Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: gençliğin yozlaşması Follow my blog with Bloglovin
gençliğin yozlaşması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gençliğin yozlaşması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2017 Pazartesi

Muhafazakarımız Neden Yozlaşıyor?


     Son senelerde, bilhassa muhafazakar kesimde bariz, gözle görünür bir yozlaşma ve "çukurlaşma" dikkat çekiyor. Evet, yozlaşma her yanda mevcut ancak, "muhafazakar" olduğunu iddia eden kesimin bilinçsiz, adeta çılgınca "çözülmesi"son derece rahatsız ve tedirgin edici. 28 Şubat'ın üstünden daha yirmi yıl bile geçmeden, ne oldu da dar pantolon giyen "başörtülüler" ve namazın farzını dahi kılmakta zorlanan, onu da vaktin sonunda ve "olsun da nasıl olursa olsun" mantığı ile bir nesille karşı karşıya kaldık. Muhafazakarların sayısı günden güne artıyordu oysaki... Yoksa Ak Partinin yükselişi ve yükseldikten sonra yükseklerde kalması nasıl açıklanabilirdi ki, bu kadar ve bu kadar sene?

     Peki, milli ve dini değerleri muhafaza eden, bu kesimi diğerlerinden ayıran ve belli bir noktada durmasını bilmesi gereken, aksi halde fikriyat olarak karşısında olduğunu söylediği zihniyete benzemeye başlayacak olan bu kesimin yozlaşması ve duvarlarını çürütmesi ne manaya geliyor ve nasıl işliyor? Nasıl oluyor da giderek güçlenen dini ve milli bir söyleme doğru evrilen Ak Partinin seçmenleri (ki nereden baksanız halkın yarısına tekabül ediyor) giderek tuhaflaşıyor. Bunları maddeler halinde sıralamaya çalışalım:

1. Zenginlik: Belki de en mühim sebep, sağ ve muhafazakar kesimlerin baş belası, mal-mülk-servet. Evet, cebi para gören Müslüman maalesef kendini toparlayamıyor. İslam tarihinde de sık sık gördüğümüz numunelerden de yola çıkıp destek aldığımızda, bunu iddia etmek gayet yerinde olur. Bu devrede sıkça görüldüğü üzere, zenginleşen fertler ve toplumlar, zamanla savrulmalar yaşamış, esas hedeflerinden şaşmışlar, hatta bazen doğrunun karşısına geçebilecek kadar sapıtmışlardır. Şu bir hakikat ki, zenginlik imtihanını verebilen Müslüman nadirattandır.

     Ak Partinin iktidarı almasından sonraki on beş sene içerisinde yaşadığımız, daha doğrusu giderek artan bir şiddette yaşadığımız şeylerden en barizi budur. Fakirken başını secdeden kaldırmayan, az da olsa sadaka vermeye çalışan, hayır kurumlarına yardımcı olan, uzun pardesü veya çarşaf ile örtünen, eşinin ve kızının yabancı erkeklerin olduğu yerlere göndermeyen, tek hedefi biraz daha iyi paralı bir iş olan, sağa sola hiçbir şekilde harcamayıp biriktiren insanlar, daha yüksek maaşlı bir işe girip cepleri biraz para görmeye başlayınca, namazları geç kılmaya, zekatının hesabından (kendince hesaplamalarla) kaçırmaya, eşinin örtüsüne ve girip çıktığı ortamlara dikkat çevirmemeye, değişik eğlence vasıtalarıyla vaktini geçirmeye başlıyor. Cepte durduğu gibi durmuyor para işte... Çıktı mı ve çok mu, seni nereden nereye savuracağını, seni nerelere çekeceğini bilemezsin! Çeşit çeşit elbiseler, ayakkabılar, gezmeler, tatiller, uzun seyahatler, daha evvel hayatlarında olmayan eşyalar, arabalar ve gereçler... Bu liste uzayıp gider ama esas olan ve hemen hemen hiç değişmeyen kaide; malın mülkün artması, çoğu Müslümanı bozuyor, çok sağlam durabilenleri bile bir şekilde sallayabiliyor.

