaddesata sahip çıkmak, İslam Dinini çağrıştıracak herhangi bir fiiliyat ve dış görünüş yasaklandı? Cevabı gayet basit... Formülü tekrar hatırlatalım:

      İbrahim suresinin 7. ayeti: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!"

     

8 Ekim 2018 Pazartesi

Atalarımıza Mâl Edilen Maksatlı Sözler, Uydurma Atasözleri ve Yanlış Anlaşılan Kalıplar

     "Atasözü" olarak bildiğimiz, yüzyılların birikimini, tecrübesini, bilgeliğini, adeta çok faydalı ve tesirli bir hap gibi birkaç kelimeye toplayan yol gösterici sözler, günlük hayatımızda, bilhassa daha yaşlı, deneyimi ziyade olanlar tarafından sıkça kullanılır. Daha genç ve tecrübesiz olanların ders alması hedeflenir genelde. Halihazırda yapılmış veya yapılması muhtemel olan hatalardan dönmek gayesi güdülürken, mümkün olan en az kelimeyle, en geniş mana verilmek istenir.

     Yine aynı bağlamda, genelde mecazi bir anlama işaret eden, çoğu zaman ilgi çekici söz öbeklerine de "deyim" denildiği malum.

     Her iki tanım da, toplumların ahlaki ve dini değerleri ile çok sıkı bir ilişki içerisindedir ve ait olduğu insanlar topluluğunun moral değerleri hakkında bilgi verir. Mesela, bizim gibi İslam dinini benimseyen milletlerde, hayatın her kademesini düzenleyen ve her alana işleyen dinin etkisi, atasözlerinde, deyimlerde gayet bariz olarak görülür. Daha da ötesi, bu veciz sözler Kur'an-ı Kerimden bir ayetin veya meşhur hadis kitaplarındaki herhangi bir hadisin, günlük olaylara olan teallükünden ibarettir çoğu zaman.

     Hal böyle iken, İslamiyeti yozlaştırma faaliyetlerinin hız kazandığı son 150-200 sene içerisinde, günümüzde de sıkça karşılaştığımız garip, tuhaf ve hatta aykırı bir takım sözler, "atasözü, deyim" kontenjanından kafamızı bulandırmaya çalışıyor. Birçoğu güdümlü olan sözler, hem dini hem de ahlaki bakımdan, esas ve geldiği yer belli olan temiz atasözlerimiz ile açık olarak çelişmektedir. Birçoğunun, diğer milletleri alenen aşağılayan "ırkçı" zihniyette olması, belirli bir maksada hizmet ettiğini açıkça gösteriyor. Sanki atalarımızdan pek hoşlanmayan bazı çevreler, hem toplumumuzun yozlaşması ve dini, milli bağların gevşemesi için, eğreti duran fakat ehil bir gözle bakmadıkça da anlaşılamayan, "çakma atasözleri" üretmiş ve piyasaya sürmüş.

     Deyim ve atasözü sınıfına giren söz öbeklerine bakıldığında, akılda kalıcı olması ve kolay kolay unutulmaması için, bazen gereğinden farklı "kalın", keskin, ağır ve hatta "kışkırtıcı" diyebileceğimiz kelimelerden seçildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu sözün ihtiva ettiği mana, sıklıkla o ağır ve keskin kelimelere takılıyor ve çoğu insan, sözün derinliğine inmek yerine, sözü oluşturan kelimelerin kullanımından hareketle, bu söz veya deyimin normal ahlaki değerlerden farklı hatta, "ahlaksız" ve yozlaştırıcı olduğu kanaatine varabiliyor.

     Tabi ki çok sayıda örnek var ancak burada, maksadını aşan olumsuz sözler, "çakma atasözleri" ve manası yanlış anlaşılan ifadeler için birkaç tane örnek vermek, yeterli olacaktır muhtemelen:


* Arabın derdi kırmızı pabuç: Arapları küçük düşürmek, daha doğrusu beyaz olan Arapları koyu renkli olarak tasvir edip, gösteriş ve şatafata düşkün olduklarını göstermeye çabalayan söz.

* Arap yağı bol buldu mu k..... başına sürermiş: Üstteki açıklamaya ek olarak, Arapları sonradan görme, müsrif, kıymet bilmez ve gayesiz yaşayan olarak tasvir etme gayretindeki söz. Bu sözün bir de; "Kürdün yağı çok olunca, hem yer hem yüzüne sürer" versiyonu vardır ki, aynı ön yargıdan Kürtler de payını almıştır.

