Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

22 Aralık 2014 Pazartesi

İslami Toplumların Sekülerleşmesinde Müziğin ve Müzisyenlerin Etkisi


     19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında, İslamiyet'in zahiri koruyucularının (Osmanlı ve Babür İmparatorlukları gibi) hem nitelik hem de nicelik olarak zayıflaması ve nihayet yok olması neticesinde, artan Garplılaşma ve haliyle dinden uzaklaşma faaliyetlerinin sacayaklarından biri de (tıpkı sinema ve tiyatro gibi) müzik ve müzisyenler idi. Bunu, hem kendi coğrafyamızda hem de Ortadoğu denilen bölgede görmek mümkün. Evvela Osmanlı Devletinden arta kalan Türkiye topraklarındaki örneklerinden başlayacak olursak, Klasik Türk Müziğindeki durumu, Dini (ya da tasavvuf) Müziği diye ihdas edilen garabeti ve Cumhuriyet'in ilk dönemindeki kâri hatta hafız hatta cami imamı söz yazarı, bestekar ve icracıları yakından tahlil etmek gerekir.

     19. Yüzyılda Osmanlı Devleti, maddi ve manevi olarak zor günler geçiriyordu. Kendisini bitirmek ve mirasını paylaşmak için dışarıda bekleşen "akbaba"lara, içerideki, hem din hem de devlet idare etme cahili olan Jön Türkler ve devamındaki İttihad ve Terakki komitacılarının beceriksizliği ve acemiliği de eklenince, koca İmparatorluk çöktü. Devleti, son demlerinde idare edenlerin büyük çoğunluğu Batı hayranı, bir kısmı da "dinde reform" isteyen, Sünni İslam'dan hoşlanmayan tiplerdi. İçlerinde, hiç de azımsanmayacak sayıda gizli İslam düşmanları da vardı. Fransız ve diğer Batılı mürebbiyelerin elinde büyüyen bu "elitler", hoşlanmadıkları toplumu "dizayn etmek" için fırsat kolluyordu. Cumhuriyet'in tesis edilmesi ile birlikte de bu emellerine ulaşmış oldular.

Süleymaniye Camiinde bir ilk!
Türkçe hutbe ve hafız Sadettin Kaynak
     Toplumu, istedikleri gibi şekillendirme çabalarının bir parçasını teşkil eden, müzik ve müzisyenleri devletin idare biçimine adapte ve bunları topluma empoze etme faaliyetleri de hız kazandı tabi olarak. Bir yandan, "Öz Türkçe Kur'an okuyun", "Dininizi doğrudan Kur'an'dan öğrenin" "Türkçe ibadet isterük" gibi dayatmalarla, mealler ve tercümeler hazırlanırken, bir yandan da meşhur olmuş ve siyasi erk tarafından desteklenmiş kâriler ve hafızlar, camilerde ve  Cuma namazlarında, Türkçe ezan, hutbe ve Kur'an-ı kerim'in tercümelerini okuyordu. Bu tarihlerde namaz dahi Türkçe olarak kılınmaya başlanmıştı. Din görevlilerinde alışılagelen cübbe, sarık ve sakalın yerini, şapka, sinekkaydı tıraşlı yüzler ve kravatlı gömlekli kıyafetler almıştı.

     İslam Dinini, kendi idaresine göre şekillendirmeye ve -neden olmasın- tamamen ortadan kaldırmaya çalışan ilk dönem otoriteleri, tilaveti ve hıfzı güçlü olan zamanın "din adamı görünümlü" kişilerini gayet başarılı bir şekilde kullandı. Osmanlı'nın omurgasını oluşturan Ehl-i Sünnet vel Cemaat'ı, fazla "sert", yaşanmaz ve bağnaz bulan çevrelerin, aslının yerinde yeller esen Mevleviliğe, heterodoksiye, oradan da Pozitivizm ve din düşmanlığına varacak adımları, son derece etkiliydi. Bu, hafız ve kâri sıfatlarının arkasına gizlenmiş şahıslar, müziği dinin içine sokmak için bulunmaz bir nimetti. Klasik Türk Müziği diye bilinen alanda güfteler ve besteler yapanlar, diğer taraftan da Tasavvuf Müziği veya Dini Müzik denilen, eski ilahi ve dini eserlere, "çalgılı" kılıf sokarak uydurulan müzik türünde de faaldiler.

