Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

11 Kasım 2018 Pazar

Yüksek Değerlerden İstifa Eden Bir Millet; TÜRKLER


     Bir zamanlar, yüksek erdem, yüksek ahlak, yüksek değerlere sahip bir millet vardı! Son din olan İslamiyeti tüm varlığı ile kabul eden, o dini her tarafa yaymak, bir kişinin daha kurtulması için canını seve seve veren, sıcacık yatağında yatmak varken, rahatından kendi arzusu ile feragat edip, elinde kılıcı ile, zalim, kan içici diktatörlere meydan okuyan, batılı tir tir titreten bir millet vardı! Asaletin, merhametin, adaletin, şefkatin, mazluma kol kanat germenin, değerleri uğruna göz kırpmadan ölüme gülümseyerek gidenlerin diğer adı; Türk'tü! Dünyanın diğer ucundaki bir haksızlığa ses çıkaran, karanlığı ve fesadı yok etmek için gayret etmenin diğer adı; Türk'tü! Bin sene, "cihad" denilince, akla ilk gelen şeydi; Türk!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün, dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tulgalı beylerbeyi haykırdı "İlerle!"
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelelerle!
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan,
Şimşek gibi, Türk atlarının geçtiği yoldan!

     Peki ne oldu da, bir taraftan Avrupa, Afrika, Asya demeden, hakanın, ordu kumandanlarının emrinde yıllarca seferlerden geri durmayan, ilây-ı kelimetullah uğruna gaza ederken, bir taraftan da sulhte, bırakın insanı, dağdaki hayvanları bile düşünen, onlara acıyan, doyuran bu Türkler bozuldu, erozyona eridi, tanınmaz hale geldi. Nasıl oldu da, mazlumların umudu olan kurtarıcı Türkler, kendine güvenmekten uzak, zelil ve hakir hale düştü? Nasıl oldu da en aşağı kimseler bu milletin başına gelebildi.  

     Evet, Kadir Mısıroğlu yerden göğe haklı, yakın tarihimiz ile alakalı söylediklerinin eksiği var fazlası yok. Ama burada, biraz daha üzerinde durulması gereken büyük bir detay var, o da şu; bu millet kendi isteğiyle İslam'ı kabul etti, bayrağı hiç düşürmeden en uzaktaki burca dikti ancak maalesef yine kendi isteğiyle İslam'ı terk etti, kendi isteğiyle bu nimete sırt çevirdi.

     Türklerin (tabi ki bir ırk olarak anlamak yanlış bu kelimeyi, bir coğrafya ve tarih birlikteliğinin genel adıdır) neden yozlaştığını, çok basitçe hatta bir formül olarak açıklamak gerekirse, bir ayeti zikretmemiz genel olarak kafidir, o da şu; İbrahim suresinin 7. ayeti. Orada mealen şöyle buyruluyor: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!" Ve bununla bağlantılı olarak, Bezzar'da yazılı şu hadis: "Günah işlenirken iyiler susarsa, hepsi helak olur!"

     Peki, şimdi bu perspektiften Osmanlı Devletinin son dönemlerine bir bakalım. Yükselme dönemini yaşamış, zamanının en muhteşem gücü olmayı başarmış, dünyayı titretmiş bir süper güç, "her kemalin bir zevali vardır" kaidesi gereği ağırlaşmaya, hantallaşmaya, tökezlemeye başlar. E kolay değil elbette, Afrika çöllerinden Avrupa içlerine kadar hüküm süren kocamaan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapıyı işleten çarklardan birisi işlemese, birisi tembellik edecek olsa, birisi liyakatsiz ellere düşse, ister istemez çürüme başlar bir yerlerden. Yağma, talan, köleleştirme, emperyalizm üzerine kurulu Avrupa devletlerinin, ayaklarına pranga olan Hristiyanlık dinini belli gün ve olaylara hapsetmesi ile birlikte fen ve teknikte hamle yapması da göz önüne alındığında, işler daha zor bir kıvama geldi.

     İşte burada, İslam'ın bayraktarlığını asırlarca yapmış olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin esas olarak dizleri üzerine çökmesine sebep olan faktörler ortaya çıkmaya başlıyor; okumuşlardaki dinsizlik ile okumamışlardaki bilgisizlik ve haliyle kaht-ı rical. Tahsil için Batı'ya giden gençlerimiz, teknik terakkinin, dinin ferdi ve sosyal hayattan neredeyse tamamen çıkarılmasıyla paralel olarak gelişmesini gördükçe, din ve maneviyat yoksunu hatta ne yazık ki düşmanı olarak yetişmeye başladı. Yüksek tahsille yurduna dönenler, kendi topraklarını küçümsemeye, aşağı görmeye, dinin fen ve bilime mani olduğunu iddia etme yarışına girdi. Çeşitli oluşumlar vesilesiyle, dinle alakası olan her kuruma hatta Halife'ye hücuma koyuldular. 
İpleri başkalarının elinde, Osmanlı muhalifi
Jön Türkler

     İşin daha da vahim tarafı, Osmanlı'nın zayıflamasını fırsat bilen ecnebi mihraklar, çıktığı kabuğu beğenmemeye programlanmış bu körpe beyinleri, kendi emellerine rahatça alet etti. Afilli fifilli törenlerle Mason Localarına kaydolan ve bundan gurur duyan Türk çocukları, yıkanmış beyinleri ile, Osmanlı'nın yeni küstah şekillendiricileri olmaya yeltendi. Bunun neticesi olarak, Osmanlı'nın temel mayası olan, Ehl-i sünnet vel cemaat düşmanlığı revaç buldu. "Orta"dan savrulanlar, soluğu heterodoksinin felah bulmaz çukurlarında aldı. Maalesef bu tayfanın içerisinde, kendilerine "din adamı" denilenler bile vardı. 
Tek başına direnen, halkına sahip çıkan
Sultan Abdülhamid Han

     Okumuşlardaki bu dinsizliğin ve sapkınlığın yanına, okumamışlardaki cehalet ve olayları sıhhatli biçimde tahlil edememe hastalığı da eklenince, çalkantılı dönemin uzun sürmesi beklenemezdi. Uzun lafın kısası, İslam nimetinin kıymetini bilmek bir yana, o nimete sırtını çeviren, Osmanlı Sultanlarını düşman belleyen güruhun içeriden, sair kuvvetlerin de hariçten sonu gelmez saldırıları neticesinde, İslamiyet'in son bekçisi, Müslümanların son sığınağı çöktü. Son dönem İslam alimlerinden Abdülhakim-i Arvasi'nin deyimiyle; "Türkler, kendi istekleriyle İslamiyeti kabul edip bayraktarlığını yaptı, kendi istekleriyle de İslamiyet'ten uzaklaştı!"

     Yukarıda zikrettiğimiz ayetin ikinci kısmının ilk vaadi tecelli etmişti; Allah, nimetinin kıymetini bilmeyenlerin elinden onu alıvermişti. Şimdi ise daha sert, daha ibret verici, daha acı olan ikinci vaat gerçekleşecekti; "... şiddetli azap ederim!" Osmanlı'nın yıkılmasındaki sonraki dönem, tam olarak da bunun tezahürüydü. Ayaklar baş, başlar ayak oldu! Kaht-ı rical, tam manasıyla ipleri aline alıyordu artık.

     İlk önce Osmanlı ile, Osmanlı mirası ile alakalı olan her şey kötülendi, reddedildi. 600 sene İslamiyete hizmet eden, bu uğurda kendi öz kardeşlerini dahi gözden çıkarabilen bir soyun asil ve övülmüş evlatları sürüldü. Çoğu sürgünde, beş parasız olarak vefat etti. Osmanlı hakanları, kötü, cinsi sapık, çıkarcı, ahlaksız, kan emici olarak tasvir edildi.  

     Bundan sonraki aşama daha da acıydı. Türklerin İslam dini ile olan tüm bağları, sistematik olarak koparılmaya başlandı. Allah'ın dini, kitabı ve peygamberi ile açıktan alay edildi. "Diyanet İşleri" ismiyle tesis edilen kurum dahi, İslamiyeti bozmak için gayret etti. "İbadetlerinizi öz Türkçe yapın" sloganları eşliğinde, Kur'an-ı kerim ve Ezanı unutturmak için, bunların Türkçe karşılığı olarak uydurulan tercüme ve kelimeler ihdas edildi. İslam harfleri, çeşitli bahanelerle yürürlükten kaldırılarak, uzun asırlar boyunca oluşan eşsiz bir medeniyet, kültür ve miras, Latin alfabesi denilen sığlığa hapsedildi. Mecelle'ye alışmış olan bünyeler, İsviçre'nin bir kantonunun devşirme ve "medeni" diye yutturulan bir kanuna hapsedildi. "Şapkalı" gayri müslimlerle cihad edecek umuduyla teveccüh görenler, aynı şapkayı kendi milletine başına zorla geçirdi. Şapka giymeyi reddedenler, nümayiş yapanlar en ağır cezalara çarptırıldı. Sadece erkekler değil, dikkatinizi çekerim, Şapka Kanununa muhalefet eden kadınlar bile bundan payını aldı. Sinema, tiyatro, müzik vs... Tüm propaganda aletleri, Müslümanlığı aşağılıyor, Müslümanla "aşağı", "örümcek ve geri kafalı", "iptidai adam" gibi sıfatlarla dalga geçiliyordu.

