teravihte cami hınca hınç dolu...
peki kazalar ne olacak? onu da sonra" hallederiz!
1. Tedbirli Müslüman farzları yerine getirmeye azami gayret eder. Tedbirli olmayan ise nafilelerle meşgul olmaya çalışır: Günümüzde sık karşılaştığımız modellerden biri, nafile ibadetlere kafa yorup, aynı cinsten olan ve tabiri caizse dağ gibi birikmiş olan farzları kaza etmeyenlerdir. Oysaki, farzlar hemen ödenilmesi gereken borçlardır. Sünnetler (müekked dahi olsalar) yani nafileler ise hediyedir, tabiri caizse. Farzlar sermaye, nafileler kârdır. Sermaye olmadan kâr etmek düşünülebilir mi? Bu konuyu tabi ki en çok, "dinin direği" olarak tanımlanan namaz konusunda görüyoruz. Tedbirli ve dindeki öncelik sıralamasını anlayabilecek kapasitedeki her müslüman için, şu veya bu sebeple kazaya kalmış namazlarını bir an önce ödemeleri zaruridir. İnsanların teravihlerde camilere koşmaları güzel ama aynı hassasiyeti kaza namazları için göstermemeleri çok acı. Tabi bu durumun birinci derecede müsebbibi, ahır zaman alimleri. Fıkhi konuları, bırakın açıklamayı, okuyup anlamaktan dahi aciz bu zamane "allame"leri, "sünnetler terk edilir miymiş, sakın ha, sünnetleri kıl, kazaları da arada tamamlarsın" gibi, zaten vakti mahdut insanların kaza kılmalarının önüne set çekiyorlar. Dinini, salih müslümanların ilmihal ve din kitaplarından öğrenip tatbik eden "tedbirli" biri için ise konu gayet basittir: sünnet (nafile yani) namazlar, vakit içinde, farzdan başka kılınan namaz demektir ve bu, farzdan gayrı kılınan herhangi bir namazla zaten ifa edilmiş olur. Yani "nafile"ye de niyet etseniz, "sünnet"e de niyet etseniz, "kaza"ya da niyet etseniz, farzın dışında, farzın yanında kıldıklarınız zaten sünnet olacaktır.
temkin ve ihtiyat uçunca
geride kalan garabet!
2. Tedbirli Müslüman, ibadetler hususunda Avrupalılara uyularak değiştirilen takvimlere değil, salih müslümanların eskiden beri tabi oldukları güvenilir takvimlere riayet eder: İbadet vakitleri ile alakalı konulara aşina olanlar, İslam alimlerinin, bilhassa namaz ve oruç ibadetlerinin başlama ve bitme zamanları hakkındaki, kılı kırk yaran titizliğini hemen teslim edeceklerdir. Maalesef, Diyanet İşleri Reisliği, 1981 yılında, ani bir kararla, ta Osmanlı zamanından beri uygulanan ve defaaten ehemmiyeti üzerinde durulmuş, imsak (yani oruca başlama zamanı) vakitlerindeki temkin ve ihtiyat paylarını kaldırarak, oruca başlama zamanı, 15-20 dakika almak suretiyle, oruç tutanların oruçları ile alenen oynamaya başladı. Avrupalılara uyularak, beyazlığın ufkun üzerine yayılmasına kadar sahuru geciktirmek durumu peyda oldu. Oysa İslam alimleri, beyazlığın, ufkun bir noktasında görünmesi ile imsakın bittiğini bildiriyorlar.
takvim, "şu gün şu saatte şu saniyede"
görülecek dese bile, "rü'yet" şarttır!
3. Tedbirli Müslüman, Ranazan ayına ve Fıtır Bayramına hilalin görülmesiyle başlar, eğer takvimle başlamışsa da, Ramazan'dan sonra iki gün kaza orucu tutar: İslam Dininde, oruca başlama ve orucu bitirip bayrama başlama vakitleri takvime göre değil, rü'yet-i hilale göre başlar. En hassas ölçümlerle, hilalin tam olarak ne zaman ve nerede doğacağı bilinse dahi, bu dinimizin bir gereğidir. Dolayısıyla, takvimle başlandığında, Ramazan ayının giriş ve çıkışı şüpheli olmaktadır. Bu şüpheden kurtulmak isteyen tedbirli bir müslümanın atacağı adım ise, Ramazan ayından sonra, iki gün kaza orucu tutmaktır.
müslümanlar Arafat'ta...
peki ama ya 9. Zilhicce değilse?!
4. Tedbirli Müslüman, bidat sahiplerine ve onların takvim manipülasyonlarına uyarak Zilhicce ayının 9. günü çıkılması gereken Arafat'a, bir gün önce veya bir gün sonra çıkılması durumunda, haccını ifsad etmemek için bir yolunu bulup Arafat'a çıkar, tedbirsiz olan ise o mahalleye bile uğramaz: Haremeyn-i Şerifeyni işgal altında tutan mübtedi Vehhabi kafası, müslümanlar, haccın farzlarından biri olan, Zilhicce ayının 9. günü Arafat'ta Vakfeye durma ibadetini engellemek için her sene takvimle oynar. Bu durumda, tedbirli ve dinini kayıran müslümanlar, bin bir zahmete katlanılarak yerine getirilmeye çalışılan dini bir vecibenin, "turistik bir seyahat"a dönüşmemesi için azami gayret sarf eder ve Arefe gününde mutlaka Arafat'a çıkar. Tedbirsiz müslüman ise, "nasıl olsa bu uzun sakallı ve Arapça bilenler bizden daha dindardır" düşüncesiyle, İslamın beş şartından birinin, avucunun içinden sıyrılıp gitmesine sadece seyirci kalır.
5. Tedbirli Müslüman, ibadetleri, Asr-ı Saadetteki gibi yapmaya ihtimam göstererek, bütün
ne kadar çok hoparlör
o kadar çok sevap!
camilere sokulan mikrofon ve hoparlörlere değil, imamlara uyar. Tedbirsiz olan ise, mikrofonu ibadetin bir parçası gibi görür ve ona uyar: Çağımızın en büyük hastalıklarından biri; camileri tepeden tırnağa mikrofon ve hoparlörlerle donatmak! Masum gibi görünen bahanelerle başlayan bu tehlikeli akım, son senelerde neredeyse ezanın ve namazın "farzı" gibi olmaya başladı. Mikrofonsuz minareye çıkmayan müezzin (gerçi artık minareye de çıkmıyorlar ya neyse), hoparlöre "üflemeden" namaza başlamayan imam kalmadı. Ancak, ufacık mescitlerde bile yerini alan bu bidatin İslamiyet'te yeri yok çünkü ibadetlerin asr-ı saadette olduğu gibi ifa edilmesi ve zerre bile değiştirilmemesi gerektiği, dinimizi, diğer bozulmuş dinlerden ayıran en önemli özelliklerinden birine işaret etmektedir. Zaten yapılan araştırmalar ve teknik olarak mikrofon ve hoparlörün açıklanması, her şeyi ortaya koyuyor: Mikrofona giren insan sesi ise, mikrofondan çıkan "şey", o sese çok benzeyen ama katiyen "aslı" olmayan, elektronik dalgaların ses dalgalarına dönüşmesi suretiyle duyulan metalik bir sestir. Yani hoparlöre uyulduğuna, cemaat, imama değil, mikrofondan çıkan o "zırıltı"ya uyar. Dinimizin emrettiği şey ise, imamın sesine ya da hareketlerine uymaktır.
