Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: istiklal mahkemeleri gerçekleri Follow my blog with Bloglovin
istiklal mahkemeleri gerçekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istiklal mahkemeleri gerçekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2018 Pazar

Yüksek Değerlerden İstifa Eden Bir Millet; TÜRKLER


     Bir zamanlar, yüksek erdem, yüksek ahlak, yüksek değerlere sahip bir millet vardı! Son din olan İslamiyeti tüm varlığı ile kabul eden, o dini her tarafa yaymak, bir kişinin daha kurtulması için canını seve seve veren, sıcacık yatağında yatmak varken, rahatından kendi arzusu ile feragat edip, elinde kılıcı ile, zalim, kan içici diktatörlere meydan okuyan, batılı tir tir titreten bir millet vardı! Asaletin, merhametin, adaletin, şefkatin, mazluma kol kanat germenin, değerleri uğruna göz kırpmadan ölüme gülümseyerek gidenlerin diğer adı; Türk'tü! Dünyanın diğer ucundaki bir haksızlığa ses çıkaran, karanlığı ve fesadı yok etmek için gayret etmenin diğer adı; Türk'tü! Bin sene, "cihad" denilince, akla ilk gelen şeydi; Türk!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün, dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tulgalı beylerbeyi haykırdı "İlerle!"
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelelerle!
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan,
Şimşek gibi, Türk atlarının geçtiği yoldan!

     Peki ne oldu da, bir taraftan Avrupa, Afrika, Asya demeden, hakanın, ordu kumandanlarının emrinde yıllarca seferlerden geri durmayan, ilây-ı kelimetullah uğruna gaza ederken, bir taraftan da sulhte, bırakın insanı, dağdaki hayvanları bile düşünen, onlara acıyan, doyuran bu Türkler bozuldu, erozyona eridi, tanınmaz hale geldi. Nasıl oldu da, mazlumların umudu olan kurtarıcı Türkler, kendine güvenmekten uzak, zelil ve hakir hale düştü? Nasıl oldu da en aşağı kimseler bu milletin başına gelebildi.  

     Evet, Kadir Mısıroğlu yerden göğe haklı, yakın tarihimiz ile alakalı söylediklerinin eksiği var fazlası yok. Ama burada, biraz daha üzerinde durulması gereken büyük bir detay var, o da şu; bu millet kendi isteğiyle İslam'ı kabul etti, bayrağı hiç düşürmeden en uzaktaki burca dikti ancak maalesef yine kendi isteğiyle İslam'ı terk etti, kendi isteğiyle bu nimete sırt çevirdi.

     Türklerin (tabi ki bir ırk olarak anlamak yanlış bu kelimeyi, bir coğrafya ve tarih birlikteliğinin genel adıdır) neden yozlaştığını, çok basitçe hatta bir formül olarak açıklamak gerekirse, bir ayeti zikretmemiz genel olarak kafidir, o da şu; İbrahim suresinin 7. ayeti. Orada mealen şöyle buyruluyor: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!" Ve bununla bağlantılı olarak, Bezzar'da yazılı şu hadis: "Günah işlenirken iyiler susarsa, hepsi helak olur!"

     Peki, şimdi bu perspektiften Osmanlı Devletinin son dönemlerine bir bakalım. Yükselme dönemini yaşamış, zamanının en muhteşem gücü olmayı başarmış, dünyayı titretmiş bir süper güç, "her kemalin bir zevali vardır" kaidesi gereği ağırlaşmaya, hantallaşmaya, tökezlemeye başlar. E kolay değil elbette, Afrika çöllerinden Avrupa içlerine kadar hüküm süren kocamaan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapıyı işleten çarklardan birisi işlemese, birisi tembellik edecek olsa, birisi liyakatsiz ellere düşse, ister istemez çürüme başlar bir yerlerden. Yağma, talan, köleleştirme, emperyalizm üzerine kurulu Avrupa devletlerinin, ayaklarına pranga olan Hristiyanlık dinini belli gün ve olaylara hapsetmesi ile birlikte fen ve teknikte hamle yapması da göz önüne alındığında, işler daha zor bir kıvama geldi.

     İşte burada, İslam'ın bayraktarlığını asırlarca yapmış olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin esas olarak dizleri üzerine çökmesine sebep olan faktörler ortaya çıkmaya başlıyor; okumuşlardaki dinsizlik ile okumamışlardaki bilgisizlik ve haliyle kaht-ı rical. Tahsil için Batı'ya giden gençlerimiz, teknik terakkinin, dinin ferdi ve sosyal hayattan neredeyse tamamen çıkarılmasıyla paralel olarak gelişmesini gördükçe, din ve maneviyat yoksunu hatta ne yazık ki düşmanı olarak yetişmeye başladı. Yüksek tahsille yurduna dönenler, kendi topraklarını küçümsemeye, aşağı görmeye, dinin fen ve bilime mani olduğunu iddia etme yarışına girdi. Çeşitli oluşumlar vesilesiyle, dinle alakası olan her kuruma hatta Halife'ye hücuma koyuldular. 
İpleri başkalarının elinde, Osmanlı muhalifi
Jön Türkler