     "Demokrasi" isimli şahane bir makyaja sahip ama Sovyetler Birliği Komünizmi kadar baskıcı, Hitler Almanyası kadar ırkçı bir tek parti rejimi tesis edildi. Türk Dilini ihya diye, abuk subuk kelimeler uyduruldu. 60 binin üzerinde mezar açıldı ve kafatasları ölçüldü... "Acaba bu mezardaki kişi gerçekten Türk mü" diye! "İstiklal Mahkemeleri" olarak anılan, önce asan sonra yargılayan bir seyyar mahkemeler  tertibatı marifetiyle, binlerce masum idam sehpasında darağacında sallandırıldı. Josef veya Adolf veya Mao değil, adı "Ali" olanlar, asılsız ve sudan bahanelerle cellatlığa soyundu. 
Binlerce masumun kanına giren
"Üç Aliler" ve İstiklal Mahkemeleri

      İnanılır gibi değil... Çok değil, 10-15 sene zarfında yaşanan gelişmeleri görebiliyor musunuz? Belli bir coğrafyada, bu denli köklü bir değişiklik, bu kadar kısa bir sürede nasıl oldu? Nasıl oldu da, "İslam" denilince akla gelen bir coğrafyada, din eğitimi vermek, mukaddesata sahip çıkmak, İslam Dinini çağrıştıracak herhangi bir fiiliyat ve dış görünüş yasaklandı? Cevabı gayet basit... Formülü tekrar hatırlatalım:

      İbrahim suresinin 7. ayeti: "Nimetlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim!"

     

8 Ekim 2018 Pazartesi

Atalarımıza Mâl Edilen Maksatlı Sözler, Uydurma Atasözleri ve Yanlış Anlaşılan Kalıplar

     "Atasözü" olarak bildiğimiz, yüzyılların birikimini, tecrübesini, bilgeliğini, adeta çok faydalı ve tesirli bir hap gibi birkaç kelimeye toplayan yol gösterici sözler, günlük hayatımızda, bilhassa daha yaşlı, deneyimi ziyade olanlar tarafından sıkça kullanılır. Daha genç ve tecrübesiz olanların ders alması hedeflenir genelde. Halihazırda yapılmış veya yapılması muhtemel olan hatalardan dönmek gayesi güdülürken, mümkün olan en az kelimeyle, en geniş mana verilmek istenir.

     Yine aynı bağlamda, genelde mecazi bir anlama işaret eden, çoğu zaman ilgi çekici söz öbeklerine de "deyim" denildiği malum.

     Her iki tanım da, toplumların ahlaki ve dini değerleri ile çok sıkı bir ilişki içerisindedir ve ait olduğu insanlar topluluğunun moral değerleri hakkında bilgi verir. Mesela, bizim gibi İslam dinini benimseyen milletlerde, hayatın her kademesini düzenleyen ve her alana işleyen dinin etkisi, atasözlerinde, deyimlerde gayet bariz olarak görülür. Daha da ötesi, bu veciz sözler Kur'an-ı Kerimden bir ayetin veya meşhur hadis kitaplarındaki herhangi bir hadisin, günlük olaylara olan teallükünden ibarettir çoğu zaman.

     Hal böyle iken, İslamiyeti yozlaştırma faaliyetlerinin hız kazandığı son 150-200 sene içerisinde, günümüzde de sıkça karşılaştığımız garip, tuhaf ve hatta aykırı bir takım sözler, "atasözü, deyim" kontenjanından kafamızı bulandırmaya çalışıyor. Birçoğu güdümlü olan sözler, hem dini hem de ahlaki bakımdan, esas ve geldiği yer belli olan temiz atasözlerimiz ile açık olarak çelişmektedir. Birçoğunun, diğer milletleri alenen aşağılayan "ırkçı" zihniyette olması, belirli bir maksada hizmet ettiğini açıkça gösteriyor. Sanki atalarımızdan pek hoşlanmayan bazı çevreler, hem toplumumuzun yozlaşması ve dini, milli bağların gevşemesi için, eğreti duran fakat ehil bir gözle bakmadıkça da anlaşılamayan, "çakma atasözleri" üretmiş ve piyasaya sürmüş.

     Deyim ve atasözü sınıfına giren söz öbeklerine bakıldığında, akılda kalıcı olması ve kolay kolay unutulmaması için, bazen gereğinden farklı "kalın", keskin, ağır ve hatta "kışkırtıcı" diyebileceğimiz kelimelerden seçildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu sözün ihtiva ettiği mana, sıklıkla o ağır ve keskin kelimelere takılıyor ve çoğu insan, sözün derinliğine inmek yerine, sözü oluşturan kelimelerin kullanımından hareketle, bu söz veya deyimin normal ahlaki değerlerden farklı hatta, "ahlaksız" ve yozlaştırıcı olduğu kanaatine varabiliyor.

     Tabi ki çok sayıda örnek var ancak burada, maksadını aşan olumsuz sözler, "çakma atasözleri" ve manası yanlış anlaşılan ifadeler için birkaç tane örnek vermek, yeterli olacaktır muhtemelen:


* Arabın derdi kırmızı pabuç: Arapları küçük düşürmek, daha doğrusu beyaz olan Arapları koyu renkli olarak tasvir edip, gösteriş ve şatafata düşkün olduklarını göstermeye çabalayan söz.

* Arap yağı bol buldu mu k..... başına sürermiş: Üstteki açıklamaya ek olarak, Arapları sonradan görme, müsrif, kıymet bilmez ve gayesiz yaşayan olarak tasvir etme gayretindeki söz. Bu sözün bir de; "Kürdün yağı çok olunca, hem yer hem yüzüne sürer" versiyonu vardır ki, aynı ön yargıdan Kürtler de payını almıştır.

* Ne Şam'ın şekeri ne Arabın yüzü: Yine ırkçılık kokan başka bir söz.

* İmam O....... cemaat  s....:  Baştakilerin bozulmaya başlaması, halk tabakasının hızla yozlaşmasına yol açar anlamında kullanılacak bir sözün, milletin ağzında çığırından çıkması durumu... Oysa çok daha münasip bir lisanla anlatılabilirdi! İmam gibi dinde saygın bir figür ve cemaat gibi mühim bir organizasyonu feda etmek gerekmezdi. Çakma bir söz olduğu, uzaktan bile anlaşılabiliyor.

* Anladıysam Arap olayım: Bir konu hakkında bilgi sahibi olmayınca söylenen söz. Ama nedense anlamayınca, kalın kafalı olan Arap oluyor!

* Arap saçına dönmek: Çözülmesi müşkül bir durum karşısında, sıkça söylenen bir söz. Muhtemelen kıvırcık ve karmakarış olmuş zenci saçına ithaf edilmiş olsa da, Arapları dahil etmek, zihniyet gereği nasıl olsa!

* Kürtten olsa evliya koyma onu avluya: Veli zatlara olan saygı ve sevgimiz ortada iken, sırf Kürt diye bu kadar ön yargı, pes doğrusu!

* Devletin malı deniz, yemeyen domuz: Devletin imkanlarını, maddi olanaklarını, kişisel çıkarlar veya gayr-i meşru işler için kullanmayı anlatan söz. İnsanları hırsızlığa, gaspa ve yalancılığa sevk eden bir ifade.

* Baldız baldan tatlıdır: Anadolu topraklarında yaşayan herhangi bir topluluğun söyleyemeyeceği kadar iğrenç ve sapkın bir ifade. İslamiyet'in koyduğu hudutların aşılması durumunda, ailelerin nasıl bir yıkıma, cinnetlere, cinayetlere ve sonu gelmez kan davalarına kolayca itilebileceği, bu sözden rahatlıkla anlaşılabilir.

* Salla başını al maaşını: Tembelliği ve iş geciktirmeyi anlatan bir kalıp. Adam gibi işini yapmak yerine, sadece üst makamdakilere yaltakçılık yaparak geçinmenin diğer adı.

* Düşene bir tekme de sen vur: Herhangi bir şekilde hayatı alt-üst olmuş birine yardım etmek, doğruyu anlamak ve "düşene" tekme atanlara açıklamak yerine, o zor durumdaki insana bir darbe daha vurmak ve daha da kötüsü, onun bu zaafından istifade etmek üzerine bina edilmiş bir ifade. Hele de düşen, hakikaten haksız yere düşmüşse ve etraftakiler bunu bilerek yardım etmiyorsa, işin kötülüğü ve yozlaşma daha da inanılmaz boyutlara taşınır.



Manası Çoğu Zaman Yanlış Anlaşılan Sözler:


* Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: Biraz kıyıda bir söz. Genelde olumsuz yönde algılanıyor ve doğrudur da. Eğer aileye, cemiyete zarar veren bir yılanın hakkından siz gelebiliyorsanız, buna yetecek güç ve salahiyetiniz varsa, elbette ki onu bertaraf etmelisiniz. Ancak diğer taraftan da, şayet böyle bir şeye gücünüz yetmiyorsa, bunu değiştirmeye, zor kullanmaya kalkmayın, hem kendinize hem de çevrenize daha fazla zarar vermiş olursunuz.

* Bal tutan parmağını yalar: Olumsuz tarafından bakılan, çoğu zaman ülkemizin siyasileri ve siyaset anlayışı hakkında, insanların sahip olduğu bir düşüncedir. Devletin ve bulunulan makamın bütün imkanlarından istifade ederek, kendine haksız kazanç (genelde mal mülk olur bu) sağlamak olarak algılanır. Oysa iyi bakıldığında, balla iştigal etmekten mütevellit, parmağa bulaşan bir baldan ve o parmakta kalan balın yalanmasından bahsediliyor. Yani bulunduğunuz herhangi bir iş yerinde sunulan hizmetlerden, işin gereği olarak istifade ederken, size bulaşan, artan kısmından kullanabilirsiniz demektir. Yoksa, çalın, çırpın, milleti soyun anlamı asla çıkmaz.