6. Tedbirli Müslüman, akaid ve fıkıh kitaplarını okuyarak ve mezhebinin müfsid ve
meal... tamam da hangisi?
farzlarına riayet ederek dinini öğrenir ve tatbik eder, tedbiri bir tarafa bırakan Müslüman ise, meal, tefsir ve hadis kitaplarını okuyup, kendine göre ahkam çıkarmaya ve ona göre yaşamaya çalışır: Şurada detaylı bir biçimde incelenen konu:
Yakın tarihimizle alakalı bize dayatılan çamur gibi görüntülerin ve çekimlerin inadına, işini ciddiye alan Associated Press isimli ajans, arşivini YouTube'a yüklemiş. Hem de ne yüklemek efendim! Sayfalar, megabytelar, açıklamalar... Adamlar oturmuşlar, işi hiç şansa bırakmadan Türkiyemizin, ancak kendi ajanslarımızda veya televizyonlarımızda bulunabileceğini tahmin edebileceğimiz, bulunmaz ve hatta "mahrem" sayılabilecek olayları çekip, itina ile kenara koymuşlar, devyarasa arşiv yapmışlar! 50'li ve 60'lı yıllar,.. hele de 70'lerden sonrası gayet kaliteli ve detaylı bir muhteviyat arz ediyor,
Associated Press adlı kuruluş üşenmeyip ülkemizi ve bizi, bizden daha iyi gözlemleyip çekmiş, bize de en azından en ilginç ve tarihimizde yer etmiş olayları ve kişileri tasnif edip güzelce bir şekilde servis etmek düşer öyle değil mi? Biz de öyle yaptık ve yakın tarihimizin son 45 yılından bir demet sunduk... İşte o, YouTube playlisti haline gelmesi elzem olan demet (kronolojik olaraktan):
1. Deniz Gezmiş'in yakalandıktan sonraki halleri: Türk Solunun idollerinden ve Filistin Solunun liderlerinden Yaser Arafat'ın asker arkadaşı Deniz Gezmiş, 4 Mart 1971'de 4 ABD askerini kaçırmakla suçlanmaktadır. İk hafta kadar sonra,16 Mart'ta Sivas Gemerek'te yakalanıyor ve Ankara Emniyet Müdürlüğüne getiriliyor. 18 ve 19 Mart'taki bu görüntülerde, önden kelepçeli Gezmiş, yerli Che Guevara gibi pozlar vermek şöyle dursun, süt dökmüş kedi gibi adeta:
2. İsmet İnönü ve tercümanı Bülent Ecevit: 12 Mart 1971'deki muhtıranın üstünden sadece beş gün geçmiştir ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü yabancı basına demeç vermektedir. Video, İsmet İnönü'nün nadir renkli görüntülerini ihtiva etmekle birlikte, bir seneye varmadan CHP'nin başına geçecek olan Bülent Ecevit'i, İnönü'nün İngilizce tercümanı olarak göstermesiyle de enteresan bir hal arz ediyor:
3. 61 Anayasası bize fazla "lüks" geliyor: Fazla "gidip gelmemesi" sebebiyle, pek tanımadığımız eski başbakanlardan biri olan Nihat Erim, 1971 yılının Mayıs ayında, yani "12 Mart Muhtırası" olarak bilinen 1971 Askeri Darbesinin hemen ardından yabancı basının suallerini cevaplıyor. Burada dikkatimizi iki şey çekiyor (ki bunlar o zamanları bilenler tarafından konuşulur ama elle tutulur bir malzeme arz etmezdi).
Teknokratlar Hükumetinin başbakanı olan Nihat Erim ilk önce der ki; "61 Anayasası bize fazla lüks geliyor. Biz bunu biraz değiştireceğiz". İkinci olarak da "Haşhaş üretimi yapmak suretiyle bütün dünyayı zehirliyoruz. Bunun üretimini neredeyse yok edeceğiz". Bu iki konu, o zamanın en çok konuşulan başlıklardandı, dolayısıyla kendisini şöyle alıyoruz (videoda Erim, biraz bozuk da olsa İngilizce konuşuyor ama Türkçe altyazılar orjinaldir):
4. Ak güvercini sembol edinmekle nam salan "Karaoğlan" Bülent Ecevit, İstanbul'da bir seçim mitinginde kendisine havaya salıverilmek üzere verilen güvercinle zor anlar yaşıyor:
5. Yılmaz Güney cezaevinden çıkmakta: Yine Türk Solunun ve sinemasının tartışmalı ve sıkıntılı elemanlarından Yılmaz Güney, iki senelik "devrimcilere yardım ve yataklık yapmak" gerekçeli mahkumiyetinin ardından cezaevinden çıkıyor. Ancak bu durum çok uzun sürmeyecek elbette. İki sene sonra, ilçe yargıcını öldürmek suçundan tekrar içeri girecektir Güney:
6. Milliyetçi Cephe Hükumetleri: Türkiye siyasi geçmişinin enteresan enstantanelerinden biri daha. Tarihe 1. ve 2. Milliyetçi Cephe Hükumetleri olarak geçecek kısa süreli ortkalıkların TBMM'deki görüntüleri:
İlk olarak Adalet Partisi + Milli Selamet Partisi + Milliyetçi Hareket Partisi +
Cumhuriyetçi Güven Partisi (ki bu yukarıdaki partiler arasında en olmayacak partidir) ortaklığı ile oluşturulan ve "1. Milliyetçi
Cephe Hükumeti" olarak anılan geniş koalisyonun ilk Bakanlar Kurulu
toplantısı var. Videonun ilk kısmında Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan
Türkeş ve Turan Feyzioğlu'nu görüyoruz. Tarihler 15 Nisan 1975'i gösteriyor.
İkinci olarak, İkinci Milliyetçi Cephe Hükumeti güvenoyu alıyor. Eski ortak Turan Feyzioğlu bu sefer "red" diyor (2 Ağustos 1977).
Üçüncü kısım ise, ömrü fazla uzun olmayan "Milliyetçi Cephe" koalisyonunun ikincisi
02.01.1978'de, cumhuriyet tarihinin ilk gensorusunu yiyerek dağılıyor
(bkz: Güneş Motel Vakası). Görüntülerde gensoruyu veren Altan Öymen de
var:
7. Tayyip Erdoğan 25 yaşındayken kalabalığa hitap ediyor: 1990'lardan sonra siyasete iyice ısınan ve 2000'li yıllarla birlikte ustalık dönemine imza atan, Türk siyasetinin belki de en çok kazananı ve oy alanı, Recep Tayyip Erdoğan 11 Ekim 1979 tarihinde, İstanbul'da düzenlenen Milli Selamet Partisi
mitinginde konuşuyor. Ardından da Necmettin Erbakan konuşma yapıyor. Bu
açıdan belki de internetteki en eski renkli videosu. Dikkat edilecek husus; Recep Tayyip Erdoğan mitingde on binlere hitap ederken sadece 25 yaşında:
8. Kemal Türkler'in naaşı: 22 Temmuz 1980'de evinin önünde vurularak öldürülen Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonunun (DİSK) kurucusu ve ilk genel başkanı Kemal Türkler'in
naaşı ambulanstan indiriliyor. Associated Press'ten yakın ve net bir görüntü:
9. Nazlı Ilıcak cezaevine doğru: Çeşitli vesilelerle günümüzde de gündeme gelmekte sıkıntı çekmeyen gazeteci Nazlı Ilıcak, Ekim 1982'de, üç aylığına Sağmalcılar Cezaevine giriyor. Gerekçe, Milli Güvenlik Konseyi kararlarına, yani 80 Darbesini gerçekleştiren idareye aykırı davranmak:
10.Turgut Özal Anavatan Partisi'ni kuruyor: 80 Darbesinin ve 82 Anayasasının ardından, 1983 yılının bahar ayları
yepyeni siyasi partilerin kurulmasına şahitlik ediyor. İşte onlardan
biri; Turgut Özal, "Anavatan Partisi"ni kuruyor ve kuruluş gayeleri ile
alakalı Associated Press'e İngilizce olarak mülakat veriyor:
11. "Elindeki kuşu kaçıran" Mesut Yılmaz ve Refahyol'un kurulması: 1996 yılının sıcak ve tartışmalı bir Temmuz gününde, 28 Şubat Postmodern Darbesi
ile karşılacak ve "Refahyol" adı ile bilinecek; Refah Partisi-Doğru Yol
Partisi-Büyük Birlik Partisi arasındaki koalisyon hükumeti güvenoyu
alıyor... hem de kıl payı bir farkla: Kabul 278 - Red 265.
