Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: İTÜ'lü Üç Mühendisin Siyasetle İmtihanı: Demirel, Erbakan, Özal Follow my blog with Bloglovin

13 Mart 2021 Cumartesi

İTÜ'lü Üç Mühendisin Siyasetle İmtihanı: Demirel, Erbakan, Özal

    Yahu, bir ülke düşünün... Daha tazecik, kırk beş yaşında var yok... Bir tane de teknik üniversite düşünün, içinden üç tane mühendis, hepsi de aynı dönemde okuyor... Hepsi de, o körpe memleketin siyasetine, otuz-otuz beş sene damga üstüne damga vuruyor... Hani Ferhan Şensoy'un deyimiyle; "tesadüfün iğne deliği" gerçekten!

İnşaat Motor ve Elektrik Mühendisleri
inşaat, motor ve elektrik mühendisleri

Bu mühendisler malum: Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal. Üçü de parlak olan bu talebelerin bir müşterek tarafı daha var; hepsi muhafazakar ve sağ görüşlü. Ve günü geliyor, hepsi teker teker siyasete atılıyor. 

    En erken davranan Demirel oldu. Rahmetli Adnan Menderes'in yadigarı Demokrat Partinin mirasçısı konumundaki Adalet Partisinde yaşanan belirsizlik ve çekişmenin de tesiriyle, daha kırk yaşında iken parti başkanı olurken, bir sene sonra, yani 1965'te başbakan oldu... Hem de koalisyonsuz. Ve böylece başlayan siyasi bir kariyer, "şu kadar kere gittim ama bu kadar kere de geldim" sözüyle özdeşleşti. 

    Necmettin Erbakan ise birkaç sene sonra, 1969'da, Demirel'in başında olduğu Adalet Partisinden aday olmaya kalkıştı ancak Demirel'den veto yedi. Aralarındaki husumet daha baştan belli olmuştu lakin Erbakan pes edecek bir karaktere sahip değildi ve Konya'dan bağımsız aday olarak meclise girdi. 

    En geç Özal girdi siyasete. 1977 senesinde, Erbakan'ın Milli Selamet Partisi adayı olsa da, seçilemedi. Yolu ancak 80 Darbesinden sonra açıldı. Rahmetli geç açılmış olsa da, 80'lere tek başına iktidar olarak damga vurdu.  

    Neyse bunlar zaten bilinen şeyler, sadece özet babında girmiş olalım. Bizi esas ilgilendiren, bu akranların her birinin, millet ve mukaddesata yaklaşım usulleri. 

Süleyman Demirel

    Evvel siyasete atılandan başlayacak olursak: Şimdi, Süleyman Demirel'in herhangi bir döneminden, bir video izlediğinizde, bir mitingini dinlediğinizde veya demecini okuduğunuzda, aklı başında bir insanın dikkatini çekecek ilk şey şu: "Ya bu adam çok konuşuyor, çok şey anlatıyormuş gibi görünüyor ama esasında hiçbir şey söylemiyor". Hakikaten iyice bakıldığı zaman, Demirel'in bir "laf ebesi" olduğu ve lafı gezdirip dolandırıp, doğru dürüst hiçbir şey anlatmadığı hemen anlaşılır. Ama sadece bu kadar da değil. Kendisi, sağdaki muazzam boşluğu görüp, bu karlı boşluğu doldurmak için muhafazakar kesimin hasretini çektiği kelime ve deyimleri, kendi yaptığı laf salatalarına ekleyip, üstüne de renkli hitabetini ekleyince, mitingleri dolup taşmaya başladı. Siyasi hayatı darbelerle çakışıp, "mağdurum" silahı da cephanesine eklenince, politik hayatımızın otuz beş senesinde şöyle ya da böyle rol oynayacak bir aktör peyda oldu. 

    Peki, neden bir laf ebesi bir laf cambazı bu kadar alaka gördü? Aziz Nesin'in aynı isimli romanından uyarlanmış "Zübük" filmin başrolündeki karakterin üç aşağı beş yukarısı (Demirel-Erbakan karışımı demek daha doğru olur) olan bu politikacı neden bu kadar tuttu? 

    Herhalde bu suale, bir ana maddeye bağlı olan birkaç maddeyle cevap vermek gerekecektir. Tabi ki en mühim dinamik ve ana madde; Osmanlı'ya ve Osmanlı hanedanına sırtını çevirmekle, CHP zulmüne ve din düşmanlığına duçar olan, tekrar maneviyata sarılmaya çalışmakla pişmanlığını izhar eden Türk muhafazakarının kurtuluş umudu olması. Demirel'in Cumhuriyet Halk Fırkasına verip veriştirmesi ve daha fazla demokrasi çıkışları, sandıkta karşılığını bir şekilde gördü. Bu ana maddeye bağlı olan diğer cevapları ise şöyle sıralayabiliriz: "Söz, sihir gibi tesir eder" düsturundan hareketle, renkli, bol vaatli ve coşkulu hitabetinin, kendisini hiç boş çevirmemesi. 