* Fazla mal göz çıkarmaz: Yine karanlık tarafa mal edilme gayretlerine kurban giden bir söz. İllegal veya gayri ahlaki bir mal değil bu.

* El öpmekle ağız aşınmaz: Yalakalığa, dolayısıyla makam istismarına yorulmaya çalışılan sözlerden birisi. Oysa alttan almak, pozisyon gereği bir kişiye saygı göstermek, bir maslahat için birisinin gönlünü almak anlamı daha ağır basmalı burada.

* Köprüyü geçene kadar, ayıya dayı demek: Yukarıdaki atasözü ile neredeyse aynı manayı ihtiva etmektedir. İlla yaltakçılık ve yaranmak için kırk takla atmak olarak algılanmamalı. Bu ve buna benzer sözlerdeki ağır sayılabilecek ifadeler, sözün daha kalıcı olması ve yer etmesi içindir. Dolayısıyla mutlaka kelime manası değil, neye işaret etmeye çalıştığı göz önüne alınmalı.

* Üzümünü ye bağını sorma: İnsanları tembelliğe, çıkarcılığa be neme lazımcılığa özendirdiği iddia edilen söz. Hatta Ermeni Tehciri (tabi bu sözle bağlantı kuracak olan doğrudan Soykırım der) akabinde, buradaki mezalim ile alakalı olduğunu söyleyenler bile var. Ancak bunların hepsi zorlamadır. "Sana bir nimet, bir ihsan geliyorsa arkasını araştırma" veya "üstüne vazife olmayan işlere karışma" anlamına gelen karşılıkları daha ayağı yere basan cinstendir.

* Su akarken testiyi doldurmalı: Yanlış yorumlamaya müsait olsa ve yorumlanıyor olsa da, en basit ifadeyle, "fırsatın var iken, kötü günler için hazırlan" anlamına gelir. Haramdan akan su değildir ki bu, utanılacak bir şey olsun. Zaten haramdan ve kul hakkından korkmayanlar için, mazeret bulmak her halükarda kolaydır. "Yağmur yağarken, küpünü doldurmaya bak" da hakeza aynı konudadır.

* Her koyun kendi bacağından asılır: Bir kötülük, haksızlık görüldüğünde, bunu değiştirmeye çalışmamak veya hiç kimseye karışmamak manasında değildir, çoğu zaman ileri sürüldüğü gibi. Eğer gücün yetiyorsa, sözün dinlenecekse müdahale et, şayet seni aşan bir durumsa da, burnunu her işe sokma çünki kendin zarar görürsün anlamındadır.

* Güzele bakmak sevaptır: Evet güzele bakmak teşvik edilmiştir ancak sadece tek bir tarafa yorup, bir de üstüne başkalarının karısına kızına bakmak değildir tabi ki bu!

* Akçenin gittiğine bakma, işin bittiğine bak: Rüşvet ve/veya para, maddiyat kullanarak haksız çıkar elde etmek demek değildir. Şayet bir işini göreceksen ve para vermen gerekiyorsa, para vermeden sıkıntı çekeceğini biliyorsan, o verdiğin akçeye değil, karşılığında kazandığın şeye bak anlamındadır.

* Gelen ağam, giden paşam: Her gelene "eyvallah", herkese yaltakçılık yaparak kendi mevkini korumak manasında söylenmiş bir söz değildir. Bir pozisyona birisi atanmışsa, onun yetkili birileri tarafından vazifelendirildiğini düşünerek, hareket etmek ve burnunu kendinden büyük işlere sokmamak üzerinedir.

* Parayı veren düdüğü çalar: Kapitalizm, rüşvet, haksız kazanç sağlama gibi tamamen yanlış yerlere çekilmiş güzel bir söz. Oysaki Nasreddin Hoca merhum, burada çok güzel bir ders vermektedir. Külfetsiz nimet olmayacağını, yan gelip yatarak bir şey ele geçmeyeceğini açıklamaktadır körpe dimağlara.

* Minareyi çalan, kılıfını hazırlar: Hırsızlık ve haksızlığın arka çıkıldığı düşüncesi tamamen yersiz ve zorlamadır. Burada sârik övülmüyor ki, bu şekilde anlaşılsın. Şayet bir hırsız, aklına bu kötü fiili takmışsa, mutlaka her şeyini düşünmüştür demektir.

* Güvenme dostuna, saman doldurur postuna: Bu manayı, "Acıma yetime..." ile başlayan küfürlü söz ile anlatmaya hacet yok haliyle.

* Komşunun tavuğu komşuya kaz, karısı kız görünür: İnsanoğlunun zayıflığını, tamahkarlığını yüzüne vuran çok güzel bir atasözüdür. Her uzaktan görülen şeyin, o kadar da güzel ve lezzetli olmadığı bilinmelidir. Çünki dış görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır.

* Düşenin dostu olmaz: Gerçekten de öyledir. İnsan tökezlediği ve düştüğü zaman, etrafındakilerin gerçek yüzünü görür ve "dost" diye geçinenlerin nasıl hemen çabucak yanından kaçıverdiği gerçeği ile başbaşa kalır.

* İmamın dediğini yap, yaptığını yapma: İmamları, hocaları, din büyüklerini karalamak, onların amellerini zayıf bilmek, onlara su-i zan beslemek için söylenmiş bir atasözü değildir. İnsanlık icabı yanılmışsa, istemeden veya unutarak bir şeyi bir şeyi yanlış yapmışsa, onun hakkında kötü düşünmeyin ve söylediği şeyleri tatbik etmeye devam edin çünki o neticede İslam Alimlerinin kitaplarından söylüyordur, düsturu ile hareket edin anlamındadır.

23 Nisan 2018 Pazartesi

Muhammed Ali'nin Dini, Kibri ve Bir Dönem Amerikalı Siyahların İslam Anlayışı


      - Bu adamın kuvveti olmadığını, kalbi olmadığını size sürekli söylüyorum! Ben zekiyim ve bunu kanıtladım!
     O sırada, geleceği parlak olan gazeteci David Frost devreye giriyor mikrofonuyla: 
     - Tebrikler...
     - Gelmiş geçmiş en büyük ben değil miyim? - diye kesiyor yine terli adam. - ... Şimdi herkes sussun ve beni dinlesin! Hepinize şunu söylemiştim; Tüm zamanların en büyüğü benim! Sakın, bir daha yenileceğimi söylemeyin... Sakın beni bir daha küçük görmeyin! Size söylemiştim; Kelebek gibi uçup, arı gibi sokacağımı söylemiştim! Size şampiyon olduğumu söylemiştim... Dünya şampiyonu olduğumu söylemiştim...

     Bu sözleri söyleyen kişi; "Benim kadar büyük olunca, alçak gönüllü olmak zordur" ve "Ben en büyüğüm, yaşamış herkesten daha büyüğüm", "Ben en büyüğüm hatta iki defa en büyüğüm", "O kadar hızlıyım ki, ışığı söndürmeye kalktığımda, ışıklar sönmeden yerime dönebiliyorum", "Gencim, yakışıklıyım, hızlıyım, sevimliyim, yenilmezim" sözlerini söyleyenle aynı... Rakiplerinden birini (aynı ırktan oldukları halde üstelik) defalarca "goril"e benzeten ve ve hatta rakip olarak gördüğü herkese, adeta makineli tüfek misali aşağılayıcı kelimeler kullanan kişinin ta kendisi: Muhammed Ali. Gelmiş geçmiş en büyük sporculardan biri olarak kabul edilen, Amerikalı siyahi boksör. Gerçek adı Cassius Clay iken, 50'li ve 60'lı yıllardaki koyu ırkçılığı yaşayan siyahların, haklarını koruma çabasına girişenlerin faaliyetlerini yakından takip edip bunlara bizzat iştirak eden, muhalif ve nevi şahsına münhasır bir kişilik.

gözlerini patlatmış, yine
birilerine verip veriştiriyor

     2016'da ölen Muhammed Ali'nin hayatı, filmlere konu olacak kadar ortada. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus ise, onun İslam anlayışı ve İslam dini ile pek de bağdaşıyor görünmeyen bazı enteresan özellikleridir. Tabi konu bu olunca, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızlanan zenci hareketlerini, "Nation of Islam", "Elijah Muhammad" ve "Malcolm X" gibi faktörleri zikretmek zaruri olur.

     Nation of Islam: Bilindiği üzere, "fırsatlar ülkesi" Amerika Birleşik Devletlerinde, "siyah" ırktan olanların "insan" olarak kabul edilmesi pek de öyle eskilere gitmiyor. Deri renginin "koyu"luğu, yüzyıllar boyu sıkıntı olmuştur Batı'da ve bilhassa Amerika kıtasında. Vaziyet böyleyken, haklarını arama derdine düşen siyahların toplanma alanlarında birisi de, ne idüğü belirsiz Wallace Fard Muhammad isimli (ve ne gariptir ki kendisi beyazdı) şahsiyetin tesis ettiği Nation of Islam'dır (İslam Milleti veya Ümmeti gibi bir manaya çıkar). Bu kuruluş, Muhammed Ali'nin devrinde, Elijah Muhammad adıyla bilinen kişinin liderliğinde, İslam görünümlü ancak düpedüz siyah ırkçılığı yapan bir hüviyetteydi. Beyazların olduğu hiçbir yerde istenmeyen, hatta beyazların kiliselerine dahi kabul edilmeyen siyahların bir kısmı, beyazların inancı olarak gördükleri Hristiyanlık'tan kaçarken, ölçüyü kaçırmış ve peygamberlik taslayan bu fakir çiftçi kölenin oğluna toslamıştı (zaten bunların mekanları da, masalı koltuklu kiliselerin bir benzeri idi, namaz gibi şeyler zaten yok).  