* Ne Şam'ın şekeri ne Arabın yüzü: Yine ırkçılık kokan başka bir söz.

* İmam O....... cemaat  s....:  Baştakilerin bozulmaya başlaması, halk tabakasının hızla yozlaşmasına yol açar anlamında kullanılacak bir sözün, milletin ağzında çığırından çıkması durumu... Oysa çok daha münasip bir lisanla anlatılabilirdi! İmam gibi dinde saygın bir figür ve cemaat gibi mühim bir organizasyonu feda etmek gerekmezdi. Çakma bir söz olduğu, uzaktan bile anlaşılabiliyor.

* Anladıysam Arap olayım: Bir konu hakkında bilgi sahibi olmayınca söylenen söz. Ama nedense anlamayınca, kalın kafalı olan Arap oluyor!

* Arap saçına dönmek: Çözülmesi müşkül bir durum karşısında, sıkça söylenen bir söz. Muhtemelen kıvırcık ve karmakarış olmuş zenci saçına ithaf edilmiş olsa da, Arapları dahil etmek, zihniyet gereği nasıl olsa!

* Kürtten olsa evliya koyma onu avluya: Veli zatlara olan saygı ve sevgimiz ortada iken, sırf Kürt diye bu kadar ön yargı, pes doğrusu!

* Devletin malı deniz, yemeyen domuz: Devletin imkanlarını, maddi olanaklarını, kişisel çıkarlar veya gayr-i meşru işler için kullanmayı anlatan söz. İnsanları hırsızlığa, gaspa ve yalancılığa sevk eden bir ifade.

* Baldız baldan tatlıdır: Anadolu topraklarında yaşayan herhangi bir topluluğun söyleyemeyeceği kadar iğrenç ve sapkın bir ifade. İslamiyet'in koyduğu hudutların aşılması durumunda, ailelerin nasıl bir yıkıma, cinnetlere, cinayetlere ve sonu gelmez kan davalarına kolayca itilebileceği, bu sözden rahatlıkla anlaşılabilir.

* Salla başını al maaşını: Tembelliği ve iş geciktirmeyi anlatan bir kalıp. Adam gibi işini yapmak yerine, sadece üst makamdakilere yaltakçılık yaparak geçinmenin diğer adı.

* Düşene bir tekme de sen vur: Herhangi bir şekilde hayatı alt-üst olmuş birine yardım etmek, doğruyu anlamak ve "düşene" tekme atanlara açıklamak yerine, o zor durumdaki insana bir darbe daha vurmak ve daha da kötüsü, onun bu zaafından istifade etmek üzerine bina edilmiş bir ifade. Hele de düşen, hakikaten haksız yere düşmüşse ve etraftakiler bunu bilerek yardım etmiyorsa, işin kötülüğü ve yozlaşma daha da inanılmaz boyutlara taşınır.



Manası Çoğu Zaman Yanlış Anlaşılan Sözler:


* Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: Biraz kıyıda bir söz. Genelde olumsuz yönde algılanıyor ve doğrudur da. Eğer aileye, cemiyete zarar veren bir yılanın hakkından siz gelebiliyorsanız, buna yetecek güç ve salahiyetiniz varsa, elbette ki onu bertaraf etmelisiniz. Ancak diğer taraftan da, şayet böyle bir şeye gücünüz yetmiyorsa, bunu değiştirmeye, zor kullanmaya kalkmayın, hem kendinize hem de çevrenize daha fazla zarar vermiş olursunuz.

* Bal tutan parmağını yalar: Olumsuz tarafından bakılan, çoğu zaman ülkemizin siyasileri ve siyaset anlayışı hakkında, insanların sahip olduğu bir düşüncedir. Devletin ve bulunulan makamın bütün imkanlarından istifade ederek, kendine haksız kazanç (genelde mal mülk olur bu) sağlamak olarak algılanır. Oysa iyi bakıldığında, balla iştigal etmekten mütevellit, parmağa bulaşan bir baldan ve o parmakta kalan balın yalanmasından bahsediliyor. Yani bulunduğunuz herhangi bir iş yerinde sunulan hizmetlerden, işin gereği olarak istifade ederken, size bulaşan, artan kısmından kullanabilirsiniz demektir. Yoksa, çalın, çırpın, milleti soyun anlamı asla çıkmaz.