Sesiyle meşhur ünlü
okuyucu Kani Karaca
     Osmanlı sonrası dönemde dini eğitim alıp, kâri ve hafız ve bazen de cami imamı olan bazı musikiciler şunlardır: Hafız KemalRakım Elkutlu, Sadettin Kaynak, Kani Karaca, Bekir Sıtkı Sezgin, Amir Ateş. Bunların dışında, meşhur olmuş ve "Dini Müzik" denilen alanda da eserler vermiş birkaç kişi daha sayalım: Münir Nurettin Selçuk, Yesari Asım Ersoy, Çinuçen Tanrıkorur, Alaeddin Yavaşça, Dikkat edilirse bu isimlerin hepsi, Türk Sanat Müziği diye bilinen müzik türünün öncüleri, önderleri ve ilk akla gelenleridir. Bu ve bunların izinden gidenler"Kur'an ve tecvid eğitiminin musikimizi geliştirmemizde çok faydası olmuştur", "müzik benim için ibadettir", "Kur'an'ın kendisi baştan başa müziktir" gibisinden çok enteresan beyanatları vardır. Sesinin çok güzel olması hasebiyle muhafazakar kesimin gözdelerinden olan birisinin, mevlit okumaya başlamadan evvel, sesinin daha da güzelleşmesi için "iki tek attığı" bilinmektedir. Bilhassa Kani Karaca, bizim tedbirsiz muhafazakarımızın gözdelerinden biridir. Zaten çoğunun hayatı ve aile yaşantısı pek de öyle dini sayılabilecek bir türden değildir (meşhur olmaları ve aile hayatlarının bir dereceye kadar dışarıdan görünüyor olmasına istinaden).

     Dikkat edildiğinde, Sanat Müziği diye millete sunulan müzik türünde imanın altı şartından bazıları (kadere iman ve cennet cehennem yani ölümden sonraki hayat gibi) çok ciddi bir şekilde deformasyon ve dejenerasyona uğrar. Daha sonraları parlayan ve çok büyük kitleleri etkileyen müzik türü olan Arabesk de, "kadere isyan" olgusunu, kendisinden çok az farkı olan Sanat Müziğinden alarak, biraz daha üst seviyelere çıkarmaya uğraşmıştır.

     Normal şartlar altında, bu müzik dallarının ve bu dalların icracılarının, en azından, birbirlerinden hoşlanmaması lazım öyle değil mi? Yani, dünya ve dünyalık aşklardan ve şehvetlerden, hatta kadere razı olmamaktan bahseden, müptelaları tarafından "rakı ile en iyi giden müzik" diye taltif! edilen bir müzik ile, ilahi aşktan, tasavvufi ermişlikten ve dünyadan kesilmekten bahseden bir müzik (müziği dini bir kisve altına sokmaya çalışmak da apayrı bir cinayet zaten) türü, hangi ortak paydada birleşebilir... böyle bir şey mümkün mü? Düşünebiliyor musunuz; kadın, şehvet, dünyevi aşk, aşk acısı, karşı cinse kavuşma arzusu gibi kavramlardan bahseden acıklı şarkılar düzenler ve içki masalarındaki zevata derin "ahh"lar çektirenler, bir yandan da çalgılı mevlit ve ilahilerle -güya- dini eserlere sahip çıkıyor... olacak şey mi bu? Aslında mümkün... eğer birincisi vasıtasıyla, ikincisinin bahsettiği değerlerin içini boşaltmaksa maksadınız, pekala mümkün!

     Bu mevzuda elimizi güçlendiren bir diğer faktör, bunlara sahip çıkan, öven ve büyük sanatçı diye karşımıza çıkarmaya çalışan çevrelerdir. Kim bu çevreler peki? Tabi ki, dindarları "mürteci", "geri kafalı" diye aşağılayan ve onlara yukarıdan bakan medya, elit ve "aydın" diye geçinenler. Peki nasıl olur? Bu çevrelerin, dinen "doğru" olan bir şeyi desteklemeleri mümkün müdür?