Güvenoylamasından
sonra Başbakan Necmettin Erbakan, Tansu Çiller'i meth ederken,
koasliyon görüşmelerine yanaşmayan Anavatan Partisi lideri Mesut
Yılmaz'a da kendince ayar veriyor; "Mesut Yılmaz eline gelen kuşu
kaçırdı":
12. Deyusu Ekber Dışarı: Seneler 1997'yi gösterirken, yine sıcak bir Temmuz gününde toplanan Türkiye
Büyük Millet Meclisinde, Cumhuriyet Halk Partisi İzmir milletvekili
Sabri Ergül, Refah Partisi Rize milletvekili Şevki Yılmaz'ı hedef alan
"Deyusu Ekber Dışarı" yazılı bir pankart açmak suretiyle, adeta
meclisimizde bir meydan muharebesi ve kovalamaca başlatıyor! Mecliste o sırada cereyan eden hadise ise, Mesut Yılmaz'ın Başbakanlığındaki hükumetin güven oylamasıdır:
13. Olaylı 1997 MHP Kongresi: Alparslan Türkeş'in ölümünden sonraki ilk Milliyetçi Hareket Partisi
Kogresi, çıkan olaylar ve karışıklıklar nedeniyle iptal olmuş. Temmuz
ayındaki kongrede Devlet Bahçeli MHP Genel Başkanı seçilmiştir. Görüntülerde,
savaş alanına dönen salondan sahneler ve Ülkü Ocakları eski Genel
başkanı Azmi Karamahmutoğlu'nun "Artık söz yok, eylem var" ifadesi
eşliğinde, mikrofonu estetik bir şekilde kenara fırlatıp "eylem"e
girişmesi de var:
14. 90'lı yılların kaçınılmazlarından; Sağ-Sol kavgaları: 1997 yılının İstanbul Üniversitesinden bir kesit; Sağ ve Sol görüşlü talebeler çatışıyor. Fakülte de malum; Fen Edebiyat Fakültesi:
15. Van Gölü Canavarı gölde serinliyor mu ki acaba: Associated Press'in, İhlas Haber Ajansı görüntüleri ile servis ettiği
-güya- Van Gölü Canavarı görüntüleri. 90'lı yılların en çok konuşulan
olaylarından biri bu "Canavar" meselesi idi:
16. AK Parti'nin ilk zaferi ve Recep Tayyip Erdoğan'ın ilk başbakanlığı: Kasım 2002 Seçimlerinden tek başına iktidarla çıkan AK Parti'de Recep
Tayyip Erdoğan, 9 Mart 2003'teki milletvekili yenileme seçiminin
ardından, önce milletvekili sonra da 59. Hükumetin Başbakanı oluyor.
Recep
Tayyip Erdoğan'ın milletvekili seçilmesi, mecliste yemin etmesi ve
Başbakan olarak Bakanlar Kurulu listesini açıklamasını ihtiva eden
videodur:
Britanya, Kraliçe, Westminster, Avam Kamarası, Lordlar Kamarası... denince aklınıza başı peruklu adamlar, ufacık daracik bir parlamento, Thames'in kıyısında yükselen kocaman gotik bir bina, süslü faytonlar ve şaşalı törenler mi geliyor? Evet, bu kelimeler yan yana sıralandığında, istemsiz olarak bizde retro çağrışımlar yapıyor. Geleneklerine, kraliçesine ve dolayısıyla Monarşiye sahip çıkan, sahip çıkmaktan öte bunlara sahip olmakla övünen bir devletten bahsediyoruz çünki. Britanya'nın kendine has meşruti monarşisinin gelenekselliğine, geleneklerine ve geleneklerin içinde barınan güçlü sembolizme şöyle genel sayılabilecek bir bakış atmak ve daha yakından tanımak isteyenler için birkaç enteresan bilgi derlendi:
çatısı çok yerden su alan
devyarasa Westminster
Evvela binaya bakalım: Westminster çok eski bir binadır
ancak 19. Yüzyılda aslına sadık kalınarak tamir ve tezyin
edilmiştir. Hitler’in uçurttuğu bombaların altısının bu binaya
isabet etmişliği de vakidir. Çok milletvekilinin de dediği gibi hem bir müze
hem de bir kilisedir. Binlerce odadan oluşur ve bilhassa yeni
vekiller, küçük ve labirenti andıran koridorlarda sık sık
kaybolur. En yaşlı temsilcilerin dahi hiç girmediği, bilmediği
odalar çoktur. Çatı çok kötü durumdadır ve birçok yerden
akıtır, her fırsatta tamir edilmeye gayret edilir ancak tam manasıyla "yamalı bohçaya dönmüştür". Binanın çatısını güvercinlerden
ve onların asitli ve yapışkan dışkılarından korumak için,
çatıda görevli hususi bir "şahincibaşı" vardır. Elindeki
eğitimli şahini ara sıra havalandırır ve güvercinlerin peşine
takar. Wesminster binası, Kasım ayından itibaren Noel için süslenmeye başlar ve ilk önce kocaman üç tane çam getirilip bahçeye yerleştirilir.
Şimdi de binanın muhteviyatı özellikle de Avam Kamarası hakkında detaylar ve parlamento oturumlar, oylamalar ve milletvekillerinin genel ahvali konusunda bilgi verelim:
* Avam Kamarasının gözü kulağı
mesabesindeki katip ve memurları çok uzun süredir burada
çalışmaktadır. Alışık olduğumuzdan çok daha fazla yetkilere
sahiptirler ve vekiller dahi onlara saygı duyar, hatta çoğu zaman
onlara muhtaçtırlar... bilhassa tasarı hazırlamak zorunda
kaldıklarında. "Clerk of the House" olarak tanın kişi, en kıdemli
memur veya katiptir. Bu memurlar özel bir şekilde yetiştirildikleri
için aynı zamanda kolluk kuvveti gibi de hareket ederler.
bitişik nizam parlamento ve geç
gelip ayakta bekleyen mebuslar
* Seremonik ve sembolik hareketler hiç
eksik olmaz: Mesela meclisi yönetecek olan ve "Speaker of the House" ünvanı ile tanınan kişi gelirken, törenle
gelir. Önünde bir katip, büyük kısmı altından olan
seremoni gürzünü (Ceremonial Mace) taşır, arkadan da tören
elbisesi ile başkan kamaraya girer ve gürz, kendi için ayrılan
yere (ki başbakan ve muhalefet liderlerinin dayanarak konuştukları
masanın ucundadır) konulur. Tören gürzü Monarşinin kamaradaki
temsilcisidir. O gürz kamarada olmadan hiçbir toplantı gerçekleşemez.
* Oturumlarda dikkat çeken bir husus;
ayağa kalkıp söz alana herkes (başbakan da dahil) doğrudan
karşısındakini muhatap alamaz. Oturumu yöneten başkana hitaben
konuşur ve eleştirdiği ya da hakkında konuştuğu kimseyi üçüncü
tekil şahısla ve ismiyle dolaylı olarak anar.
renkli başkan Bercow yüksek
sesle "orrdeeer" diye bağırır
* Genel kurul genel manada (hele
kalabalıksa) gülüşmelerden, karşılıklı atışmalardan ve
yüksek sesli nidalardan geçilmez. Salon çok küçük olduğu ve
herkes sıkış tepiş oturduğu için de inanılmaz bir uğultu
vardır. “Yeeahh” “Nooo” gibi nidalar havada uçuşur. Birisi konuşmasını bitirdiği esnada, konuşma yapmak isteyen diğerleri, ayağa kalkıp, boy verip oturur. Speaker yani başkan,
tartışmalar şiddetlendiği zaman , sık sık “order” hatta
“orrdeeeer” diye kendini yırtar. Son zamanların speakerı John
Bercow çok eğlenceli ve hiciv seven bir başkandır. İnanılmaz
nidalar eşliğinde çok iğneleyici sözler sarf edebilir
(muhalefete olduğu gibi ait olduğu Muhafazakarlara da dahil).
* Temizlik, yemek ve çay işlerinde çok
sayıda zenci dikkati çeker. Aynı şeyi parlamentonun kendisi için
söyleyemeyiz. Siyahi vekil sayısı neredeyse yok gibidir.
* Parlamentonun çay ocağı (veya cafesi diyelim) dahi
partilere göre ayrılmıştır. Yani her siyasi teşkilat ayrı ayrı
masalarda çay içer.