* Fazla mal göz çıkarmaz: Yine karanlık tarafa mal edilme gayretlerine kurban giden bir söz. İllegal veya gayri ahlaki bir mal değil bu.

* El öpmekle ağız aşınmaz: Yalakalığa, dolayısıyla makam istismarına yorulmaya çalışılan sözlerden birisi. Oysa alttan almak, pozisyon gereği bir kişiye saygı göstermek, bir maslahat için birisinin gönlünü almak anlamı daha ağır basmalı burada.

* Köprüyü geçene kadar, ayıya dayı demek: Yukarıdaki atasözü ile neredeyse aynı manayı ihtiva etmektedir. İlla yaltakçılık ve yaranmak için kırk takla atmak olarak algılanmamalı. Bu ve buna benzer sözlerdeki ağır sayılabilecek ifadeler, sözün daha kalıcı olması ve yer etmesi içindir. Dolayısıyla mutlaka kelime manası değil, neye işaret etmeye çalıştığı göz önüne alınmalı.

* Üzümünü ye bağını sorma: İnsanları tembelliğe, çıkarcılığa be neme lazımcılığa özendirdiği iddia edilen söz. Hatta Ermeni Tehciri (tabi bu sözle bağlantı kuracak olan doğrudan Soykırım der) akabinde, buradaki mezalim ile alakalı olduğunu söyleyenler bile var. Ancak bunların hepsi zorlamadır. "Sana bir nimet, bir ihsan geliyorsa arkasını araştırma" veya "üstüne vazife olmayan işlere karışma" anlamına gelen karşılıkları daha ayağı yere basan cinstendir.

* Su akarken testiyi doldurmalı: Yanlış yorumlamaya müsait olsa ve yorumlanıyor olsa da, en basit ifadeyle, "fırsatın var iken, kötü günler için hazırlan" anlamına gelir. Haramdan akan su değildir ki bu, utanılacak bir şey olsun. Zaten haramdan ve kul hakkından korkmayanlar için, mazeret bulmak her halükarda kolaydır. "Yağmur yağarken, küpünü doldurmaya bak" da hakeza aynı konudadır.

* Her koyun kendi bacağından asılır: Bir kötülük, haksızlık görüldüğünde, bunu değiştirmeye çalışmamak veya hiç kimseye karışmamak manasında değildir, çoğu zaman ileri sürüldüğü gibi. Eğer gücün yetiyorsa, sözün dinlenecekse müdahale et, şayet seni aşan bir durumsa da, burnunu her işe sokma çünki kendin zarar görürsün anlamındadır.

* Güzele bakmak sevaptır: Evet güzele bakmak teşvik edilmiştir ancak sadece tek bir tarafa yorup, bir de üstüne başkalarının karısına kızına bakmak değildir tabi ki bu!

* Akçenin gittiğine bakma, işin bittiğine bak: Rüşvet ve/veya para, maddiyat kullanarak haksız çıkar elde etmek demek değildir. Şayet bir işini göreceksen ve para vermen gerekiyorsa, para vermeden sıkıntı çekeceğini biliyorsan, o verdiğin akçeye değil, karşılığında kazandığın şeye bak anlamındadır.

* Gelen ağam, giden paşam: Her gelene "eyvallah", herkese yaltakçılık yaparak kendi mevkini korumak manasında söylenmiş bir söz değildir. Bir pozisyona birisi atanmışsa, onun yetkili birileri tarafından vazifelendirildiğini düşünerek, hareket etmek ve burnunu kendinden büyük işlere sokmamak üzerinedir.

* Parayı veren düdüğü çalar: Kapitalizm, rüşvet, haksız kazanç sağlama gibi tamamen yanlış yerlere çekilmiş güzel bir söz. Oysaki Nasreddin Hoca merhum, burada çok güzel bir ders vermektedir. Külfetsiz nimet olmayacağını, yan gelip yatarak bir şey ele geçmeyeceğini açıklamaktadır körpe dimağlara.

* Minareyi çalan, kılıfını hazırlar: Hırsızlık ve haksızlığın arka çıkıldığı düşüncesi tamamen yersiz ve zorlamadır. Burada sârik övülmüyor ki, bu şekilde anlaşılsın. Şayet bir hırsız, aklına bu kötü fiili takmışsa, mutlaka her şeyini düşünmüştür demektir.