     İşin daha da vahim tarafı, Osmanlı'nın zayıflamasını fırsat bilen ecnebi mihraklar, çıktığı kabuğu beğenmemeye programlanmış bu körpe beyinleri, kendi emellerine rahatça alet etti. Afilli fifilli törenlerle Mason Localarına kaydolan ve bundan gurur duyan Türk çocukları, yıkanmış beyinleri ile, Osmanlı'nın yeni küstah şekillendiricileri olmaya yeltendi. Bunun neticesi olarak, Osmanlı'nın temel mayası olan, Ehl-i sünnet vel cemaat düşmanlığı revaç buldu. "Orta"dan savrulanlar, soluğu heterodoksinin felah bulmaz çukurlarında aldı. Maalesef bu tayfanın içerisinde, kendilerine "din adamı" denilenler bile vardı. 
Tek başına direnen, halkına sahip çıkan
Sultan Abdülhamid Han

     Okumuşlardaki bu dinsizliğin ve sapkınlığın yanına, okumamışlardaki cehalet ve olayları sıhhatli biçimde tahlil edememe hastalığı da eklenince, çalkantılı dönemin uzun sürmesi beklenemezdi. Uzun lafın kısası, İslam nimetinin kıymetini bilmek bir yana, o nimete sırtını çeviren, Osmanlı Sultanlarını düşman belleyen güruhun içeriden, sair kuvvetlerin de hariçten sonu gelmez saldırıları neticesinde, İslamiyet'in son bekçisi, Müslümanların son sığınağı çöktü. Son dönem İslam alimlerinden Abdülhakim-i Arvasi'nin deyimiyle; "Türkler, kendi istekleriyle İslamiyeti kabul edip bayraktarlığını yaptı, kendi istekleriyle de İslamiyet'ten uzaklaştı!"

     Yukarıda zikrettiğimiz ayetin ikinci kısmının ilk vaadi tecelli etmişti; Allah, nimetinin kıymetini bilmeyenlerin elinden onu alıvermişti. Şimdi ise daha sert, daha ibret verici, daha acı olan ikinci vaat gerçekleşecekti; "... şiddetli azap ederim!" Osmanlı'nın yıkılmasındaki sonraki dönem, tam olarak da bunun tezahürüydü. Ayaklar baş, başlar ayak oldu! Kaht-ı rical, tam manasıyla ipleri aline alıyordu artık.

     İlk önce Osmanlı ile, Osmanlı mirası ile alakalı olan her şey kötülendi, reddedildi. 600 sene İslamiyete hizmet eden, bu uğurda kendi öz kardeşlerini dahi gözden çıkarabilen bir soyun asil ve övülmüş evlatları sürüldü. Çoğu sürgünde, beş parasız olarak vefat etti. Osmanlı hakanları, kötü, cinsi sapık, çıkarcı, ahlaksız, kan emici olarak tasvir edildi.  

     Bundan sonraki aşama daha da acıydı. Türklerin İslam dini ile olan tüm bağları, sistematik olarak koparılmaya başlandı. Allah'ın dini, kitabı ve peygamberi ile açıktan alay edildi. "Diyanet İşleri" ismiyle tesis edilen kurum dahi, İslamiyeti bozmak için gayret etti. "İbadetlerinizi öz Türkçe yapın" sloganları eşliğinde, Kur'an-ı kerim ve Ezanı unutturmak için, bunların Türkçe karşılığı olarak uydurulan tercüme ve kelimeler ihdas edildi. İslam harfleri, çeşitli bahanelerle yürürlükten kaldırılarak, uzun asırlar boyunca oluşan eşsiz bir medeniyet, kültür ve miras, Latin alfabesi denilen sığlığa hapsedildi. Mecelle'ye alışmış olan bünyeler, İsviçre'nin bir kantonunun devşirme ve "medeni" diye yutturulan bir kanuna hapsedildi. "Şapkalı" gayri müslimlerle cihad edecek umuduyla teveccüh görenler, aynı şapkayı kendi milletine başına zorla geçirdi. Şapka giymeyi reddedenler, nümayiş yapanlar en ağır cezalara çarptırıldı. Sadece erkekler değil, dikkatinizi çekerim, Şapka Kanununa muhalefet eden kadınlar bile bundan payını aldı. Sinema, tiyatro, müzik vs... Tüm propaganda aletleri, Müslümanlığı aşağılıyor, Müslümanla "aşağı", "örümcek ve geri kafalı", "iptidai adam" gibi sıfatlarla dalga geçiliyordu.

     "Demokrasi" isimli şahane bir makyaja sahip ama Sovyetler Birliği Komünizmi kadar baskıcı, Hitler Almanyası kadar ırkçı bir tek parti rejimi tesis edildi. Türk Dilini ihya diye, abuk subuk kelimeler uyduruldu. 60 binin üzerinde mezar açıldı ve kafatasları ölçüldü... "Acaba bu mezardaki kişi gerçekten Türk mü" diye! "İstiklal Mahkemeleri" olarak anılan, önce asan sonra yargılayan bir seyyar mahkemeler  tertibatı marifetiyle, binlerce masum idam sehpasında darağacında sallandırıldı. Josef veya Adolf veya Mao değil, adı "Ali" olanlar, asılsız ve sudan bahanelerle cellatlığa soyundu. 
Binlerce masumun kanına giren
"Üç Aliler" ve İstiklal Mahkemeleri

      İnanılır gibi değil... Çok değil, 10-15 sene zarfında yaşanan gelişmeleri görebiliyor musunuz? Belli bir coğrafyada, bu denli köklü bir değişiklik, bu kadar kısa bir sürede nasıl oldu? Nasıl oldu da, "İslam" denilince akla gelen bir coğrafyada, din eğitimi vermek, mukaddesata sahip çıkmak, İslam Dinini çağrıştıracak herhangi bir fiiliyat ve dış görünüş yasaklandı? Cevabı gayet basit... Formülü tekrar hatırlatalım:

      İbrahim suresinin 7. ayeti: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!"