* Sabah erkenden, koku konusunda
eğitimli bir köpek gelir ve kendisine nezaret eden polis ile
birlikte bütün koltuk aralarını ve avam kamarasını herhangi bir
tehlikeye karşı koklar (her sabah mı bilmiyorum ama bütçe görüşmeleri öncesinde mutlaka vazifesini ifa eder).
başkan, masa, tören gürzü, bir sürü sembol ve
face to face duran başbakan & muhalefet lideri
* Avam kamarasında oturulacak yer sayısı
427’dir ancak şu andaki durumda 650 milletvekili vardır. Son
meclisteki kadın vekil sayısı ise 148’dir ki, çoğu kadın
vekil de bütün Westminster’in ve içindeki kamaralarının çok fazla erkeksi olduğunu ve erkeklere göre dizayn edildiğini kabul eder. Koltuk sayısının
azlığından dolayı, ayakta kalmak istemeyen vekiller, çok erken
gelip ellerindeki isimleri yazılı küçük kağıtları, yeşil
koltukların sırt kısımlarındaki boşluklara yerleştirirler. Bu,
diğerlerinin oturmaması için bir nevi rezervasyondur. Başbakan
ve muhalefet liderlerinin oturacağı yerlerin haricinde sadece
birkaç engelli ve “Father of the House” olarak tanımlanan, en
uzun süre aralıksız milletvekili seçilen şahsın yer bulma telaşı yoktur. Bu yer bulma telaşından
sonra vekiller, toplu dua ve ardından kahvaltı için oradan
ayrılırlar. Geç gelen milletvekilleri ya salonun kapı kısmındaki
boşlukta ayakta beklerler ya da üst katlardaki ziyaretçi
yerlerinde otururlar.
* Salona başkan varken girenler, hem kapının önündeki çizgide hem de daha sonra aşağı yukarı beş adım attıktan ve başkanın masasının önüne geldikten sonra, başkanı ve dolayısıyla kurulu selamlar.
* Kamara küçük dikdörtgen bir odadır.
Girişin tam karşısında ve yüksekçe bir yerde, tören elbiseleri içerisindeki speaker oturur ve meclisi yönetir. Aslında kamaranın
başkanı da vardır ancak oturumları speaker yönetir. Speakerın
sağında hükumet, solunda ise ana muhalefet vardır, salonun
dibindeki yerlerde de diğer muhalefet partileri sıkışmıştır.
Başkanın önünde tarihi ve sembolik bir masa vardır.
* Westminster’da tek evi olan yani
bilfiil orada yaşayan tek kişi speakerdır (ailesi varsa ailesi ile tabi). Her speakerın kendine has bir arması yapılır ve geçmiş başkanların da armalarının muhafaza edildiği yere işlenir.
* Tartışılacak olan mesela bütçe ise, bütçeyi içeren kalın kağıt yığını, yüksek bir mahremiyetle muhafaza edilir ve özel ulaklarla
yüzyıllardır yapılageldiği haliyle bakanlıktan alınıp, özel
kırmızı bir mahfaza içinde ve mühürlü olarak meclisteki
katipliğe teslim edilir.
* Herhangi bir tasarı, Avam Kamarasında
görüşüldükten sonra, Lordlar Kamarasına gönderilirken, Avam
Kamarasının en kıdemli katibi, tören elbisesinin yanı sıra,
tören peruğunu da takar ve tören adımıyla tasarıyı teslim
eder.
* Muhtemelen Guy Fawkes’ın başarısız
parlamentoyu havaya uçurma girişimi sebebiyle, Kasım aylarında,
binanın alt odalarında, tören elbisesi içerisindeki bir grup
asker ve katip, ellerindeki asaları yerlere vurarak ve barut
kontrolü yaparak koridorlardan geçerler.
lordlar dinliyor kraliçe konuşuyor
* “State Opening of Parliament” denilen merasimde,
Kraliçe gelmeden evvel binada yüksek maliyetli hazırlıklar
yapılır. Kraliçe, Lordlar Kamarasına gelince herkes ayağa kalkar
(lordların geleneksel kıyafetleri içerisinde olduklarını bilmem söylemeye gerek var mı). Ancak
kraliçe konuşmasına başlamadan önce, kraliçenin özel
temsilcisi (Black Rod denilir) hususi kıyafeti içerisinde elinde
bir asa ile avam kamarasının bulunduğu yere geçer. İçeride
en kıdemli kapıcı “black rod“ diye başkana doğru yüksek sesle
bağırır, başkan da “kapıyı kapatın” diye yüksek sesle
emir verir. Tam bu temsilci gelirken salonun kapısı neredeyse
suratına hızlıca çarpılır. Bunun üzerine de black rod, elindeki
asanın dibiyle, salonun giriş kapısındaki özel yere üç kere
sertçe vurur (ülkenin güçlü demokrasine bir vurgudur bu ve kraliçe de gelse bize saygı göstermek zorundadır biz burada demokrasiyi işletiyoruz kardeşim manasında yüzyıllardır yaşatılan bir gelenektir). İçeriden baş kapıcı kim olduğunu kontrol eder ve
kapıyı açar. Kraliçenin temsilcisi genel kurulu ve başkanı
selamladıktan sonra kraliçenin konuşmasını dinlemek üzere
vekilleri lordların oraya davet eder. Önde başkan, yanında
temsilci, arkalarında en kıdemli katip, lordlar kamarasının doğru
yola koyulur. Başbakan ve muhalefet başkanı bunların
arkasındadır, sonra da diğer vekiller. Vekiller, lordların oraya
varınca kraliçeyi başla selamlarlar ve hemen kapının girişindeki
daracık yerde, suçlu çocuklar gibi ayakta dinlerler ve sonra yine
başta başkan arkasında başkatip sonra da piskopos oradan çıkıp
ait oldukları yerlerine dönerler.
Black Rod kapıyı üç kere çalar
* Kraliçeden herhangi bir mesaj
geldiğinde ise (kraliçe Avam Kamarasına girmez çünki), temsilcisi yine törenle içeri girdikten sonra,
geriye dönüp gitmez, geri geri giderek kuruldan çıkar ve Avam
Kamarasına saygısını gösterir.
* Oylama olduğunda, evet ve hayır
diyecekler ayrı ayrı yerlerde oylarlar. Evetin karşılığı
“aye”dır hayır da “no”dur.
* Oylama salonlarının olduğu yerlerin kapılarında bellerinde geleneksel kılıçları olan gardiyanlar bekler.
* Oylamaların neticesi, dört tane görevli tarafından genel kurula gelerek (ve tabi ki yine girişte ve başkan masasının önünde selamlayarak) başkanın karşısında ona doğru söylenir. “The ayes to the right şu kadar” ve “The noes to the left şu kadar” şeklinde ifade edilir. Sonra da başkan neticenin yazılı olduğu kağıdı alır ve tekrar yüksek sesle okur.
* Milletvekili odaları, Cem Yılmaz’ın
“iki dönüm”ü kadardır. Bir yardımcı bir iki tane de masa
koydun mu kıpırdayacak yer kalmaz.
* Çarşamba günleri milletvekillerinin
başbakana soru sorma günüdür.
* Muhafazakar Partililere geleneksel
olarak “Tories” (Tory) denir. Liberal DemokratParti ise “Whig”
ismiyle de tanınır.
* Partilerin “whip” (esas manada
kamçı) dedikleri özel milletvekilleri vardır ki bunlar genelde
parti disiplinini sağlayanlardır. Umumiyetle diğer vekiller onlardan
çekinir. Oylama ve özellikle de kritik oylamalarda parti
bütünlüğünün bozulmaması ve herkesin oyunu kullanması için
devreye girerler. Bu whipler, gelenek gereği genel kurulda hiç
konuşmazlar.
* Haftanın bir gününde,
milletvekilleri seçmenleri ile buluşur ve isteklerini dinler.
* Kamarada edilen yeminlerde, Tanrı’ya
ve Kraliçeye bağlılık ifadelerinin altını kalın çizilir.
* Kamara içerisinde amatör çekim yapmak
yasaktır.
* Salon bir oylama için boşaltılacağı
zaman başkan, “division, clear the loby” diye bağırır ve baş
kapıcı bunu tekrar yüksek sesle meslektaşlarına iletir.
* “Private members’ bill” diye bir
uygulama vardır ki, mebusların parti ve hükumetten bağımsız olarak kendi
başlarına verdikleri yasa tasarılarına denir. Yasa tasarı
öneren yirmi tane vekil arasında kura çekilir ve genelde ilk üçü,
genel oturumda on dakika içerisinde önerilerini genel kurula
aktarır.
