Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: tağut Follow my blog with Bloglovin
tağut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tağut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 2 (Dinlerarası Diyalog)


     Hicri bin yılından sonra İslamiyet zayıflamaya başladı. Osmanlı Devleti duraklama evresine girerken, Batı Dünyası da giderek gelişmeye başladı. 17. yüzyıldan sonra aradaki makas kapanmaya yüz tuttu. İngilizlerin uluslararası ilişkilerde etkin rol almasıyla Osmanlı'nın boşalttığı alanlar, Batı tarafından hemen dolduruluyordu. Milliyet esasına dayalı küçük ülkeler, çok kültürlü imparatorlukların tahtına oturmaya adaydı.

     19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun daha uzun süre ayakta kalamayacağı artık herkesin malumuydu. Batılı ajanlar, ülkede ve otoritenin eridiği bölgelerde cirit atıyordu. Bir yandan kendi değerlerine sırt çevirmiş ve yabancılaşmış bir nesil yetiştiriliyor, bir taraftan da Sanayi Devriminin hammadde ihtiyacı için araştırmalar hızla artıyordu. Bu maksatla Arabistan yarımadasında Vahhabiliği tesis eden ve adeta atın çağını yaşayan Britanya İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin idaresini "uzaktan kumandayla" istediği tarafa yönlendirmekteydi.

     Afrika Kıtası, Avrupalı devletler tarafından adeta kapışıldı. El kadar Belçika'nın bile kocaman bir sömürgesi vardı artık. Ortadoğu, rezervleri kadar etnik ve dini bölünmüşlüğü de bol bir bölgeydi ve bu haliyle iştah kabartıyordu, üstelik bu bölünmüşlüğe şimdi Bahailer de katılmıştı.

     Haçlı Seferleri... Osmanlı karşısında alınan seri mağlubiyetler... Rönesans... Fransız İhtilali... Aydınlanma... Sanayi Devrimi... Batılılar, düşmanı altetmenin daha ucuz ve efektif yollarını biliyordu artık; "şirin görün, sözde dost ol, borç para ve beyin gücü ver, kafalı gençleri kendi ülkende eğit ve onları ait olduğu memleketin değerlerine düşman et, din adamlarını bol para ve malla satın al, etnik grupları ve mezhebleri birbirine düşür." Bu "ince" planların hepsi iyi işledi ve Osmanlı İmparatorluğu nihayet çöktü. Dünya Müslümanlarının hamisi artık yoktu. Osmanlı'nın yıkılması, aynı zamanda ülkenin temel dinamiği ve özü olan Sünni İslam'ın da neredeyse yok olması demekti.

     Daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, yeni dünyanın hakimi İngilizler ve ortalığı hepten bunlara bırakmaya niyeti olmayan Fransızlar, Sykes-Picot adı ile bilinen gizli bir anlaşma vesilesiyle, babalarından kalan mirası paylaşan kardeşler rahatlığında, Ortadoğu'ya masa üstünde biçip-kesip sahiplendiler. Ortadoğu'dan çar-naçar çekilen Osmanlı'dan sonra ortalık yangın yerine döndü. Filistinliler, daha ne olduğunu anlamadan, karşılarında İngiliz tüfeklerinin parlayan süngülerini gördüler. İttihad ve Terakki mensupları eliyle itibardan düşürülen Şerif Hüseyin çaresizdi. Daha güneyde, Vahhabi emirleri kurulacak ülkeleri için geri sayımdaydı.

     1950'lere gelmeden, neredeyse bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "İslam Devleti" ya da "Arab Cumhuriyeti" diye geçinen ülkelerin başlarına satılmış devlet başkanları getirildi. Bütün bu hengamenin ortasında, "bizim soyumuz kırılıyor, bize bi yer verin de oraya sığınalım" iddiasındaki Yahudiler, aşağı yukarı ikibin yıl sonra, tekrar Arz-ı Mevud'a geri döndü.

