Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Selefi-Vahhabi Follow my blog with Bloglovin
Selefi-Vahhabi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selefi-Vahhabi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2013 Cuma

Selefilik ve Selefiler

     Günümüz dünyası, reforme olmuş, çağa bir şekilde intibak etmeye çalışan Selefiliğin önlenemez yayılışı ve yükselişine şahitlik ediyor. İslam dünyasının parça parça olmuş, zayıflamış, ele güne muhtaç ve zelil olmuş haline, gençlerin ve yeni müslüman olanların tepkisi genelde (bilinçli ya da değil) "Selefice" oluyor. Batı'da kimlik muhafazasına ve kendini ezdirmemeye çalışanların hareket şekli "Selefice" oluyor. Ülkesinin işgal altında olduğunu düşünenlerin mukavemeti, genelde "Selefice" oluyor...hasılı Selefilik altın çağını yaşıyor. Peki, kim bu arkadaşlar ve yolları-yordamları nedir?

     Esas olarak "Selefilik" ya da daha doğrusu "Selefiyye", Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhebler Tarihi kitabında yazdığına göre, hicri dördüncü asırda, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazılarının kendilerine bu ismi vermesi ile başlar. Fakat asıl manada, Harranlı Ahmed İbn-i Teymiyye ve sadık talebesi İbn-i Kayyım el Cevziyye'nin ortaya çıkardığı ekoldür denilebilir. İmam Ebül Hasen Sübki'nin değimiyle "ilmi, aklından çok olan" İbn-i Teymiyye, önceleri bir Hanbeli alimi iken, sonradan zıvanadan çıkıp, kendine has bir yol tutmaya başladı. Daha evvel kimsenin söylemediği şeyler söylemeye başladı; "Allah, zerrelerden müteşekkil bir cisimdir, yer değiştirir, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur", "cehennem sonsuz değildir, bir gün biter" gibi şeyler söylemeye, tasavvuf alimlerini inkar etmeye ve tevessül, istigase, teşeffü gibi kelimelere gıcık gitmeye başladı. Eshab-ı kiramın büyüklerine dahi çattı.

     "Selefiyye" kelimesine gelince: "Selef" kelimesi bilindiği gibi, "önceki, önden gelen" manasına gelir. Bu kelime üzerinden yapılan dezenformasyon ve illüzyon, bugün, en muteber kabul edilen kaynaklarda bile olduğu gibi kabul edilmiştir. Bu yolu takip eden ve bu konu hakkında bilgisi olmayıp, Selefilerin dümen suyuna girenlere göre Selefiyye; "Eşari ve Matüridi mezhebleri kurulana kadar müslümanların tabi olduğu yol" imiş. Hatta buna "Ehl-i Sünnet-i Hassa" da deniliyormuş. Din ve tarih bilgisi zayıf olan ya da bilgisi olmayan için gayet masum bir ifade. Ancak biraz araştırma yaptınız mı, altından inanılmaz bir bilgi kirliliği ve manipülasyon çıkıyor. Evvela, "Eşari ve Matüridi mezhebleri sonradan kurulmuştur" demek son derece yanlıştır çünki Ebul Hasen-i Eşari ve Ebu Mansur Matüridi mezheb kurmadı, var olan Ehl-i Sünnet itikadını kitaplara geçecek şekilde tasnif edip, yeni müslüman olacakların da anlayabileceği bir şekilde açıkladı.

     Selefilerin bir diğer iddiası; "İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam-ı Gazali kitaplarında Selefiyye yolunu açıkladı" yönündedir. Oysa bu alimlerin kitaplarında yazan kelime veya kalıp; "Selef ve Selef-i salihin"dir (yani hadislerle övülmüş ilk iki asrın müslümanlarına verilen isim). Başka bir değişle, kendilerine yasal zemin arayan, İslam dünyasının gözünü boyamak isteyen Selefi tayfa, "Selef" ve "Selef-i salihin" kelimesini "Selefiyye" yapmak suretiyle, acayip bir laf cambazlığı örneği sergilemiştir. "Selef" kalıbının, Eshab-ı kiram ve Tabiin için kullanıldığı, kaynaklarda gayet açıktır. Dolayısıyla, müctehid ve imamlar, "Selefiyye" mezhebini değil, Selef'in mezhebi olan Ehl-i Sünneti açıklamışlardır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadında Selefiyye diye bir mezheb yoktur.