Muhammed Ali ve Peygamber gözüyle
baktığı Elijah Muhammad


     Elijah Muhammad (esas ismi Elijah Poole) denilen eleman, kendini peygamber olarak göstermeye ve tüm insanların aslının siyah olduğunu, siyah ırkın çok üstün olduğunu iddia etmeye başlamakla, "radikal ırkçı" diyebileceğimiz bir çizgiye kaydı. Fakat meselenin daha da enteresan tarafı, Muhammed Ali gibi zeki ve sivri birisinin, bu herife kapılmış olmasıdır. Sosyal mecralarda bile bulabileceğiniz videolarda (mesela George Foreman'ı Zaire'de yendiği maçtan sonraki açıklamalarında) Muhammed Ali kameralara, "Allah'tan başka ilah yoktur ve Elijah Muhammad onun resuludür" diye bağırmaktadır... Ve tabi ki de ardından, kendisinin gelmiş geçmiş en büyük olduğunu da! 

"Ben son resulüm"
diyor adam


     Dönemin bir diğer aktörü, şimdilerde de milyonlarca kişiye ilham kaynağı gözüyle bakılan, Malcolm X'tir. Malcolm, yüz kızartıcı suçlardan hapishanede yatarken, yukarıda ismi zikredilen sahte peygamber Elijah hareketi ile tanışır ve çıkar çıkmaz, tıpkı Ali gibi, onun peşine takılır. Ancak Elijah'ın ipe sapa gelmez teorileri, onu giderek bu cemiyetten uzaklaştırır ve 1964 yılında Hac ibadetini yapmak için gittikten sonra, fikirleri tamamen değişir ve Nation of Islam teşkilatından ayrılır. Ayrılır ayrılmasına lakin daha 1965'in Şubatında, yakın mesafeden ateş edilmek suretiyle katledilir. Bunun müsebbibi, Elijah ve Nation of Islam mıdır, hala zihinleri karıştırmaktadır. Esasına bakıldığında, Muhammed Ali'nin Nation of Islam birliğine katılmasında, Malcolm'un (Malik el Şahbaz) ateşli vaazları çok tesirli olmuştur. Malcolm'un oradan ayrılması sonrasında ise, araları bozulmuştur. 

Ali ve Malcolm X
bir zamanlar sıkı dosttular

     Bütün bunları neden yazdık? Muhammed Ali'nin nasıl bir muhitten geldiğini ve kimlerle takıldığını daha iyi anlayabilmek için. Yani, bu meşhur, sivri dilli, çenesi hiç durmayan boksör, beyazlara tepki olarak, ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bozuk itikatlıların peşine takılmış ve kendini bir şey zanneden başlarındaki herife alenen "peygamber" demiştir. "Sonradan bu fikirlerden vazgeçti, Sünni oldu" falan diyenler de var gerçi ama yine de bizim bildiğimiz manada "Sünni" olduğu meçhuldür. Duruşu öncelikli olarak, Hristiyanlık ile özdeşleşmiş beyazlara, başka bir dine sarılmış siyah olarak tepkiseldir. 

          Tabi ki burada bazı çelişkiler dikkat çekiyor. Ali'nin yere devirdiği kişilerin büyük çoğunluğu, kendisi gibi ırkçılıktan çok çekmiş, kenar mahalle zencileri idi. Sivri, aşağılayıcı dilinden ve kibirli sözlerinden, en az beyazlar kadar, rakibi olan siyahlar da payını alıyordu, hem de fazlasıyla. Ayrıca "Boks" denilen vahşetin, İslamiyet ile bağdaşır bir tarafı yoktu. Çünki dinimizde, bırakın insan yüzünü, herhangi bir canlının yüzüne vurmak dahi tasvip edilmemiştir. Zaten kendi ifadesiyle de boks; "iki siyahinin birbirini öldüresiye dövmesini, yığınla beyazın zevkle izlemesi"dir. 

birçok gencin duvarını süsleyen meşhur poz:
Sonny Liston yerde, Ali bağırıyor


     Peki, gecenin üçünde kalkıp onun maçlarını takip eden ve her attığı yumruk sonrasında coşan, rakibini yere serdiğinde, kendinden geçen ve pek de boksa aşinalığı olmayan yurdum muhafazakarı neden ona övgüler düzüyor, onu yüceltiyordu? Çünki o dönemdeki kısıtlı haber alma vasıtaları ile anlayabildiği şeyler, ekranda dans ederek dövüşen bu çok uzaklardaki siyahinin Müslüman olduğu, Müslümanlığını hiç çekinmeden haykırdığı ve "şeytan" olarak addedilen Amerika'dan intikam aldığı idi. Ali, sıradan bir aktivistin çok ötesine geçerek, Vietnam Savaşına gitmeyi reddediyor, köleliğin kaldırılmasına hala alışamamış beyazların riyakarlığını yüzlerine çekinmeden haykırıyor ve onlara olabildiğince üst perdeden konuşuyordu... Amerika ve Batı söz konusu olduğunda kabaran kompleksli damarımızın tam da aradığı şeylerdi bunlar! Türkiye'de ve bize benzer ülkelerde, Muhammed Ali isminin, "kahraman" ismiyle yan yana gelmesine sebep, icra ettiği spordan ve oradaki başarısından ziyade, işte bu duruşuydu.

Aktivist Ali ve yanında
Martin Luther King

12 Mart 2018 Pazartesi

Halk Ozanı ve Aşık Dayatması

     "Ozan" veya "Aşık" denildiğinde, gözünüzün önünde nasıl bir siluet belirir: Muhakkak bir saz... Kafada kasket... Ve burnun altında, bayağı irice, hatta kalınca bir bıyık! Evet, en azından 70-80 senedir akla bu kelimeler geldiğinde, hafızadaki imaj hemen hemen böyledir... Ve tabi ki, kaçınılmaz olarak, söylenen afilli, ders verir tarzda ve genelde biraz aykırı, çoğu zaman da protest sözler. Bu son argümanlardan, ozan ve aşık dediğimiz kişilerin genelde muhalif kimliklere sahip olduklarını çıkarmak gayet kolaydır. Tabi ki konumuz, bu iki kelimenin lügat karşılığı ve tarihi gelişimi değil, genelde hangi zihniyeti temsil ettiği, neyi hedef aldığı ve her zaman çokça alıntılanan o meşhur sözleridir.

     Bu taifeye şöyle bir bakıldığında, daha doğrusu az biraz Sünni süzgecinden geçirildiğinde, kılık kıyafetinden, elindeki enstrümana ve ağızdan dökülen kelimelere kadar... Her şeyin biraz "heterodoksi" koktuğu hemen anlaşılır. Peki neydi "heterodoksi"? "Ortodoks"un tam zıddı, yani burada inceleyeceğimiz hali ile, Sünni İslam'dan uzak, ondan pek "hoşlanmayan" bir realite.

     Dolayısıyla, daha ilk cümlelerdeki eşgalden de anlaşılacağı üzere, "ozan" denilen kavramın Sünni İslam'dan bayağıca bir mesafede olduğu hemen anlaşılır. Ortaya koydukları eserlere büyüteç tutulduğunda ise, bu durum daha da net bir hale gelir. Filhakika, o süslü ve "dolambaçlı" sözlerin göz boyamasından kurtulup, vermek istedikleri manayı anlamak için de biraz donanımlı olmak gerektiği, kendiliğinden anlaşılan bir şeydir.

     Ne demek istediğimizi isimler ve eserler üzerinden giderek inceleyecek olursak şayet, her vesileyle ısıtılıp ısıtılıp, önümüze getirilen en meşhurlarına bir bakalım:

 * Köroğlu: Ozan ve aşık denilince akla ilk gelen ve bu türün öncülerinden sayılan kişilerden biri. 16. veya 17. yüzyıllarda, yani Osmanlı Devletinin yükselişten çıkıp, durağanlaşmaya başladığı bir dönemde yaşadığı sanılıyor. Kişiliği hakkındaki değişik rivayetlerin ortak noktası şudur ki, Köroğlu namlı bu zat, bildiğin eli silahlı "eşkıya"dır, yani devlete yani Osmanlı'ya ve bu devleti temsil edenlere isyan etmiş, yollar kesmiş, meskun mahaller basmış birisidir. Bu bile başlı başına bir işarettir anlayana! Peki bu eşkıyanın eserlerinde neler var: Bol bol "asarım keserim"li göndermeler, düşmana (düşman Osmanlı bu arada) meydan okumalar vs.

* Pir Sultan Abdal: Günümüzde belli çevrelerin, sürekli eserlerinden şarkılar, sözler, alıntılar yaptığı, basbayağı heterodoks ve Sünni düşmanı bir tip. Ona ait olduğu iddia edilen sözlerde, erdem, yüksek faziletler ve iyilik tavsiyeleri arasında sırıtan, birçok isyan ve dinen küfür sayılacak sözler vardır.

