Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

30 Aralık 2014 Salı

Türk Muhafazakârını Kendinize Aşık Etmenin Püf Noktaları


     Türk muhafazakarı en asil duygunun insanıdır evet ama bazı konularda enteresan tutumlar ve düşünceler sergileyebilir. Özellikle orta yaş üstü olanlarında, devrin ve toplumun sebep olduğu bazı yıkıcı etkileri görebilirsiniz. Bahsedeceğimiz "Türk muhafazakarı" tipi, neredeyse 5 vakit namazını camide kılan, dini vecibelerini yerine getiren ama bunları yerine getirirken fazlaca kulaktan dolma çalışan, hacca biraz geç giden, gayet saf ve gayet iyi niyetli, haliyle toplumumuzda cereyan etmiş ve halen etmekte olan yozlaştırıcı faaliyetlerden, az ya da çok nasibini almış, Anadolu'da yaşayan veya bir vesileyle İstanbul'a gelip, kenarda köşede hayata tutunmaya çalışan bir insandır. Tedbirsizdir de maalesef... önüne sunulanları tüketmeye hazırdır, muhafazakar diye geçindiği halde. Eğer bu evsafta birini kendinize aşık etmek ve hatta -neden olmasın- kızına talip olmak niyetindeyseniz, dikkat edeceğiniz hususları aşağıya yazıyoruz:

     Piyasada dolaşan ne kadar sakallı cübbeli adam varsa dinden bahseden, hepsini alim evliya olarak bilin ve tanıtın. Hepsinin İslamiyet'in lehine çalıştığını, tasavvufta derin makamlara eriştiğini falan söyleyin ona.
Sakın, birçoğunun eski büyük tasavvuf alimlerinin mirasını yiyen, millete nafile ibadetleri yaptırıp, farzları ehemmiyetsiz gösteren, zikir adı altında çalgılı şarkılı "alem" yaptıran, din cahili birer tarikatçi olduklarını söylemeyin!

     Filistin'de mücadele eden herkesin ne kadar şahane müslüman ve mücahid olduğunu anlatın. Sakın, El FetihFilistin Kurtuluş Örgütü ve El Aksa Şehitleri Tugayı gibi örgütlerin Marksist ve Solcu birer teşkilatlanma olduklarını ve sağa-sola terörist saldırılarda bulunup, masumların kanına girdiklerini anlatmayın. Hatta Deniz Gezmiş'in ve Yaser Arafat'ın aynı davaya gönül vermiş "silah arkadaşları" olduklarını söylemeyin. Bizdeki ve dünyadaki Solcuların, Filistin'le neden bu kadar yakından ilgilendiğinden bahsetmeyin, hele birçok Filistinlinin Osmanlı Devletinden hoşlanmadığından hiç bahis açmayın.

     Aliya İzzetbegoviç'in ne kadar harika bir lider olduğunu, ülkesini "bilge bir kral" gibi yönettiğini, Avrupa'nın ortasında nasıl da adeta bir "İslam Devleti" kurmak yolunda olduğunu anlatın. Ondan birkaç aforizma patlatın.
Sakın, silahlanan ve meydan okuyan Sırpları ve onların çok bariz tehditlerini gördüğü halde, ordusu ve silahı olmayan bir devlet kurmaya çalıştığını, Batılılara çok fazla güvendiğini ve onların mutlaka yardım edeceğini düşündüğünü söylemeyin.

     Hacca ve/veya umreye gittiğinde, orada gördüğü sakallı (top sakallı idareciler de dahil tabi) Suudileri ve bilhassa Kabe'de ve Mescid-i Nebevi'de namaz kıldıran Abdurrahman es-Sudeys ve Suud eş-Şureym gibilerin müthiş alimler olduklarını, Müslümanların  önde gelenlerinden olduklarını anlatın ona.
Sakın bu Suudilerin, Sünni Müslümanların çoğuna, evliyanın kabirlerine tapan "müşrikler" gözüyle bakan Selefi Vahhabi tayfaya ait olduklarını söylemeyin.

     Müthiş hitabeti olan ve yaldızlı sözler sarfeden "ahir zaman" allamelerinin meal, tefsir ve Kuran'daki Din, Kuran'ı Anlamak, Kuran Müslümanlığı adı altında neşrettiği kitapların her evde bulunması gerektiğinden ve faydalarından bahsedin.
Sakın, bunların büyük kısmının kendi kendine yetişmiş!, din kitabı satıcılığından geçinen ve milletin kafasını çelen birer felsefeci ve din hırsızı olduklarını söylemeyin.

çok matah bir şeymiş gibi
pazarlanan resimli seccadeler
     Seccadelerin üstünde, cami ve hele de Kabe resimlerinin olması gerektiğini ve bu tür seccadelerin daha kıymetli olduğunu iddia edin.
Sakın, mukaddes yerlerin resimlerinin dahi üstlerine basmanın hürmetsizlik ve günah olacağını söylemeyin.

     Cami ve mescidlerin ne kadar büyük ve süslü olursa o kadar makbul ve kıymetli olduğunu hatırlatın. Büyük, şaşalı, süslü ve bol yazılı camilerin övünmekten başka bir işe yaramadığını, sadesinin ve yeterli büyüklükte olanın makbul olduğu hiç anlatmayın.

     Din ve Tasavvuf Müziği diye ihdas edilen müziğin ve icracılarının çok kıymetli ve numune insanlardan müteşekkil olduğunu anlatın.
Sakın, bu kitlenin kahir ekseriyetinin, diğer şarkıcılardan çok da farklı olmadıklarını ve kendisinin "günah" olarak bildiği şeyleri, bunların "gönül rahatlığı" ile işleyebildiğini hatırlatmayın.

     Seyyid Kutup, Hasen el Benna gibi, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bazı Mısırlı ve Ortadoğulu aktivistlerin, büyük birer mücahid ve din müdafii  olduklarını hatta hayatlarını bu uğurda verdiklerini izah edin. Gerekirse birkaç afilli aforizma patlatın!
Sakın, bunların çoğunun fitneyi körükleyen din cahilleri olduklarını, kardeşler arası ve aile içi tefrikalara sebebiyet verdiklerini, binlerce gencin idamına ve daha fazlasının hapishanelerde çürümelerine yol açtıklarını ve "tefsir" adı altında kendi düşüncelerini "İslam" diye tanıtmak hevesinde olduklarını anlatmayın.

     Çalgılı ilahiler yayınlayan ve bağıra-bağıra dua edip, ateşli vaazlar veren vaizlerin cirit attığı radyo ve televizyon istasyonlarının inanılmaz hizmet yaptığını ve gençlerin hidayetine vesile olduğunu söyleyin ona.
Sakın bunları, gençleri İslamiyet'ten soğutan ve korkutan, yol bilmez cahil tarikatçi vaizlerin "show" yaptığı ve zorla milletin kafasına bir şeyler sokmaya çalıştığı mekanlar olarak göstermeyin.

     Bu etkili taktikler uygularsanız, Türk Muhafazakarını çok rahat bir şekilde elde edersiniz! Sayılan bütün maddeler tecrübe edilmiş ve efektif neticeler alınmıştır!

     Bu kıyağı de  kimse kimseye yapmaz bu zamanda ha, söyleyeyim!

22 Aralık 2014 Pazartesi

İslami Toplumların Sekülerleşmesinde Müziğin ve Müzisyenlerin Etkisi


     19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında, İslamiyet'in zahiri koruyucularının (Osmanlı ve Babür İmparatorlukları gibi) hem nitelik hem de nicelik olarak zayıflaması ve nihayet yok olması neticesinde, artan Garplılaşma ve haliyle dinden uzaklaşma faaliyetlerinin sacayaklarından biri de (tıpkı sinema ve tiyatro gibi) müzik ve müzisyenler idi. Bunu, hem kendi coğrafyamızda hem de Ortadoğu denilen bölgede görmek mümkün. Evvela Osmanlı Devletinden arta kalan Türkiye topraklarındaki örneklerinden başlayacak olursak, Klasik Türk Müziğindeki durumu, Dini (ya da tasavvuf) Müziği diye ihdas edilen garabeti ve Cumhuriyet'in ilk dönemindeki kâri hatta hafız hatta cami imamı söz yazarı, bestekar ve icracıları yakından tahlil etmek gerekir.

     19. Yüzyılda Osmanlı Devleti, maddi ve manevi olarak zor günler geçiriyordu. Kendisini bitirmek ve mirasını paylaşmak için dışarıda bekleşen "akbaba"lara, içerideki, hem din hem de devlet idare etme cahili olan Jön Türkler ve devamındaki İttihad ve Terakki komitacılarının beceriksizliği ve acemiliği de eklenince, koca İmparatorluk çöktü. Devleti, son demlerinde idare edenlerin büyük çoğunluğu Batı hayranı, bir kısmı da "dinde reform" isteyen, Sünni İslam'dan hoşlanmayan tiplerdi. İçlerinde, hiç de azımsanmayacak sayıda gizli İslam düşmanları da vardı. Fransız ve diğer Batılı mürebbiyelerin elinde büyüyen bu "elitler", hoşlanmadıkları toplumu "dizayn etmek" için fırsat kolluyordu. Cumhuriyet'in tesis edilmesi ile birlikte de bu emellerine ulaşmış oldular.