    Ispartalı Süleyman'ın çok tutmasının sebeplerinden birisi de, müsait zemini bulunca tekrar yeşermeye, çoğalamaya başlayan cemaatlerle olan ilişkisi. Bu ilişki hiç de yadsınacak gibi değildir, zira çeşitli cemaatlerin kendisi ile teması olması bir yana, kendisi bunları manipüle etmeyi çok iyi becermiştir. Hatta doğruluk payı çok yüksek olan bir anekdot paylaşmak yerinde olacaktır: Bir seçim arifesinde, kendi cemaatlerinden hangi adayın olup olmayacağı hususu tartışılırken, cemaat mensuplarının; "bizden kimse yok listede" demesi üzerine, Demirel'in çekmecesinden, o cemaatin önde gelen kitaplarından birisini çıkarıp göstermesi ve "e ben varım ya" sözleri, durumun geldiği noktayı gayet iyi özetliyor. 

    Dolayısıyla esasa baktığımızda, Süleyman Demirel denilen siyasetçinin Türk milleti nezdindeki kabulü, "kerhen" ve mecburiyetten olmuştur ekseriyetle. CHP karşısında duruyor görünmesi ve kendi sahasında alternatifinin olmaması, senelerce "Demirel aşağı, Demirel yukarı" goygoyu dinlememizin ana nedenidir.

Necmettin Erbakan

    Gelelim, bu akranlardan ikinci olarak siyasetin parıltısına kapılan kişiye: Necmettin Erbakan'ın yetişme ve siyaset yapma tarzı göz önüne alındığında hemen söylenebilecek şey; kendisinin, o karanlık dönemde yetişen bir muhafazakardan beklenildiği üzere, Necip Fazıl gibi, bu topraklarda yetişen fikir adamlarından beslenmek yerine, dış ve bilhassa Mısır ekolünden etkilenmiş olması. Yoğun Osmanlı müdafi sözleri çok ise de, Mısırlı türedi din adamlarının tesiri daha ağır basıyordu konuşmalarında. Bu açıkça bir kavram kargaşasıydı aslında çünki Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani gibi zındıklara hoca ve üstad diyen bu Mısırlılar, Osmanlı'ya bir şekilde düşmandı. Ama Erbakan ve çevresi bunu tasnif edecek donanıma sahip olmak bir tarafa, bu zihniyetin Türkiye'ye yayılmasına ön ayak oldu.

 

Milliyetçi Cephe denilen koalisyonun ortakları

  Erbakan'ın Demirel'in partisine sokulmamasının ardından, bağımsız aday olması ve etrafındakilerle Milli Nizam Partisini tesis etmesi, Hasan el Benna'nın kurduğu "Müslüman Kardeşler" (İhvan-ül Müslimin) örgütünün çileli yıllarına denk geliyordu. Askeri bir darbe ile Mısır'da yönetimi ele geçiren Cemal Abdünnasır idaresi, nasyonel-sosyalist bir zeminde siyaset yürütünce, İhvan zihniyeti ile ters düştü. İhvan-ül Müslimin idaresinin yangına körükle gitmesi ve bilhassa dini bilgisi zayıf fakat heyecanlı yazıları ile kardeşi kardeşe düşman etmeyi başaran Seyyid Kutub'un İslam coğrafyasında akis bulan "Yoldaki İşaretler" adlı kitabının yayınlanması ve Kutb'un Nasır tarafında idamı, Türkiye'de aksiyona geçmek için bekleyen gençler için bir kıvılcım oldu.

    Türkiye Cumhuriyetinin temel iki yöneticisi olan CHP ve asker için, uzun zamandır görmediği kadar sert bir üslupla kurulmuştu Milli Nizam. Osmanlı'nın mirasına sahip çıkma ve Osmanlı'yı canlandırma isteklerinin açıktan dile getirilmesi, İslam alimlerinin kitaplarındaki, "fitne" kelimesinin tam karşılığı idi. Zira fitne, bir kişinin ya da bir zümrenin hareket ve söylemleri yüzünden, tüm müslümanların zarar görmesi demektir. Ne yazık ki, Mısırlı dengesizlerin etkisinde kalan genç Milli Nizamcılar (Milli Selametçiler), onların ayak izinden gitmek suretiyle, kardeşi kardeşe düşman etmeye başladılar. Tıpkı Mısır'daki veya dünyanın çeşitli yerlerinde neşv-ü nema bulmaya başlayan muadil ve muasırları gibi, tepeden, yukarıdan gelme bir inisiyatifle, insanları ve bulundukları toplumları değiştirebileceklerini sandılar. Erbakan maalesef bu hırs ve hayalperestliği ölene kadar muhafaza etti.