* Kaygusuz Abdal: Yine belli çevrelerin göklere çıkardığı, oyunlar tiyatrolar devşirdiği bozuk itikatlı birisi.

* Dadaloğlu:  "Ferman padişahın, dağlar bizimdir", "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" sözlerinin sahibi, Osmanlı'ya hem lisanen hem de fiilen isyan eden asi ve muhalif kişilik.

* Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş: Baba oğul, ozangiller familyasının tanıdık simalarından. Bilhassa oğul Ertaş, aşk, sevgiliye duyulan özlem, iyi insan olmak, ilmin kıymeti, ölüm gibi konularda yazdığı, genel manada karamsar eserleri ile bilinir. 
Ertaşlar yardırıyor!

* Aşık Veysel: 20. yüzyılın en tanınmış ozanlarından birisidir. Geniş bir yelpazede, birçok kişi ondan sözler almış kullanmıştır.  Kendisi, "harama hile katmam" diyen ve rakıyı sek içmeyi seven birisidir. Bulunduğu sofrada içkinin olmaması nadirattandır. Şu yazı, bu ozanımızın hayatına çok acayip ışık tutuyor doğrusu! Yazdığı eserlerde ise enteresan sözlere rastlamak sıradandır... Misal:
Aşık Veysel ve maiyetindekiler
"parlatıyor"!
* Aşık Mahzuni Şerif: Afilli çetrefilli sözlerinin arasına, bol miktarda İslam'a aykırı ve Allah'a isyan olan sözler sıkıştıran çağdaş ozan. İslamiyetin yüce tuttuğu bir çok zata, satır aralarında hakaret eder. (Nem Kaldı adlı eserinde Hz. Osman'ı aşağılaması gibi) Eserlerini yorumlamakta ve tekrar tekrar milletin önüne getirmekte pek ısrarcıdır bazıları!
Aşığımızın keyfi yerinde!

     Bunların dışında, isimlerini sıkça duyduğumuz diğerleri de var: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek.

     İsmi zikredilenler ve daha nicesinin eserlerine göz gezdirildiğinde, dikkat çeken hususlar şunlardır:

* Adına deyiş, nefes, şiir falan filan denilen bu eserler, yoğun bir biçimde Safevi-Alevi-Kızılbaş-Bektaşi-Hurufi felsefesi ve bu felsefenin reklamları ile doludur. Bir çoğunda Allah'ı inkar (üstleri yaldızlı sözlerle kaplı biçimde genel olarak tabi), Allah'a isyan, yaratıcının kullarına hululü, her şeyde yaratıcıyı görme gibi ifadelere bol bol rastlanır... Sanki hepsinin içine birer Fadlullah Hurufi ve Cavidanname kaçmıştır.

* Güya Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi zatlar ve On İki İmam göklere çıkarılırken, geriye kalan neredeyse bütün Ashab-ı Kiramdan uzak durulur. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve hele de Hz. Muaviye gibi büyüklere ise alenen hakaretler ve aşağılamalar sıklıkla dile getirilir (üstü kapalı şekildedir bir kısmı haliyle). Ehl-i Beyt övülürken, karşılarında hep Hulefa-i Raşidin ve onların izinden gidenler varmış gibi gösterilerek, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından övülen bu şanlı zevatın, Ehl-i Beyt düşmanı olduğu göze sokulur.

* Kardeşlik, hak almama, iyi insan olma, temel insan hakları gibi mevzular çok sık işlenir ve vurgulanır. Ancak bunlara değinilirken, ustaca bir şekilde her seferinde, kimsenin din ve itikadının ehemmiyeti olmadığı, herkesin kardeşçe sevişmesi gerektiği, Müslümanlığın pek de önemli olmadığı üstünde basa basa durulur ki, dinini kayıranlar nazarında pek de sıhhatli bir bakış açısı olduğu söylenemez. Sahip olunması ve kaçınılması gereken hasletler, gayet açık ve etraflıca olarak İslam alimlerinin din ve ahlak kitaplarında zaten vardır ve binlerce kez kaleme alınmıştır.

* Dünyalık aşk meşk mevzuları söz konusu olduğunda, gayet basit ve sıradan bir dil kullanılır ki, birazcık şiire kafiyeye meyyal olanlar, benzerlerini yazabilir ve yazmıştır da. Bunlar dışında kalan, dillere pelesenk olan sözler ise (ki çok az bir kısmı böyledir), gerçekten kaliteli ve ağza yapışan ifadelerdir. Bu eserlerdeki hava genelde olumsuz ve pesimisttir zaten. Dolayısıyla, sevgiliye kavuşamama, onu gözünde büyütme ve özlem, birçok insanın ortak paydasıdır. Bu paydada güzel söz ettiniz miydi de, hemen fark edilip, lügate eklenir... Eklenir ki acı daha da arabeskleşsin, daha da çekilmez hale gelsin!

* Bu eserlerde belki de mana olarak herkese hitap edecek ve ders niteliğinde olacak bir-iki tane olgu vardır ki; o da ölüm, dünya acıları ve fakirliktir. Dünya acılarının ve dünyanın faniliğinin anlatılması, zaten böyle karakterler için olmazsa olmaz bir şeydir.

     Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta da şudur: Bu tayfaya, bazen öyle isimler eklenmeye çalışılır ki, resmen ve alenen hırsızlıktır. Zira meşhur mutasavvufların birazcık vahdet-i vücuda kaçan sözleri veya tasavvufi sarhoşluk anında söyledikleri ağır manalı ifadeler yüzünden, bazı isimler hemen Safevi zihniyetine mal edilmeye kalkışılmıştır.

     En meşhurları Yunus Emre'dir elbette. Piyasaya bakıldığında, yukarıda değinilen faktörler sebebiyle, çok sayıda ilahiye ilham olmuş eserlerin sahibi olan bu zat, bir propaganda eseri olarak, Ehl-i Sünnet dışıymış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekler tam olarak bunun zıddıdır.

     Nesimi olarak bilinen kişi de, sık sık ozanlar listesine dahil edilir. Tarihlere bakıldığında, Gerçekten de "Nesimi" ismi veya mahlası taşıyan zatın, önceleri Hurufi olduğu bilinse de, sonradan tevbe ettiği anlaşılmaktadır.

     Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerini, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ve sair "abdallar" arasına sokmaya çalışmak ise, düpedüz densizliktir!

     Hulasa olarak ifade etmek gerekirse, son yüz küsür yıldır Anadolu topraklarına hükmeden zihniyet olmasa, bahsi geçen zevatı ve eserlerini belki de hiç duymayacaktık, hiç kimse de bunlar müthiş şairler ve söz üstatları olduğu iddia etmeyecekti... Gel gör ki, "parayı veren düdüğü çalıyor" ! Zaten söz konusu müzik olduğunda, bu işten en fazla yararlanacak olanları rahatlıkla kestirebiliyorsunuz. Yanına bir de sinemadaki faaliyetleri ekleyince, yaralar çok daha derin ve kalıcı oluyor ne yazık ki!



6 Kasım 2017 Pazartesi

Muhafazakarımız Neden Yozlaşıyor?


     Son senelerde, bilhassa muhafazakar kesimde bariz, gözle görünür bir yozlaşma ve "çukurlaşma" dikkat çekiyor. Evet, yozlaşma her yanda mevcut ancak, "muhafazakar" olduğunu iddia eden kesimin bilinçsiz, adeta çılgınca "çözülmesi"son derece rahatsız ve tedirgin edici. 28 Şubat'ın üstünden daha yirmi yıl bile geçmeden, ne oldu da dar pantolon giyen "başörtülüler" ve namazın farzını dahi kılmakta zorlanan, onu da vaktin sonunda ve "olsun da nasıl olursa olsun" mantığı ile bir nesille karşı karşıya kaldık. Muhafazakarların sayısı günden güne artıyordu oysaki... Yoksa Ak Partinin yükselişi ve yükseldikten sonra yükseklerde kalması nasıl açıklanabilirdi ki, bu kadar ve bu kadar sene?

     Peki, milli ve dini değerleri muhafaza eden, bu kesimi diğerlerinden ayıran ve belli bir noktada durmasını bilmesi gereken, aksi halde fikriyat olarak karşısında olduğunu söylediği zihniyete benzemeye başlayacak olan bu kesimin yozlaşması ve duvarlarını çürütmesi ne manaya geliyor ve nasıl işliyor? Nasıl oluyor da giderek güçlenen dini ve milli bir söyleme doğru evrilen Ak Partinin seçmenleri (ki nereden baksanız halkın yarısına tekabül ediyor) giderek tuhaflaşıyor. Bunları maddeler halinde sıralamaya çalışalım:

1. Zenginlik: Belki de en mühim sebep, sağ ve muhafazakar kesimlerin baş belası, mal-mülk-servet. Evet, cebi para gören Müslüman maalesef kendini toparlayamıyor. İslam tarihinde de sık sık gördüğümüz numunelerden de yola çıkıp destek aldığımızda, bunu iddia etmek gayet yerinde olur. Bu devrede sıkça görüldüğü üzere, zenginleşen fertler ve toplumlar, zamanla savrulmalar yaşamış, esas hedeflerinden şaşmışlar, hatta bazen doğrunun karşısına geçebilecek kadar sapıtmışlardır. Şu bir hakikat ki, zenginlik imtihanını verebilen Müslüman nadirattandır.