* Kamara, bir parlamento olarak değil,
bir komite olarak toplanıp, milletvekillerinin şahsi tasarılarını görüşüceği sırada tören gürzü,
masanın üstündeki yerinden alınıp, masanın yan tarafındaki daha alçak
yere konur.
Kemal Sunal özelinde eski Türk filmlerinin zararlarını ele aldığımız yazıda, "Şaban Filmleri" diye bilinen eserlerin yozlaştırıcı yönünden bahsetmiştik. Şimdi biraz daha derine girip, Türk Sinemasnın en ahlaksız ve dejenere edici yapımlarından biri olan, neredeyse her hafta bir vesileyle ulusal kanallarda gösterilen, ahlaksızlık konusunda Yılmaz Güney'in bazı filmlerini (Yol ve Sürü gibi) bile gölgede bırakacak düzeyde olan ve şu haliyle Anadolu Kültürüne atılabilecek en büyük kazıklardan, yapılabilecek en büyük ihanetlerden birini teşkil eden "Kibar Feyzo"yu inceleyelim. Önce karakterler:
Kibar Feyzo: Muhtemelen Feyzullah isminin kısaltması. Kemal Sunal tarafından canlandırılan filmin protagonisti. Klasik Sunal karakterleri gibi bir tarafı saf, bir tarafı ise ortalığı karıştırabilecek kadar diğerlerinden sıyrılabilmiş bir karakterdir. Askerdeyken öğrendiği bazı şeyleri de katarak, bir taraftan "Maho Ağa" tiplemesi ile mücessem olmuş ağalık düzeniyle mücadeleye kalkışır bir yandan da Gülo ile evlenme planları yapar.
Maho Ağa: Muhtemelen Mahmut isminin kısaltması. Şener Şen tarafından canlandırılan ve ağalık düzeninin temsilcisi olan köy ağası. Filme göre her şeyi kendi çıkarı ve çıkarının bekası için kullanan, bunun için de din dahil bütün mukaddesatı çiğneyebilecek tıynette biridir.
Gülo: Bir Anadolu köyünde (hele de Güneydoğu ve Doğu'da) rastlanması çok zor, yoldan çıkmaya meyilli, köyün fettan güzeli. Müjde Ar'ın hemen hemen her "soyunduğu" rolü gibi, Türk toplumunu dejenere edici, yozlaştırıcı performanslarından biri daha.
Bilo: Muhtemelen Bilal isminin kısaltması. Güç, para, egemenlik neredeyse, hiçbir ahlaki değer gözetmeden o tarafa geçebilen, çanak yalayıcılığında sınır tanımayan ve İlyas Salman'la vücut bulan tip.
Hacı Hüso (Gülo'nun babası): Muhtemelen Hüseyin isminin kısaltması. Kızını para karşılığı satabilecek cinste biridir ve güya hacıdır. Gözü para ve maddiyattan başka bir şey görmez. Filmin senaryosunu da yazan İhsan Yüce tarafından oynanıyor. Tabi burada, filmin senaristi olması bakımından kendisine biraz daha yer ayırtmak lazım: bu filmdeki ve genelde diğer, hem oynadığı hem de senaryosunu yazdığı filmlerdeki en bariz nokta, dini değerleri yozlaştırmadaki ustalığıdır. Rollerine baktığımızda gördüğümüz detaylar; içkici, paragöz, çıkarcı bir baba ya da gücünü seküler aydınlanmadan! aldığı bariz belli olan ve "bağnazlık", "geri ve örümcek kafalılık" ile mücadele ettiğini sanan başka bir karakter.
Köyün İmamı: Malum zihniyetin her filminin vazgeçilmez karakteri: Rüşvetçi, düzenbaz, satıcı, üçkağıtçı, maddiyatçı imam.
başlık parasının taksidi ödeyememe
ve etrafında dönen çeşitli pazarlıklar
Film kısaca, askerde yeni dönen Feyzo'nun, Hacı Hüso'nun kızı ile evlenmek istemesi ve bunun için başlık parası denkleştirme çabalarının etrafında döner. Askerden aynı zamanda dönen Bilo'nun da Gülo'da gözü vardır ve gözü paradan başka bir şey görmeyen baba (Hacı Hüso) kızını açık artırma ile satmaya kalkar. Feyzo bir şekilde Gülo'yu almayı başarır, ancak taksitle. Düğünün olduğu günde, Feyzo'dan fazla hoşlanmayan Maho Ağa, sudan bir bahane ile Feyzo'yu köyden kovar. Hem bu yüzden hem de gelinin taksitlerini denkleştirememesi yüzünden şehirde çalışmaya başlar. Şehirde de çeşitli Solcu eylemlerinden, grevlerden, sendikalaşma faaliyetlerinden ve daha başka şeylerden, askerdeyken öğrendiklerini artırır, hatta başlık parasının kaldırıldığını öğrenir ve Maho Ağa kimliğinde, ağalık düzenine karşı koymaya başlar. Köyde ise, taksitlerin gecikmesini bahane eden ve henüz zifaf olmadığını sanan paragöz ve kızını, dolayısıyla namusunu parayla satacak kapasitedeki baba (Hüso) kızını, daha bakire nasıl olsa diye, Bilo'ya satma derdindedir. Maho Ağa, kendisine rakip olarak gördüğü Feyzo'yu yine köyden kovar fakat Feyzo, taksit ödemek için her geldiğinde ortalık iyice karışır ve ağanın itibarı giderek sarsılır. Nihayetinde de, başlık parası isyanı görünümlü ağa karşıtı bir nümayişte, Feyzo ağayı vurur ve mahkeme karşısına çıkar.
abdest esnasında imamla rüşvet pazarlığı
Türk Sinemasnın yüz karalarından biri
Filmin hususiyetlerine bakacak olursak: Karakter isimlerindeki seçimler, bu kadroların rol aldığı neredeyse her filmdeki gibi aynı temel felsefeye dayanır; mübarek ve İslami isimleri yozlaştırmak, bilhassa kötü karakterle böyle adlar takmak ve bu isimlerle dalga geçtirmek!
Çok ama çok düşük ihtimalde bir araya gelebilecek derecede kötü, ahlaksız ve dini kendi çıkarları için kullanabilecek karakterleri bir filme sıkıştırmak.
Başlık parası için açık artırma ile bakire kız satmak ve bunu taksitlere bölmek.
Kızı verdiği halde, başlık parası taksidini ödeyememiş damattan kızı alıp, para veren başka birine satmaya çalışmak. Abdest alırken rüşvet pazarlığı yapabilecek kadar alçak ve paragöz bir imam.
Abdest almak gibi İslam Dininde mühim bir yer işgal eden fiili gülünç duruma düşürmek.
Hak arama görünümlü Sosyalist ve hatta Anarşist enstantaneler.
Doğu ve Güneydoğu illerimizin ve vatandaşlarımızın aşağılanması.
Çok aşağılık ve neredeyse her sekansa yayılmış galiz sövmeler ve küfürler.
Minareye çıkıp türkü söylemek ve hatta göbek atmak.
Açık ve imalı müstehcen sahneler.
Sosyalist yaklaşımlar
minarede türkü söylemek ve göbek atmak
yine utanç verici bir sahne
Komedi filmi diye yayınlanır çoğu zaman ama sebep olduğu tahribat çok büyüktür. Yetişme çağındaki gençlerin televizyon başında buna illaki denk geldiğini de düşünürsek hele. Ve bu ahlaksız, toplum ve gençlik müfsidi film, hala "muhafazakar" diye bilinen kanallarda sıklıkla yer bulur ve kendini muhafazakar diye tanımlayan vatandaşımız tarafından afiyetle sindirilir!
Şimdi bazılar "efendim sanat manat, o bir ders verme niteliğinde" diyebilir ama... arkadaş, Anadolu Kültürünü ve insanını yerin dibine sokan, ısrarla kafasındaki şablona sokmaya çalışan, olmayacak abartı ve dezenformasyonla yanlış tanıtan bir sanata ancak Melih Gökçek'in yaptığı yapılır!