     Yirminci yüzyılın başlamasıyla, ortada Müslümanlara ya da İslam alemine sahip çıkacak bir devlet ya da kuvvet kalmadı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular ve Babürlüler yoktu ortalıkta. Şimdi artık, baş komutanlığını bizzat Kraliçenin yaptığı Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisinden mezun olan Arabistan yarımadasındaki "fellah" yöneticiler, "uzaktan kumandalı diktatörler", Müslümanları Batı'da pis, iğrenç, geri kafalı, şehvet düşkünü, dünya işlerinden anlamaz göstermeye çalışanlar, "dini bidatlerden arındırıyoruz,eski safa haline döndürüyoruz... çağa göre tefsir lazım... mevdu hadislerin peşindeyiz" gibi söz ve faaliyetlerle dini düzeltmeye! çalışan din adamları kalmıştı.

     Batılıların yüzyıllar süren çabaları netice verir gibi olmuştu. Rahat bir nefes alma zamanı gelmişti. Ancak bütün bu çabalara rağmen, dünyadaki Müslüman sayısı artmaya devam ediyordu. Buna bir dur denilmeliydi. Önceden tecrübeliler, zaten sıvalı konumdaki kollarını biraz daha yukarı çekip işe koyuldular:

SELEFİLİK - DİNLERARASI DİYALOG - ILIMLI İSLAM:

     Peki nereden başlamak lazımdı... çok basit... modern dünyanın medeni! insanı neden korkar? Tabi ki şiddetten, terörden, can ve mal emniyetinin inkisara uğramasından. Öyleyse hareket noktası ne olmalıdır? Evet bildiniz; Cihad! İslam dininin temellerinden biri olan cihadı yozlaştırırsanız, "cihad" kelimesini ortalama manasından ifrat ve tefrite çekersiniz, onu bir yandan terör haline sokup, diğer yandan da tamamen kaldırırsanız, alın size bal gibi bir strateji, yepyeni bir paradigma! 

Amerika'ya kök! söktüren
Usame bin Ladin
     1940'lı ve 50'li yıllardan sonra, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'un attığı "reformcu tohumlar" Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Ebu'l ala Mevdudi gibi karakterler, İslam dünyasının teorisyenleri, şekillendiricileri olarak arz-ı endam ettiler. Özellikle Kutub'un ateşli ve heyecanlı yazıları, gençlere büyük ölçüde tesir etti ve bu "pratisyen" gençler, Cemal Abdünnasır'da mütecessim hale gelmiş "tağuti idareler" kavramına savaş açtı. "Zalim hükümdarlara isyan etmek lazımdır, onlara itaat uygun olmaz, bakın Hac suresinin 39. ayeti bunu emrediyor" gibi retoriklerle, Batılıların İslamiyet'le olan mücadelesinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Sudan'dan, Afganistan'a, Yemen'den Irak'a, neredeyse bütün İslam coğrafyasında, kendini uçurmaya meraklı, kendinden başka herkesten ölesiye nefret eden, gözünü kırpmadan ve neticesini düşünmeden masum ve sivilleri dahi patlatabilen, Müslümanlara "terörist" kılıfını giydirmekte mahir gruplar zuhur etti. Meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations)" teorisi ve talebesi Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man)" kitabındaki bazı iddiaları, bu stratejiyi açıkça göstermektedir.


Papayla el ele!
     Bunlar cereyan ederken, bir taraftan da bizzat Vatikan'daki Papalığın önderlik ve finanse ettiği Dinlerarası Diyalog" çalışmaları başladı. "Misyonerliğin postmodernize edilmiş hali" olarak özetlenebilecek bu çalışmaların gayesi, Papa 2. Jean Paul'un ifadesiyle, "şimdiye kadar İncil'le ve İsa Mesih'le tanışmamış kitlelere ulaşmak ve onları kiliseye döndürmek"ti. Türkiye'de ve genel olarak İslam Dünyasında ise, işin bu tarafını duymamış olanlar, "Dinlerarası Diyalog" kavramı ile 90'ların sonuna doğru tanıştı. "Hristiyan ve Yahudilerle, yani Ehl-i Kitapla zaten Hz. İbrahim'de birleşiyoruz, onlarla diyalog yapmak ve hoşgörülü olmak suretiyle onların kalplerini İslamiyete ısındırıyoruz, Hz. Peygamber'in gözünde onlar zaten farklıydı" gibi masum! ifadelerle, bir yığın yazılar ve gazete makaleleri yazıldı, böyle bir kalkışmaya asla rıza göstermeyecek ortalama Müslümanların rızası alınmaya çalışıldı. Bu faaliyet kapsamında, bizzat diyalog projesinin mimarı ve lideri görünümlüler Papa'yı ziyaret etti, onu övdü, "kelime-i tevhidin ikinci kısmı (yani Muhammedün Resulullah) söylenmese da iman olur, böyle inanan Ehl-i Kitab da cennete gidecektir" iddialarını gündeme getirdi. 