Süleymaniye Camiinde bir ilk!
Türkçe hutbe ve hafız Sadettin Kaynak
     Toplumu, istedikleri gibi şekillendirme çabalarının bir parçasını teşkil eden, müzik ve müzisyenleri devletin idare biçimine adapte ve bunları topluma empoze etme faaliyetleri de hız kazandı tabi olarak. Bir yandan, "Öz Türkçe Kur'an okuyun", "Dininizi doğrudan Kur'an'dan öğrenin" "Türkçe ibadet isterük" gibi dayatmalarla, mealler ve tercümeler hazırlanırken, bir yandan da meşhur olmuş ve siyasi erk tarafından desteklenmiş kâriler ve hafızlar, camilerde ve  Cuma namazlarında, Türkçe ezan, hutbe ve Kur'an-ı kerim'in tercümelerini okuyordu. Bu tarihlerde namaz dahi Türkçe olarak kılınmaya başlanmıştı. Din görevlilerinde alışılagelen cübbe, sarık ve sakalın yerini, şapka, sinekkaydı tıraşlı yüzler ve kravatlı gömlekli kıyafetler almıştı.

     İslam Dinini, kendi idaresine göre şekillendirmeye ve -neden olmasın- tamamen ortadan kaldırmaya çalışan ilk dönem otoriteleri, tilaveti ve hıfzı güçlü olan zamanın "din adamı görünümlü" kişilerini gayet başarılı bir şekilde kullandı. Osmanlı'nın omurgasını oluşturan Ehl-i Sünnet vel Cemaat'ı, fazla "sert", yaşanmaz ve bağnaz bulan çevrelerin, aslının yerinde yeller esen Mevleviliğe, heterodoksiye, oradan da Pozitivizm ve din düşmanlığına varacak adımları, son derece etkiliydi. Bu, hafız ve kâri sıfatlarının arkasına gizlenmiş şahıslar, müziği dinin içine sokmak için bulunmaz bir nimetti. Klasik Türk Müziği diye bilinen alanda güfteler ve besteler yapanlar, diğer taraftan da Tasavvuf Müziği veya Dini Müzik denilen, eski ilahi ve dini eserlere, "çalgılı" kılıf sokarak uydurulan müzik türünde de faaldiler.

Sesiyle meşhur ünlü
okuyucu Kani Karaca
     Osmanlı sonrası dönemde dini eğitim alıp, kâri ve hafız ve bazen de cami imamı olan bazı musikiciler şunlardır: Hafız KemalRakım Elkutlu, Sadettin Kaynak, Kani Karaca, Bekir Sıtkı Sezgin, Amir Ateş. Bunların dışında, meşhur olmuş ve "Dini Müzik" denilen alanda da eserler vermiş birkaç kişi daha sayalım: Münir Nurettin Selçuk, Yesari Asım Ersoy, Çinuçen Tanrıkorur, Alaeddin Yavaşça, Dikkat edilirse bu isimlerin hepsi, Türk Sanat Müziği diye bilinen müzik türünün öncüleri, önderleri ve ilk akla gelenleridir. Bu ve bunların izinden gidenler"Kur'an ve tecvid eğitiminin musikimizi geliştirmemizde çok faydası olmuştur", "müzik benim için ibadettir", "Kur'an'ın kendisi baştan başa müziktir" gibisinden çok enteresan beyanatları vardır. Sesinin çok güzel olması hasebiyle muhafazakar kesimin gözdelerinden olan birisinin, mevlit okumaya başlamadan evvel, sesinin daha da güzelleşmesi için "iki tek attığı" bilinmektedir. Bilhassa Kani Karaca, bizim tedbirsiz muhafazakarımızın gözdelerinden biridir. Zaten çoğunun hayatı ve aile yaşantısı pek de öyle dini sayılabilecek bir türden değildir (meşhur olmaları ve aile hayatlarının bir dereceye kadar dışarıdan görünüyor olmasına istinaden).

     Dikkat edildiğinde, Sanat Müziği diye millete sunulan müzik türünde imanın altı şartından bazıları (kadere iman ve cennet cehennem yani ölümden sonraki hayat gibi) çok ciddi bir şekilde deformasyon ve dejenerasyona uğrar. Daha sonraları parlayan ve çok büyük kitleleri etkileyen müzik türü olan Arabesk de, "kadere isyan" olgusunu, kendisinden çok az farkı olan Sanat Müziğinden alarak, biraz daha üst seviyelere çıkarmaya uğraşmıştır.

     Normal şartlar altında, bu müzik dallarının ve bu dalların icracılarının, en azından, birbirlerinden hoşlanmaması lazım öyle değil mi? Yani, dünya ve dünyalık aşklardan ve şehvetlerden, hatta kadere razı olmamaktan bahseden, müptelaları tarafından "rakı ile en iyi giden müzik" diye taltif! edilen bir müzik ile, ilahi aşktan, tasavvufi ermişlikten ve dünyadan kesilmekten bahseden bir müzik (müziği dini bir kisve altına sokmaya çalışmak da apayrı bir cinayet zaten) türü, hangi ortak paydada birleşebilir... böyle bir şey mümkün mü? Düşünebiliyor musunuz; kadın, şehvet, dünyevi aşk, aşk acısı, karşı cinse kavuşma arzusu gibi kavramlardan bahseden acıklı şarkılar düzenler ve içki masalarındaki zevata derin "ahh"lar çektirenler, bir yandan da çalgılı mevlit ve ilahilerle -güya- dini eserlere sahip çıkıyor... olacak şey mi bu? Aslında mümkün... eğer birincisi vasıtasıyla, ikincisinin bahsettiği değerlerin içini boşaltmaksa maksadınız, pekala mümkün!

     Bu mevzuda elimizi güçlendiren bir diğer faktör, bunlara sahip çıkan, öven ve büyük sanatçı diye karşımıza çıkarmaya çalışan çevrelerdir. Kim bu çevreler peki? Tabi ki, dindarları "mürteci", "geri kafalı" diye aşağılayan ve onlara yukarıdan bakan medya, elit ve "aydın" diye geçinenler. Peki nasıl olur? Bu çevrelerin, dinen "doğru" olan bir şeyi desteklemeleri mümkün müdür?

     İslami toplumların dini hayatının yozlaştırılmasında müziğin çok etkili olduğu bir diğer bölge Mısır'dır. Mısır bilindiği üzere, Osmanlı'dan koptuktan sonra İngilizlerin kontrolüne geçti. İkinci Dünya Savaşından sonra ise din cahili idareciler başa geçti ve sonu gelmez diktatörlüklere yelken açtı. 20. Yüzyılla birlikte, Türkiye'de yaşananlara paralel gelişmeler oldu. Bu gelişmelerden biri de, zikrettiğimiz müzik ve müzisyenler konusu. Bir yandan Mısır'ın kendine has klasik müziği neşvünema bulurken, bir yandan da dünyevi aşklardan, sevgiliye kavuşmak ya da kavuşamamaktan bahseden güfteciler, besteciler ve şarkıcılar çoğaldı. Mısır'dan bariz iki örnek verelim: Biri Muhammed Abdülvehhab, diğeri de maalesef Ümmü Gülsüm. Muhammed Abdülvehhab, Mısır'ın en meşhur besteci ve icracılarındandır. Çağdaşı olan birçok müzisyeni beslemiş ve çok tutulmuştur.

Ümmü Gülsüm ve
Muhammed Abdülvehhab
     Türkiye'de bile, elit ya da biraz okumuş muhafazakar kesimin, söz arasında ya da bir vesileyle Ümmü Gülsüm'den bahsetmesi, bir üstünlük belirtisidir. "Doğu'nun yıldızı" de dahil olmak üzere birçok üstün sıfatla övülen Ümmü Gülsüm, gerçekten de Feyruz ve Asmahan  ile birlikte, Arap Dünyasının belki de en güçlü kadın sesidir. "Maalesef" dedik çünki Ümmü Gülsüm'ün, Mısır halkının dini olarak dejenerasyonunda katkısı vardır. Bir kadın olarak, kadın erkek karışık bir topluluğun önüne çıkıp, canlı olarak teganni etmesi (İslami bir toplumda olacak bir şey değildir normalde) hem de en meşhur olmuş şarkılarında (ki çoğu Muhammed Abdülvehhab imzalıdır) dünyevi aşkları masallaştırması, aşk acısı, ızdırabını ve kavuşma hayallerini, arabesk denilebilecek derecede icra etmesiyle, bu alandaki katkısı yadsınamaz (dini otorite diye geçinen çevrelerin Ümmü Gülsüm'ü ve sesini ısrarla haram noktasından uzaklaştırma gayreti de cabası). Ayrıca Ümmü Gülsüm ve buna benzer şarkıcılara, yukarıda andığımız çevrelerin sahip çıkması da tezimizi doğrular niteliktedir (en basitinden Ümmü Gülsüm konusunda derinlere dalan Cuhuriyet Gazetesi ve eklerini hatırlayın).

     Hasılı... mevlithan, sazende, hanende, meşk, fasıl gibi şeyler duydum mu tüylerim diken diken oluyor nedense!