     Ak Partinin iktidarı almasından sonraki on beş sene içerisinde yaşadığımız, daha doğrusu giderek artan bir şiddette yaşadığımız şeylerden en barizi budur. Fakirken başını secdeden kaldırmayan, az da olsa sadaka vermeye çalışan, hayır kurumlarına yardımcı olan, uzun pardesü veya çarşaf ile örtünen, eşinin ve kızının yabancı erkeklerin olduğu yerlere göndermeyen, tek hedefi biraz daha iyi paralı bir iş olan, sağa sola hiçbir şekilde harcamayıp biriktiren insanlar, daha yüksek maaşlı bir işe girip cepleri biraz para görmeye başlayınca, namazları geç kılmaya, zekatının hesabından (kendince hesaplamalarla) kaçırmaya, eşinin örtüsüne ve girip çıktığı ortamlara dikkat çevirmemeye, değişik eğlence vasıtalarıyla vaktini geçirmeye başlıyor. Cepte durduğu gibi durmuyor para işte... Çıktı mı ve çok mu, seni nereden nereye savuracağını, seni nerelere çekeceğini bilemezsin! Çeşit çeşit elbiseler, ayakkabılar, gezmeler, tatiller, uzun seyahatler, daha evvel hayatlarında olmayan eşyalar, arabalar ve gereçler... Bu liste uzayıp gider ama esas olan ve hemen hemen hiç değişmeyen kaide; malın mülkün artması, çoğu Müslümanı bozuyor, çok sağlam durabilenleri bile bir şekilde sallayabiliyor.

2. Aşağılık Kompleksi: Sağ kesimde, özellikle Osmanlı Devletinin çökmesinden sonra, zamanla artan ve derinleşen bir kompleks hasıl oldu. Gizli ve açık din düşmanı ile din cahili hükumet ve idarecilerin elinden çok çeken, sürekli aldatılan muhafazakar insanımızın yaşadığı travmalar, acı tecrübeler, bir türlü istedikleri idarecilere kavuşamamaları ve yılların üst üste birikmesiyle de, bir nevi komplekse dönüştü. Haklı oldukları davalarda dahi ölçüyü kaçırmaya, kurunun yanında yaşı da yakacak raddeye geldiler.
28 Şubat evet ama örtüler şimdikinden daha düzgün!

     En azından 70-80 senedir devan eden bu komplekse son çiviyi, 28 Şubat diye bilinen hadise çaktı. Refah Partisinin, koalisyon ile de olsa iktidara gelmesi ve başta Erbakan olmak üzere üst düzey yetkililerin, durumun ve zamanın hassasiyetini idrak edemeden ettikleri söz ve hareketlerin de üstüne tuz biber olmasıyla, 1997 yılının Şubat ayından itibaren, çok katı tedbirler ve kurallar devreye sokuldu. Binlerce insan haksız yere işinden gücünden oldu, talebeler okullardan atıldı... Kısacası zaten "zenci" muamelesi gören Müslümanlar, hepten üçüncü sınıf vatandaş statüsüne düşürüldü. İyice bilenen muhafazakar kesim, Recep Tayyip Erdoğan'ı kendine bayrak yaptı ve 2002'den bu yana, cumhuriyet tarihinde görülmemiş işler vücuda gelmeye başladı.

     Evet, siyasi, ekonomik istikrar, düzelen dengeler, kişi başı geliri artmaya devam eden bir Türkiye vardı ama bu sefer de, havanın kendi lehlerine döndüğünü gören ve yıllardır kinini nefretini içinde biriktirmiş olan insanlar, abuk subuk konuşmaya, dengesizleşmeye yüz tuttu. Onca zaman sonra sahip olduğu ve daha fazlasına da sahip olmaya kesin gözle baktığı bazı değerlerin üstünden, kendi kendini bitirmeye başladı. Olgunluk göstereceği yerde, DNAsına işlemiş olan meş'um baskı yüzünden ayağı altındaki zemini kaydırdı.

     Bilhassa sanal dünyada ve bazen de sokakta, toplu taşıma vasıtalarında şahit olduğumuz saçma sapan açıklamaların hakaretlerin ve hareketlerin menşeyi genellikle işte bu komplekstir. Başka bir deyişle, hayırlı işlere sarf edilmesi gereken enerji ve bilinç ve zaman, boş, yüzeysel ve neticesiz sahalara aktarılıyor, gereksiz düşmanlıklar körükleniyor.

3. İnternet: Milenyum ile birlikte hayatımıza giren, "sosyal medya" denilen nanenin yaygınlaşması ile beraber de, günlük hayatın vazgeçilmesi konumundaki "şey". Çok işe yarar, lüzumlu bilgiler içerir, kolaylaştırır, fayda sağlar... Ama bir o kadar zararlı ve yıkıcı da olabilir. Bir silah gibidir... Kullanmasını bilene ve düşmana karşı kullanana fayda sağlar iken, birçok kişinin de canına kastedebilir. İşte bu interneti, bizim biraz sonradan görme, biraz cahil muhafazakarın eline verirseniz, sana karşılık olarak nasıl döneceğini az çok tahmin edebilirsiniz... Yozlaşma. Zararlı sitelerden, karşı cins ile kolayca ve gerçek kimliği gizleyerek "chat" yapmaya kadar birçok alt kalem, devasa bütçeli sinema filmlerinden, her türlü pisliğin "sanat" diye yedirilmeye çalışıldığı dizilere kadar, birçok insanın ayağı altındaki zemini kaydırıyor ve kaydırmaya devam ediyor.

4. Muhafazakar Kadınların Cemiyet Hayatına Hızla Karışması: Bu madde, üsteki sayılanlarla birlikte ve ayrı başlık olarak da ele alınabilir. Ta Osmanlı'nın son zamanlarında bu yana artan ve bizi, köklerimizden ayırıp giderek "Batı"ya benzeten en önemli yozlaşmalardan biri. İşin en enteresan ve işinden çıkılmaz kısmı ise, bunu muhafazakar diye geçinen tayfanın büyük çoğunluğu ya kabul etmez ya da en azından zararının o kadar da çok olabileceği gerçeğine ihtimal vermez. Yani bu öyle bir hastalık ki, kendisine bakılması farz olan kızlar kadınlar, "ekonomik özgürlük" peşinde koşturuyor... Bunları yaparken karşılaşacakları muhakkak olan taciz, zorluk ve aşağılanmaları da bile bile üstelik.
sarî hastalık gibi yayılan örtülü çıplaklık!

     Kadınların, erkeklerin bulunduğu okul ve iş yeri gibi yerleri paylaşmaları, kadınlar açısından son derece yozlaştırıcıdır. Başörtülü olarak okuma ve çalışma serbesti yaygınlaşınca, iş iyice çığrından çıktı. İlk önce utanarak, kendini koruyarak, uzun pardesü, düşük ses ile başlayan "hayat müşterektir" siperinin altındaki kıpırdanışlar, giderek kısalan ve daralan elbiselere, yüzde koyulaşan makyaja, ofisin ortasında yüksek sesli kahkahalara, hatta iş yerindeki erkeklerle gayri meşru ilişkilere kadar vardı. İş, bir noktada öyle bir yere varıyor ki, ortada "muhafaza" edecek bir şey kalmıyor!

5. Hedefsizlik: Zenginlik gibi, hedefsizlik de son derece yozlaştırıcı bir parametredir. AK Partinin iktidara gelmesi, bir şekilde düşman olarak hedefe konulan ve bilenilen çevrelerden bir bir "intikam alınması" sonrasında, gerçekleştirilecek büyük hedeflerin hemen hemen kalmaması, muhafazakarı tembelleştirmeye yetip artıyor... Tıpkı etrafında köpek balığı olmayan balıklara dönüyor.

     Bütün bu yukarıda sayılan ve daha sayılamayanların ışığında bakıldığında, tarihi hakikatler de göz önünde tutulduğunda, bir tür baskı hisseden, mücadele içerisinde olan, bir davaya hizmet eden dindarlar, ekonomik ve sosyal olarak rahatladıklarında, ya çeşitli "oyuncaklara" takılarak esas hedefinden sapabiliyor ya da büsbütün başka bir yola kayabiliyor.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Amerikalıların Late Night Talk Show Sevdası


     "Late Night" tabiri, Amerikalıların televizyon terimlerinden biri olan "prime time"ın (yani içerik olarak bir televizyonun en iyi ve en çok reklam çeken programlarını akışa koyduğu zaman dilimi ki, çoğu zaman 19 - 23 veya 20 - 23 saatleri arasındadır), hemen arkasındaki kuşaktır. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları bu late night zamanında "talk show" izlemeyi sever. Zira onlar bir açıdan bu türün başlatıcıları olduğu gibi, bilhassa sosyal medya aracılığıyla, bir nevi ABD’nin sert tenkitlerden korkmayan demokrasi yuvası ve fırsatlar ülkesi propagandası da yapılmış oluyor.

     Bu "Late Night Talk Show" olayı adı üzerinde genelde gece yapılan, bir sunucu ve bir ya da birden fazla misafirden oluşan elemanlarla, genelde mizahi bir altyapıyla, monolog, skeçler, parodiler ve laf sokmalara sahip sohbet programlarıdır. Taa siyah beyaz dönemdeki nispeten seviyeli ve tekdüze şovlar, ilk başladığı zamanlara nazaran daha renklileşen ve eğlenceli kısımları artan bir hale geldiği hemen göze çarpmaktadır.