 

Elijah Muhammed denilen herifi "peygamber" olarak
tanıyan Muhammed Ali ve Erbakan

  Milli Nizam hareketinin, Anadolu topraklarındaki muhafazakar insanlara verdiği zararları başlıca iki başlıkta toplayabiliriz. İlk, yukarıda saydığımız gibi, aslında hiçbir gerçek İslam aliminin kitabında olmadığı gibi, dini bir söylemle siyasete atılmaları, milli manevi hissiyatı istismar ederek iktidara gelmeye çalışmaları. Ehl-i sünnet itikadının itidal ve fitneden uzak durma düsturu, bu gibi oluşumlara çok "pasif" geliyordu. Esasında kendilerine sorsanız, iktidara gelmek istemelerini tamamen halis niyetlerle millete hizmet edebilmek, insanları refaha kavuşturmak için olduğunu söyleyeceklerdir ama böyle bir metodoloji ne kadar işe yaramış ve yarayacak, bunu akl-ı selim olanlara bırakmak lazım! 

    Necmettin Erbakan'ın başlattığı çığırın ikinci büyük zararı, Nizam Dağıtım ile birlikte dünyada "Siyasal İslam" ile özdeşleşmiş, nevzuhur 20. yüzyıl reformistlerin kitap ve fikirlerinin tercüme edilip, temiz Anadolu evlatlarının önüne sürülmesi oldu. Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Mevdudi, Muhammed İkbal gibi reformcu isimler, yaldızlı sözlerle gençlere tanıtıldı. 

     Yukarıda esas kısmı sayılan zararların tesirini göstermesi uzun sürmedi zira Erbakan, hayalci ve ayağı yere basmayan üslubunu sertleştirdikçe, derin devletin cevapları da bir o kadar sert oldu. Sinoplu makine mühendisi, devleti doğru olarak tanımamakta ısrar ettikçe, daha çok müslüman zarar görüyordu. 

    Milli Görüş geleneğinden gelmekle kalmayıp, aynı hocası gibi sert ve usturupsuz sözleri ile tanınan Recep Tayip Erdoğan'ın, 28 Şubat sonrasında üslubunu yumuşatıp, hırçın ve zedeleyici yaklaşımını törpülemesi, aslında istenen muhafazakar liderin nasıl olması gerektiğini ve halkımızın böyle bir lidere  teveccühünü açıkça gösteriyor. 

                                                       Turgut Özal

        Siyasete en geç atılan isim Özal'dı bu üçlüden. Hatta şansını Milli Selamet'ten denemesine rağmen, o iş olmadı. Ve iyi ki de olmamış çünki bundan sonraki dönem kendisi için hayırlı oldu. 80 Darbesi akabinde oluşan kabineye girdi. Bunu, Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı evresinde, Anavatan Partisini kurması takip etti. Filhakika bu yaşananlara bakıldığında akla şu sual geliyor: MSP'den adaylık koyacak kadar muhafazakar olduğu bilinen birisi, dine mesafesi olan insanlarla nasıl bir araya geldi? İşte burada, eşi Semra Özal devreye giriyor, zira Kenan Evren'in önyargılarını, Turgut Özal'ın eşinin kırdığı biliniyor. 

 

Askerin karşısında eşofmanla
müthiş bir mesaj... tabi anlayana!

  Milletin, Özal'ın tam da aradığı muhafazakar lider olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çünki ne Demirel gibi sözü ve fiili çelişen bir karakteri vardı ne de Erbakan gibi öküzü alnından dürtme sevdasındaydı. Dolayısıyla siyasete geç başlaması, ders alması açısından faydalı oldu. Turgut Özal, ülkenin Kuzey Kore görünümünden kurtuluşunun tek çaresinin dışarıya açılmak olduğunu farkındaydı ve çabalarının bir kısmını o tarafa verdi. Bu çabaları netice verdi ve yabancı sermayenin akmaya başlamasıyla, altmış küsür senelik karanlık duvarlar aşınmaya başladı. Daha çok şeyler yapmak niyetindeydi ancak ne ortam ne de kadrosu, yapabildiklerinden daha fazlasına yapmasına müsait değildi. 

     Hülasa, İTÜ'nün dersliklerini aynı zamanlarda aşındıran üç dönem arkadaşı mühendisin siyaset maceralarını birkaç ifade ile özetlemek gerekirse şayet: Süleyman Demirel'in içinin dışına benzememekliği, münafıklık alameti. Necmettin Erbakan, bilerek veya bilmeyerek fitne çıkarmaktan hiç geri durmadı. Turgut Özal ise, ifrat ve tefritten sakınarak, devleti iyi tanıyarak, adeta "fincancı katırlarını ürkütmeden" halkına hizmet etmeye gayret etti.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler! Hakaret küfür olmazsa ne kaa guzel olur!