* Güvenme dostuna, saman doldurur postuna: Bu manayı, "Acıma yetime..." ile başlayan küfürlü söz ile anlatmaya hacet yok haliyle.

* Komşunun tavuğu komşuya kaz, karısı kız görünür: İnsanoğlunun zayıflığını, tamahkarlığını yüzüne vuran çok güzel bir atasözüdür. Her uzaktan görülen şeyin, o kadar da güzel ve lezzetli olmadığı bilinmelidir. Çünki dış görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır.

* Düşenin dostu olmaz: Gerçekten de öyledir. İnsan tökezlediği ve düştüğü zaman, etrafındakilerin gerçek yüzünü görür ve "dost" diye geçinenlerin nasıl hemen çabucak yanından kaçıverdiği gerçeği ile başbaşa kalır.

* İmamın dediğini yap, yaptığını yapma: İmamları, hocaları, din büyüklerini karalamak, onların amellerini zayıf bilmek, onlara su-i zan beslemek için söylenmiş bir atasözü değildir. İnsanlık icabı yanılmışsa, istemeden veya unutarak bir şeyi bir şeyi yanlış yapmışsa, onun hakkında kötü düşünmeyin ve söylediği şeyleri tatbik etmeye devam edin çünki o neticede İslam Alimlerinin kitaplarından söylüyordur, düsturu ile hareket edin anlamındadır.

23 Nisan 2018 Pazartesi

Muhammed Ali'nin Dini, Kibri ve Bir Dönem Amerikalı Siyahların İslam Anlayışı


      - Bu adamın kuvveti olmadığını, kalbi olmadığını size sürekli söylüyorum! Ben zekiyim ve bunu kanıtladım!
     O sırada, geleceği parlak olan gazeteci David Frost devreye giriyor mikrofonuyla: 
     - Tebrikler...
     - Gelmiş geçmiş en büyük ben değil miyim? - diye kesiyor yine terli adam. - ... Şimdi herkes sussun ve beni dinlesin! Hepinize şunu söylemiştim; Tüm zamanların en büyüğü benim! Sakın, bir daha yenileceğimi söylemeyin... Sakın beni bir daha küçük görmeyin! Size söylemiştim; Kelebek gibi uçup, arı gibi sokacağımı söylemiştim! Size şampiyon olduğumu söylemiştim... Dünya şampiyonu olduğumu söylemiştim...

     Bu sözleri söyleyen kişi; "Benim kadar büyük olunca, alçak gönüllü olmak zordur" ve "Ben en büyüğüm, yaşamış herkesten daha büyüğüm", "Ben en büyüğüm hatta iki defa en büyüğüm", "O kadar hızlıyım ki, ışığı söndürmeye kalktığımda, ışıklar sönmeden yerime dönebiliyorum", "Gencim, yakışıklıyım, hızlıyım, sevimliyim, yenilmezim" sözlerini söyleyenle aynı... Rakiplerinden birini (aynı ırktan oldukları halde üstelik) defalarca "goril"e benzeten ve ve hatta rakip olarak gördüğü herkese, adeta makineli tüfek misali aşağılayıcı kelimeler kullanan kişinin ta kendisi: Muhammed Ali. Gelmiş geçmiş en büyük sporculardan biri olarak kabul edilen, Amerikalı siyahi boksör. Gerçek adı Cassius Clay iken, 50'li ve 60'lı yıllardaki koyu ırkçılığı yaşayan siyahların, haklarını koruma çabasına girişenlerin faaliyetlerini yakından takip edip bunlara bizzat iştirak eden, muhalif ve nevi şahsına münhasır bir kişilik.

gözlerini patlatmış, yine
birilerine verip veriştiriyor

     2016'da ölen Muhammed Ali'nin hayatı, filmlere konu olacak kadar ortada. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus ise, onun İslam anlayışı ve İslam dini ile pek de bağdaşıyor görünmeyen bazı enteresan özellikleridir. Tabi konu bu olunca, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızlanan zenci hareketlerini, "Nation of Islam", "Elijah Muhammad" ve "Malcolm X" gibi faktörleri zikretmek zaruri olur.