2. Aşağılık Kompleksi: Sağ kesimde, özellikle Osmanlı Devletinin çökmesinden sonra, zamanla artan ve derinleşen bir kompleks hasıl oldu. Gizli ve açık din düşmanı ile din cahili hükumet ve idarecilerin elinden çok çeken, sürekli aldatılan muhafazakar insanımızın yaşadığı travmalar, acı tecrübeler, bir türlü istedikleri idarecilere kavuşamamaları ve yılların üst üste birikmesiyle de, bir nevi komplekse dönüştü. Haklı oldukları davalarda dahi ölçüyü kaçırmaya, kurunun yanında yaşı da yakacak raddeye geldiler.
28 Şubat evet ama örtüler şimdikinden daha düzgün!

     En azından 70-80 senedir devan eden bu komplekse son çiviyi, 28 Şubat diye bilinen hadise çaktı. Refah Partisinin, koalisyon ile de olsa iktidara gelmesi ve başta Erbakan olmak üzere üst düzey yetkililerin, durumun ve zamanın hassasiyetini idrak edemeden ettikleri söz ve hareketlerin de üstüne tuz biber olmasıyla, 1997 yılının Şubat ayından itibaren, çok katı tedbirler ve kurallar devreye sokuldu. Binlerce insan haksız yere işinden gücünden oldu, talebeler okullardan atıldı... Kısacası zaten "zenci" muamelesi gören Müslümanlar, hepten üçüncü sınıf vatandaş statüsüne düşürüldü. İyice bilenen muhafazakar kesim, Recep Tayyip Erdoğan'ı kendine bayrak yaptı ve 2002'den bu yana, cumhuriyet tarihinde görülmemiş işler vücuda gelmeye başladı.

     Evet, siyasi, ekonomik istikrar, düzelen dengeler, kişi başı geliri artmaya devam eden bir Türkiye vardı ama bu sefer de, havanın kendi lehlerine döndüğünü gören ve yıllardır kinini nefretini içinde biriktirmiş olan insanlar, abuk subuk konuşmaya, dengesizleşmeye yüz tuttu. Onca zaman sonra sahip olduğu ve daha fazlasına da sahip olmaya kesin gözle baktığı bazı değerlerin üstünden, kendi kendini bitirmeye başladı. Olgunluk göstereceği yerde, DNAsına işlemiş olan meş'um baskı yüzünden ayağı altındaki zemini kaydırdı.

     Bilhassa sanal dünyada ve bazen de sokakta, toplu taşıma vasıtalarında şahit olduğumuz saçma sapan açıklamaların hakaretlerin ve hareketlerin menşeyi genellikle işte bu komplekstir. Başka bir deyişle, hayırlı işlere sarf edilmesi gereken enerji ve bilinç ve zaman, boş, yüzeysel ve neticesiz sahalara aktarılıyor, gereksiz düşmanlıklar körükleniyor.

3. İnternet: Milenyum ile birlikte hayatımıza giren, "sosyal medya" denilen nanenin yaygınlaşması ile beraber de, günlük hayatın vazgeçilmesi konumundaki "şey". Çok işe yarar, lüzumlu bilgiler içerir, kolaylaştırır, fayda sağlar... Ama bir o kadar zararlı ve yıkıcı da olabilir. Bir silah gibidir... Kullanmasını bilene ve düşmana karşı kullanana fayda sağlar iken, birçok kişinin de canına kastedebilir. İşte bu interneti, bizim biraz sonradan görme, biraz cahil muhafazakarın eline verirseniz, sana karşılık olarak nasıl döneceğini az çok tahmin edebilirsiniz... Yozlaşma. Zararlı sitelerden, karşı cins ile kolayca ve gerçek kimliği gizleyerek "chat" yapmaya kadar birçok alt kalem, devasa bütçeli sinema filmlerinden, her türlü pisliğin "sanat" diye yedirilmeye çalışıldığı dizilere kadar, birçok insanın ayağı altındaki zemini kaydırıyor ve kaydırmaya devam ediyor.