Osmanlı Devleti zamanındaki yazışmalara bir göz attığımızda, kulağa hoş gelen, adeta şiir gibi olan bazı övgü sözlerine şahitlik ederiz. Gerek üst gerekse alt makamlara yazılan vesikalar, müthiş saygı sözleri ile donatılmıştır. Yine aynı şekilde üst makamlardan yazılan belgelerde de, makamın getirdiği "ağırlık", ciddi biçimde hissedilir.
Aşağıda, çeşitli Osmanlı belgelerinden ve yazışma türlerinden (berat, ferman, şukka, ilam, irade-i seniyye, vakfiye, hatt-ı hümayun, takrir, telhis, tahrirat, tezkire, temessük, ilmuhaber, arzuhal, mazbata, hüccet) derlenen bazı hoş elkap, terkip, tanım, tamlama ve dualar var (bazıları açıklamaya muhtaç ise de çoğunun genel manası anlaşılabilir derecede):
Kıdvet-ül kudâti vel hükkâm maden-ül fazli vel kelam: Kadı ve hakimlerin, kendisine tabi olduğu kimse ve faziletler madeni
İftihâr-ül ümera-il izam-il İseviyye muhtar-ül küberâ-il fiham fi milleti Mesihiyye muslih-i mesâlih-i cemahir-it tâifet-in Nasrâniyye sahib-il ezya lil haşmeti vel vekar sahib-i dareyn-il mecdi vel iftihar.
Mâruz-ı çâker-i kemîneleridir ki: Aciz kölenizin arzıdır ki.
Ol bâbda ve her halde emr-ü ferman hazreti veliyy-ül emrindir.
Hutimet âvâkibuhu bil hayr: (gayri müslimlere dua etmek uygun olmadığından onlara has bir temenni) Akıbeti, sonu hayırlı olsun (yani Müslüman olarak vefat etsin)
Nişân-ı şerîf-i âlişan sâmi-i cennetmekân-ı sultani ve tuğrây-i garrây-i cihan sitan-ı hâkâni nefeze bil avn-il rabbani hükmü oldur ki:
Tevki-i refi-i hümayun vasıl olacak malum ola ki: Padişahın fermanı size ulaşınca, bilin ki.
Ba berât-ı âlî: Yüce berat ile.
Hilaf-ı şurûtu berat: Beratın şartlarına aykırı.
Be makam-ı dâr-üs saltanat-il aliyye el Kostantiniyye el mahruse: Korunmuş olan yüce saltanat makamının yeri İstanbul.
Ferman-ı âlîşanım sâdır olmuştur buyurdum ki:
Muttali-i tevâli-i devlet ve menbâ-i menâbi-i seâdet-ü haşmet olan südde-i seniyye-i sidremakam ve atebe-i aliyye-i gerdûn ihtiramları turâbına. Mazmûn-ı emri şerîfimle âmil olasız şöyle bilesiz alamet-i şerife itimad kılasız: Emrime ittiba edip aynen o şekilde hareket edin.
Taht-ı âlî-i baht-ı Osmâni üzere culüs-ı humâyun-ı meymenet makrunum: Yeni padişahın hayırlı ve yümünlü tahta geçişi.
Hâk-i pây-i hümâyun-ı hazreti şehinşâhiye: Şahların şahı olan padişahın ayak tozu yani yüce makamına.
Sabıklarına tatbik ile hüküm buyruldu.
... hususuna hüsn-i himmet ve gayret olunması siyâkında şukka-i senâverî terkîmine ibtidâr kılındı efendim:
Ol bâbda her ne vechile emr-ü ferman isabet beyân-ı hazreti pâdişâhi müteallik ve şerefsudur buyrulur ise ânâ göre harekete mübâderet olunacağı beyanıyla tezkere.
Vech-i tahrîr-i hurûf budur ki: Bu yazının yazılmasına sebep budur ki.
... efendi hazretlerinin âsâr-ı hayriyyet disâr-ı ismetpenâhilerinden: Hata yapmaktan uzak olan sultanın hayırlı eserleri.
Terkîm-i mazbata-i âcizânemize cüret kılındı: Bu mazbatanın yazılmasına cüret edildi.
Düstûr-ı mükerrem-i mübeşşer-i mufahham nizam-ül alem müdebbir-u umûr-il cumhur bil fikri-s sâkıb mümmehid-ül bünyâni-d devleti vel ikbâl müşeyyid-ül erkâni-s seadet-i vel iclâl el mahfûz bil havfi avâtıfı-l melik-il âlâ.
İşbu vakfiyye-i celîl-iş şân cerîde-i bedi-il ünvanın tahrir ve inşasına bâis ve bâdi ve tastir ve imlasına sebeb-i âdî oldur ki: Şanı yüksek olan vakfiyenin yazılmasının sebebi şudur.
Meclis-i şer-i şerîf-i enverde. İftihâr-ül ümerâ-i vel ekâbir muhtar-ül küberâ-i vel mefâhir müstecmi-ül cemi-il meâli vel mefâhir zül kadr-il etemm ves sadr-il ekrem el muhtas bi mezid-i inâyet-il melik-il bâri. Muhatap defterdar iken sarf edilen hoş övgüler. Â'lem-ül ulemâ-il mütebahhirîn efdal-ül füdala-il müteverriin yenbe-ul fazli vel yakîn varîs-i ûlûm-il enbiya vel mürselin keşşâf-ı müşkülât-ı diniyye ve sahhâh-ı müteallikat-i yakîniyye keşşâf-ı rumûz-id dekâyık hallâl-ı müşkilât-ı hakâyık şeyh-ül islamî vel müslimîn müfti-i enâm-il müminîn el mustagni anit-tavsîf vet-tebyîn: Şeyhülislam böyle medh edilirmiş demek ki!
Atabe-i aliyye-i adalet-ünvan ve südde-i seniyye-i seadet-nişan lâ zâlet aliyyeten ilâ yevm-il haşri vel mîzan niyazgâhına
Bosna-Hersek deyince ben kötü oluyorum arkadaş! 1992-1995 arasında cereyan eden o vahşet gözümde canlanıyor, kan beynime sıçrıyor! Ancak yanlış anlamayın, sadece Sırplara kızmıyorum, en az onlar kadar hatta daha fazla Boşnaklara kızıyorum! Neden mi? Çünki Bosna coğrafyası, Müslümanların yozlaşıp, gayri müslimlerle ihtilatının yani karışmasının (Balkanların genelinde de hakimdir bu durum) ne gibi kanlı neticeler verebileceğinin kanıtıdır. Ait olduğunu iddia ettiği kültür ve geleneğe sırt çeviren, Sırp ve diğer unsurlara şirin görüneceğiz, iyi geçineceğiz diye kimliğini unutan ama karşısındakiler tarafından asla unutulmayan bir kimliktir.
Neyse... Yugoslavya'nın dağılmasını ve Bosna Savaşını biraz irdeleyelim, tabuları yıkalım, bazı "balonları" patlatalım!
Yugoslavya zamanındaki federasyon çatısı altında birkaç tane etnik ve dini grup vardı. Birbirlerinden en farklı ve değişik olanları: Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman görünümlü Boşnaklar idi. "Görünümlü" dedik çünki tıpkı Balkanların diğer köşelerindeki gibi, İslami kimlik birkaç kulaktan dolma inanış, ritüel ve bid'atten müteşekkildi. Hüviyetler ve isimler İslam ama geri kalan her şey "gayri" idi. Komünist ve Sosyalist ütopyanın çökmesi ve Doğu Avrupa'da ayakta zor duran SSCBuydularının patır patır dökülmesi, bu federasyon görünümlü Demir Perde ülkesinin de sonu oldu. Mirasın en yağlı kısmına konmak isteyenler ise, elbette ki kendilerini "tabii varis" gören Sırplardı. Genlerinde eksik olmayan ve dünyaya hiç hayır getirmemiş milliyetçi damarları hemen harekete geçti. Yugoslav Ordusu hemencecik Sırp Ordusu oluverdi. Federasyonu oluşturan bütün elemanlar tek tek bağımsızlık ilan ediyordu. Hem bu yüzden hem de Avrupa'nın "arkanızdayız" minvalindeki baştan çıkartıcı telkinleri ile, Aliya İzzetbegoviç (Alija Izetbegovic) yönetimi, referandum falan derken "biz de bağımsız olduk" deyiverdi. Fakat bulunduğu coğrafyada çok ciddi bir Sırp, onlar kadar olmasa da hatırı sayılır bir Hırvat nüfus vardı. Daha bu, aklı baştan alan "bağımsızlık" süreci devam ederken, Bosna topraklarındaki Sırpların lideri, önceleri şiir ve edebiyatla uğraşıp yüzüne gözüne bulaştıran Radovan Karaciç, 1991 yılının Ekim ayında Boşnakları çok açık bir şekilde "bağımsızlık işlerine kalkışırsanız sizi keseriz" diye tehdit etti. Sırbistan zaten dört gözle böyle bir kıvılcımı bekliyordu.