     Nation of Islam: Bilindiği üzere, "fırsatlar ülkesi" Amerika Birleşik Devletlerinde, "siyah" ırktan olanların "insan" olarak kabul edilmesi pek de öyle eskilere gitmiyor. Deri renginin "koyu"luğu, yüzyıllar boyu sıkıntı olmuştur Batı'da ve bilhassa Amerika kıtasında. Vaziyet böyleyken, haklarını arama derdine düşen siyahların toplanma alanlarında birisi de, ne idüğü belirsiz Wallace Fard Muhammad isimli (ve ne gariptir ki kendisi beyazdı) şahsiyetin tesis ettiği Nation of Islam'dır (İslam Milleti veya Ümmeti gibi bir manaya çıkar). Bu kuruluş, Muhammed Ali'nin devrinde, Elijah Muhammad adıyla bilinen kişinin liderliğinde, İslam görünümlü ancak düpedüz siyah ırkçılığı yapan bir hüviyetteydi. Beyazların olduğu hiçbir yerde istenmeyen, hatta beyazların kiliselerine dahi kabul edilmeyen siyahların bir kısmı, beyazların inancı olarak gördükleri Hristiyanlık'tan kaçarken, ölçüyü kaçırmış ve peygamberlik taslayan bu fakir çiftçi kölenin oğluna toslamıştı (zaten bunların mekanları da, masalı koltuklu kiliselerin bir benzeri idi, namaz gibi şeyler zaten yok).  

Muhammed Ali ve Peygamber gözüyle
baktığı Elijah Muhammad


     Elijah Muhammad (esas ismi Elijah Poole) denilen eleman, kendini peygamber olarak göstermeye ve tüm insanların aslının siyah olduğunu, siyah ırkın çok üstün olduğunu iddia etmeye başlamakla, "radikal ırkçı" diyebileceğimiz bir çizgiye kaydı. Fakat meselenin daha da enteresan tarafı, Muhammed Ali gibi zeki ve sivri birisinin, bu herife kapılmış olmasıdır. Sosyal mecralarda bile bulabileceğiniz videolarda (mesela George Foreman'ı Zaire'de yendiği maçtan sonraki açıklamalarında) Muhammed Ali kameralara, "Allah'tan başka ilah yoktur ve Elijah Muhammad onun resuludür" diye bağırmaktadır... Ve tabi ki de ardından, kendisinin gelmiş geçmiş en büyük olduğunu da! 

"Ben son resulüm"
diyor adam


     Dönemin bir diğer aktörü, şimdilerde de milyonlarca kişiye ilham kaynağı gözüyle bakılan, Malcolm X'tir. Malcolm, yüz kızartıcı suçlardan hapishanede yatarken, yukarıda ismi zikredilen sahte peygamber Elijah hareketi ile tanışır ve çıkar çıkmaz, tıpkı Ali gibi, onun peşine takılır. Ancak Elijah'ın ipe sapa gelmez teorileri, onu giderek bu cemiyetten uzaklaştırır ve 1964 yılında Hac ibadetini yapmak için gittikten sonra, fikirleri tamamen değişir ve Nation of Islam teşkilatından ayrılır. Ayrılır ayrılmasına lakin daha 1965'in Şubatında, yakın mesafeden ateş edilmek suretiyle katledilir. Bunun müsebbibi, Elijah ve Nation of Islam mıdır, hala zihinleri karıştırmaktadır. Esasına bakıldığında, Muhammed Ali'nin Nation of Islam birliğine katılmasında, Malcolm'un (Malik el Şahbaz) ateşli vaazları çok tesirli olmuştur. Malcolm'un oradan ayrılması sonrasında ise, araları bozulmuştur. 

Ali ve Malcolm X
bir zamanlar sıkı dosttular

     Bütün bunları neden yazdık? Muhammed Ali'nin nasıl bir muhitten geldiğini ve kimlerle takıldığını daha iyi anlayabilmek için. Yani, bu meşhur, sivri dilli, çenesi hiç durmayan boksör, beyazlara tepki olarak, ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bozuk itikatlıların peşine takılmış ve kendini bir şey zanneden başlarındaki herife alenen "peygamber" demiştir. "Sonradan bu fikirlerden vazgeçti, Sünni oldu" falan diyenler de var gerçi ama yine de bizim bildiğimiz manada "Sünni" olduğu meçhuldür. Duruşu öncelikli olarak, Hristiyanlık ile özdeşleşmiş beyazlara, başka bir dine sarılmış siyah olarak tepkiseldir. 