     "Cihad" kavramının neredeyse tamamen silinmesi yönündeki gayretlerin, Dinlerarası Diyalog'la kolkola ve biraz daha siyasi ve devlet yönetimine müteallik kısmına ise "Ilımlı İslam" ismi verildi. Dersine çalışmamış, üstüne üstlük yaramazlık yapan ve haliyle tahta önünde tek ayak üstünde cezasını çeken, başını önüne eğmiş, haylaz talebenin "Valla bi daha yapmiycam... şeytana uyduk bi kere... söz daha yapmam" savunmasındaki, mahcubiyetten yanakları kızarmış halidir "Ilımlı İslam"!

Nereden nereye... ve kim bilir daha nereye..!

 


9 Ağustos 2013 Cuma

Selefilik ve Selefiler

     Günümüz dünyası, reforme olmuş, çağa bir şekilde intibak etmeye çalışan Selefiliğin önlenemez yayılışı ve yükselişine şahitlik ediyor. İslam dünyasının parça parça olmuş, zayıflamış, ele güne muhtaç ve zelil olmuş haline, gençlerin ve yeni müslüman olanların tepkisi genelde (bilinçli ya da değil) "Selefice" oluyor. Batı'da kimlik muhafazasına ve kendini ezdirmemeye çalışanların hareket şekli "Selefice" oluyor. Ülkesinin işgal altında olduğunu düşünenlerin mukavemeti, genelde "Selefice" oluyor...hasılı Selefilik altın çağını yaşıyor. Peki, kim bu arkadaşlar ve yolları-yordamları nedir?

     Esas olarak "Selefilik" ya da daha doğrusu "Selefiyye", Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhebler Tarihi kitabında yazdığına göre, hicri dördüncü asırda, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazılarının kendilerine bu ismi vermesi ile başlar. Fakat asıl manada, Harranlı Ahmed İbn-i Teymiyye ve sadık talebesi İbn-i Kayyım el Cevziyye'nin ortaya çıkardığı ekoldür denilebilir. İmam Ebül Hasen Sübki'nin değimiyle "ilmi, aklından çok olan" İbn-i Teymiyye, önceleri bir Hanbeli alimi iken, sonradan zıvanadan çıkıp, kendine has bir yol tutmaya başladı. Daha evvel kimsenin söylemediği şeyler söylemeye başladı; "Allah, zerrelerden müteşekkil bir cisimdir, yer değiştirir, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur", "cehennem sonsuz değildir, bir gün biter" gibi şeyler söylemeye, tasavvuf alimlerini inkar etmeye ve tevessül, istigase, teşeffü gibi kelimelere gıcık gitmeye başladı. Eshab-ı kiramın büyüklerine dahi çattı.

     "Selefiyye" kelimesine gelince: "Selef" kelimesi bilindiği gibi, "önceki, önden gelen" manasına gelir. Bu kelime üzerinden yapılan dezenformasyon ve illüzyon, bugün, en muteber kabul edilen kaynaklarda bile olduğu gibi kabul edilmiştir. Bu yolu takip eden ve bu konu hakkında bilgisi olmayıp, Selefilerin dümen suyuna girenlere göre Selefiyye; "Eşari ve Matüridi mezhebleri kurulana kadar müslümanların tabi olduğu yol" imiş. Hatta buna "Ehl-i Sünnet-i Hassa" da deniliyormuş. Din ve tarih bilgisi zayıf olan ya da bilgisi olmayan için gayet masum bir ifade. Ancak biraz araştırma yaptınız mı, altından inanılmaz bir bilgi kirliliği ve manipülasyon çıkıyor. Evvela, "Eşari ve Matüridi mezhebleri sonradan kurulmuştur" demek son derece yanlıştır çünki Ebul Hasen-i Eşari ve Ebu Mansur Matüridi mezheb kurmadı, var olan Ehl-i Sünnet itikadını kitaplara geçecek şekilde tasnif edip, yeni müslüman olacakların da anlayabileceği bir şekilde açıkladı.