     İslami toplumların dini hayatının yozlaştırılmasında müziğin çok etkili olduğu bir diğer bölge Mısır'dır. Mısır bilindiği üzere, Osmanlı'dan koptuktan sonra İngilizlerin kontrolüne geçti. İkinci Dünya Savaşından sonra ise din cahili idareciler başa geçti ve sonu gelmez diktatörlüklere yelken açtı. 20. Yüzyılla birlikte, Türkiye'de yaşananlara paralel gelişmeler oldu. Bu gelişmelerden biri de, zikrettiğimiz müzik ve müzisyenler konusu. Bir yandan Mısır'ın kendine has klasik müziği neşvünema bulurken, bir yandan da dünyevi aşklardan, sevgiliye kavuşmak ya da kavuşamamaktan bahseden güfteciler, besteciler ve şarkıcılar çoğaldı. Mısır'dan bariz iki örnek verelim: Biri Muhammed Abdülvehhab, diğeri de maalesef Ümmü Gülsüm. Muhammed Abdülvehhab, Mısır'ın en meşhur besteci ve icracılarındandır. Çağdaşı olan birçok müzisyeni beslemiş ve çok tutulmuştur.

Ümmü Gülsüm ve
Muhammed Abdülvehhab
     Türkiye'de bile, elit ya da biraz okumuş muhafazakar kesimin, söz arasında ya da bir vesileyle Ümmü Gülsüm'den bahsetmesi, bir üstünlük belirtisidir. "Doğu'nun yıldızı" de dahil olmak üzere birçok üstün sıfatla övülen Ümmü Gülsüm, gerçekten de Feyruz ve Asmahan  ile birlikte, Arap Dünyasının belki de en güçlü kadın sesidir. "Maalesef" dedik çünki Ümmü Gülsüm'ün, Mısır halkının dini olarak dejenerasyonunda katkısı vardır. Bir kadın olarak, kadın erkek karışık bir topluluğun önüne çıkıp, canlı olarak teganni etmesi (İslami bir toplumda olacak bir şey değildir normalde) hem de en meşhur olmuş şarkılarında (ki çoğu Muhammed Abdülvehhab imzalıdır) dünyevi aşkları masallaştırması, aşk acısı, ızdırabını ve kavuşma hayallerini, arabesk denilebilecek derecede icra etmesiyle, bu alandaki katkısı yadsınamaz (dini otorite diye geçinen çevrelerin Ümmü Gülsüm'ü ve sesini ısrarla haram noktasından uzaklaştırma gayreti de cabası). Ayrıca Ümmü Gülsüm ve buna benzer şarkıcılara, yukarıda andığımız çevrelerin sahip çıkması da tezimizi doğrular niteliktedir (en basitinden Ümmü Gülsüm konusunda derinlere dalan Cuhuriyet Gazetesi ve eklerini hatırlayın).

     Hasılı... mevlithan, sazende, hanende, meşk, fasıl gibi şeyler duydum mu tüylerim diken diken oluyor nedense!


15 Aralık 2014 Pazartesi

Meal Okumazsa Ölecek Hastalığı


     Çağımız malum "hız" çağı... "hız" kavramı hayatımızın her alanında faal olduğu gibi, haliyle maneviyatımıza (tabi kaldıysa) da tesir ediyor. Ama bu hız her zaman bizim lehimize olmayabiliyor. Hız ve çabukluk merakı, uzun vadeye yayılması ve sindire sindire öğrenilmesi gereken bilgileri, kısa bir zaman diliminde, adeta "konsantre" bir hap şeklinde almaya ittiğinde ise, çoğu zaman bünyeye kalıcı ve etkili "yan tesir"ler olarak yerleşiyor. Hızın ve hızlı olmak istemenin sirayet ettiği alanlardan biri de -ne yazık ki- "din"dir. "Din" derken, Batılılar tarafından "canı çıkarılan" Hristiyanlığı değil, İslamiyet'i kastediyoruz elbette.

     Hayatın geri kalanından "geri" kalmadan din bilgilerini öğrenme esnasında ise, tam da "hamburger kültürü"nün gerektirdiği şekilde, "Meal" okuma ve İslamiyet'e buna göre mana verme hastalığı devreye giriyor. Dahası, İslamiyet'le ilk defa tanışan kimselerde, Kur'an-ı kerim'i tanıma çabası, kendisini, meallere müracaat etmek şeklinde gösteriyor. Bu, esasında gayet doğal bir harekettir çünki İslam'la ilgilenmeye başladığınızda, Kur'an-ı kerimi incelemek ihtiyacı hasıl oluyor ve her nasıl oluyorsa, birileri hemen koltuk altınıza bir tane meal sıkıştırıveriyor. "Bunda" bir şey yok ama "bu"ndan sonrası biraz karışık.