15 Aralık 2014 Pazartesi

Meal Okumazsa Ölecek Hastalığı


     Çağımız malum "hız" çağı... "hız" kavramı hayatımızın her alanında faal olduğu gibi, haliyle maneviyatımıza (tabi kaldıysa) da tesir ediyor. Ama bu hız her zaman bizim lehimize olmayabiliyor. Hız ve çabukluk merakı, uzun vadeye yayılması ve sindire sindire öğrenilmesi gereken bilgileri, kısa bir zaman diliminde, adeta "konsantre" bir hap şeklinde almaya ittiğinde ise, çoğu zaman bünyeye kalıcı ve etkili "yan tesir"ler olarak yerleşiyor. Hızın ve hızlı olmak istemenin sirayet ettiği alanlardan biri de -ne yazık ki- "din"dir. "Din" derken, Batılılar tarafından "canı çıkarılan" Hristiyanlığı değil, İslamiyet'i kastediyoruz elbette.

     Hayatın geri kalanından "geri" kalmadan din bilgilerini öğrenme esnasında ise, tam da "hamburger kültürü"nün gerektirdiği şekilde, "Meal" okuma ve İslamiyet'e buna göre mana verme hastalığı devreye giriyor. Dahası, İslamiyet'le ilk defa tanışan kimselerde, Kur'an-ı kerim'i tanıma çabası, kendisini, meallere müracaat etmek şeklinde gösteriyor. Bu, esasında gayet doğal bir harekettir çünki İslam'la ilgilenmeye başladığınızda, Kur'an-ı kerimi incelemek ihtiyacı hasıl oluyor ve her nasıl oluyorsa, birileri hemen koltuk altınıza bir tane meal sıkıştırıveriyor. "Bunda" bir şey yok ama "bu"ndan sonrası biraz karışık.

     Meal, bir derece Arapça bilen birisinin, kendi anladığı kadar yaptığı tercümedir. Meal okuyan kimse, Kur'an-ı kerim'deki murad-ı ilahiyi değil, onu Türkçe'ye ya da başka herhangi bir dile tercüme etmeye çalışan kişinin kendi kafasındaki açıklamayı anlar. Oysa meali okuyan bilgisi az kişi, onu doğrudan Kur'an-ı kerim diye okuyor. Aslında şu anda piyasa dolaşan "meal"ler, birer tercümedir. Yani, Türkçe'ye birebir çeviridir. Ancak bazı açıklama girilmesi gereken yerlerde açıklamalar vardır. Zaten ayetleri kısaca tercüme etmek mümkün değildir, çok yanlış anlaşılmalara sebebiyet verir.

     Filhakika Kur'an-ı kerim, Arapça dahil hiçbir dile çevrilemez. Kur'an-ı kerimin manasını anlamak demek, Allah'ın, herhangi bir ayette ne istediğini anlamak demektir. Dinini kayırmayan ve temel emir ve yasakları dahi icra etmeyen bir din cahilinin yaptığı mealden, küfre kadar gidecek zarardan başka bir şey ele geçmez. Para ve şan kazanmak için yazılan mealler, okuyanların zihinlerine bir sürü şüphe tohumu ekmektedir. Halbuki Kur'an- kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek dinden çıkmaya sebebiyet vermektedir. Maalesef meal görünümlü tercümelerden beslenen bazı gençler, Kur'an-ı kerimi, mitolojik hikayelerden, manasız düşüncelerden müteşekkil "o kadar da kerim olmayan" bir kitap sanıyor. Hele bu, şahsi kanaatler içeren tercümelerden, hüküm çıkarıp, iman ve ibadet konularını, bu anladıklarının üzerine bina etmeye kalkmak, düpedüz İslam Dinini bırakıp kendi "-izm"inin peşinden gitmektir. "Öz Türkçe Kur'an okuyun" ya da "Çağın tefsiri" gibi yaldızlı kelimelerle satılan kitaplar, okuyanlarda onulmaz hastalıklara yol açıyor.

Rıza Doğrul'un kayınpederi
olup da meal yazmamak olur mu?!
     Müslümanlara "meal" okutma sevdası aslında çok eski değil. Osmanlı Devleti, Arap olmayan bir çoğunluk tarafından yönetildiği ve asırlar boyu çok geniş ve değişik Arap olmayan toplulukları idare ettiği halde, hiçbir zaman, kendi dili de dahil olmak üzere hiçbir lisana, Kur'an-ı kerim tercümeleri yapıp okutmamıştır. Çünki atalarımız, İslam Dinini öğrenmenin ve öğretmenin usulünü çok iyi biliyordu. Meal ve tercümeler yerine, temel kelam, akaid ve fıkıh kitapları okutuluyordu (meşhur Mızraklı İlmihal mesela). Osmanlı Devleti, dini konuları o kadar hassas ve aslını hiç bozmadan ele alıyordu ki, Cuma Namazı hutbesini bile, dini kaynaklarda cevaz bulamaması sebebiyle, sadece Arapça okutmuş, hutbenin anlaşılabilmesi için ise, namazdan evvelki vaazı ihdas etmiştir.

      Osmanlı Devletinin son zamanlarında, bilhassa 2. Abdülhamid Han'ın hal edilmesinden ve 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra, kabiliyetli ve salahiyetli din alimlerinin de çok azalmasıyla, bir sürü yol saptırıcı ortaya çıktı. Türkiye coğrafyasındaki ilk meal çalışmalarının gayrimüslimlerin elinden çıktığı tarihi bir hakikattir (Müslümanların ne kadar lehine olur bu çalışmalar varın siz düşünün). Kelam ve fıkıh kitapları yerine, herkesin kendi ahkamını çıkaracağı bir ortam hazırlanması için çalışıldı. Böylece, tıpkı tahrif edilmiş Hristiyanlık gibi, herkesin kendi yolu olacak, birlik yolu bozulmuş olacaktı.

     Günümüzde ise bu "meal" işine girenler umumiyetle Sünni İslam'dan uzaklaşmış ve kendi felsefi düşüncelerine tabi olmaktadır. Kendilerini "allame-i cihan" sanan bir sürü İlahiyatçı, birbirleri ile yarışırcasına "meal yazma" olayına dalmakta, birbirlerine çamur atmayı da ihmal etmemektedir. Ülkemizde, her meal ya da din kitabı görünümlü kitap yazanları alim sananlar olduğu için de, bu işlerden para ve şöhret kazanma sevdasında olanlar her geçen gün çoğalıyor.

     Aslında mealciliğin ne kadar zararlı ve yoldan saptırıcı olduğu, Hristiyan Dünyasının bugünkü halinden çok açık olarak okunabilir. Malum olduğu üzere Hristiyanlık Dininde, İseviliğin tahrif edilmesinin ardından, İnciller hızla diğer dillere tercüme edilmeye başlandı. Hele de Katoliklere kızan Protestanların, kendi yolunu çizmesinden sonra ortalık, her dildeki Kitab-ı Mukaddes tercümelerinden geçilmez oldu. Bu da, herkesin kendi kapasitesi ve anlamasına göre amel etmesine ve birliğin bozulmasına neden oldu. Yani temelde, meal denilen tercümeleri okuma ve bunlardan anladığına göre amel etme sevdası bariz bir şekilde Hristiyanlık kokuyor.

  Kur'an-ı kerimi anlamak ve öğrenmek isteyen kimse, eski alimlerin kelam ve fıkıh kitaplarını okumalıdır. Çünki bu din alimlerinin kitapları, Kur'an- ı kerimden ve hadislerden alınmış ve yazılmıştır. Salih Müslümanların, seneler süren yıpratıcı uğraşıları neticesinde hazırladıkları ilmihal ve din kitapları, zaten geniş kapsamlı ve derin birer meal ve tefsirdir.

     Eğer herkes, Kur'an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, İslam Alemi bu kadar parçalanabilir miydi? Her kafasına göre takılan, yanlış anladığı için bu kadar çok abuk-subuk yol yok mu?

    

25 Kasım 2014 Salı

Hristiyanlık Diye Bir Din


     Hristiyanlık (ya da Hıristiyanlık) diye bir din var malumunuz... ama çok garip bir din bu! Muğlak, parça parça olmuş, pagan izleri taşıyan bir din. Aklı başında hiçbir insanın kabul etmeyeceği; Tanrının, insanların günahlarını affetmek için, kendi öz oğlunun haça gerilmesinden ve cehenneme girmesinden başka bir çözüm bulamaması, papazların masum addedilmesi, insanların günahkar olarak doğduklarının kabulü, günah çıkarmak gibi garabetler içeren bir din. Batı Dünyası kağıt üstünde büyük oranda Hristiyan görünse de, akıl ve mantık tutulması yaşamayanlar, bol bol küfre girmekte (blasphemy) soluğu Hristiyanlık görünümlü Ateizm'de almaktadır. Bu açıdan, Hristiyan görünümlü bireylerin önemli bir kısmı, aslında gizli birer Ateist'tir (gerçi dinine sahip çıktığını söyleyenlerin da çok tanrılı paganlardan farkı yok gibi ama neyse).