          Tabi ki burada bazı çelişkiler dikkat çekiyor. Ali'nin yere devirdiği kişilerin büyük çoğunluğu, kendisi gibi ırkçılıktan çok çekmiş, kenar mahalle zencileri idi. Sivri, aşağılayıcı dilinden ve kibirli sözlerinden, en az beyazlar kadar, rakibi olan siyahlar da payını alıyordu, hem de fazlasıyla. Ayrıca "Boks" denilen vahşetin, İslamiyet ile bağdaşır bir tarafı yoktu. Çünki dinimizde, bırakın insan yüzünü, herhangi bir canlının yüzüne vurmak dahi tasvip edilmemiştir. Zaten kendi ifadesiyle de boks; "iki siyahinin birbirini öldüresiye dövmesini, yığınla beyazın zevkle izlemesi"dir. 

birçok gencin duvarını süsleyen meşhur poz:
Sonny Liston yerde, Ali bağırıyor


     Peki, gecenin üçünde kalkıp onun maçlarını takip eden ve her attığı yumruk sonrasında coşan, rakibini yere serdiğinde, kendinden geçen ve pek de boksa aşinalığı olmayan yurdum muhafazakarı neden ona övgüler düzüyor, onu yüceltiyordu? Çünki o dönemdeki kısıtlı haber alma vasıtaları ile anlayabildiği şeyler, ekranda dans ederek dövüşen bu çok uzaklardaki siyahinin Müslüman olduğu, Müslümanlığını hiç çekinmeden haykırdığı ve "şeytan" olarak addedilen Amerika'dan intikam aldığı idi. Ali, sıradan bir aktivistin çok ötesine geçerek, Vietnam Savaşına gitmeyi reddediyor, köleliğin kaldırılmasına hala alışamamış beyazların riyakarlığını yüzlerine çekinmeden haykırıyor ve onlara olabildiğince üst perdeden konuşuyordu... Amerika ve Batı söz konusu olduğunda kabaran kompleksli damarımızın tam da aradığı şeylerdi bunlar! Türkiye'de ve bize benzer ülkelerde, Muhammed Ali isminin, "kahraman" ismiyle yan yana gelmesine sebep, icra ettiği spordan ve oradaki başarısından ziyade, işte bu duruşuydu.

Aktivist Ali ve yanında
Martin Luther King

12 Mart 2018 Pazartesi

Halk Ozanı ve Aşık Dayatması

     "Ozan" veya "Aşık" denildiğinde, gözünüzün önünde nasıl bir siluet belirir: Muhakkak bir saz... Kafada kasket... Ve burnun altında, bayağı irice, hatta kalınca bir bıyık! Evet, en azından 70-80 senedir akla bu kelimeler geldiğinde, hafızadaki imaj hemen hemen böyledir... Ve tabi ki, kaçınılmaz olarak, söylenen afilli, ders verir tarzda ve genelde biraz aykırı, çoğu zaman da protest sözler. Bu son argümanlardan, ozan ve aşık dediğimiz kişilerin genelde muhalif kimliklere sahip olduklarını çıkarmak gayet kolaydır. Tabi ki konumuz, bu iki kelimenin lügat karşılığı ve tarihi gelişimi değil, genelde hangi zihniyeti temsil ettiği, neyi hedef aldığı ve her zaman çokça alıntılanan o meşhur sözleridir.

     Bu taifeye şöyle bir bakıldığında, daha doğrusu az biraz Sünni süzgecinden geçirildiğinde, kılık kıyafetinden, elindeki enstrümana ve ağızdan dökülen kelimelere kadar... Her şeyin biraz "heterodoksi" koktuğu hemen anlaşılır. Peki neydi "heterodoksi"? "Ortodoks"un tam zıddı, yani burada inceleyeceğimiz hali ile, Sünni İslam'dan uzak, ondan pek "hoşlanmayan" bir realite.

     Dolayısıyla, daha ilk cümlelerdeki eşgalden de anlaşılacağı üzere, "ozan" denilen kavramın Sünni İslam'dan bayağıca bir mesafede olduğu hemen anlaşılır. Ortaya koydukları eserlere büyüteç tutulduğunda ise, bu durum daha da net bir hale gelir. Filhakika, o süslü ve "dolambaçlı" sözlerin göz boyamasından kurtulup, vermek istedikleri manayı anlamak için de biraz donanımlı olmak gerektiği, kendiliğinden anlaşılan bir şeydir.