4. Muhafazakar Kadınların Cemiyet Hayatına Hızla Karışması: Bu madde, üsteki sayılanlarla birlikte ve ayrı başlık olarak da ele alınabilir. Ta Osmanlı'nın son zamanlarında bu yana artan ve bizi, köklerimizden ayırıp giderek "Batı"ya benzeten en önemli yozlaşmalardan biri. İşin en enteresan ve işinden çıkılmaz kısmı ise, bunu muhafazakar diye geçinen tayfanın büyük çoğunluğu ya kabul etmez ya da en azından zararının o kadar da çok olabileceği gerçeğine ihtimal vermez. Yani bu öyle bir hastalık ki, kendisine bakılması farz olan kızlar kadınlar, "ekonomik özgürlük" peşinde koşturuyor... Bunları yaparken karşılaşacakları muhakkak olan taciz, zorluk ve aşağılanmaları da bile bile üstelik.
sarî hastalık gibi yayılan örtülü çıplaklık!

     Kadınların, erkeklerin bulunduğu okul ve iş yeri gibi yerleri paylaşmaları, kadınlar açısından son derece yozlaştırıcıdır. Başörtülü olarak okuma ve çalışma serbesti yaygınlaşınca, iş iyice çığrından çıktı. İlk önce utanarak, kendini koruyarak, uzun pardesü, düşük ses ile başlayan "hayat müşterektir" siperinin altındaki kıpırdanışlar, giderek kısalan ve daralan elbiselere, yüzde koyulaşan makyaja, ofisin ortasında yüksek sesli kahkahalara, hatta iş yerindeki erkeklerle gayri meşru ilişkilere kadar vardı. İş, bir noktada öyle bir yere varıyor ki, ortada "muhafaza" edecek bir şey kalmıyor!

5. Hedefsizlik: Zenginlik gibi, hedefsizlik de son derece yozlaştırıcı bir parametredir. AK Partinin iktidara gelmesi, bir şekilde düşman olarak hedefe konulan ve bilenilen çevrelerden bir bir "intikam alınması" sonrasında, gerçekleştirilecek büyük hedeflerin hemen hemen kalmaması, muhafazakarı tembelleştirmeye yetip artıyor... Tıpkı etrafında köpek balığı olmayan balıklara dönüyor.

     Bütün bu yukarıda sayılan ve daha sayılamayanların ışığında bakıldığında, tarihi hakikatler de göz önünde tutulduğunda, bir tür baskı hisseden, mücadele içerisinde olan, bir davaya hizmet eden dindarlar, ekonomik ve sosyal olarak rahatladıklarında, ya çeşitli "oyuncaklara" takılarak esas hedefinden sapabiliyor ya da büsbütün başka bir yola kayabiliyor.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Breaking Bad Dizisi Üzerinden Amerikan Toplumuna Şöylemesine Bir Bakış