Biraz yakından Hristiyanlık Dini:


     Bilindiği üzere Hz. İsa, bir bakire olan annesi Hz. Meryem'den babasız olarak Kudüs'e yakın Beytüllahim'de tevellüd etti. Annesi Hz. Meryem, İmran ve Hunne'nin (Hanne) kızıydı. Hz. Meryem, oğlu ve nişanlısı (aynı zamanda amcası oğlu) Yusuf Neccar ile birlikte Mısır'a göç etmek zorunda kaldı. Sonradan ise Nasıra (Nazareth) denilen yere geldiler. Hz. İsa 30 yaşında iken Peygamber oldu ve 33 yaşında diri olarak göğe yükseltildi (İslamiyete göre tabi).

güya çarmıha gerilen
ve Christ adı verilen kişi
     Hz. İsa, Yahudileri ıslah etmek için çalıştı ancak onlar, hem ıslah olmaya yanaşmadılar hem de Hz. İsa'ya "bilinmeyen babanın çocuğu" diye iftira attılar ve onu yalancı peygamberlikle itham edip, Romalılara ihbar ettiler. Yani aslında bozulmamış olan Hristiyanlık Dini, bozulmuş olan Yahudiliğin ıslah edilmiş halidir. Tarihi vesikalardan anlaşıldığı üzere, doğru olan İncil Kitabı, Hz. İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler tarafından, yüz seneye varmadan yakıldı ve yok edildi. O sırada İncil henüz yayılmadığından ve Hz. İsa da ancak iki buçuk veya en fazla üç sene kadar tebliğ yapabildiğinden, başka bir nüshanın yazılmış olma ihtimali de yok gibidir. Eğer bir nüsha kalmışsa da, o da İznik Konsili'nde imha edilmiş olmalıdır. Bu hakiki İncil'in yerine, bugünkü "Yeni Ahit"i (New Testament) oluşturan dört tane kitap ortaya çıktı: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bu kitaplar, herhangi bir "kutsal kitab"ın hazırlanmasında ve muhafazasında gösterilmesi gereken olağanüstü hassasiyetlerin hiçbirini görmedi. Bir kısım (az kalan) doğru bilgilerin yanına, birçok uydurma ve hurafeler eklendi. Bu İncillerde, Hz. İsa tanrı olarak kabul edilir ve Havariler de Peygamber statüsündedir. Onların yazdığı risaleler de Kitab-ı Mukaddes'ten bir parçadır. Filhakika, hakiki olan İncil'de, emir ve yasaklar yani din ahkamı çok azdı. Zaten Hz. İsa da yeni bir din getirdiğini hiç söylememiştir. Dolayısıyla bu din, Hz. Musa'nın dininin devamıdır.

     Putperest iken, sonradan Hristiyan olduğunu söyleyen Büyük Konstantin'in emriyle, 325 senesinde toplanan İznik Konsili'nde, İbranice olan bütün İncillerin yok edilmesi kararı çıktı. Dolayısıyla hakiki İncil'e çok yakın olan Barnabas İncili de ortadan kaldırıldı. Şu an elde bulunan dört İncil'in dışında İncil okuyanların öldürülmesine dair emir çıktı. Pavlos'un (Paulus, Bolüs), Nasraniliği dejenere etmek için çok uğraştığı Eflatun'un (Platon) "Trinite" (Teslis, Trinity) prensibi, yani "tanrı tektir ama aynı zamanda üçtür" (Baba, Oğul, Kutsal Ruh) akidesi, Hristiyanlığın temel esaslarından biri oldu. Zaten, dört İncili yazan zatlardan ancak Yuhanna (ki kendisi Hz. İsa'nın teyzesi oğludur) Hz. İsa'yı görmüş, diğerleri ise kendisini hiç görmemiştir. Barnabas, Havarilerden biri idi ve Hz. İsa'dan duyduklarını doğru olarak aktardı. Ancak, Hristiyanlar kendisini Havarilerden saymazlar.

     Ortaçağ karanlığının en büyük müsebbiplerinden ve "kaymak yiyicileri"nden olan papazların, akıl ve mantıktan uzak uygulamalarına isyan eden Alman Martin Luther, Papa'ya karşı çıkarak, 1524'te Protestanlık Mezhebini kurdu. 1534 ise aynı nedenlerle İngilizler, Anglikan Kilisesini tesis ettiler. Protestanların, Katolik Dünyasından ayrıldığı ilk dönemlerde her iki taraf da çok kan döktü. Ortodokslar çok daha önceleri Katolik egemenlikten ayrılmış ve kendilerine mesken olarak o zamanki Bizans ve İstanbul'u mekan tutmuşlardır.

İnciller:


Eski Ahit Yeni Ahit
bir arada İncil
     Bugün elde bulunan İnciller, hiç durmadan tashih edilen ve bazı kısımları değiştirilen tarih kitaplarına dönmüştür. İbranice olan ilk nüshaların tercümeleri sırasında çok fahiş hatalar yapılmıştır ki, bunlardan bazılarının istemsiz ya da bilmeyerek değil, bilakis bilerek ve manayı tamamen değiştirme maksatlı yapıldığı ortadadır (bilhassa tevhid ile alakalı olan kısımlar). İnanılmaz saçma ve küfürde herhangi bir paganı bile geride bırakacak ifadelerin yanında, pornografide yepyeni çığırlar açabilecek, müstehcenlikte sınır tanımayan hikayeler de vardır. Bunların dışında, günümüzde İncili tefsir edenlerden bazıları, mucizeleri ısrarla maddi olarak açıklamaya çalışarak hatta mucizeleri inkar ederek, inananları maddiyata daha da esir yapmaya ve maneviyatta uzaklaştırmaya çabalıyor. Aslında, günümüzün maddeperest Batı toplumunda, Peygamberlerin mucizelerine inanacak insanları bulmak da son derece zordur. Çünki mucize, fen ve tabiat kanunlarının tam zıddı olarak, bir Peygamberin Peygamberliğini tasdik eden ve inanmayanlara meydan okuyan olağanüstü bir haldir.

     Bugünkü İncillere bakıldığında, genel manada üç kaynak dikkat çekiyor:
1. Allah kelamı olabilecek olanlar.
2. Peygamberler tarafından söylenmiş olabilecek sözler.
3. Hz. İsa'nın Havarilerinden, başka şahsiyetlerden, bazı tarihçilerden ve kimliği belirsiz şahıslardan alınan sözler.

     Başka bir açıdan ise, "Kutsal Kitap" olduğu iddia edilen Kitab-ı Mukaddeslerin genel hali şudur:
İçerisinde Allah kelamı denilebilecek kısımlar çok azdır. Bazı sözler çok açık olarak Peygamberlerin sözüdür. Hz. İsa tasviri, hepsinde başka başkadır. Kimi zaman çok yumuşak ve "bir yanağına vurana diğer yanağını çeviren" olarak betimlenirken, bazen de meyve mevsimi olmadığı halde, meyve vermeyen ağaca beddua eden biridir.

Temel ayinler:


İşa-i Rabbani  (Evharist, Efkarisitiya, Komünyon, Eucarist, Communion) ayini: Bir parça ekmek yemek suretiyle -güya- Hz. İsa'nın eti yenilmiş, bir miktar şarap içmek suretiyle de, Hz. İsa'nın kanı içilmiş olur ve böylece bir ilah olan zatı ile birleşilmiş olur ve hatta tanrının oğlu kurban edilmiş olur!

Vaftiz, Hristiyanlığa kabul ayinidir ve kişinin doğuştan gelen günahtan temizlenmesi manasına gelir.

ekmek ve şarap ikilisini
tüketmek suretiyle tanrı ile birleşmek!

"önce vaftiz olacan birader
gir bakayım soğuk suya"


Havariler


Hz. İsa'nın, kendisinden sonra dinini yaymak için seçtiği kişilere Havari (Oniki Havari, Havariyyun, Twelve Apostles) denir:
Petrus (Pierre, Simon): Papaların ilki sayılır. Meşhur zalim Neron tarafından haça gerilmiştir.
Andreas (Andrew, Andre): Petrus'un kardeşidir. Çarmıha gerilerek öldürüldü.
Yuhanna (Yahya, Johannes, Jean, John, Jovan)
Filip (Philippus): Anadolu topraklarında ölmüştür.
Matthias: İrtidat eden ve Hz. İsa'nın yerini bildiren Yudas İsharyot'un (Judas Iscariot) yerine, diğer Havariler tarafından seçilmiştir.
Büyük Yakub (James, Jacque): Yuhanna ile kardeştirler.
Küçük Yakub (James, Jacque)
Simon (Şemun): Hz. Meryem'in kız kardeşinin oğludur.
Toma (Thomas): Uzakdoğu civarlarında şehid edilmiştir.
Bartolome (Bartelmi, Bartholomew): Erzurum'da şehid edildi.
Tadeus (Thaddeus): Bu isim Dört İncil'de farklı farklı geçmiştir. Bazılarında Yudas (Jude) diye geçer, bazılarında ise Lebbaeus.

30 Ekim 2014 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3


     Bulgaristan isimli devletin evveliyatına ve günümüze bir göz gezdirdikten sonra, biraz da Bulgaristan Türklerine ve onların Türkiye'deki uzantısı olan "göçmenler"e yakından bakalım:

Bulgaristan Türkleri


     Osmanlı Devletinin 5 asıra yaklaşan Balkanlar ve Bulgaristan egemenliği, ardında pek tabi olarak derin bir iz bıraktı. Bu "iz", Balkan coğrafyasında hala yaşamaya devam eden Türk, daha doğrusu Müslüman azınlıklar eliyle kendini canlı olarak göstermektedir. Balkanların, en yüksek Türk nüfusu da Bulgaristan'dadır.

