Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: müslümanlar niçin geri kaldı Follow my blog with Bloglovin
müslümanlar niçin geri kaldı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müslümanlar niçin geri kaldı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2013 Pazar

Müslümanlar Bilimde Neden Geri Kaldı ya da...Hiç İleri Gitmiş miydi ki?


     Biri, yek diğerinden ağır bu iki suale cevap lazım...evet "hiç ileri gitmiş miydi ki"? İkinci sorunun cevabının başına, kalın ve içi dolu, okkalı bir "EVET" koyabiliriz ama devamı gelmezse havada kalır elbet!

     Evet, inanması zor ama bir zamanlar, sarıklı, sakallı, cübbeli insanlar ilimde, fende, teknikte, ahlakta ve her türlü gelişmişlik sayılan değerde ileride idi. İslam Devletlerinde rasathaneler, atölyeler, üniversiteler, akademisyenler, araştırmacılar, ar-ge'ciler, laboratuvarlar, uzay bilimcileri vardı. Bu devletlerin halkları, hastahaneler, su kemerleri, mektepler, kervansaraylar...gibi imkanların içinde müreffeh bir hayat yaşıyordu. Avrupa Ortaçağı, batıl inançların, her türlü iğrençliğin, salgın hastalıkların, kilise diktatoryasının, derebeyleri sultasının, ilkelliğin, önyargının, bitmek bilmeyen düşmanlık ve savaşların, derme-çatma kulüblerde yaşayıp dabağılanmamış deriler giyen, bitli saçı sakalı birbirine karışmış, ortalama ömrü 30-35'i geçmeyen vahşi insanların çağı iken, İslam Dünyasının Ortaçağı, ilim ve bilimi sürekli geliştirenlerin, yeni keşif ve buluşlar yapanların, eski Yunan eserlerinin ve felsefecilerinin görüşlerinin dikkatlice değerlendirilip, işe yarayan kısımlarının bilimsel gelişmelerde kullananların, hamamlı, helalı ve güneş gören, büyük ve temiz evlerde oturanların, pamuk ve ketenden elbiseler giyenlerin, idaresi altındaki gayri müslimlerle sıkıntısız yaşayanların, İslamiyeti ve yaşadıkları dünyayı tam ve komplekssiz olarak idrak edenlerin çağıdır. Konuyu derinlemesine araştıran önyargısız bilim adamları için şu gerçek yadsınamaz bir gerçektir; Batı Dünyası, fen ve bilimdeki gelişmelerin ve buluşların temelini İslam Medeniyetinden almıştır.

     Her sahada gelişmemeyi bir tarafa bırakalım, yerinde saymayı dahi, "helekel musevvifûn" düsturu gereği hoş görmeyen Müslümanlar, "medeniyet, tamir-i bilad ve terfih-i ibad"dır mottosuyla, daha ilk zamanlardan itibaren, şehirler, yerleşim yerleri kurmaya, insanların can emniyeti ve refah içinde yaşaması için bulundukları beldeleri kalkındırmaya çalıştılar. Tarık bin Ziyad komutasındaki Emevi ordusunun Endülüsü fethinden sonra, Akdeniz'in iki ucunda, aynı kaynaktan beslenen ve insanlığa ışık tutan, Ortaçağ karanlığının içinde adeta denez feneri gibi duran medeniyet merkezleri kuruldu. Müslüman bilim adamları, Hristiyan, putperest, dinsiz ayrımı yapmadan, Antik Yunan, Roma, Hint, İran, Çin medeniyetlerinin eserlerini incelemek için bunların lisanlarını öğrendiler, "hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alsın" ve "ilim Çin'de de olsa alınız" hadislerine harfiyen uyarak, büyük bir titizlikle bu mirası bütün dünyaya hediye ettiler. Astronomi, matematik, geometri, edebiyat, fizik, biyoloji, tıp, coğrafya başta olmak üzere yüzlerce ana ve yan dalda kitaplar yazdılar ve kütüphaneleri doldurdular. Özelde Bağdat, (Beyt-ül Hikme de burada idi) Kahire, Kurtuba, Gırnata...genelde ise, Müslümanların idaresindeki yerler her bakımdan kalkındı. O zamanın Batı Avrupası ile İslam toprakları arasındaki farka değinecek olsak, şimdilerin gelişmiş dünyası ile, Amazon Ormanlarında yaşayan vahşiler arasındaki kadar desek her halde abartı olmaz.

     Ancak somut örnekler göstermeden söylenecekler havada kalır, dolayısıyla özele girmek, isimler vermek elzemdir:

Nureddin Batruci, Endülüs Üniversitesinde astronomi profesörü idi. Yazdıkları ve ortaya koydukları Galile ve Kopernik gibi yüzlerce sene sonra geleceklere ışık tutmuştur.