     Meal, bir derece Arapça bilen birisinin, kendi anladığı kadar yaptığı tercümedir. Meal okuyan kimse, Kur'an-ı kerim'deki murad-ı ilahiyi değil, onu Türkçe'ye ya da başka herhangi bir dile tercüme etmeye çalışan kişinin kendi kafasındaki açıklamayı anlar. Oysa meali okuyan bilgisi az kişi, onu doğrudan Kur'an-ı kerim diye okuyor. Aslında şu anda piyasa dolaşan "meal"ler, birer tercümedir. Yani, Türkçe'ye birebir çeviridir. Ancak bazı açıklama girilmesi gereken yerlerde açıklamalar vardır. Zaten ayetleri kısaca tercüme etmek mümkün değildir, çok yanlış anlaşılmalara sebebiyet verir.

     Filhakika Kur'an-ı kerim, Arapça dahil hiçbir dile çevrilemez. Kur'an-ı kerimin manasını anlamak demek, Allah'ın, herhangi bir ayette ne istediğini anlamak demektir. Dinini kayırmayan ve temel emir ve yasakları dahi icra etmeyen bir din cahilinin yaptığı mealden, küfre kadar gidecek zarardan başka bir şey ele geçmez. Para ve şan kazanmak için yazılan mealler, okuyanların zihinlerine bir sürü şüphe tohumu ekmektedir. Halbuki Kur'an- kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek dinden çıkmaya sebebiyet vermektedir. Maalesef meal görünümlü tercümelerden beslenen bazı gençler, Kur'an-ı kerimi, mitolojik hikayelerden, manasız düşüncelerden müteşekkil "o kadar da kerim olmayan" bir kitap sanıyor. Hele bu, şahsi kanaatler içeren tercümelerden, hüküm çıkarıp, iman ve ibadet konularını, bu anladıklarının üzerine bina etmeye kalkmak, düpedüz İslam Dinini bırakıp kendi "-izm"inin peşinden gitmektir. "Öz Türkçe Kur'an okuyun" ya da "Çağın tefsiri" gibi yaldızlı kelimelerle satılan kitaplar, okuyanlarda onulmaz hastalıklara yol açıyor.

Rıza Doğrul'un kayınpederi
olup da meal yazmamak olur mu?!
     Müslümanlara "meal" okutma sevdası aslında çok eski değil. Osmanlı Devleti, Arap olmayan bir çoğunluk tarafından yönetildiği ve asırlar boyu çok geniş ve değişik Arap olmayan toplulukları idare ettiği halde, hiçbir zaman, kendi dili de dahil olmak üzere hiçbir lisana, Kur'an-ı kerim tercümeleri yapıp okutmamıştır. Çünki atalarımız, İslam Dinini öğrenmenin ve öğretmenin usulünü çok iyi biliyordu. Meal ve tercümeler yerine, temel kelam, akaid ve fıkıh kitapları okutuluyordu (meşhur Mızraklı İlmihal mesela). Osmanlı Devleti, dini konuları o kadar hassas ve aslını hiç bozmadan ele alıyordu ki, Cuma Namazı hutbesini bile, dini kaynaklarda cevaz bulamaması sebebiyle, sadece Arapça okutmuş, hutbenin anlaşılabilmesi için ise, namazdan evvelki vaazı ihdas etmiştir.

      Osmanlı Devletinin son zamanlarında, bilhassa 2. Abdülhamid Han'ın hal edilmesinden ve 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra, kabiliyetli ve salahiyetli din alimlerinin de çok azalmasıyla, bir sürü yol saptırıcı ortaya çıktı. Türkiye coğrafyasındaki ilk meal çalışmalarının gayrimüslimlerin elinden çıktığı tarihi bir hakikattir (Müslümanların ne kadar lehine olur bu çalışmalar varın siz düşünün). Kelam ve fıkıh kitapları yerine, herkesin kendi ahkamını çıkaracağı bir ortam hazırlanması için çalışıldı. Böylece, tıpkı tahrif edilmiş Hristiyanlık gibi, herkesin kendi yolu olacak, birlik yolu bozulmuş olacaktı.