     Tarihçiler, Türk azınlığın kökeni hakkında genellikle Karaman vurgusu yaparlar. Fatih Sultan Mehmed'in, adeta "bir taşla iki kuş vurma" projesini hayata geçirmesidir bu. Bir yandan Balkan Yarımadasında kalıcı olabilmek ver dolayısıyla Hristiyan unsurları ıslah edebilmek için, kaliteli, dinini bilen ve inatçı topluluklar oralara yerleştirilirken, bir yandan da, Osmanlı'ya kök söktüren ve inatla direnen bir Beylik de tasfiye edilmiş oluyordu. Bu proje başarılı oldu ve Sünni İslam yarımadaya yayıldı. Ancak, daha Karamanoğulları buralara yerleştirilmeden evvel, Samavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ve fanatiklerinin yozlaştırıcı faaliyetleri ve sonradan, buralardaki "uygun zemin"i gören Alevi ve Bektaşi (sahte olanı tabi) uzantıları, varlığını günümüze kadar sürdürecek olan heterodoks azınlığın temelini attı. Anadolu'da cereyan eden ve Celali İsyanları olarak bilinen ayaklanmalar neticesinde de, bugünkü Bulgaristan ve diğer Balkan Ülkelerine bir yerleşim olduğu da bilinmektedir. Bu Türkler, Osmanlı Devletinin bölgede zayıflamaya başlaması ile birlikte, kademeli olarak bir "geri dönüş" süreci ile karşı karşıya kaldı. Nitekim, her savaş ve önemli hadiseden sonra boşalan Osmanlı otoritesini, zulüm ve işkence ve asimilasyon ile doldurmaya çalışan etnik yapılar, Türk ve Müslüman ahali için çok ciddi bir tehdit idi ve bu da Türkleri, sürekli bir korku ve "anavatan"a dönüş psikolojisi içerisinde yaşamaya zorladı. 19. yüzyılda başlayan göç dalgaları, bilhassa 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları akabinde kendisini şiddetli bir biçimde gösterdi. Cumhuriyet dönemi sırasında da neredeyse her on senede bir göçler yaşanmıştır. Ancak hiçbirisi, 1989'da yaşanan Büyük Göç gibi geniş çaplı değildi tabi ki.

     Bulgaristan Türklerinin, bilhassa kuzeyde ikamet edenlerinin dili, Gagavuz Türkçesi ile pek bir içli dışlıdır. Bilindiği gibi Gagavuzlar, Oğuz kökenli olup, Peçenek ve Kıpçaklarla yakın akrabadırlar. Yine bilindiği gibi, bu Gagavuz topluluğu, din olarak Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiştir. Dolayısıyla şöyle bir neticeye varmak yanlış olmayacaktır: Alevi-Bektaşi öğreti ile yoğrulan ve Sünni İslama "soğuk" bakan Kuzey ve Kuzeydoğu Bulgaristan'daki yerleşik Türkler, ağır Arapça ve Sünni İslamla yoğrulmuş Osmanlı Türkçesi yerine, Gagavuzların dili ve haliyle dini ile içli-dışlı olmayı tercih etmişlerdir.

Göç var... yine!

     Demografik olarak, Bulgaristan'da en yoğun Türk yerleşimler, kuzey-doğudaki "Deliorman" diye bilinen yerler ve güneydeki Rodop Dağları ve bilhassa Kırcaali bölgesindedir. Bu iki ana yerleşimde ikamet eden Türkler arasında birçok farklar vardır: Mesela Razgrad-Şumnu-Silistre üçgeninde yaşayanlar, toprakların verimli, geniş ve genelde düz olması sebebiyle, daha uyumlu, daha sessiz, kafayı ziraatten başka şeylere yormayacak şekilde çalıştıran, yüksek tahsile ehemmiyet vermeyen, hile-hurda işleri fazla beceremeyen ve munis diyebileceğimiz bir karaktere haizdirler (genelleme bu tabi). Oysa güneyde, dağlık kesimde, fazla verimli ve düz arazi imkanı olmayanlar, daha cesur, ticarete yatkın, tahsil yapmaya çalışan ve girişkendir (nitekim 1989 Göçü öncesindeki isyanların tertibi ve öncülüğü buralarda yeşermiştir).

     Balkanlara has o "Slav kibri" maalesef bunlara da uğramıştır. Her konuda cehalet almış başını gidiyor. Bir milyonu aşan nüfusa kanaat önderliği yapabilecek, onlara bazı duyguları aşılayabilecek liderlerin varlığı bir yana, "cahil kibri" ile kendilerini kandırmaya devam ederler. Gelecek vizyonu olan veya geleceği düzgün okuyabilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Onlar da, diğerlerini umursamazlığı içerisinde yitip gider.

     Ekonomik durum içler acısıdır. Özellikle Deliorman Bölgesinde işsizlik ve fakirlik göze çok çarpar. Bulgaristan'ın genel olarak cep ve "kafa" fakiri olması bunun esas müsebbibi ise, Türklerin, Bulgarlardan ve Komünist düzenden bulaşan tembelliğe "sahip çıkmaları", içki belasının yozlaştırdığı kafaların sıhhatli bir şekilde çalışmayı reddetmesi ve yine Bulgarlardan bulaşan gereksiz kibir ve gurur gibi faktörler de çok etkilidir. Bunun istisnası ise, 1989 yılındaki göç esnasında, Türkiye'ye geliş ve yerleşim sırasında tabiri caizse "sıkıyı gören"lerin, tekrar Bulgaristan'a dönmelerinden sonra işlerine daha iyi sahip çıkmalarıdır. Ancak bu durum hepsi için geçerli değil elbette.

     Gelelim Bulgaristan Türklerinin dini hayatlarına: Türkleri, ekonomik olarak "fakir" statüsüne sokacaksak, dini hayatları için "fasfakir" ifadesini kullanmamız gerekecektir herhalde! İslamiyet, neredeyse tamamen kulaktan dolma bir efsaneler yumağından ibarettir onlar için! Günlük rutin hayatta, herhangi bir dini emare bulmak çok zordur.... erkek çocukların "sünnet olması" dışında, Bu boşluğun belli başlı üç sebebi olabilir: 1. Manevi değerleri tamamen yıkıcı Komünist diktatörlük. 2. İçki iptilası. 3. Alevi, Bektaşi nüfusun çokluğu ve Sünnilerle münasebetinin yoğunluğu. Demokrasiye geçiş ile birlikte, tekrar bir "maneviyat"a dönüş çabası dikkat çekse de, beraberinde sahte tarikatçılık ve bol Körfez sermayesi eşiliğinde Selefilik tehlikelerini de getiriyor.

     İlk yazıda da değindiğimiz gibi, Bulgaristan'daki Sovyet güdümlü Komünist idarenin, Türkleri planlı olarak asimile etme çabaları, SSCB'nin ele-güne rezil olup, peyklerini besleyemez duruma gelmesi ve diğer sayılan sebeplerle birlikte başarılı olamayınca, 1989 yılının ortalarına doğru başlayan bir göç dalgası yaşandı ve 300 binin üzerinde bir Türk nüfus, "anavatan" olarak gördükleri Türkiye'ye yerleşmeye başladı.

Bulgaristan Göçmenleri


     Günümüzde, "Bulgaristan Göçmenleri" tabiri kullanıldığında, genel manada, 1989 yılındaki Büyük Göç sonrasında Türkiye'ye gelenler anlaşılır. Bu göç, çabucak alınan bir karar akabinde, çok hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. Bu hız birçok aileyi hazırlıksız yakaladığından, binlercesi tam olarak hazırlanamadan ve gerekli tedbirleri alamadan yola çıktı. Bir yandan senelerce hasreti çekilen, yolu gözlenen, yaşlıların gözünü yaşartan ve çeşitli -artık efsane haline gelmiş- hikayelerin odak noktası olmuş "anavatana dönüş" kavramının sebep olduğu hadsiz heyecan, bir yandan, hen  ne kadar anavatan da olsa, yabancı ve hiç bilinmedik bir yere gidilecek olmanın verdiği tedirginlik, bir yandan da, "acaba sınır kapanır mı" korkusu, insanları karmakarışık duygular ve acele alınan kararlara itti. Daha da kötüsü, çoğu aile parçalandı. Yola dayanamayacak olan yaşlılarla vedalaşmak (hakikaten bir daha görüşmemecesine hem de) zorunda kalanlar oldu, Arabaya çok fazla eşya konulması sebebi ile, aile fertlerinden bir kısmı trenlere bindirildi. Özellikle kuzey bölgelerden gelecek olanlar, çok uzun araç kuyrukları ve konvoylarla ta sınıra kadar gitmek mecburiyetinde kaldı. Kapalı ve dışarı ile bağlantısı sadece SSCB ve uydularından ibaret olan bir topluluk için, bu gayet ciddi bir travma ve tecrübe demektir.

Bulgarların "Büyük Seyahat"
dedikleri 89 Göçü
     89 senesinin yaz ayları çok yoğun bir göçe sahne oldu. Neredeyse 300 bin insan, Türkiye'ye giriş yaptı. Türkiye Devleti, belirli yerleşim bölgeleri hazırladı ve gelenler, akrabalarının yanına gitmek veya devletin belirlediği yerlere gitmek isteyenler için iki seçenek sundu. Ana yerleşim yerleri ise, İstanbul, Ankara ve Bursa oldu. Devletin gösterdiği yerlere yerleşenler, gerçekten ciddi sayılabilecek yardım gördüler. Kiraların ödenmesinden, kamu pozisyonlarına yerleştirmeye, her türlü temel gıda maddelerinin temininden, okul kayıtlarına kadar, hemen hemen her ayrıntı düşünüldü. Hatta, lise son çağlarında gelmiş olan "şanslılar" istedikleri üniversite bölümlerine girme fırsatı yakaladılar. Böylece, ziraat mühendisi olamayacak olanlar, tıp, mühendislik gibi "kallavi" bölümlerde okudu.