     Ne demek istediğimizi isimler ve eserler üzerinden giderek inceleyecek olursak şayet, her vesileyle ısıtılıp ısıtılıp, önümüze getirilen en meşhurlarına bir bakalım:

 * Köroğlu: Ozan ve aşık denilince akla ilk gelen ve bu türün öncülerinden sayılan kişilerden biri. 16. veya 17. yüzyıllarda, yani Osmanlı Devletinin yükselişten çıkıp, durağanlaşmaya başladığı bir dönemde yaşadığı sanılıyor. Kişiliği hakkındaki değişik rivayetlerin ortak noktası şudur ki, Köroğlu namlı bu zat, bildiğin eli silahlı "eşkıya"dır, yani devlete yani Osmanlı'ya ve bu devleti temsil edenlere isyan etmiş, yollar kesmiş, meskun mahaller basmış birisidir. Bu bile başlı başına bir işarettir anlayana! Peki bu eşkıyanın eserlerinde neler var: Bol bol "asarım keserim"li göndermeler, düşmana (düşman Osmanlı bu arada) meydan okumalar vs.

* Pir Sultan Abdal: Günümüzde belli çevrelerin, sürekli eserlerinden şarkılar, sözler, alıntılar yaptığı, basbayağı heterodoks ve Sünni düşmanı bir tip. Ona ait olduğu iddia edilen sözlerde, erdem, yüksek faziletler ve iyilik tavsiyeleri arasında sırıtan, birçok isyan ve dinen küfür sayılacak sözler vardır.

* Kaygusuz Abdal: Yine belli çevrelerin göklere çıkardığı, oyunlar tiyatrolar devşirdiği bozuk itikatlı birisi.

* Dadaloğlu:  "Ferman padişahın, dağlar bizimdir", "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" sözlerinin sahibi, Osmanlı'ya hem lisanen hem de fiilen isyan eden asi ve muhalif kişilik.

* Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş: Baba oğul, ozangiller familyasının tanıdık simalarından. Bilhassa oğul Ertaş, aşk, sevgiliye duyulan özlem, iyi insan olmak, ilmin kıymeti, ölüm gibi konularda yazdığı, genel manada karamsar eserleri ile bilinir. 
Ertaşlar yardırıyor!

* Aşık Veysel: 20. yüzyılın en tanınmış ozanlarından birisidir. Geniş bir yelpazede, birçok kişi ondan sözler almış kullanmıştır.  Kendisi, "harama hile katmam" diyen ve rakıyı sek içmeyi seven birisidir. Bulunduğu sofrada içkinin olmaması nadirattandır. Şu yazı, bu ozanımızın hayatına çok acayip ışık tutuyor doğrusu! Yazdığı eserlerde ise enteresan sözlere rastlamak sıradandır... Misal:
Aşık Veysel ve maiyetindekiler
"parlatıyor"!
* Aşık Mahzuni Şerif: Afilli çetrefilli sözlerinin arasına, bol miktarda İslam'a aykırı ve Allah'a isyan olan sözler sıkıştıran çağdaş ozan. İslamiyetin yüce tuttuğu bir çok zata, satır aralarında hakaret eder. (Nem Kaldı adlı eserinde Hz. Osman'ı aşağılaması gibi) Eserlerini yorumlamakta ve tekrar tekrar milletin önüne getirmekte pek ısrarcıdır bazıları!
Aşığımızın keyfi yerinde!

     Bunların dışında, isimlerini sıkça duyduğumuz diğerleri de var: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek.

     İsmi zikredilenler ve daha nicesinin eserlerine göz gezdirildiğinde, dikkat çeken hususlar şunlardır:

* Adına deyiş, nefes, şiir falan filan denilen bu eserler, yoğun bir biçimde Safevi-Alevi-Kızılbaş-Bektaşi-Hurufi felsefesi ve bu felsefenin reklamları ile doludur. Bir çoğunda Allah'ı inkar (üstleri yaldızlı sözlerle kaplı biçimde genel olarak tabi), Allah'a isyan, yaratıcının kullarına hululü, her şeyde yaratıcıyı görme gibi ifadelere bol bol rastlanır... Sanki hepsinin içine birer Fadlullah Hurufi ve Cavidanname kaçmıştır.