     Gelelim tarihi gelişimine: İbn-i Teymiyye'nin ve talebesi İbn-ül Kayyım'ın bu yolun temelini kurması ve esaslarını kitaplara geçirmesinden aşağı-yukarı 5 asır sonra Selefilik, başka bir oluşumun göz boyayıcı unsuru olarak tekrar canlandı. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arabistan Yarımadasının doğu tarafından, Necid denilen bölgeden çıkan Muhammed bin Abdülvehhab, yanına Deriyye denilen yerin kabile reisi Muhammed bin Suud da alıp, İslamiyetten nasibini almamış, kalpleri kaskatı olmuş, ahlakı düşük Bedevilere yepyeni bir çığır açtı. Bol İngiliz parası ve silahı ile kısa sürede tesis edilen yolun ismi, işin içyüzünü, kuruluş amacını ve mahiyetini bilenler için "Vehhabilik", bunlardan haberi olmayan ve bunu masum bir hareket gibi görenler için ise, Selefilik ve Selefiliğin tekrar ihyası olarak görüldü (uydurulan kılıf tam olarak şöyleydi: itikadda Ehl-i Sünnetin Selefi mezhebinde, amelde ise Hanbeli mezhebinde).

Suudi Arabistan'ın kurucusu
Abdülaziz bin Suud
     Muhammed bin Abdülvehhab, İbn-i Teymiyye'nin açtığı, tasavvuf, istigase, şefaat düşmanlığı ilkelerini daha da ilerilere götürdü. Mezheb imamlarını da paylamaya çalıştı. Kendisi ve kaideleri gelene kadar olan zamanda yaşayanların türbelere, mezarlara tapındığını ve müşrik olduğunu ilana kalkıştı. Ehl-i Sünnet ve Şia'yı müşriklikle suçladı. Bu yafta en çok çöl bedevilerini sevindirdi. Gün yüzü görmemiş çöl insanları için Dolce Vita başlıyordu! Nasıl olsa artık yasal zemin de sağlanmıştı, çapulcular, yerleşim yerlerini yağma ediyor, kadınları cariye niyetine, malları da ganimet niyetine paylaşıyordu. Osmanlı Devletinin içteki karışıklıklar ve Rusya ile olan sorunlarından dolayı, Vehhabi eşkıyalar kısa sürede Haremeyn-i şerifeyne dayandı. Neticede, çatışmalar, entrikalar falan filan derken 1932'de birçokları için ilk Selefi devlet sayılacak olan Suudi Arabistan kuruldu.

     Suudiler, zamanla sertlik ve kılıç-kalkan mücadelesini azalttılar. Baktılar ki, nafile hac, umre paralarının yanına petrol gelirleri de artıyor, yaldızlı, kuşe kağıtlı, lüx baskılarla, kitaplarını dünyanın her yerine yaymaya, her yerde merkezler kurmaya başladılar. Davalarının teorik düzlemini oluşturmaya, gençleri etkilemeye çalıştılar...ve zaman da onların lehine işledi! Saf ve katıksız Vehhabi-Selefi devletlerin dinleri kaynaklarda "Sünni" olarak gösterildi. 20. yüzyılın fitne ve bid'at üretme merkezi Mısır'dan çıkan Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Kutub, Hasan El Benna'nın da işe karışmasıyla satıh iyice büyüdü.

     Derken...dünyada Komünizm ve Sosyalizm çöktü (birkaç işlevsiz artık bırakarak). Soğuk savaş dönemi sona erer ermez, tekrar bir düşman çıkarmak gerekiyordu ve bu düşman da hemen kendini -sözde- "yeşil" renkte gösteriverdi: El Kaide, terör eylemleri, Kenya ve Tanzanya saldırıları, Taliban, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Yemen...ortalık karışıvermişti hemen!

     Son dönem Selefiliğin altın çağı başlamak üzereydi...SSCB artığı Rusya ile savaşa tutuşan Çeçenistan'da, Sırp zulmü altındaki Bosna'da, Pakistan ve Afganistan dağlarında ve Irak topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı çıkılan mücadele, Selefi görünümlü Vehhabi oluşumun en sevdiği manzaraydı çünki bir vatan savunması söz konusuydu ve haliyle "bir kişi bir kişidir" düz mantığı geçerliydi. Fakat masum savunma mücadeleleri, bazı yerlerde, zamanla deforme olmaya, masum sivillerin katlinden, intihar bombacısı kılığında ortalığı teröre boğmaya kadar gitti. Daha da ötesi, Selefilerin yerleştiği yerlerde, bol Suudi parası ve yardımıyla teorik yayılım da hızlandı. Vatan savunması ve cihad gibi kavramlar, kanı kaynayan ve bir şeyler yapmak kaygısındaki genç delikanlıların bu tuzağa kolayca düşmesine sebep oldu.