     Ancak, bütün bu yardım ve yol göstermelere rağmen, bir dereceye kadar "nimetin kıymetini bilmemek" veya en azından "uyum sağlayamamak" olarak değerlendirilebilecek nedenlerle, gelen nüfusun neredeyse yarısı (150 bin civarında) Bulgaristan'a geri döndü. Görünürdeki bahane ise hazırdı; Bulgaristan'daki rejimin çökmesi ve belli ölçüde Türklere özgürlük vermesi.

     Türkiye'de kalanlar, işlerine gerçekten dört elle sarıldı ve kısa zamanda maddi olarak toparlandılar. Burada enteresan olan nokta şu: Bulgaristan'daki muhit ve yetiştiriliş tarzı olarak, pek de "çalışkan" sayılmayacak insanlar, nasıl oldu da burada birer "atom karınca"ya dönüştüler? Bu konuda, belli başlı birkaç ana faktör sayılabilir belki: 1. Kapalı ve homojen sayılabilecek bir yapıdan çıkıp, karışık ve çok unsurlu bir ortama girmenin ve anavatan" olarak gördükleri topraklara intibak etmekte bir şekilde zorlanmalarının vermiş olduğu tedirginliğin ve hem göç öncesinde hem de göç sonrasında yaşanan şok ve travmaların sebebiyet verdiği korku ve bu korkunun neticesi olan "var olma" ve "ayakta kalma" azmi ve mücadelesi. 2. Serbest bir düzende, "sıkı" ve dürüst çalışanların maddi olarak "tırmanabilme" ve hatta "zengin olabilme" ihtimalinin yüksek olması. 3. Bulaşıcı Slav kibrinin kendini "Avrupalı" addedip, Türkiye'deki yerleşik millet ve toplulukları (mesela Kürtleri) beğenmemesi, onlardan kendini üstün görmesi ve onları maddi olarak "sürklase" etmek istemesi! 4. Neredeyse her şeylerini geride bırakmanın ve genel itibarıyla fakir olarak gelmelerinin stresi ve bu stresten bir an önce (toprak ve mülk sahibi olarak) kurtulma çabası.

     Gelelim bazı özelliklerine:

- İçine kapanık ve dışarıya fazla açılmayan bir yaşam tarzını benimserler (gerçi bu son senelerde biraz değişmeye başladı). Kendi "komün"lerinde kendileri gibi olanlarla takılırlar ve "yerliler" olarak tabir ettikleri insanlara yukarıdan bakıp, onlarla fazla içli-dışlı olmak istemezler.

- Çalışkandırlar ama buna daha önce değinmiştik.

- Maddiyatı severler ve maddiyatla övünmeyi de severler.

- Genel olarak yerleşik Türkleri (Kürtleri hiç saymıyorum bile) küçümserler ve onlardan daha akıllı ve mantıklı olduklarını iddia ederler.

- Tahsil seviyesi pek yüksek değildir ama düşük de değildir. Lise mezunları ağırlıktadır. Bunun yanında, bilhassa ilk nesil göçmenler genelde kitap okumaz ve kendi belirledikleri kalıpların dışına çıkmak istemez.

- Siyasi görüşleri genelde "ulusalcı" olarak tabir edilebilecek bir "Milliyetçilik" ve "Vatanseverlik"tir. Yani İslami ayağı pek olmayan ama vatanına bağlı diyebileceğimiz şekilde. Bu milliyetçilikte de, herhangi bir yerli CHP'li ile rahatça yarışır hatta onu geçerler! Sünni İslam öcü gibidir çoğu için.

- Cimri veya en azından aşırı tutumludurlar. Bu cimrilik neredeyse irsidir. Bunu da şu şekilde açıklamak mümkün: Bilhassa 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında, sürekli bir asimilasyon ve ötekileştirilme korkusu, kendini "anavatan"a atma çabasını doğurmuştur. Bu çaba ve emeller için ise para ve maddiyat lazımdır. Düzenin kendisi de yeterli para vermeyince, en azından "eli sıkı" olmak zorundasındır.

- Aile hayatında kadınlar biraz daha baskındır ve tabiri caizse "dizginleri ellerinde bulundururlar". Mühim kararları alırlar ve yürürlüğe koyarlar.

- Ha, bir de en son... "Bulgar Göçmeni" dedin miydi feci kızarlar... ona göre!

20 Ekim 2014 Pazartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 2


     İlk yazıda kısaca Bulgaristan'ın tarihine, 1989 yılındaki olaylara kadar baktık. Bu kısımda ise, hem demokrasiye geçiş sonrasına hem Bulgarların bazı genel karakteristik hususiyetlerine hem de sinemasına bir "zoom in" yapacağız.

     Demokrasiye Geçiş


     Sosyalist Sovyetler Birliğinin mali olarak ele güne rezil olması ve giderek yükselen özgürlük çığlıkları eşliğinde çökmesiyle oluşan "kara delik" Doğu Avrupa'daki Demir Perde ülkelerini de yutarken, pek tabi olarak Bulgaristan da öksüz ve yetim kaldı. Todor Jivkov ve despot Komünist ekip gitti ve ülke özgürlüğe adım attı. Attı atmasına ama kötü de olsa bir rejime sahip olan devlet, birdenbire boşluğa düştü. Can emniyeti dahil birçok hayati konuda zafiyetler yaşandı ve "devlet" denilebilecek bir otorite ancak birkaç sene sonra tesis edilebildi. Partiler kuruldu ve hemen serbest seçimlere geçildi. Türk azınlık da vakit kaybetmeden, Hak ve Özgürlükler Hareketi isimli siyasi partiyi kurdu ve başkan olarak Ahmed Doğan seçildi. 90'lı yıllar, stabil olmayan, kırılgan bir siyasi ve ekonomik havada geçti, birçok hükumet geldi gitti.

     2000'lere gelindiğinde enteresan bir gelişme olarak, meşhur Saxe-Coburg-Gotha sülalesinin bir ferdi (Simeon Sakskoburggotski), yarım asır sonra (Bulgaristan'ı bir dönem yöneten ailenin varisi olarak) tekrar Bulgaristan'a döndü ve tıpkı bizdeki Kemal Derviş "fırtınasına" benzer bir algı ile, ülkeyi kurtarmak için kolları sıvadı... ama yine bizdeki gibi, "ithal yama" tutmadı.
Bulgarların "alter egosu"
Volen Siderov bağırırken... yine!

     2000'li yılların ikinci yarısında ise, her Bulgar'ın "fabrika çıkış ayarları"nda yer alan ve genel manada Türk düşmanlığında (onun da temeli haliyle İslam düşmanlığıdır) tezahür eden milliyetçilik damarının en bariz temsilcisi olarak Volen Siderov çıktı er meydanına ve 2005'ten sonraki her seçimde parlamentoya girmeyi başardı. Sert, hırçın ve etkileyici hitabeti ile, her seçimde partisi ATAKA'ya %4 ila %9 arasında destekçi bulabildi. Siderov için, milletinin, çoğu zaman yüksek sesle söyleyemediği şeyleri dillendiren, "Bulgarların alter egosu" diyebiliriz.

Çam yarması eski Başbakan
Boyko Borisov
     2009'da yapılan seçimleri de, karşımıza yine değişik bir karakteri çıkardı: 1989 öncesinde İçişleri bakanlığında subay olarak çalışmış, daha sonra özel bir güvenlik şirketi işletmiş (tabi o sırada karanlık insan ve olaylara da bulaşmış) ve Başbakan seçilmeden evvel Sofya Belediye Başkanlığı yapmış olan Boyko Borisov. Bu uzun boylu ve kaba görünümlü kişi, 2009 senesi Parlamento Seçimlerini, sağ ve merkez oylarını alarak galip tamamladı ve dört sene boyunca Başbakan oldu.

     Velhasılı kelam, 2000'lerin ilk on senesi, nevi şahsına münhasır siyasilerin zuhuruna şehadet ederken, ülke bir türlü beklenen gelişmeleri gösteremedi. 2007'de, Avrupa Birliğine tam olarak katılması ve sübvansiyonların gelmesi ile birlikte, bir miktar kıpırdanma ve yatırım görülse de, umumi bir ilerleme kaydedilemedi (%4'lük seçim barajının bu işte parmağı var mı bilemedim şimdi). Siyasi istikrarsızlık ve bir ileri bir geri ekonomi, ülkenin son 25 senesini tanıtmak için yeterli. 2014'ün Ekim başında yapılan Erken Seçimler de herhangi bir gelecek vadetmiyor bu açıdan ve yine koalisyon bekliyor Bulgaristan'ı.

Halef - selef
Ahmed Dogan - Lyutvi Mestan
     Bu arada, demokrasiye geçiş sonrası kurulan ve her dönem parlamentoda temsil edilen, Türk azınlığın kahir ekseriyetinin desteklemesi ve üyelerinin tamamına yakınını Türk kökenli olması hasebiyle, "Türkleri Partisi" olarak anılan Hak ve Özgürlükler Hareketinin (HÖH) duruşuna bir bakmak lazım: Ahmed Doğan önderliğinde kurulan ve kendisine suikast girişimi sonrasında Lütfi Mestan'ın Genel Başkan seçildiği partinin, seçimlerde genelikle %12-15 civarında bir ortalaması vardır. Bu oran, özellikle tek partili bir iktidar göremeyen seçimlerde kilit rol oynar. Eski husumetler, sağ-sol bakış açıları ve/veya siyasi çekişmelere dayanan koalisyon kuramama gibi kritik durumlarda, HÖH hemen bir "joker" gibi ortaya çıkar ve ufak bir iki tane bakanlık mukabilinde koalisyonların "stepne"si olur. Hak ve Özgürlükler Hareketinin bu şekilde birçok defa hükumetlerde yer almışlığı vakidir ve öyle de devam edecek gibi görünmektedir.