Düşünebiliyor musunuz... Bir taraftan Slobodan Miloseviç, Radovan Karaciç gibi azılı milliyetçiler sizi tehdit edecek, siz ise Pollyanna rolünde "yok canım yapmazlar öyle şey, hem nasıl olsa Avrupalı arkadaşlarımız imdadımıza yetişir" diyeceksiniz, Avrupa'nın orta yerinde, Sırp ve Hırvatlarla çevrili bir yerde Müslüman nüfus ağırlıklı bir ülke tesis ettiğinizi söyleyeceksiniz ve elinizde ordu namına hiçbir şey olmayacak! Bir insan bu kadar saf ve öngörüsüz olabilir mi?
Bosna-Hersek'in bağımsızlığı ilan edilir edilmez, ağzına kadar silahlı Sırplar, Saraybosna etrafını 1992'nin Şubatı'nda hemen kuşatıverdi. Başkentte oturan ve yıllarca Sırp komşuları ile iyi geçindiğini sanan, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, sanki çok büyük marifetmiş gibi o komşuları ile karşılıklı rakı içen Boşnaklar, bunları hala tatbikat falan sanıyordu.
Sonrası malum... üç sene boyunca yaşanan cinayetler, tecavüzler, en ağır aşağılamalar.
Aliya İzzetbegoviç Balonu
savaşın ortasında sevgi kelebeği
kesilen İzzetbegoviç
İnanmakta en çok zorlandığım mevzulardan biri. Yurdumuzda şişirildikçe şişirilen ve artık tabu haline gelen bir balon. Etraf seni yemek için bir hareketini bekleyenlerle dolu, sen kalkıp düşmanlarının tam da istediği şeyi yapıyorsun! Sonrasında Sırplar aşağılıyor, öldürüyor, kesiyor, tecavüz ediyor, sen de kalkıp hümanist beyanlar falan veriyorsun, Arkadaş savaşın ortasında ne Hümanizmi? Güya İslamiyeti referans alıp birkaç tane hamasi laf savurdu ya... hemen "Bilge", İslam Bilgini falan oluverdi! Bizim muhafazakar diye geçinen tayfa hemen bunu tabu yapıverdi. İslamiyet'in "Din, kılıçların gölgeleri altındadır" ve "hazır ol cenge ister isen sulh-ü salah" düsturlarından ibret almayıp. milletini perişanlığa sürükleyen gayet "bilge" bir lider! Olayların gelişimi ve neticeleri gösteriyor ki, Izetbegovic ne iyi bir devlet adamı ne de iyi bir komutandır. O sıkıntılı zamanlardaki kararları, çoğu zaman için Boşnakların aleyhine işledi. Soykırımın sonunda 1995 yılında imza attığı Dayton Barış Antlaşması da bir hezimetti. Hani nerede bağımsızlık, nerede üniterlik? Yüz binlerce insanın ölümü ve yüz binlerce kadının tecavüzünden sonra... karmakarışık üç başlı bir idare şekli!
Bosna Savaşı'nın Mühim Safhaları
Saraybosna Kuşatması: 1992-1995arasında cereyan etti. Sırp Ordusu, başkentin etrafını çevreleyen tepelere mevzilendi. Neredeyse üç sene boyunca Boşnaklar bir tecrit ve yokluk hayatı yaşadı. Sırp keskin nişancıları keklik avlar gibi insan vurdu.
sniperler adam avlıyor
bazıları günlük hayat telaşında
Srebrenitsa Soykırımı: 1995'in Temmuz ayında gerçekleşen ve akabinde Nato'nun Sırp kuvvetlerini bombalaması ile savaşın neticesini belirleyen soykırım. Burası, hem Sırbistan sınırına çok yakındı hem de Sırp Cumhuriyeti'nin hak iddia ettiği bir yerdi. Srebrenitsa yakınlarındaki Potoçari'de konuşlanmış olan BM Barış Gücü, güya Srebrenitsa'daki Boşnakları koruyacaktı. Ancak Hollandalılardan oluşan birlik,göz göre göre Boşnakları General Ratko Mladiç komutasındaki Sırplara teslim etti. Mladiç'in boşalmış Srebrenitsa sokaklarında muzaffer bir komutan edasıyla dolaşırken söylediği o sözleri unutmak mümkün mü: "Türklerden intikam almamızın vakti geldi". Peki neden Türkler? Çünki Türk demek Müslüman demek, Türk demek Osmanlı demek.
biraz sonra soykırıma uğrayacak
Boşnaklar ve tatile gelmiş Hollandalı askerler
Bosna Savaşı'nın bir insana en çok dokunan yanları: Bir Müslüman olarak bana en çok dokunan ve "bu kadar da aşağılanma olmaz artık" dedirten görüntülerdir.
- Mesela, Saraybosna Kuşatması esnasında, etrafta dalga geçercesine insan avlayan Sırplarla ölümüne çatışmak yerine gündelik hayatına devam etmeye çalışan Boşnak erkekler. Anladık, başınızdaki adam ordusuz bir devlet kurup, sağa-sola sevgi kelebeği mesajları veriyor ama bu kadar aşağılanma olmaz ki kardeşim!
- Toplama kampı gibi yerlerdeki, bir deri bir kemik kalmış erkekler.
- Ratko Mladiç denilen hayvanın, altına kaçırmamak için zor duran Hollandalı askerlerin önünden geçip, tel örgüler arkasındakilere "Hiç korkmayın, kimse size hiçbir şey yapmayacak, birazdan otobüsler gelip sizi güvenli bölgeye götürecek" deyişi ve daha acısı ona teşekkür edip öven Boşnaklar.
Sırp Milletinin yüz akı iki tane hayvanoğlu hayvan
Radovan Karadzic ve Ratko Mladic
- Kamyonun arkasından indirilen ve tek tek vurulan o gençler! Hatırladıkça sinirden tırnaklarımı kemiriyorum! Birinizi öldürdüler... sessizce beklediniz, ikinciyi öldürdüler hiçbir şey yapmadınız... derken üç, dört... sonra size arkadaşlarınızın ve kendinizin mezarlarını kazdırdılar. Arkadaş, öldürüleceğiniz gün gibi ortada... bari biriniz bir hareket yapın, ayaklarınız hiç olmazsa serbest, kuzu kuzu nasıl öldürtürsünüz kendinizi bu kasaplara? Bu kadar bitmiş olabilir mi insanlık. Zaten öleceksiniz, biraz mukavemet gösterin yahu!
ölüme kuzu kuzu gidip
düşmanı mest eden Boşnaklar
- Sistematik olarak tecavüz edilen Bosnalı kadınlar.
Bütün bu olan bitenin gösterdiği en mühim netice şu aslında: İstediğin kadar onlara karış, onlar gibi ol, "onlar"dan olmadığın sürece seni bir gün fırsatını bulup "ayıklayacaklar"dır!
Çöküşün eşiğine gelen ve geldikçe de ırkçı ve sağcı dişlerini daha sık göstermeye başlayan Batı Toplumları, yanlış ve zararlı olduğunu çok iyi bildikleri halde, bazı hususlarda ısrarla yanlış yapmaya devam ediyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek, İslamiyet'in gösterdiği basit, etkili ve neticesi test edilmiş çözümlere boyun eğmektense, kendi burunlarının dikine gidip, maddi, manevi ve en önemlisi insani kaynakları kurutmayı tercih ediyorlar.