     Bunların dışında, İslamiyetin Batı'da hızla yayılması esnasında da Selefiler etkin rol aldı. Temas ettikleri gençlerin de İslamiyeti bu şekilde öğrenmesine ve yaşadıkları çevreleri ile sıkıntılar yaşamasına neden oldular.

Seyyid Kutub ve
Yoldaki İşaretler
     Peki bir Selefi'yi ya da bilmeden kendini bu yola kaptıran fakat haberi olmayan ya da en azından Selefi zihniyetin bir şekilde tesirinde kalmış olanları nasıl tanırsınız? Alın size birkaç ipucu: Bir kişi eğer sürekli "tagut"tan (Allah'tan başka ibadet edilen şeyler ya da insanı Allah'tan uzaklaştıran şeyler anlamında kullanılan ve Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçen kelime) bahsediyorsa ve tagutu, günümüz İslam Dünyası denilen bölgedeki ülkelerin birçoğunun rejimleri ve idare şekilleri olarak tasvir ediyorsa, Seyyid Kutub, Hasan El Benna, Abdullah Azzam, Ürdünlü Hattab, İzeddin El Kassam, Yoldaki İşaretler'den bahis açıyor ve buralardan referans alıyorsa, Tasavvufa, Muhyiddin-i Arabi'ye ve Vahdet-i vücuda ve dört mezheb imamına laf arasında geçirmeye çalışıyorsa, ictihad kapısının kapanmadığından ve kapanmaması gerektiğinden söz ediyorsa, Kur'an-ı Kerim'den, kendi kafasına ve anladığına göre mana çıkarmaya çabalıyorsa, sakal kazımaya haram diyorsa, Türkiye ya da benzer ülkelerde oy kullanmanın şirke girmeye kadar götürdüğünü iddia ediyorsa, İbn-i Teymiyye'ye Şeyh-ül İslam ve büyük imam diyorsa, amel imanın parçasıdır...bu ve buna benzer, ortalama bir Anadolu insanından ya da medrese tahsili görmüş, dört mezheb imamının ve bunların  talebelerinin kitaplarını okumuş ve kıyısında-köşesinden tasavvufa bulaşmış ya da en azından tasavvuf büyüklerini seven kimselerden duymak imkanı olmayan bu gibi iddialara sahibi ise, bu kişinin, en azından farkında olmadan Selefi zihniyete yatkın olduğu anlaşılabilir.




14 Ekim 2012 Pazar

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 3



     Endonezya: En kalabalık müslüman nüfusa sahip ülke. Ortadoğu'ya ve genel İslam nüfusun yoğun olduğu bölgelere ve etrafında cereyan eden yenilikçi akımlara uzak olduğundan (internet çıkmadan evvel tabi) eskiden kalma Sünni geleneği devam ettirmişlerdir. Yerel gelenek göreneklerle harmanlanmış bu anlayış, dünyayı kocaman bir köy haline getiren ve "internet" denilen bir iletişim ve etkileşim mekanizmasından sonra kendini ne kadar muhafaza edebilir o ayrı konu!
 
   Nijerya: Afrika'nın en kalabalık islam nüfusuna sahip ülkesidir. Buna rağmen genel nüfusun ancak yarısını oluştururlar. Ülkede zaman zaman Müslüman ve Hristiyan nüfus arasında çatışmalar çıkar ve her iki taraftan da çok zayiat verilir. Tabi bu çatışmalar, dini etkenlerden olduğu kadar, ülkenin çok kabileli yapısından da kaynaklanır. Selefi gruplar, tıpkı Afrika'nın tamamında olduğu gibi, burada da etkinliğini giderek artırıyor.

     Irak: Tam bir keşmekeş, tam bir curcuna, tam bir dinler ve milletler bahçesi! Öyle bir ülke düşünün ki, neredeyse dünyanın ortasında, neredeyse insanoğlunun dünyadaki yaşantısına başladığı yerde. Sünniler, Şiiler, Yezidiler, Kürtler, Araplar, Türkmenler, Süryaniler, Dürziler, Sâbiiler, Keldaniler, Şabaklar, Bataklık Arapları vs. Her türlü din, her türlü azınlık, her türlü etnik grup ve çoğu da birbirine düşman. Böyle bir ortamda, bırakın siyasi istikrarı, ülke toparlamak bile zor.