     “Late Night Talk Show” tanımını 1 kilometre öteden görseniz tanıyacağınız genel bir stüdyo konsepti vardır ki; sunucunun oturduğu ufakça bir masa ve genelde sunucunun hemen sağında tekli veya üçlü bir koltuktan oluşur basit bir tanımla. Koltuk seyircilere bakmaktadır, dolayısıyla gelen misafir tam olarak izleyenlerin karşısında dururken, sunucunun suallerini almak ve onunla yüz yüze konuşmak için soluna, sunucu da kendi sağına dönmek zorundadır. Sembolik olarak, bazılarında masa üstünde retro tarz bir mikrofon da bulunur. Seyirciler, bizdeki evlilik ve sabah programlarının seyircileri gibi antrenmanlı ve çılgındır. Alkış ve gaz vermekte sınır tanımazlar. Ancak bu tarz, talk şov kavramını başlatan programlarda böyle iken, çok daha değişik bir dizayn ve anlayışta yayın yapanları da yok değil.

     Sunucular, uzun süre bu konularda pişmiş, genelde sivri dilli zeki elemanlar olurken, karşılarına gelenler de eğlence ve sanat (büyük kısmı ahlaksızlardan oluşan bu güruha sanatçı demek de nasıl bir saçmalıktır o ayrı bir mevzu) dünyasının meşhur simaları olur. Siyasi konular ve politikacılara odaklanan ve onları iyice terleten modellerinin de sıkı takipçisi vardır.

     Gelelim bu alemin en önemli şov ve simalarına:
  • The Tonight Show”: bu sohbet programı konsepti, ta 1954’ten beridir NBC kanalında yayında. 1954’ten 62’ye kadarki sunucuları ilk olsa da, esaslı haline Johnny Carson ile ulaşmıştır. Yine NBC’nin bir diğer programı “Late Night” şovunun sunucuları bazen üstteki ile yer değiştirdiği için, anmaya değer. CBS’te ise, yine böyle bir seri gibi devam edip markalaşan “The Late Late Show” gelir ekranlara. Gelelim bu iki program etrafında dönen “host”lara:
    halef-selef
    Carson ve Leno
  1. Johnny Carson: 1962-1992 yılları arasında yani tam 30 sene gibi bir süre NBC kanalında “The Tonight Show” adlı talk şovu sunmuştur. Aslında “talk show” kalıbı ondan evvel başlamıştı ancak bu konsepti modern ve daha da izlenir hale sokan kendisidir. Zamanında veya daha sonrasında meşhur olan bir çok kişiyi misafir etmiştir. Hoş sesi ve akıcı üslubuyla, defaatle Oscar Ödüllerini sunmuştur ve mesleğinde duayen sayılır.                                             
  2. Dick Cavett: O da öncülerden biri. Birçok meşhur simayı misafir etmişliği vardır, The Dick Cavett adlı şovuna.                                                                                                                                     
  3. Jay Leno: Carson’un 1992’deki emekliliği sonrasında, yine ilk kendi şovunda çıkardığı stand upçı, akabinde de yardımcısıyken, bu pozisyona geçmiş ve 2009’a kadar programı götürmüştür. Programın adı “The Tonight Show with Jay Leno” şeklinde idi. Fakat daha programdan ayrılmasından birkaç ay sonra, 2010’da tekrar aynı isimli şova döndü ve nihayet 2014’te emekliye ayrıldı.                                                                                                                               
  4. Conan O’Brien: Jay Leno’un 2009’daki ayrılışı ardından “The Tonight Show with Conan O’Brien” şekliyle NBC’ye devam eden kızıl ve garip saçlı eleman. Fakat bunun evvelinde, “Late Night with Conan O’Brien” ismiyle 1993’te başlayan kendi talk şovu vardı. 2010’da “The Tonight Show” markası tekrar Leno’nun eline geçince, kendisi de oradan ayrıldı ve TBS kanalında, hala devam etmekte olan “Conan” isimli sohbet programına başladı. Saturday Night Live tayfasından olduğu için, hazırcevaplığı ve enteresan skeçleri ile tanınır.   
    genç Conan ve
    yaşlı kurt Letterman
                             
  5. Jimmy Fallon: meşhur “Saturday Night Live“ ekibinden biri iken, 2009’da Conan O’Brien’dan boşalan “Late Night” markasını sunmaya başlamıştır. 2014’te ise, “The Tonight Show”a geçti ve hala onu devam ettirmektedir. Fallon, SNL ekibinde bulunmasının da vermiş olduğu artılarla, şovu daha renkli hale getirmiştir ancak duruş olarak, kendisinden evvel gelenlere nazaran biraz daha zayıf kalmaktadır.                                                                              
  6. David Letterman: “Late Night” serisinin ilk temsilcisidir. 1982’den 1993’e kadar buna devam etti ama daha da öncesinde, yine aynı kanalda “The David Letterman Show”u 1980-82 arasında sundu. 1993’te ise CBS’e geçti ve “Late Show with David Letterman” olarak programına devam eti ve 2015’te emekliliğe ayrıldı. Birçok ünlünün, kendisinin programındaki görüntülerini, acemiliklerini, enteresan hallerini ve Letterman’ın konulara hakimiyetini YouTube’da görmek gayet mümkün.
  • “The Tonight Show” haricindekilere bir bakacak olursak:
  1. Jimmy Kimmel: 2003’ten bu yana, ABC’de “Jimmy Kimmel Live!” adlı programın sunucusudur. Bilhassa son yıllarda, Fallon ile birlikte, daha mizahi ve eğlenceye yönelik hale gelen bu geç saat sohbet programlarının takip edilen kişilerinden biridir. Hatta 2017 Akademi Ödüllerini (Oscar deyu bildiğimiz) sunmuştur. Sert bir Donald Trump muhalifidir ve yeri geldi mi lafı çakar.                                                                                                                                     
    soldan sağa:
    Ferguson-Fallon-Kimmel
  2. Stephen Colbert: 2005 – 2014 arasında “The Colbert Report” ve hemen akabinde, CBS’te David Letterman’dan boşalan “Late Show”u sundu. “Late Show with Stephen Colbert” ismiyle bilinen programın sivri dilli sunucusudur. En sert siyasi konulara girmekten ve eleştirmekten geri kalmaz.                                                                                                               
  3. Jon Stewart: 1993-1995 aralığında “The Jon Stewart Show” ve sonra Comedy Central’ın “The Daily Show” markasını 1999’dan 2015’e kadar sunan eski stand-upçı. Ondan sonra bu görevi, Güney Afrikalı komedyen Trevor Noah devraldı. Trevor genç bir komedyen ve işin hakkını vermeye çalışıyor şu aralar.                                                                                                 
  4. James Corden: Son dönem talk şovculardan. CBS’te “The Late Late Show with James Corden”ı sunar. “The Late Late Show” markasının son temsilcisi. Özellikle YouTube’u etkili kullanan bir isimdir.           
    Colbert ve Corden 
                                                                                                                   
  5. Seth Meyers: NBC’nin “Late Night” markasının “Late Night with Seth Meyers” ismiyle devam ettiricisi. Jimmy Fallon, “The Tonight Show”a geçince, onun yerine geldi. “Saturday Night Live”ın önde gelen yazarlarındandı zamanında.                                                                     
  6. Craig Ferguson: 2005-2014 arasında “The Late Late Show” serisini sundu. Hey dostum, bu İskoç bir acayip ve garayip doğrusu!                                                                                               
  7. Bill Maher: HBO’nun “Real Time with Bill Maher” talk şovunu 2003’ten beri sunuyor. Politik konulara sert biçimde girmesi ile tanınır. Neden? Çünki adam tecrübeli... 1993-2002 arasında, “Politically Incorrect” adlı programı sunmuştu.                                                             
  8. Larry King: 1985-2010 yılları arasında, CNN’de “Larry King Live” programını sunan yaşlı gazeteci. CNN denince ilk akla gelen isimlerden ve dolayısıyla sohbet programlarındandır. O masa üstündeki retro mikrofonla özdeşleşmiştir. Sonra ne oldu ne gitti, herif Russia Today adlı tuhaf kanala gidip program yapmaya başladı.   
    Larry King ve
    meşhur mikrofonu
                                                                                   
  9. John Oliver: HBO’daki “Last Week Tonight with John Oliver” talk şovunun sivri dilli, İngiliz aksanlı sunucusu. 2014’ten beri bunu sunuyor. Daha evvelinde ise Jon Stewart ile beraber çalıştı. Hiç çekinmeden sağa sola giydirenler ekolündendir.

     Bu işin Amerika yakasında genelde yukarıda sayılanlar anılırken, yine bunlar kadar dikkat çeken ve ne kadar meşhur aktör, şarkıcı vs. varsa programına getirebilen İngiliz Graham Norton vardır. The Graham Norton Show'dur program adı. Ama kanalı BBC olunca, kendisi yukarıdaki listeyi ıskalamıştır tabi. 