     Selefilerin bir diğer iddiası; "İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam-ı Gazali kitaplarında Selefiyye yolunu açıkladı" yönündedir. Oysa bu alimlerin kitaplarında yazan kelime veya kalıp; "Selef ve Selef-i salihin"dir (yani hadislerle övülmüş ilk iki asrın müslümanlarına verilen isim). Başka bir değişle, kendilerine yasal zemin arayan, İslam dünyasının gözünü boyamak isteyen Selefi tayfa, "Selef" ve "Selef-i salihin" kelimesini "Selefiyye" yapmak suretiyle, acayip bir laf cambazlığı örneği sergilemiştir. "Selef" kalıbının, Eshab-ı kiram ve Tabiin için kullanıldığı, kaynaklarda gayet açıktır. Dolayısıyla, müctehid ve imamlar, "Selefiyye" mezhebini değil, Selef'in mezhebi olan Ehl-i Sünneti açıklamışlardır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadında Selefiyye diye bir mezheb yoktur.

     Gelelim tarihi gelişimine: İbn-i Teymiyye'nin ve talebesi İbn-ül Kayyım'ın bu yolun temelini kurması ve esaslarını kitaplara geçirmesinden aşağı-yukarı 5 asır sonra Selefilik, başka bir oluşumun göz boyayıcı unsuru olarak tekrar canlandı. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arabistan Yarımadasının doğu tarafından, Necid denilen bölgeden çıkan Muhammed bin Abdülvehhab, yanına Deriyye denilen yerin kabile reisi Muhammed bin Suud da alıp, İslamiyetten nasibini almamış, kalpleri kaskatı olmuş, ahlakı düşük Bedevilere yepyeni bir çığır açtı. Bol İngiliz parası ve silahı ile kısa sürede tesis edilen yolun ismi, işin içyüzünü, kuruluş amacını ve mahiyetini bilenler için "Vehhabilik", bunlardan haberi olmayan ve bunu masum bir hareket gibi görenler için ise, Selefilik ve Selefiliğin tekrar ihyası olarak görüldü (uydurulan kılıf tam olarak şöyleydi: itikadda Ehl-i Sünnetin Selefi mezhebinde, amelde ise Hanbeli mezhebinde).

Suudi Arabistan'ın kurucusu
Abdülaziz bin Suud
     Muhammed bin Abdülvehhab, İbn-i Teymiyye'nin açtığı, tasavvuf, istigase, şefaat düşmanlığı ilkelerini daha da ilerilere götürdü. Mezheb imamlarını da paylamaya çalıştı. Kendisi ve kaideleri gelene kadar olan zamanda yaşayanların türbelere, mezarlara tapındığını ve müşrik olduğunu ilana kalkıştı. Ehl-i Sünnet ve Şia'yı müşriklikle suçladı. Bu yafta en çok çöl bedevilerini sevindirdi. Gün yüzü görmemiş çöl insanları için Dolce Vita başlıyordu! Nasıl olsa artık yasal zemin de sağlanmıştı, çapulcular, yerleşim yerlerini yağma ediyor, kadınları cariye niyetine, malları da ganimet niyetine paylaşıyordu. Osmanlı Devletinin içteki karışıklıklar ve Rusya ile olan sorunlarından dolayı, Vehhabi eşkıyalar kısa sürede Haremeyn-i şerifeyne dayandı. Neticede, çatışmalar, entrikalar falan filan derken 1932'de birçokları için ilk Selefi devlet sayılacak olan Suudi Arabistan kuruldu.

     Suudiler, zamanla sertlik ve kılıç-kalkan mücadelesini azalttılar. Baktılar ki, nafile hac, umre paralarının yanına petrol gelirleri de artıyor, yaldızlı, kuşe kağıtlı, lüx baskılarla, kitaplarını dünyanın her yerine yaymaya, her yerde merkezler kurmaya başladılar. Davalarının teorik düzlemini oluşturmaya, gençleri etkilemeye çalıştılar...ve zaman da onların lehine işledi! Saf ve katıksız Vehhabi-Selefi devletlerin dinleri kaynaklarda "Sünni" olarak gösterildi. 20. yüzyılın fitne ve bid'at üretme merkezi Mısır'dan çıkan Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Kutub, Hasan El Benna'nın da işe karışmasıyla satıh iyice büyüdü.