     "Abi Breaking Bad diye bir dizi buldum süper" ünlemli ifadesi ile başlayacak olursak bu sefer, diziler tarihinin en başarılı yapımlarından birinden söz ettiğimiz gerçeğini teslim etmemiz lazım gelir herhalde! Temposu ara sıra biraz düşse de, genel olarak senaryonun doluluğu, derinliği, zenginliği ve devamlılığı, kurgunun çok iyi olması ve en mühimi, aşmış oyunculukların varlığı, bu diziyi gelmiş geçmiş en iyi drama ve dizilerden biri yapıyor. Breaking Bad'in bu kadar çok tutulmasının sebeplerinden biri de şüphesiz, hem eyalet hem de federal bazda, Amerika Birleşik Devletleri denilen ülke hakkında gayet gerçekçi ve derinlemesine bir kesit sunmasıdır. Dizinin genel konusu; akciğer kanseri olduğunu öğrenen başarılı bir kimya mualliminin, öldükten sonra, ailesinin geçimini sağlayabilmesi için uyuşturucu üretimi ve sonrasında da satımına girişmesidir. Gelelim başlıca karakterlere ve fiiliyatlarına (DİKKAT: bundan sonraki kısımlarda spoilera rastlama ihtimaliniz, peynirli poğaçanın içinde peynire rastlama ihtimalinden daha fazladır):

     Walter White (Bryan Cranston): Dizinin protagonisti ve lokomotifi. Al Pacino'nun Dog Day Afternoon'da, Robert De Niro'nun Raging Bull'da, Roberto Benigni'nin Life is Beautiful'da, Leonardo DiCaprio'nun Blood Diamond'da, Heath Ledger'in The Dark Knight'ta sergiledikleri performansları gölgede bırakacak ve hatta bazen arkasında dahi bırakacak oyunculuğu ile diziyi götüren kişidir. Walter White, Nobel mükafatına varacak derecede zehir gibi bir kimyacıdır. Temelini attığı şirketten sadece 5 bin dolar alarak ayrılmış (bir takım ayak oyunları ve ihtiyaç meselesi) ve ardından, kurucularından olduğu şirketin NASDAQ'a rahatlıkla girebilecek kadar büyümesine şahitlik etmiştir. Bu ayrılma sürecinde ve sonrasında kendisine haksızlıklar yapılmıştır ve dolayısıyla hınç doludur. Hınç doludur ama bir o kadar da pısırık ve ödenmesi gereken mortgage ve faturalar arasında sıkışmış kalmıştır. Üstelik oğlu sakat ve "planlama" olmadan doğacak olan bir kız evladı da yoldadır. Öğretmenlikten arta kalan zamanlarda bir oto yıkamacısında ek iş yapmakta, ezikliğine eziklik eklemektedir (Ekmeleddin İhsanoğlu için buradan bir slogan daha çıkabilir gibi). Günlerden bir gün, bütün bu itibarsız, sünepe ve silik kişiliğine bir son vermeye karar verir ve eski bir talebesi aracılığı ve ortaklığı ile suni bir uyuşturucu olan metamfetamin üretimine başlar. Nasıl olsa kimyada süperdir, her şeyini ortaya koyar ve neticede, keşlerin ve satıcıların başını döndürecek "masmavi" bir ürün çıkar. Bu uyuşturucu yapımı süreci, sadece dünyanın en saf "meth"ini ortaya çıkarmakla kalmaz, Walter White'in başarıya, özgürlüğe ve liderliğe susamış egosunu da, giderek bir uyuşturucu baronu kılığına girecek olan "Heisenberg" adıyla ortaya çıkarır (meşhur Alman bilim adamı Werner Heisenberg, sonradan Müslüman olmuştur). Önce ailesine yetecek olan miktarı hesaplayan ve orada duracağını iddia eden Walt, piyasanın kurdu uyuşturucu satıcılarının dahi canına okuyan egosuna teslim olur ve her şeyi olduğunu iddia ettiği ailesinin kendisini dışlamasına rağmen, uyuşturucu yapımı için kullandığı ekipmanların arasından mutlu bir Heisenberg olarak can teslim eder.

iki kafadar "saf mavi"nin peşinde

     Jesse Pinkman (Aaron Paul): Walter White'in birlikte uyuşturucu işine girdiği, haylaz ve tembel eski talebesi. Kırk kere tövbe eder sonra yine uyuşturucu kullanmaya devam eder. Disiplinsizdir ve kendine güveni fazla yoktur. Eski kimya mualliminin güdümünde, uyuşturucu piyasasında Heisenberg'ün stepnesi olarak yer edinir. Tabi bu arada bir sürü dert açar başına.