Bulgarların Bazı Karakteristik Özellikleri


     Bulgar Milleti genel olarak tembeldir. Bu tembellik, evlenme ve doğum oranlarının yerlerde sürünmesi dahil birçok ana konuyu doğrudan etkileyen bir faktördür. Komünist rejimden kalma alışkanlıklarla mesai saatleri çok kısadır. Millet isteksiz ve rica minnet çalışır (buna çalışmak denirse tabi). Mesai saatleri dışında birini işyerinde tutabilmek büyük başarıdır.

     Vurdumduymazlık ve boşvermişlik pek sevilen bir "gömlek"tir ve birçoğunun sırtında bu "gömlek" vardır.

     Bulgarlar kibirlidir ve deyim yerindeyse "burunlarından kıl aldırmazlar". Bu hal aslında, Balkanların Slav ağırlıklı bölgelerin neredeyse tamamına şamil bir haldir.

     Konuşma dilinin sertliğinden de kaynaklanan kaba bir dil hakimdir genellikle. Affetmek, özür dilemek, teşekkür ve rica etmek gibi kalıplar, konuşma dilinde çok azdır ve bizdeki "teşekkür ettim"
kalıbı gibi samimiyetsizlik kokan kalıplarla geçiştirilmeye çalışılır.

     Bilhassa hizmet sektörü, yukarıda zikredilen atalet, kibir ve kabalık yüzünden can çekişmektedir. Market, kahvehane ve buna benzer yerlerde, suratsız ve sanki orada zorla tutuluyormuş gibi, iş yapmaktan çekinen "hizmetliler"le mücadele etmek zorundasınızdır.

     Ülkedeki doğurganlık oranı rezil durumdadır ve nüfusun sayısal olarak azalmayıp, en azından kendini koruyabilmesi için gerekli olan % 2.11 oranını çoktan kaybetmiştir. Ortaya çıkan istatistiklere göre, 20-30 seneye kalmaz Bulgar Irkı, sayısal olarak Roman ve Türklerin ardından üçüncü sıraya yerleşecek, bir milyonun altına gerileyen ve yok olmayı bekleyen yaşlı bir nüfus haline gelecektir. Tabi bu feci doğurganlık oranının temelinde yine tembellik, vurdumduymazlık ve burnundan kıl aldırmamazlık yatıyor. Kendi zevklerinden ve rahatından fedakarlık yapmaktansa, evlenememek ya da evlenilse bile ancak tek çocukla yetinmek, pek yaygın bir zihniyettir. Sokaklar ve umumi vasıtalar yaşlılar ile doludur. Giderek artan emekliler ve masrafları sebebiyle, hükumetler habire emeklilik yaşını yükseltmeye çalışırlar.

     Her Slav gibi, her Bulgar da içki konusunda asla taviz vermez! İçki dendi mi akan sular durur. Her akşam mutlaka, en azından birkaç bira ya da rakı içmeyene adam demezler adeta! Ülkenin geleceğini, istikrarını ve selametini mahveden faktörlerden biridir içki.

Bulgar Sineması 


Siması bile güldürmek için
yeten aktör Georgi Partsalev
     İlgi alanına girmesi hasebiyle, biraz da Bulgaristan Sinemasından bahsedelim. 20. yüzyılın başlarında başlayan sinema çalışmaları, 1970 ve 1980'lerde en verimli dönemini yaşadı. Çok yönlü ve kaliteli yönetmen ve senaristlerin yanına, gerçekten yetenekli oyuncular da eklenince, gayet başarılı eserler verildi.  Ancak hepsi bir tarafa, komedi filmleri ve komedi rolleri ile ön plana çıkan aktörler, Sosyalist Dönem Bulgar Sinemasının karakteristik özelliği oldu. Angel Wagenstein, Mormarev Kardeşler, Eduard Zahariev gibi senarist ve yönetmenlerin yanına, Georgi Kaloyanchev, Georgi Partsalev, Todor Kolev, Stefan Danailov, Georgi Rusev gibi aktörler eklenince, seyir zevki yüksek filmler ortaya çıktı. 1989 sonrasında, sinema biraz daha uluslararası nitelik kazandı. Birçok Bulgar oyuncu, çeşitli ülkelerin hatta Hollywood yapımlarında rol oynarken, bazı filmler de prestijli festivallerde ödül almak için yarıştı. İşte bazı kısa örnekler:



     Son bölümde ise, Bulgaristan Türklerinin ve Türkiye'ye göç eden muhacirlerin ahvaline bir bakış atarız nasipse!


11 Ekim 2014 Cumartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 1


     Çoğu zaman üzerinden gelen ve canımıza okuyan "soğuk hava dalgası" ya da Türkiye'ye 1989 sonrası gelip yerleşen "göçmenler"i ile meşhur, kuzeybatı komşumuza yakından bir bakış atmak, Balkanlar denilen bölgeyi daha iyi anlamak açısından mühim bir yer tutar... o yüzden bugünkü yazımızın merkezinde Bulgaristan ve ırkdaşlarımız vesilesiyle bizlere olan etkisi var. Türkiye'nin yaklaşık olarak yedide biri olan bu ülke ırk olarak Slav, din olarak ise Hristiyan Ortodoks olarak bilinir. Bulgaristan, 100 sene gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde, birbirinden çok farklı hatta zıt denilebilecek birçok yönetim ve egemenlik gören bir coğrafya.

     Evvela kısaca tarihinden bahsetmek icap ederse: Bu toprakların bilinen ilk sakinleri Traklardır. Trakya ismi de buradan gelmektedir. Sonra ise, varlığını bugünlere kadar sürdürecek olan Slavlar
bu toprakların varisi oldu. Hazar Türklerinin baskısı ile bu topraklara yerleşen Bulgarlar, ırklarının kökeni hakkında Orta Asya ilişkisini bir şekilde kabul etmekle birlikte, Türkler ile akrabalık ve hatta yakınlık iddialarına çok kızarlar ve bu tür imaları anında sert bir şekilde reddederler. 7. yüzyılın sonlarına doğru ilk Bulgar Çarlığı, Han Kubrat ve oğlu Han Asparuh önderliğinde teşekkül eder. 9. yüzyılda, Hristiyanlık Dininin iyice yayılması ile birlikte Boris zamanında, Hristiyanlığı resmi din olarak kabul ettiler. Mezhep olarak ise, Bizans'ın da etkisi ile Ortodoks Mezhebini benimsediler. Selanikli Kiril ve Metodiy (Metodius) kardeşlerin çalışmaları ile "Kiril Alfabesi" olarak bilinen alfabeyi kullanmaya başladılar. Çar Simeon zamanında, Bulgaristan Çarlığı en parlak günlerini yaşadı ve toprakları, ulaşabileceği maksimum düzeye ulaştı. Ondan sonra işler bayağı bir bozulmaya başladı. Önce, 200 seneye yakın bir Bizans hegemonyası altına girdiler. Sonrasında devlet kurmayı tekrar başarıp, iki yüzyıl kadar varlıklarını sürdürebildiler.

     Osmanlı Devletinin Rumeli topraklarına geçmesi ile beraber, Bizans'ın kuvveti ve etkisi azalırken, İslamiyet ve Türklük, Avrupa'ya doğru tazyikini her geçen gün artırıyordu. Bizans'ın küçülüp işlevsiz hale gelmesi, o topraklardaki en "kurt" devletin nüfuzunun günden güne azalması, tabiyatıyla Balkanlardaki diğer devletleri de etkiledi. Bulgarların, Avrupalı Derebeyi ve Haçlı Orduları ile işbirliği yapıp, Türkleri Balkanlardan ve dolayısıyla Avrupa'dan atma çabaları netice vermedi ve Bulgaristan topraklarında, yaklaşık 500 sene sürecek bir Osmanlı Egemenliği başladı. Bu uzun zaman dilimi, Bulgarlar için çok şey ifade etiği için, burada geniş parantez açmak lazım:

     500 yıl gibi hiç de az sayılmayacak bir zaman dilimini kapsayan Osmanlı Egemenliği, bir Bulgar'ın en çok üzüldüğü, kendisine en çok aşağılık kompleksini yaşatan bir dönemi işaret eder. Ortalama bir Bulgar için, "Osmanlı" ve "Türk" demek; sistematik bir şekilde tecavüz edilen kadınlar, ardı arkası kesilmeyen işkenceler, planlı bir asimilasyon politikası demektir. Bugün dahi, 30 yaşını geçkin bir Bulgar için Türk ve Türklük, Komünizm dönemi tarih derslerinden aklında kalan "Osmanlı" imajı ile paraleldir. Bu imaj da; elinde yatağan olan, birçok Bulgar'ın kanına girmiş, kan dökücü, tecavüzcü, zalim... kısaca, her türlü kötülüğün göbek adı gibi bir şeydir. Türk bölgeleri ve Türk köylerinde yaşayıp Türkler ile daha fazla yakın temas eden Bulgarlar ise, genel olarak diğerlerinden biraz daha müsamahakar ve komplekssizdir. Fakat geriye kalan kitle için, "Osmanlı kompleks"i neredeyse "fabrika çıkış ayarı" gibidir. Nitekim Bulgar sineması, edebiyatı ve bütün kültürü açık bir Osmanlı ve haliyle Türk düşmanlığı ile yoğrulmuştur. En temel ve en güzel eserleri, Osmanlı idaresi altında çektiklerini iddia ettikleri acıları ve işkenceleri anlatan eserleri kabul edilir. Sağcı solcu her Bulgar için "milli kahraman" demek, onları Osmanlı boyunduruğu olarak gördükleri karanlık dönemden kurtarmak için çabalayan kişiler demektir.