1. Namus kavramı ve kadınların cemiyet hayatındaki yeri: Batı'daki yozlaşma ve çöküntünün en belirgin olduğu konulardan biri. Girift ve karışık bir hal arz eder. Temelinde ise kadının toplumdaki yeri vardır.
Avrupalı ve Amerikalı hayat biçiminde, kadın genellikle hayatın her sahasındadır. Erkeklerle beraber okur, çalışır, erkeğin olduğu hemen her yerde vardır. Asıl mesele de burada başlıyor zaten. Erkek ve kadın birbirini tamamlayıcı olarak yaratılmıştır ve dünyanın, hayatın var olabilmesi için karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenecek "zayıflıklar"a haizdir. Bu zayıflıkların, erkek-kadın karışık (hele de gençseler) bütün ortamlarda kendini göstermemesi mümkün değildir. Yani, genç ve güzel bir kadının olduğu bir ortamda, "ortalama fonksiyon"lara sahip hiçbir erkek kayıtsız kalamaz. Ne kadar -sözüm ona- medeni, okumuş ve terbiyeli de olsa, bu, 2+2=4 kadar kesin ve şaşmaz bir şeydir.
Farklı bir mekan; mesela çoğu yabancı filmde gördüğümüz şeyler, gerçek hayatta da câridir: Kafası karışık ve sıkıntılı bir erkek, iş çıkışı kafa dağıtmak ve -güya- biraz gevşemek için herhangi bir bara gider ve bir sonraki maddede inceleyeceğimiz "içki" denilen beladan içmeye başlar. Barda sadece erkekler yoktur tabi olarak; işten, şundan bundan bunalmış kadınlar da var. İçkinin gevşetici ve aklı örtücü etkileri ile birlikte karşı cinsler havadan sudan bahsederken tanışır... ve gece, bir otelde ya da başka bir yerdeki yatak odasında sona erer. Erkek, düşünceli ve yıpranmış bir şekilde eve gelir. Vaktiyle severek evlenmiş olduğu karısı, kocasından gerekli alakayı göremeyince, sinir buhranları geçirir. Bu gibi çok sık karşılaşılan durumlarda aile yuvası yıkılması ve çocukların ortada kalması işten bile değildir.
İslamiyet ise, kadın ve erkeği çok iyi tanıdığı için, olması gereken ve olmaması gereken yerleri tam olarak bildirmiş, tehlike arz edebilecek mekan ve durumlarda birbirlerine yaklaşma vesilelerini en aza indirmeye çalışmıştır. "Ateş ve barut" ikilisi "bir araya gelince acaba patlar mı" sualinin cevabını her zaman için "evet" olarak var sayar ve ona göre hareket edilmesini bekler. Aile ve toplumu çürütecek faaliyetlerin yapılmasını bırakın, bunlara yaklaşılmasını dahi tehlikeli bulur.
2. İçki: Bütün sarhoş edici içkilerin zararlı olduğu, insanı zehirlediği ve daha da acısı, her sene müsebbibi olduğu vakalarda, kendisine her bulaşanı bir şekilde rezil rüsva ettiği ve çeşitli yüz kızartıcı suçlara bulaştırdığı ortada iken, Batı, ısrarla içki yasağı konusunda direniyor. Aslında aldıkları bütün o tedbirler; saat, mekan ve yaş tahditleri, içkinin ne kadar zararlı ve yozlaştırıcı olduğunu alenen gösteriyor ama bir adım daha öteye geçmeye yanaşmıyorlar. Çünki öyle bir şey olsa, İslam Dinine hak vermiş olacaklar. Dolayısıyla hiçbir kibirli ve mağrur Batılı bu işe bulaşmaz. Gençlerin yoldan çıkmasına, nesillerin çürümesine, meydana gelen hadsiz hesapsız maddi ve manevi zarara rağmen, gerçek bir içki kısıtlamasına gidemezler.
İslamiyet, sarhoş edici sıvı şeyleri kesin olarak yasaklamıştır. İslam Dini, kişinin ayık gezmesini ve kendinde olmasını ister, aklının bulanmasını ve örtülmesini istemez. Akıl bulandı ve örtüldü mü, artık o insandan her şeyi bekleyebilirsiniz.
Ayrıca, yeryüzünde işlenen suçlara ve ahlaksızlıklara şöyle bir bakın, belki %90'ının muhteviyatında çok miktarda aynı mekanda bulunan ve aslında bulunmaması gereken erkek-kadın ve çok durumda da içki gibi akıl örtücüler vardır.
3. Evlilik: Bizim de giderek Batı'ya benzediğimiz bir başka özellik; geç ya da "hiç" evlilikler. Giderek bencilleşen, hedonistleşen, sorumluluklardan kaçan insanın ve hele de kadının tabiatına karşı çıkması ve mutluluğu muvakkat ilişkilerde aramasının diğer adı. Evliliklerin olmadığı veya çok geç olduğu durumlar ise topluma çok büyük maddi ve manevi zarar verir.
İslam, evliliğe büyük ehemmiyet verir ve denklik esasına dayanarak genç yaştaki evlilikleri teşvik eder. Evliliği zorlaştırıp, fuhşiyatın yolunu açan Batı'nın aksine, insan fıtratına en uygun olanı emreder. Ergenlikten itibaren nefsini teskin etme gayretine giren gençlere güvenli limanı gösterir ve ailelerin de destek ve yardımlarıyla, zor dönemlerin rahat bir şekilde geçilmesinin yolunu açar.
ergenlik+kötü arkadaşlar+içki
ve kim bilir daha neler?
4. Aile içi ilişkilerin soğukluğu ve çocukların aile içindeki durumu: Batı Dünyasının aile ve çocuk kavramları, bizim gibi toplumların bu alanlardaki anlayışlarından çok farklıdır. Aile fertleri bizdeki sıcaklık ve samimiyetten uzaktır. Ayni yatağa giren eşler arasında bile çoğu zaman mesafe vardır. Özel hayatlarında bile "özel hayat"ları vardır. Çocuklarla olan ilişki ise büyüdükçe açılır. Evladın, ebeveyn kontrolüne en çok ihtiyaç duyduğu ergenlikte, çocuk çevrenin insafına bırakılır adeta. İçki ve uyuşturucu iptilası, bozuk arkadaşlarla bir olup, çocuğun zaten, "birisi alsa da kurtulsam" ayarındaki ahlakını alıp götürür. Bir ömür boyu devam edecek kötü alışkanlıklar ve karşı cinsle olan hudutsuz ve yanlış münasebetlerin tohumları daha o zamandan ekilmiş olur.
Oysa İslamiyet, aile içi ilişkilerin sıcaklık, samimiyet ve devamlılığına çok ihtimam gösterir. Vazifelerini ve duracakları yerleri iyi bilen eşler, çocukları başıboş ve çevrenin insafına bırakmazlar. İslamiyeti bilen ailelerde genel eğitim, ahlak ve din dersleri gayet erken yaşta başlar ve bunlarda devamlılık esastır. Her gün halden hale giren yeni yetmelerin ahvali daima kontrol altındadır ve yanlış görüldüğünde anında müdahale edilip, yanlışlar gösterilir, iyi ve doğru olanlar aşılanır. "Din bilgilerini büyünce öğrenir canım", "çocuğu kendi haline bırakın, gezip tozsun, gençliğinin tadını çıkarsın" gibi geleceğin katili ifadeler olmaz bu ailede.
"Ama efendim, onlar çok gelişmişler, bilimde, teknolojide aşmışlar, demokrasiyi yalayıp yutmuşlar" gibi itirazların yükselmesi gayet normaldir. Bilimsel, ekonomik, sosyal gelişmelerin, insan haklarında gelinen noktanın yüksek görünmesi bazen bakanların gözünü perdeleyebiliyor. 200'e yakın süredir dünyanın hem maddi hem insani kaynaklarını sömürüp ekonomileri ateşleyen, homojen ve çok düşük azınlıklı devletlerinde kurdukları düzenlerle... evet, bazı şeyleri aşmış durumdalar. Zekalarını çok iyi kullandıkları ortada ama yüz sene gibi bir zamanda tıkanmanın ve tükenmenin eşiğine geldiler. İnsan kaynaklarının giderek daha da yabancılara muhtaç olması gerçeği ve alarm veren ekonomiler sanki bunun habercisi gibi.