     Irak'ta, hem sayı olarak hem de etkinlik olarak Şiiler üstün. Her ne kadar Bağdat gibi, Sünni İslam'ın kalelerinden birini barındırsa da, Necef gibi de Şiiler'in akın akın gittiği ve kutsal kabul ettiği bir yer var. Özellikle Amerikan kuvvetlerinin bölgeye gelmesinden sonra, Selefi-Vahhabi gruplar iyice devreye girerken, Şiiler de giderek sertleşti. Dolayısıyla ülkede huzur falan hak getire. Hergün yüzlerce ölü, onlarca patlama.

     Suriye: Günümüz Ortadoğu'sunun en problemli yeri. 1960'larda idareyi ele alan seküler Baas rejimi ve Nusayri (Aleviliğin aşırı bir kolu) Esedgiller familyası, memleketi diğer etnik gruplara ve ana unsur olan Sünniler'e zehir etmekle meşgul.

     Balkanlar: İslamiyet'in, genellikle etraftakilere zarar vermeden [diğer yozlaşmalar (Vahhabilik ve Şiilik gibi) genellikle etrafa zarar vererek büyüdükleri ve ana karakterlerinden biri reaksiyonel şiddet olduğu için] yozlaştığı yerlerdir buralar. Hem Slav ırkı gibi genellikle tembel, kibirli, cahil, içki ve sefahete düşkün insanlarla karışmaları, hem Samavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in ve takipçilerinin Balkanlar'ın tamamına yayılan fikirleri ve hem de Anadolu'dan gelen ve kendilerine "Bektaşi" denilen Alevi dedelerinin tasavvufa ve dervişliğe düşkün yerlerdeki tekkelere sızması (tabi bunda, ahkam ve fıkıh öğrenmeden tekke ve zaviyelerde tasavvufa daldığını sanan tahsilsiz, dostu düşmandan ayıramayan güruhun etkisi de çok fazla) bu yozlaşmada en önemli faktörlerdir. Sünni gibi görünen bölgelerde dahi Alevi-Bektaşi bulaşıklığı olmayan bir öğreti yok gibidir. Yaklaşık 40-45 sene süren Komünizm macerası, bu yozlaşmayı daha da körükledi. 1990'ların hemen başında Komünizm ve Sosyalizm'in çöküşü, bu ülkelerdeki Vahhabi yatırımların hızlanması ve Sünni gibi görünen Selefi yapılanmanın da giderek bölgeye sızması sonucunu doğurdu.

     Ayrıca Bosna'ya da bir cümle ile değinecek olursak; Bosna, Balkan Yarımadasının Mısır'ı gibi çalışmakta, Sünni ağırlıkta gibi görünen ülkede, reformcu fikirler hemen zemin bulmakta ve yayılmaktadır.

     ABD: Birleşik Devletler'de Müslüman sayısı hızla artmakta, eline yalan-yanlış bir meal alan insaflı kimseler ya da yüksek tahsilli, kariyer sahibi kimseler, Hristiyanlığın ne ruha ne de bedene hitap eden muğlak ve akla uymayan öğretilerinden kaçmakta, susamış ruhlarını serinletecek olan İslamiyete koşmaktadır. Bunun yanı sıra gündelik hayatında, iş, internet, bilgisayar, teknoloji, karşı cinsle münasebetler gibi yerlerde kendini kaybeden Amerikalılar'ın büyük kısmı da İslamiyeti hapishanelerde tanımaktadır. Yukarıdaki meşgalelerden kurtulunca, sudan çıkmış balığa dönen ve kendine gelmeye başlayıp, "ben ne olacağım, niye varım, nereye gidiyorum" gibi sorgulamalarla ve daha evvel bu soruları kendine soranların da yol göstermesi ile, bu suallere cevap vermekten çok uzak olan Hristiyanlığı bırakmakta ve Müslüman olmaktadır.



6 Ekim 2012 Cumartesi

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 2



     Mısır: Batısında kalan Sünni ağırlıklı ülkeler ile doğusundaki Vahhabiliğin ortasında, 19. yüzyılın sonlarında ve takip eden yüzyılın başlarındaki reformcu hareketleri ile El Ezher Üniversitesi gibi bir değeri de bulandıran ve İslam dünyasında "ben de varım, ben de başım" çıkışları yapmaya çalışan bir ülke. İslamiyetin yayıldığı coğrafyalarda, 20. yüzyıldaki reformcu, yenilikçi fikirlerin ekserisi buradan çıkmış ve milyonları etkilemiştir. Kahire müftüsü Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut, Hasan el Benna ve Seyyid Kutub gibi reformcular hep buradan türedi.