     Skyler White (Anna Gunn): Walter White'in kafası biraz karışık (akşam akşam kötü konuşturmayın beni) eşi! Ailesine düşkündür güya ama eşini kıskandırmak ve onun dikkatini çekmek için onu aldatmaktan geri kalmaz. Gün gelir "olan olmuş" der ve tamamen "duygusal" sebeplerden ötürü Heisenberg'e arka çıkar, gün gelir ondan can düşmanı gibi kaçmaya çalışır.

     Hank Schrader (Dean Norris): Walter White'in bacanağı ve dostu, Heisenberg tiplemesinin amansız düşmanı ve takipçisidir. En ufak bir delilin dahi peşine düşen, son derece zeki bir narkotik büro elemanıdır.

     Marie Schrader (Betsy Brandt): Skyler'ın çenesi düşük ve kleptoman kız kardeşi. Hank'in eşidir.

     Walter White Jr. (RJ Mitte): Walter-Skyler çiftinin ilk çocuğu. Dizinin bana göre en zayıf karakterlerinden biri. Bu kadar problemli bir ailede olup da abuk-subuk işlere kalkışmayan bir ergen Amerikalının varlığı, dizinin inandırıcılığını biraz zedelemiş gibi geldi bana. Önceleri babasına arka çıkarken, gerçekleri öğrenmeye başlayınca Hank eniştesinin safına geçmiştir.

     Saul Goodman (Bob Odenkirk): İşte dizinin en renkli ve matrak karakteri! Rasyonaliteyi azcık zorlasa da, böyle bir tiplemenin olması, dizinin drama ağırlığını biraz hafifletip, biraz sarkastik ama ölçülü mizah ve hatta kara mizah parçacıkları ile kaliteye kalite katmıştır. Tam fırıldak bir avukattır ama işini, kanuni boşlukları ve karanlık dünyayı iyi bilir. Para sevdası ve güç korkusunun kendisine yaptıramayacağı bir iş yoktur. Mutlaka her sektörde, "dark side"a bulaşmış bir tanıdığı vardır dolayısıyla kanun kaçkınlarının, adaletin arkasında dolanıp birkaç puan almak isteyenlerin ideal sığınağıdır.

     Mike Ehrmantraut (Jonathan Banks): Yine dizinin alamet-i farikalarından mükemmel bir tip! Kötü adamın arkasını toplayan, ayak işlerini halleden, asla ihanet etmeyen, zeki ve kurnaz polis eskisi. Bazı işleri ile akla, Pulp Fiction'da Harvey Keitel'in canlandırdığı "Wolf" karakterini andırır.

     Gustavo Fring (Giancarlo Esposito): İzini kaybettirme ve dikkatleri başka yönlere çekme konusunda uzman, işini asla şansa bırakmayan, iyi adam görünümlü uyuşturucu baronu. Legal işini, karanlık dünya ile başarılı bir şekilde harmanlamıştır.

     Neden "Amerikan toplumuna bir bakış" dedik? Çünki bu dizi, çok güzel bir fotoğrafa çekiyor. Bu fotoğrafı çekerken de, Amerika'yı ve Amerikalıları katman katman görebiliyorsunuz... hele de mevzubahis, aile ise. Bu çekilen "fotoşopsuz" fotoğrafın bazı detaylarını inceleyelim (bu bir genelleme elbette):

     Amerika Birleşik Devletlerinde hasta olma lüksünüz olamaz! Gelir düzeyiniz iyi ise olabilirsiniz tabi ama öyle orta halli bir öğretmenseniz ve hele de kanser olduysanız... "Geçmiş olsun"! Bilindiği üzere burası, o yaldızlı "fırsatlar ülkesi" tabelasının altında, en koyu kapitalizmi yaşayıp yaşatan, devlet destekli sağlık sigorta sistemi olmayan bir memlekettir. Doktor-hasta ilişkisi bile, "müşteri" ve "yolunacak kaz" ayarındadır. "Elden ayaktan düştüm, devlet bana bakar", "hele şu devlet hastanesine bir gideyim" gibi şeyler duyamazsınız. Hele bir de kanser olursanız, işte şimdi yandınız... O zaman işte, Walter White'lıktan istifa edip, Heisenberg olma vaktidir!