8 Eylül 2017 Cuma

Cem Yılmaz’la Edebin Sınırlarını Zorlarken

     Cem Yılmaz’ın yepyeni gösterisi bu isimle çıksa, ne kadar yerinde ve isabetli olurdu değil mi? Yakışırdı da hani... Neden mi? Elimizden geldiğince anlatmaya çalışalım:

     Yaşı 35’in üzerinde olanlar, Cem Yılmaz adını 90’lı yılların ikinci yarısında sıkça duymaya başlamıştı. Leman Kültürde, kendi deyimiyle “üç-beş” kişinin önünde başlayan, akabinde ta günümüze kadar uzanan ve çok kişi tarafından, alanında “tek” olarak takdir edilen bir kariyere sahip oldu. Saçlarını sıfıra vurdurmuş genç bir adam, neredeyse her gösterisini kapalı gişe giden bir şova dönüştürüyordu. Daha yirmili yaşlarındaki bu genç, günlük hayatımıza, bizi etkileyen ancak fazla dillendirmediğimiz çeşitli şeylere, televizyon programlarına, izlediğimiz ama çoğu zaman es geçtiğimiz film karelerine dair şeyler anlatarak, kısa sürede ismini duyurmayı başardı. Ancak anlattığı bazı şeyler daha vardı ki... İşte onlar, edebin sınırlarını zorluyordu.
daha 22 yaşında
bir karikatürist 

     Yılmaz, özellikle gösterilerine ilk başladığı zamanlarda, “Bir Tat Bir Doku” adı ile bilinen gösterilerinde, gülmek için toplananlar arasında seçtikleri üzerinde çok uğraşıyor ve adeta onları yerin dibine sokuyordu. Çünkü alaya aldığı ve küçülttüğü kişilere çok fazla yükleniyor ve bu aşağılamalara maruz kalanları, oraya geldiğine pişman ediyordu. Bu “laf sokmalar” ve ağır sözler, yine bir dereceye kadar kabul edilebilirdi. Belli ki kendisi, Batıdaki örnekleri yakından takip ediyor ve onlardan esinleniyordu. Neticede Batıdaki “stand-up” denilen şovlarda, böyle ofansif şeyler gayet olağandı.

     Fakat Cem Yılmaz bu kadarıyla da kalmadı. Gösterilerinin büyük bir kısmını kaplayan ve deyim yerindeyse, konuyu dönüp dolandırıp müstehcen mevzulara getirmesi, edep sınırlarını zorluyordu. Kadın erkek ilişkileri, her iki cinsin zaafları, bilhassa erkek uzuvları ve bunlara bağlı olan konular üzerine anlattıkları ile güldürmeyi başarıyordu fakat espri ve şakalar, “bel altı” dediğimiz cinstendi ve üstelik her izleyenin de fark ettiği üzere, her yeni gösteri ile birlikte sertleşiyordu. Özellikle “Fundamentals” gösterisi, gerçekten de bu konunun şimdiye kadarki “en dip” noktasıydı.
seviye bir süredir
sıfırın altındaydı zaten!

     Evet, diyelim ki bu terbiyesizlikler Batı dünyasının gösteri ve stand-up anlayışında var. Hakikaten de öyle. Louis C.K.den Russell Peters’a, Eddie Murphy’den Dave Chappelle’e, Richard Pryor’dan Robin Williams’a kadar birçok tanınmış stand-up siması, çok sert ve ofansif bir dil kullanır ve kadın erkek ilişkilerini, olabildiğince sansürsüz ve edepsiz şekilde anlatır, onları izlemeye gelenlere de umarsızca alkışlar.
tarihin en ağzı bozuk en seviyesiz
heriflerinden biri: Louis C.K.

     Tamam da, ne burası Batı ne de edep ve ahlak seviyemiz oralarla aynı. Toplumumuzun genelinde, erkeklerimiz veya kadınlarımız bu tür konuları kendi aralarında konuşuyor olsalar dahi, bunlar sınırlı alanlarda ve nispeten alçak sesle dile getirilir veya tartışılır. Normal ahlaki değerlere haiz her cemiyette de böyledir. Dolayısıyla sahneden birisinin, böylesine ahlak ve edep dışı şeyleri ailelerin, çocukların, kadınların karışık olarak bulunduğu bir ortamda açıktan anlatması, toplumun geneli için hiç de sıhhatli bir şey değildir, bir dejenerasyon göstergesidir.

     Bu gerçekliğin biraz da diğer tarafına bakalım: Cem Yılmaz, gösteri yaptığı ilk birkaç seneyi geçecek olursak, seçim neticelerine de yansıdığı üzere, giderek muhafazakarlaşan bir toplumun karşısına çıkıyordu. Sonu meşhur “28 Şubat”a varan Refah-Yol hükumeti ve birkaç sene ardından, 2000’li yılların başını domine eden Ak Parti hükumetleri, Cem Yılmaz’ın yukarıya tırmanışını hiç kesmedi. Bilakis, vergi rekortmenleri arasına girdiği dönem de, bu dönem oldu.

     Bir diğer mevzu ise, her ne kadar bir önceki dönem din düşmanı komedyenler kadar olmasa da, dini konulara girmesi ve bazen dinen çok tehlikeli sözler söylemesi. Gerçi hakkını teslim edelim, dine zarar vermede bir nesil önceki, kabare ve gösteri adı altında İslamiyet’in emirleri ile alay eden, dinin yasak ettiklerini övüp, akıllarınca dinle dalga geçen dinozorlara nazaran oldukça masum sayılırdı. Çok bariz bir misal; icracı olarak başı Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın çektiği, Selim Naşit, Nevra Serezli hatta Yonca Evcimik gibi karakterlerin yan desteği, Haldun Taner, Kandemir Konduk ve Umur Bugay’ın antrenörlüğünde, neredeyse her parodi her skeç İslamiyet ile açıkça alay içeriyordu. Doğrudan değil elbette fakat dolaylı yollardan ve laf kalabalıkları ile. Tiyatro ve sinema ise neredeyse tamamen bunların elindeydi ve bu güçlü silahlarla, bir yandan Türk Milletine aba altından soba gösterirken, bir yandan da milletimizi kendi istedikleri yola çekmek için toplum mühendisliğine soyunuyorlardı.
Devekuşu Kabare tayfası

     İşte böylesine karanlık bir dönemden sonra, Cem Yılmaz 90’lı yılların ikinci yarısında ve 2000’li yılların başlarında, stand-up denilince, tereddütsüz olarak ilk akla gelen komedyendi. Yılmaz Erdoğan - Demet Akbağ ekibi de o aralarda parladı fakat Demet Akbağ, yukarıda zikrettiğimiz Umur Bugay’lı, Kandemir Konduk’lu kabarlerin mirasına sahip çıkarken (biraz yumuşatarak tabi ki), Yılmaz Erdoğan ise, hem politik hem de ahlaki olarak, Türkiye’nin kahir ekseriyeti oluşturan Sünni duruşa bayağı bir uzaktı. Filhakika Cem Yılmaz da muhalif olarak bilinir ve bunu bir şekilde üstü kapalı ve nadir olarak dile veya klavyeye getirse de, genel manada politik şakalara girmekten kaçındı ve kaçınmaya devam ediyor. Çünki aksini yapacak olsa, atındaki zeminin, tahmin edebileceğinden de hızlı bir biçimde kayacağını gayet iyi bilmektedir. Ata Demirer’e de küçük bir parantez açmak gerekirse; o da sahneye çıktı bahsedilen zaman diliminde. Onun gösterilerinde de dini konular geçti ve geçiyor ara sıra fakat bilerek dinin emir ve yasakları ile alay etmek, hemen hemen yok gibidir.

     Neyse... Ana maddeye dönecek olur ve bir iki kelam da filmleri için sarf edecek olursak: Gösterilerindeki bu oldukça sert ve rahatsız edici üslup, Yılmaz’ın filmlerinde ise, hem şiddet hem de zaman bakımından oldukça azdır. Her Şey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz  gibi yapımlarda, hemen her filmde duyabileceğimiz kadar, sadece birkaç kötü diyebileceğimiz söz vardır. Absürt komedi olarak çektiği, göndermelerle dolu ve bu gönderme ve ince mesaj verme niyeti yüzünden izleyiciyi hırpalayan A.R.O.G., G.O.R.A. ve Yahşi Batı filmlerindeki seviye ise, diğerlerine nazaran daha aşağıdadır.

     Ancak şunu da söylemek gerekir ki Cem Yılmaz, günlük hayatta karşılaştığımız, çoğu zaman da fazlaca üstünde durmadığımız bazı olay, hissiyat ve garip kişilikler ile alakalı çok enteresan ve yerinde espri ve şakalar yaparken, birçok konuda yaptığı sosyolojik ve psikolojik tespitler de çok yerinde ve ufuk açıdır. Lakin ne yazık ki, her gösterisinde, olay bir şekilde bel altına gelir ve tabiri caizse dakikalarca oradan malzeme çıkarır ve seviye sıfırdan eksilere doğru gider. Yani ortalama bir Türk ailesinin, Cem Yılmaz’ın herhangi bir gösterisini hep beraber oturup izlemesi çok ama çok zayıf bir ihtimaldir. Olmuşsa bile, bu bir kereye mahsus, bilinmeden olmuştur.
konu nereye doğru
gidecek tahmin edin?

     Hatime olarak, “yiğidi öldür ama hakkını teslim et” düsturundan hareketle, şunları eklemek insaf dairesi içerisinde olacaktır: 80’li ve 90’lı yıllarda sahneye çıkanların, sinema, müzik ve tiyatroyu elinde tutanların sistematik mukkadesat saldırıları ve erozyon çalışmaları sonrasında, edep, terbiye ve ahlak açısından seviyeyi alçaltan yeni dönem neslin gelmiş olması, biraz hayal kırıklığına sebep olsa da, dini konuları fazla bulaşmayan komedyen, tiyatrocu ve sinemacıların eskiye nazaran daha çok olması, sayısının artması, buna mukabil eski dinozorların sayısının ve etkisinin azalması, az da olsa bir teselli kaynağıdır.