     Osmanlı sonrası İngiliz sömürgeciliğini Sosyalizm ve Arab Milliyetçiliği ile aşmaya çalışıp, uzun soluklu diktatörlüklere yelken açan, 2011 yılında Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki ülkeleri kasıp kavuran "Arap Baharı" sonrasında Hasan el Benna'nın kurduğu "İhvan-ül Müslimin" (Müslüman Kardeşler) denilen siyasi oluşumda (şimdilik) karar kılan, Abdülbasit Abdüssamed, Ümmü Gülsüm ve Mustafa İsmail gibi seslerin ve Hz. Osman'ı şehid eden Kıptiler'in memleketi.

     Mısır, literatürde Sünni olarak gözükse de reformist hareketlerle birlikte Selefi zihniyet de oldukça yayılmıştır.

     Afganistan: Erken dönemde İslamiyet ile tanışmış ve o topraklara hakim olan büyük imparatorlukların parçası olmuş, sıkı bir Sünni gelenekten gelen ülkedir. 1970'lerin ikinci yarısından itibaren, Sovyet Rusya'nın yardımı ve tazyikiyle giderek yükselen Marksist-Komünist hareketin hükümet kurması ve bazı radikal kararlar vermesi üzerine iç savaş başladı ve kısa zaman sonra SSCB duruma müdahale etmek niyetiyle Afganistan topraklarına girdi. Afgan mücahidler, dünya müslümanlarının maddi ve manevi desteği ile on seneye yakın, Sosyalizm'in dünyadaki en güçlü temsilcisine kafa tuttu.

     Bundan sonra başlayacak süreç, Afganistan'a hiç hayır getirmedi. Zira, ithal Selefi-Vahhabi zihniyet ülkeyi esir almaya başlayınca, "orta yol"dan aşırılığa ve yobazlığa kaymalar başladı. Özellikle de 11 Eylül 2001'de, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi denilen ikiz gökdelenlere ve Pentagon'a eş zamanlı yapılan saldırılardan sonra, Müslüman=terörist olgusu iyice ayyuka çıkarak Afganistan'ı "yeşil terörizm"in kaynaklardan biri olarak gösterme stratejisi, bu işin işbirlikçi kaynaklarını gizlemek ve "aa, şu iptekine bak" güdümü zirveye ulaştı. Paranoyalar, komplo teorileri, "bin Ladin'in peşindeyiz, valla size bir zararımız olmaz" vaadleri biribirini takip etti. Bir taraftan NATO Kuvvetleri, diğer taraftan Taliban denilen garabet, ülkeyi mahvetti. Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi bir değeri çıkarmış topraklar, tepeden inme (daha doğrusu dışarıdan ithal) Selefiliğe ve dolayısıyla Vahhabiliğe mahkum oldu.

     Afganistan'da ayrıca, güçlü olmasa da, Caferi Şii oluşumlar ve taa Büyük İskender'den kaldığına inanılan ve ekserisi sarışın, mavi gözlü olan, puta tapan, enteresan ve ufak bir azınlık da var.

     Pakistan: Dünyanın ikinci en kalabalık Müslüman nüfusu ünvanına sahip olan ve 1947'de Şii Ali Cinnah'ın önderliğinde ve İngiliz sponsorluğunda, Hindistan'dan koparılan ülke. Zira Bangladeş, Pakistan ve Hindistan'dan oluşan bir devlet, hem Müslümanları ana unsur haline getireceğinden ve hem de bir ağırlık ve çekim merkezi olacağından, Britanya'nın gözünü korkutmaya yetiyordu.

     Ülkede güçlü bir Sünni gelenek olmasına rağmen, nüfus olarak azınlık fakat etki olarak her zaman güçlü ve baskın bir Şii topluluk vardır. Ebu'l Ala Mevdudi'nin kurduğu Cemaat-i İslami ve Hindistan menşeli Tebliğ-i Cemaat denilen oluşumlar da oldukça faaldir. Ayrıca, 1900'lerin başında Müslümanları parçalamak için oluşturulan ve Kadıyani (ya da Ahmedi) ismi verilen azınlık ile genel nüfusa oranla az sayılabilecek Hindu, Hristiyan ve Bahai nüfus da mevcut. Chitral eyaletindeki Kalaşlar, Afganistan'ın kuzeyinde, Pakistan sınırında yerleşmiş olan sarışın, mavi gözlü, enteresan pagan azınlığın akrabalarıdır.

       2001 yılının Eylül ayındaki saldırıların ardından, ABD'nin hedeflerinden biri de El Kaide ve dolayısıyla Pakistan'dı. Vahhabi hareket burada da rahat durmayarak, ülkeyi "geri kalmış", "örümcek kafalı" olarak göstermekte iyi çalıştı.