     Derken...dünyada Komünizm ve Sosyalizm çöktü (birkaç işlevsiz artık bırakarak). Soğuk savaş dönemi sona erer ermez, tekrar bir düşman çıkarmak gerekiyordu ve bu düşman da hemen kendini -sözde- "yeşil" renkte gösteriverdi: El Kaide, terör eylemleri, Kenya ve Tanzanya saldırıları, Taliban, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Yemen...ortalık karışıvermişti hemen!

     Son dönem Selefiliğin altın çağı başlamak üzereydi...SSCB artığı Rusya ile savaşa tutuşan Çeçenistan'da, Sırp zulmü altındaki Bosna'da, Pakistan ve Afganistan dağlarında ve Irak topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı çıkılan mücadele, Selefi görünümlü Vehhabi oluşumun en sevdiği manzaraydı çünki bir vatan savunması söz konusuydu ve haliyle "bir kişi bir kişidir" düz mantığı geçerliydi. Fakat masum savunma mücadeleleri, bazı yerlerde, zamanla deforme olmaya, masum sivillerin katlinden, intihar bombacısı kılığında ortalığı teröre boğmaya kadar gitti. Daha da ötesi, Selefilerin yerleştiği yerlerde, bol Suudi parası ve yardımıyla teorik yayılım da hızlandı. Vatan savunması ve cihad gibi kavramlar, kanı kaynayan ve bir şeyler yapmak kaygısındaki genç delikanlıların bu tuzağa kolayca düşmesine sebep oldu.

     Bunların dışında, İslamiyetin Batı'da hızla yayılması esnasında da Selefiler etkin rol aldı. Temas ettikleri gençlerin de İslamiyeti bu şekilde öğrenmesine ve yaşadıkları çevreleri ile sıkıntılar yaşamasına neden oldular.

Seyyid Kutub ve
Yoldaki İşaretler
     Peki bir Selefi'yi ya da bilmeden kendini bu yola kaptıran fakat haberi olmayan ya da en azından Selefi zihniyetin bir şekilde tesirinde kalmış olanları nasıl tanırsınız? Alın size birkaç ipucu: Bir kişi eğer sürekli "tagut"tan (Allah'tan başka ibadet edilen şeyler ya da insanı Allah'tan uzaklaştıran şeyler anlamında kullanılan ve Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçen kelime) bahsediyorsa ve tagutu, günümüz İslam Dünyası denilen bölgedeki ülkelerin birçoğunun rejimleri ve idare şekilleri olarak tasvir ediyorsa, Seyyid Kutub, Hasan El Benna, Abdullah Azzam, Ürdünlü Hattab, İzeddin El Kassam, Yoldaki İşaretler'den bahis açıyor ve buralardan referans alıyorsa, Tasavvufa, Muhyiddin-i Arabi'ye ve Vahdet-i vücuda ve dört mezheb imamına laf arasında geçirmeye çalışıyorsa, ictihad kapısının kapanmadığından ve kapanmaması gerektiğinden söz ediyorsa, Kur'an-ı Kerim'den, kendi kafasına ve anladığına göre mana çıkarmaya çabalıyorsa, sakal kazımaya haram diyorsa, Türkiye ya da benzer ülkelerde oy kullanmanın şirke girmeye kadar götürdüğünü iddia ediyorsa, İbn-i Teymiyye'ye Şeyh-ül İslam ve büyük imam diyorsa, amel imanın parçasıdır...bu ve buna benzer, ortalama bir Anadolu insanından ya da medrese tahsili görmüş, dört mezheb imamının ve bunların  talebelerinin kitaplarını okumuş ve kıyısında-köşesinden tasavvufa bulaşmış ya da en azından tasavvuf büyüklerini seven kimselerden duymak imkanı olmayan bu gibi iddialara sahibi ise, bu kişinin, en azından farkında olmadan Selefi zihniyete yatkın olduğu anlaşılabilir.