     Günümüzde ise bu "meal" işine girenler umumiyetle Sünni İslam'dan uzaklaşmış ve kendi felsefi düşüncelerine tabi olmaktadır. Kendilerini "allame-i cihan" sanan bir sürü İlahiyatçı, birbirleri ile yarışırcasına "meal yazma" olayına dalmakta, birbirlerine çamur atmayı da ihmal etmemektedir. Ülkemizde, her meal ya da din kitabı görünümlü kitap yazanları alim sananlar olduğu için de, bu işlerden para ve şöhret kazanma sevdasında olanlar her geçen gün çoğalıyor.

     Aslında mealciliğin ne kadar zararlı ve yoldan saptırıcı olduğu, Hristiyan Dünyasının bugünkü halinden çok açık olarak okunabilir. Malum olduğu üzere Hristiyanlık Dininde, İseviliğin tahrif edilmesinin ardından, İnciller hızla diğer dillere tercüme edilmeye başlandı. Hele de Katoliklere kızan Protestanların, kendi yolunu çizmesinden sonra ortalık, her dildeki Kitab-ı Mukaddes tercümelerinden geçilmez oldu. Bu da, herkesin kendi kapasitesi ve anlamasına göre amel etmesine ve birliğin bozulmasına neden oldu. Yani temelde, meal denilen tercümeleri okuma ve bunlardan anladığına göre amel etme sevdası bariz bir şekilde Hristiyanlık kokuyor.

  Kur'an-ı kerimi anlamak ve öğrenmek isteyen kimse, eski alimlerin kelam ve fıkıh kitaplarını okumalıdır. Çünki bu din alimlerinin kitapları, Kur'an- ı kerimden ve hadislerden alınmış ve yazılmıştır. Salih Müslümanların, seneler süren yıpratıcı uğraşıları neticesinde hazırladıkları ilmihal ve din kitapları, zaten geniş kapsamlı ve derin birer meal ve tefsirdir.

     Eğer herkes, Kur'an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, İslam Alemi bu kadar parçalanabilir miydi? Her kafasına göre takılan, yanlış anladığı için bu kadar çok abuk-subuk yol yok mu?

    

25 Kasım 2014 Salı

Hristiyanlık Diye Bir Din


     Hristiyanlık (ya da Hıristiyanlık) diye bir din var malumunuz... ama çok garip bir din bu! Muğlak, parça parça olmuş, pagan izleri taşıyan bir din. Aklı başında hiçbir insanın kabul etmeyeceği; Tanrının, insanların günahlarını affetmek için, kendi öz oğlunun haça gerilmesinden ve cehenneme girmesinden başka bir çözüm bulamaması, papazların masum addedilmesi, insanların günahkar olarak doğduklarının kabulü, günah çıkarmak gibi garabetler içeren bir din. Batı Dünyası kağıt üstünde büyük oranda Hristiyan görünse de, akıl ve mantık tutulması yaşamayanlar, bol bol küfre girmekte (blasphemy) soluğu Hristiyanlık görünümlü Ateizm'de almaktadır. Bu açıdan, Hristiyan görünümlü bireylerin önemli bir kısmı, aslında gizli birer Ateist'tir (gerçi dinine sahip çıktığını söyleyenlerin da çok tanrılı paganlardan farkı yok gibi ama neyse).

Biraz yakından Hristiyanlık Dini:


     Bilindiği üzere Hz. İsa, bir bakire olan annesi Hz. Meryem'den babasız olarak Kudüs'e yakın Beytüllahim'de tevellüd etti. Annesi Hz. Meryem, İmran ve Hunne'nin (Hanne) kızıydı. Hz. Meryem, oğlu ve nişanlısı (aynı zamanda amcası oğlu) Yusuf Neccar ile birlikte Mısır'a göç etmek zorunda kaldı. Sonradan ise Nasıra (Nazareth) denilen yere geldiler. Hz. İsa 30 yaşında iken Peygamber oldu ve 33 yaşında diri olarak göğe yükseltildi (İslamiyete göre tabi).