* Güya Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi zatlar ve On İki İmam göklere çıkarılırken, geriye kalan neredeyse bütün Ashab-ı Kiramdan uzak durulur. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve hele de Hz. Muaviye gibi büyüklere ise alenen hakaretler ve aşağılamalar sıklıkla dile getirilir (üstü kapalı şekildedir bir kısmı haliyle). Ehl-i Beyt övülürken, karşılarında hep Hulefa-i Raşidin ve onların izinden gidenler varmış gibi gösterilerek, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından övülen bu şanlı zevatın, Ehl-i Beyt düşmanı olduğu göze sokulur.

* Kardeşlik, hak almama, iyi insan olma, temel insan hakları gibi mevzular çok sık işlenir ve vurgulanır. Ancak bunlara değinilirken, ustaca bir şekilde her seferinde, kimsenin din ve itikadının ehemmiyeti olmadığı, herkesin kardeşçe sevişmesi gerektiği, Müslümanlığın pek de önemli olmadığı üstünde basa basa durulur ki, dinini kayıranlar nazarında pek de sıhhatli bir bakış açısı olduğu söylenemez. Sahip olunması ve kaçınılması gereken hasletler, gayet açık ve etraflıca olarak İslam alimlerinin din ve ahlak kitaplarında zaten vardır ve binlerce kez kaleme alınmıştır.

* Dünyalık aşk meşk mevzuları söz konusu olduğunda, gayet basit ve sıradan bir dil kullanılır ki, birazcık şiire kafiyeye meyyal olanlar, benzerlerini yazabilir ve yazmıştır da. Bunlar dışında kalan, dillere pelesenk olan sözler ise (ki çok az bir kısmı böyledir), gerçekten kaliteli ve ağza yapışan ifadelerdir. Bu eserlerdeki hava genelde olumsuz ve pesimisttir zaten. Dolayısıyla, sevgiliye kavuşamama, onu gözünde büyütme ve özlem, birçok insanın ortak paydasıdır. Bu paydada güzel söz ettiniz miydi de, hemen fark edilip, lügate eklenir... Eklenir ki acı daha da arabeskleşsin, daha da çekilmez hale gelsin!

* Bu eserlerde belki de mana olarak herkese hitap edecek ve ders niteliğinde olacak bir-iki tane olgu vardır ki; o da ölüm, dünya acıları ve fakirliktir. Dünya acılarının ve dünyanın faniliğinin anlatılması, zaten böyle karakterler için olmazsa olmaz bir şeydir.

     Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta da şudur: Bu tayfaya, bazen öyle isimler eklenmeye çalışılır ki, resmen ve alenen hırsızlıktır. Zira meşhur mutasavvufların birazcık vahdet-i vücuda kaçan sözleri veya tasavvufi sarhoşluk anında söyledikleri ağır manalı ifadeler yüzünden, bazı isimler hemen Safevi zihniyetine mal edilmeye kalkışılmıştır.

     En meşhurları Yunus Emre'dir elbette. Piyasaya bakıldığında, yukarıda değinilen faktörler sebebiyle, çok sayıda ilahiye ilham olmuş eserlerin sahibi olan bu zat, bir propaganda eseri olarak, Ehl-i Sünnet dışıymış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekler tam olarak bunun zıddıdır.

     Nesimi olarak bilinen kişi de, sık sık ozanlar listesine dahil edilir. Tarihlere bakıldığında, Gerçekten de "Nesimi" ismi veya mahlası taşıyan zatın, önceleri Hurufi olduğu bilinse de, sonradan tevbe ettiği anlaşılmaktadır.

     Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerini, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ve sair "abdallar" arasına sokmaya çalışmak ise, düpedüz densizliktir!

     Hulasa olarak ifade etmek gerekirse, son yüz küsür yıldır Anadolu topraklarına hükmeden zihniyet olmasa, bahsi geçen zevatı ve eserlerini belki de hiç duymayacaktık, hiç kimse de bunlar müthiş şairler ve söz üstatları olduğu iddia etmeyecekti... Gel gör ki, "parayı veren düdüğü çalıyor" ! Zaten söz konusu müzik olduğunda, bu işten en fazla yararlanacak olanları rahatlıkla kestirebiliyorsunuz. Yanına bir de sinemadaki faaliyetleri ekleyince, yaralar çok daha derin ve kalıcı oluyor ne yazık ki!