İbn-i Sina, bazı hastalıkların sebebini, insan vücudundaki "kurtçuklar" (yani bildiğimiz mikroplar) olduğunu yazmıştır.

Ebu Bekr-i Razi, namı çağları aşan ilklerin doktorudur. İlk göz ameliyatını yapan, kızamık ve çiçek hastalıklarının faklı olduğunu ortaya koyan, ilk defa ağrı kesicileri kullanan tabiptir.

Trigonometriyi bulan ve bildiğimiz manadaki astronominin belki de babası Harranlı Battani'dir. 900'lu yıllarda gözlemevi kurmuş, ayın, dünyanın, güneşin hareketlerini izlemiş ve çeşitli hesaplamalar yapmıştır.

Ebu Reyhan el Biruni, gelmiş-geçmiş en büyük alimlerden biridir. Çalışmadığı, eser vermediği alan neredeyse yoktur. Modern bilim eğer varsa, Biruni bunun temel taşlarından biri olmalıdır. Hatta, "İslam" sıfatı olmasa biyografisinde, dünyanın en büyük bilgini olacağını söylemek abartı kaçmazdı muhtemelen! Yerçekimi ve dünyanın döndüğü gibi şeyleri yüzyıllar evvel bulan, kitaplarına geçiren kişidir.

Cabir bin Hayyan, modern kimyanın babasıdır. Eserleri, Avrupa'da yıllarca okutulmuştur. Tıpkı Biruni gibi çok yönlü bir bilgindir. Atomun içindeki muazzam kudretten bahsedecek kadar "ileri" gitmiştir!

Ebul Vefa el Buzcani, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.

Farabi, sesin fizikteki tarifini ilk olarak yapan kişidir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk defa ondalık kesir sistemini kullanan kişidir.

İbni Cessar, cüzzamlıları tedavi etmiştir.

Abbas ibni Firnas, ilk uçan aracı yapıp, uçmayı beceren kişidir.

İbni Haldun, tarih ve sosyoloji bilimlerinin kurucularındandır.

Abbas Vesim, verem mikrobunu, Avrupa'dan bir buçuk asır evvel bulmuştur.

İbn-ün Nefs, küçük kan dolaşımını bulan hekimdir.

Piri Reis ve haritası hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten.

Muhammed bin Musa el Harezmi, 0 (sıfır) sayısını bulan, cebir (algebra) ilmini kuran alimdir. "Algoritma" kelimesi de isminden gelir.

Demiri, ciltler dolusu zooloji ansiklopedisi hazırlamıştır.

İbni Heysem, Optik ilmin kurucusudur. Gözlük, mikroskop, teleskop yapmaya çalışanların yol göstericisidir.

      İkinci sorunun cevabı aslında, ilkinden daha kolay. İlk soru çok daha karışık, göreceli ve can sıkıcı: İslam Medeniyetinin ilk asırları her alanda gelişmişliğin, kalkınmanın, aydınlanmanın adresidir. Fakat bu gelişmişlik ve zenginlik beraberinde azgınlığı da getirince, önce Akdeniz'in doğusu, görünürde Cengiz askerinin eliyle, kuvvetli bir tokat yedi ve mirasının büyük kısmını Dicle'nin sularına bırakarak merkezinden savruldu. Aynısı, iki asır sonra Endülüs'te oldu ve bundan sonra neredeyse tek kuvvet Osmanlı Devleti kaldı. Ancak, hicri birinci asırdan sonra (yani 1600'lerden sonra) İslam Dünyası, önce duraklamaya, sonra da hızlı bir düşüşe doğru geçti. Her türlü gelişmenin ayağına takılan, tahrif edilmiş Hristiyanlık ve din bezirganlığından geçinen kilisenin boyunduruğundan kurtulan, İslam eserlerini incelemeye ve temel almaya başlayan Avrupa, karşı konulamaz bir hızla kalkınmaya tanıklık etti. 1800'lere gelindiğinde, durdurulamaz bir ivme kazanan (Afrika'yı tam manasıyla sömürmek gibi "bel altı" çalışmalarının katkısı yadsınamaz) Avrupa, makası iyice açtı ve şimdilerde gıpta ile baktığımız Batı Medeniyeti zirveye yerleşti. İslam topraklarında cirit atmaya başlayan ajanları ve maşaları, önce medreselerden "din adamına fen bilgisi lazım değildir" deyip fen bilgilerini kaldırdılar, cahil din adamları yetiştirilmesini sağladılar, sonra da "İslamiyet terakkiye manidir" yaygarasını bastılar. Yani basitçe işi şöyle formülize etmek hakkı teslim etmek olacaktır; Müslümanlar, dinlerine sıkı sıkıya sarıldıkları, emirlerine harfiyen tabi oldukları sürece ilerlediler, Hristiyanlar ise dinlerine sırt çevirip, bu kamburdan kurtulmayı başardıklarında ilerlemeyi gerçekleştirdiler.