Milli kahramanlardan
Vasil Levski
     Bulgarlar, milli kahramanları olarak gördükleri Vasil Levski, Hristo Botev, Georgi Sava Rakovski, Georgi Benkovski, Panayot Volov, Todor Kableşkov vs... gibi şahsiyetlerin ve Rus Çarlığının gayretleri sonucunda, en yalın anlatımıyla "kölelik" olarak gördükleri Osmanlı egemenliğinden kurtulduklarına ve bağımsızlıklarını kazandıklarına inanırlar. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğunun giderek zayıflaması ve herhangi bir yönetici vasfı taşımaktan çok uzak İttihat ve Terakki komitacılarının, akl-ı selim ve sağduyudan yoksun politikaları sayesinde, bugünkü Bulgaristan sınırlarında, bağımsız bir Bulgaristan Çarlığı tekrar tesis edildi... tabi başlarında meşhur Saxe-Coburg-Gotha familyasından fertler olduğu halde (ki ilki Ferdinand idi).

     Osmanlı Devleti'nin Balkan topraklarından çekilmesi hadisesi, tarihin en acımasız katliam, sürgün ve perişanlığın resimlerinden biridir. Bulgarstan'dakiler dahil bütün Balkan Devletleri, otorite boşluğunu görür görmez, Türklük ve Müslümanlık alameti olan ne varsa, her şeye (başta Müslüman nüfusa tabi ki)
acımasızca saldırdılar. Osmanlı'nın son dönemi Balkan Tarihi konusunda uzman olan ve daha ziyade Sözde Ermeni Tehciri ile alakalı çalışma ve konferansları ile tanıdığımız Justin McCarthy'nin tespitleri ışığında ortaya çıkan rakamlara göre, hem yerleşik oldukları yerlerde hem de Osmanlı topraklarına göç esnasında, akıl almaz katliamlar ve vahşetler yaşandı. Ortaya çıkan oranlar, tarihin herhangi bir zamanında "soykırım" olarak tanımlanabilecek bütün gereksinimlere haizdir.
 
     Bulgaristan tarihine dönecek olursak; Alman bir hanedana mensup olan Çar Ferdinand Sakskoburgotski, ülkeyi, Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında soktu ve Çarlık, aynı safta yer aldıkları Osmanlı gibi savaştan yenik çıktı. İkinci Dünya Savaşına kadar olan 20 senelik zamanda bir sürü politik istikrarsızlık yaşandı. Hitler'in dizginleri eline alıp, dünyaya meydan okumasıyla birlikte ise Bulgaristan Çarlığı kendini bir  Almanların kucağında buldu. Haliyle ülke, kısa bir süreliğine de olsa Nasyonel Sosyalist (bildiğin Nazi işte) bir hüviyete büründü. Ancak savaşın sonlarına doğru, ilginç gelişmeler eşliğinde, SSCB ülkeyi eline aldı ve savaşın son evrelerinde Bulgaristan, Mihver'in karşısında Müttefikler kanadında yer aldı. Bu tarihten itibaren, ta 1989 yılında SSCB yıkılana kadar ülke, çok koyu bir Sovyet işgaline girdi ve her şeyiyle Komünizme teslim oldu. Büyük bir şahsiyet olarak görülen Georgi Dimitrov devletin en mühim figürü oldu. Varşova Paktı vesair anlaşmalar falan filan derken, demokrasiye geçişe kadar, bir çeşit Sovyet tarzı "Nazizm"i ile Bulgaristan'ı demir yumrukla yönetecek olan Todor Jivkov ve ekibi yönetimi devraldı.

Ülkenin 35 yılına damga vuran
Todor Jivkov
    Jivkov idaresi ile birlikte, Osmanlı'dan, İslamiyet'ten ve Türklük'ten bir çeşit "intikam alma" ve millileşme kampanyası devreye sokuldu. Önceden kurgulanmış asimilasyon politikaları işlemeye başladı. Bir yandan Romanlar (Çingeneler) diğer yandan da Türkler için ayrı ayrı planlar işlemeye başladı. Önce kademeli olarak Türkçe dersleri kaldırıldı, tarih kitapları değişmeye başladı, ibadet yerleri bir bir kapatıldı. En nihayetinde ise 80'li yıllarda, isim ve kimlik değiştirme politikaları devreye girdi. Bu politikalara göre; Bulgaristan topraklarında meskun bulunan Türkler, aslen Bulgar'dır. Ancak çok uzun süren "Osmanlı Boyunduruğu" (Bulgarlar buna ısrarla böyle isim verirler) zamanındaki asimilasyon ve yok etme siyaseti neticesinde Bulgarların bir kısmı asimile oldu ve hem dini hem de milli kimliğini kaybetti. Bulgaristan Komünist Partisinin önderliğinde vücut bulan "yeniden diriliş ve özüne dönme" kalkışması ile birlikte, bu Türkleşmiş ve İslamlaşmış Bulgarlar, tekrar eski kimliklerine kavuşmaktadır. Bu "Bulgarlaştırma" sürecinde, sadece yaşayanların değil, mezardaki ölülerin dahi isimleri değiştirildi. Türkçe konuşmak tamamen yasaklandı. Türklük ve İslam'a dair ne varsa yok edilme prosesine gidildi. Bütün bu akıl almaz plan, artan mukavemet ve "Yeniden Diriliş Süreci"nin hiç de istenilen neticeyi vermemesinin akabinde, Bulgarların, "Büyük Yolculuk" gibi ironik bir isim verdiği, "Türklerin bir kısmını, Türkiye'ye gönderme" işlemi devreye sokuldu.

     Sadece bu ironik ve tamamen makyajdan ibaret "Büyük Yolculuk" adlandırması bile, Komünizm'in (hele de kendini bir şey sanan gururlu Slavların Komünizm yorumunun) ne kadar ayakları yere basmayan, gerçeklikten uzak, makyaj ve hamasi nutuklarla patlayan dikişleri kapatılmaya çalışılan ve insan fıtratına aykırı bir rejim olduğunu gösterir. Binaenaleyh, Sovyet Rusya'nın Balkanlara rejim ihracı tam bir felaket oldu. SSCB'nin birer peyki haline gelen Balkan Ülkeleri, anlamsız ve sınırsız bir Milliyetçiliğin, tembelliğin ve vurdumduymazlığın pençesine düştü. Ekonomik kalkınma kaplumbağa hızında hareket ederken, insan haklarından, azınlık haklarından eser kalmadı.

     Neyse... konumuza dönelim. 1989 senesinde başlayan Büyük Göç dalgasının ve dolayısıyla Bulgaristan Hükumetinin, Türkleri ihraç etmesinin arkasında, dört ana sebebi zikredebiliriz:

1. 50'li yıllardan itibaren başlayan Bulgarlaştırma operasyonunun, muvaffak olması bir tarafa,
1986 yılının en mühim olaylarından biri:
Naim Süleymanoğlu Türkiye'de
Türkleri daha mücadeleci, daha mukavemetli ve daha organize hale getirmesi ve manevi değerlerine daha çok sarılır duruma getirmesi (en azından Irkî olanına diyelim çünkü öbür cephede pek bir gelişme olmadı). Nitekim 1989 yılına gelindiğinde, ayaklanmalar Türklerin yaşadığı bütün bölgelere sıçramıştı.

2. Türk azınlığın, asli unsur olan Bulgarlardan çok daha fazla çoğalması sebebiyle, ileride yaşanması kaçınılmaz olan nüfus bazlı problemler için şimdiden tedbir almak ihtiyacı (Roman nüfusun doğum oranı hepsinden daha yüksek olmasına rağmen bunlara karşı yürütülen asimilasyon çalışmaları bir şekilde geçici olarak da olsa başarı yakaladı sayılır).

3. Büyük hayallerle kurulan ve Marksist-Leninist ideolojiyi "ütopya rejimler" sınıfına sokacak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin, içeriden çürümüş ve köhnemiş, heybetli gibi görünen ama temelsiz bir binanın çökmesi gibi yerle bir olması ve "uyducuklarına" maddi yardım yapamayacak duruma düşmesi. Bulgaristan da bundan payını aldı haliyle.

4. Rahmetli Başkan Özal'ın (rahmetli başkandan sonra Kennedy gelecek hali yok) Bulgaristan'daki olaylarla yakından ilgilenmesi ve Türklere sahip çıkıp kapıları açması.


     Bulgaristan'ın günümüz siyasi durumuna, Bulgar Halkının özelliklerine, sinemasına bakacağımız ikinci bölümde ve Türklerin (dolayısıyla göçmenlerin) genel durumunu inceleyeceğimiz üçüncü bölümde bir görüşelim derim!