güya çarmıha gerilen
ve Christ adı verilen kişi
     Hz. İsa, Yahudileri ıslah etmek için çalıştı ancak onlar, hem ıslah olmaya yanaşmadılar hem de Hz. İsa'ya "bilinmeyen babanın çocuğu" diye iftira attılar ve onu yalancı peygamberlikle itham edip, Romalılara ihbar ettiler. Yani aslında bozulmamış olan Hristiyanlık Dini, bozulmuş olan Yahudiliğin ıslah edilmiş halidir. Tarihi vesikalardan anlaşıldığı üzere, doğru olan İncil Kitabı, Hz. İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler tarafından, yüz seneye varmadan yakıldı ve yok edildi. O sırada İncil henüz yayılmadığından ve Hz. İsa da ancak iki buçuk veya en fazla üç sene kadar tebliğ yapabildiğinden, başka bir nüshanın yazılmış olma ihtimali de yok gibidir. Eğer bir nüsha kalmışsa da, o da İznik Konsili'nde imha edilmiş olmalıdır. Bu hakiki İncil'in yerine, bugünkü "Yeni Ahit"i (New Testament) oluşturan dört tane kitap ortaya çıktı: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bu kitaplar, herhangi bir "kutsal kitab"ın hazırlanmasında ve muhafazasında gösterilmesi gereken olağanüstü hassasiyetlerin hiçbirini görmedi. Bir kısım (az kalan) doğru bilgilerin yanına, birçok uydurma ve hurafeler eklendi. Bu İncillerde, Hz. İsa tanrı olarak kabul edilir ve Havariler de Peygamber statüsündedir. Onların yazdığı risaleler de Kitab-ı Mukaddes'ten bir parçadır. Filhakika, hakiki olan İncil'de, emir ve yasaklar yani din ahkamı çok azdı. Zaten Hz. İsa da yeni bir din getirdiğini hiç söylememiştir. Dolayısıyla bu din, Hz. Musa'nın dininin devamıdır.

     Putperest iken, sonradan Hristiyan olduğunu söyleyen Büyük Konstantin'in emriyle, 325 senesinde toplanan İznik Konsili'nde, İbranice olan bütün İncillerin yok edilmesi kararı çıktı. Dolayısıyla hakiki İncil'e çok yakın olan Barnabas İncili de ortadan kaldırıldı. Şu an elde bulunan dört İncil'in dışında İncil okuyanların öldürülmesine dair emir çıktı. Pavlos'un (Paulus, Bolüs), Nasraniliği dejenere etmek için çok uğraştığı Eflatun'un (Platon) "Trinite" (Teslis, Trinity) prensibi, yani "tanrı tektir ama aynı zamanda üçtür" (Baba, Oğul, Kutsal Ruh) akidesi, Hristiyanlığın temel esaslarından biri oldu. Zaten, dört İncili yazan zatlardan ancak Yuhanna (ki kendisi Hz. İsa'nın teyzesi oğludur) Hz. İsa'yı görmüş, diğerleri ise kendisini hiç görmemiştir. Barnabas, Havarilerden biri idi ve Hz. İsa'dan duyduklarını doğru olarak aktardı. Ancak, Hristiyanlar kendisini Havarilerden saymazlar.

     Ortaçağ karanlığının en büyük müsebbiplerinden ve "kaymak yiyicileri"nden olan papazların, akıl ve mantıktan uzak uygulamalarına isyan eden Alman Martin Luther, Papa'ya karşı çıkarak, 1524'te Protestanlık Mezhebini kurdu. 1534 ise aynı nedenlerle İngilizler, Anglikan Kilisesini tesis ettiler. Protestanların, Katolik Dünyasından ayrıldığı ilk dönemlerde her iki taraf da çok kan döktü. Ortodokslar çok daha önceleri Katolik egemenlikten ayrılmış ve kendilerine mesken olarak o zamanki Bizans ve İstanbul'u mekan tutmuşlardır.