     Tüm Batı toplumlarında olduğu gibi, kendisine "ayak bağı" olarak gördüğü dini (her ne kadar bozuk olsa da), belli zaman ve formlara hapsetmiş, dini ve dolayısıyla ahlaki değerleri arka plana itmiş Amerikan toplumu da, samimiyetsiz ve soğuk ve hatta yok olmak üzere olan bir "aile" mevhumunun pençesinde kıvranmaktadır. Aile fertleri birbirlerinden uzak ve birbirlerine mesafelidir. Aynı yatağa giren ebeveynler dahi "sıcaklık"tan uzaktır. Çoğu anne baba, bir zaman sonra, iş yerindeki bir personelle ya da iş çıkışı bir içki içmek için uğradıkları bardaki bir yabancı ile tek veya çok geceli ilişkiler yaşamaktadır. Çocuklarla olan ilişkilerde de aynı durum mevcuttur ve bu "sıcaksızlık" en çok onları vurmaktadır. Ahlaksız ve kötü alışkanlık sahibi arkadaşlar, sıcak aile yuvasının yerini tutmak için vazife başındadır. Bir zaman sonra bu çocuklar da, yetişkinliğe adım attıklarından itibaren, ebeveynlerinin işlediği haltları, misli ile işlemeye başlarlar.

     Peki Birleşik Devletler, bu ahlaki ve dini bağları zayıflamış vatandaşları ile nasıl başa çıkar? Eğer dini ve manevi müeyyide endişesi ve korkusu yoksa, maddi ve kısa vadede suç işleyenlere ceza verebilecek bir sistem kurarak tabi. Burada devreye, dizide de çok iyi işlenmiş iki tane (ki ikisi de aslında tek noktaya çıkar) korku devreye girer; birisi, çok katı vergi ödeme sistemi dolayısıyla "Maliye"den korku ve "kolluk kuvveti" korkusu. Öyle bir vergi denetimi düşünün ki, ortalama gelirinin dışında, çılgınlık yapıp biraz fazlaca ve göze batacak şekilde harcasanız, devlet hemen tepenize binip "senin maaşın buna elvermez, başka gelirin olmasın sakın" gibilerinden inceden inceye hesaba çekiyor ve tatmin edici cevabı olmayanları okkalı bir şekilde cezalandırabiliyor (sistemin adı IRS, yani "Internal Revenue Service" ona göre). Kolluk kuvveti korkusu ise, hemen her olaya müdahale ederken inisiyatif alıp silahını kullanmaktan çekinmeyen, yasaları iyi bilen yetişmiş polis teşkilatı ile ilk aşamada kendini gösteriyor. İkinci aşama ise, rüşvet ve adam kayırmanın minimum düzeyde yaşandığı ve çok sert cezaların çıktığı mahkemeler. Son aşama ise, ne kadın ne erkek hiçbir insan evladının düşmek istemeyeceği Amerikan hapishaneleri var.

     Anladığımız kadar ila, sefahetin, ahlak eksikliğinin, dejenere olmuş ailenin ve kötü çevrenin hüküm sürdüğü Amerika Birleşik Devletleri ve bunun gibi diğer bazı Batı ülkelerinin ayakta kalmasının tek sebebi; adalet mekanizmasının efektif ve can alıcı bir şekilde hayatın her kademesinde kendisini göstermesidir.

Netice: Kimya candır!