İnciller:


Eski Ahit Yeni Ahit
bir arada İncil
     Bugün elde bulunan İnciller, hiç durmadan tashih edilen ve bazı kısımları değiştirilen tarih kitaplarına dönmüştür. İbranice olan ilk nüshaların tercümeleri sırasında çok fahiş hatalar yapılmıştır ki, bunlardan bazılarının istemsiz ya da bilmeyerek değil, bilakis bilerek ve manayı tamamen değiştirme maksatlı yapıldığı ortadadır (bilhassa tevhid ile alakalı olan kısımlar). İnanılmaz saçma ve küfürde herhangi bir paganı bile geride bırakacak ifadelerin yanında, pornografide yepyeni çığırlar açabilecek, müstehcenlikte sınır tanımayan hikayeler de vardır. Bunların dışında, günümüzde İncili tefsir edenlerden bazıları, mucizeleri ısrarla maddi olarak açıklamaya çalışarak hatta mucizeleri inkar ederek, inananları maddiyata daha da esir yapmaya ve maneviyatta uzaklaştırmaya çabalıyor. Aslında, günümüzün maddeperest Batı toplumunda, Peygamberlerin mucizelerine inanacak insanları bulmak da son derece zordur. Çünki mucize, fen ve tabiat kanunlarının tam zıddı olarak, bir Peygamberin Peygamberliğini tasdik eden ve inanmayanlara meydan okuyan olağanüstü bir haldir.

     Bugünkü İncillere bakıldığında, genel manada üç kaynak dikkat çekiyor:
1. Allah kelamı olabilecek olanlar.
2. Peygamberler tarafından söylenmiş olabilecek sözler.
3. Hz. İsa'nın Havarilerinden, başka şahsiyetlerden, bazı tarihçilerden ve kimliği belirsiz şahıslardan alınan sözler.

     Başka bir açıdan ise, "Kutsal Kitap" olduğu iddia edilen Kitab-ı Mukaddeslerin genel hali şudur:
İçerisinde Allah kelamı denilebilecek kısımlar çok azdır. Bazı sözler çok açık olarak Peygamberlerin sözüdür. Hz. İsa tasviri, hepsinde başka başkadır. Kimi zaman çok yumuşak ve "bir yanağına vurana diğer yanağını çeviren" olarak betimlenirken, bazen de meyve mevsimi olmadığı halde, meyve vermeyen ağaca beddua eden biridir.

Temel ayinler:


İşa-i Rabbani  (Evharist, Efkarisitiya, Komünyon, Eucarist, Communion) ayini: Bir parça ekmek yemek suretiyle -güya- Hz. İsa'nın eti yenilmiş, bir miktar şarap içmek suretiyle de, Hz. İsa'nın kanı içilmiş olur ve böylece bir ilah olan zatı ile birleşilmiş olur ve hatta tanrının oğlu kurban edilmiş olur!

Vaftiz, Hristiyanlığa kabul ayinidir ve kişinin doğuştan gelen günahtan temizlenmesi manasına gelir.

ekmek ve şarap ikilisini
tüketmek suretiyle tanrı ile birleşmek!

"önce vaftiz olacan birader
gir bakayım soğuk suya"


Havariler


Hz. İsa'nın, kendisinden sonra dinini yaymak için seçtiği kişilere Havari (Oniki Havari, Havariyyun, Twelve Apostles) denir:
Petrus (Pierre, Simon): Papaların ilki sayılır. Meşhur zalim Neron tarafından haça gerilmiştir.
Andreas (Andrew, Andre): Petrus'un kardeşidir. Çarmıha gerilerek öldürüldü.
Yuhanna (Yahya, Johannes, Jean, John, Jovan)
Filip (Philippus): Anadolu topraklarında ölmüştür.
Matthias: İrtidat eden ve Hz. İsa'nın yerini bildiren Yudas İsharyot'un (Judas Iscariot) yerine, diğer Havariler tarafından seçilmiştir.
Büyük Yakub (James, Jacque): Yuhanna ile kardeştirler.
Küçük Yakub (James, Jacque)
Simon (Şemun): Hz. Meryem'in kız kardeşinin oğludur.
Toma (Thomas): Uzakdoğu civarlarında şehid edilmiştir.
Bartolome (Bartelmi, Bartholomew): Erzurum'da şehid edildi.
Tadeus (Thaddeus): Bu isim Dört İncil'de farklı farklı geçmiştir. Bazılarında Yudas (Jude) diye geçer, bazılarında ise Lebbaeus.