Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

8 Aralık 2019 Pazar

Siyahlara Yönelik Sovyet Propagandası



     Sosyalizm fikriyatının 20 yüzyıl başlarında bir devletin resmi ideolojisi olması ile birlikte, uluslararası dengeler ve ilişkiler tamamen değişti. Avrupa’dan Japonya’ya kadar uzanan devasa Rus topraklarının, 1. Dünya Savaşı hengamesinde Bolşevik İhtilaline boyun eğmesinin en belirgin neticesi bu olmuştu. Kapitalizmin hem de vahşisini yaşayan batıya mukabil, süslü söz ve vaatlerle üzeri örtülmüş yalanların hakim olduğu Sosyalist-Komünist doğu bloku yükseldi.

     Bu Sosyalist-Komünist doğunun en üstünde durduğu şeylerden birisi, propaganda idi. Marksist-Leninist öğretiyi yerleştirmek ve kaçınılmaz olarak dünyaya yaymak, yeni yeni müttefikler bulmak için, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bunun üstünde ehemmiyetle duruyordu. Bunu kuvvetlendirmek adına da, karşısına çıkan fırsatları kaçırmıyordu. Bu fırsatlardan birisi, siyah renkli insanlara bilhassa Amerika Birleşik Devletlerinde yapılagelen muamele idi. Köleliğin kaldırılmasının üzerinden bir asırlık bir sürenin geçiyor olmasına rağmen, cilt rengi farklı insanlara uygulanan ayrımcılık, tam da Sovyetlerin istediği cinstendi. Zira pompalamak istedikleri algı çok basit ama bir o kadar da vurucuydu; “Kapitalist dünya insanlara renklerine göre yaklaşır, eğer siyahsan ikinci sınıf vatandaşsındır.... Sosyalizm çok güzel, gelsene!”
Lenin Rusyası tüm renklere kucak açıyor!
tabi yersen

     Sosyalist Rusya’nın siyahlara yaklaşımı ve bunu propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlaması, ihtilalin hemen arkasından başlar. Zencilerin bariz bir şekilde öne çıkarıldığı afiş ve posterler, daha 1920’lerde görülmektedir. Sovyetler-ABD propaganda atışmasının kilometre taşlarından olması hasebiyle şu anekdotu aktarmakta fayda var: Giderek artan Sovyet propagandası karşsında Amerikalılar, SSCB'deki insan haklarına dikkatleri çekmek isterken, Ruslardan şöyle bir cevap almışlardır; “Siz de zencileri linç ediyorsunuz!” (bu kalıp, özellikle Stalin zamanında çok kullanılırmış)
meşhur "Siz de siyahları idam ediyorsunuz!"

     Amerikalı siyah elitlerin Sovyetlerin propagandasından etkilenmesi bir tarafa, 1919 yılında Chigaco’da tesis edilen “Amerikan Komünist Partisi”, Afrikalı-Amerikalıların adeta sığınağı olmuştu. Zira parti, özellikle çalışan siyahların haklarını koruma konusunda cesur adımlar atıyordu (ilk kuruluşunda hemen hemen hiçbir siyahın teşkilatta olmadığını belirtmiş olalım). Amerikalı siyahların o dönem en etkin isimlerinden Otto Huiswoud ve Claude McKay, Bolşevik İhtilalin hemen akabinde, Komünist Enternasyonalin 4. Dünya Kongresi vesilesiyle soluğu Moskova'da almış, bu ziyaretlerinden çok etkilendiklerini belirtmişlerdir. Ancak bu kongreden evvel, özellikle “Jim Crow Kanunları” altında kırılan siyahlara yönelik propaganda için, Bolşevik rejim 300 bin dolarlık bir bütçe bile ayırmıştı.
Dünya Kadınlar Gününde tüm renkler

     ABD'yi 1929'da etkisi altına alan Büyük Ekonomik Buhran da, Ruslar için fırsattı. Sovyet yönetimi, ekonomisi bozulan Amerika'da daha da ezilen zencileri, yaşamak ve çalışmak üzere kendi ülkelerine davet etti. Bu davete sadece birkaç yüz siyahın icabet ettiği biliniyor. Yine aynı zamanlarda, ırkçılık ve zenofobiyi anlatan bir film yapma projesi çerçevesinde, ABD'den siyah sanatçılar çağrıldı. “Black and White” (Chernoe i Beloe) adı ile ve büyük umutlarla gösterilmek istenen film projesi, hayata geçirilemedi (Harlem Rönesansının önde gelen isimlerinden meşhur şair Langston Hughes de projedeydi). Soğuk Savaşın ilerleyen yıllarında da, Sovyetler bir bahane ile, Amerika'daki her ırkçı olayı propaganda malzemesi olarak kullanmaya devam etti. Bunlar bir diğeri de, 1931 yılında trende iki tane beyaz kadına tecavüz ettikleri iddiası ile, idama mahkum edilen 9 zenci çocuğun karıştığı, senelerdir tartışılagelen “Scottsboro Boys” olayı idi.
"Şu zinciri al biraz da sen taşı!"

     SSCB’nin bu ilk hamlesinden sonra, zulmü ve kan dökücülüğü ile dillere destan olan Stalin zamanında ülke tam manasıyla üstü açık hapishaneye dönüşürken, siyahlara yönelik propaganda 50’lerin sonunda tekrar hız kazandı çünki Afrikada’da, ülkelerin yer altı ve üstü ne varsa her şeyini sömüren Batı devletleri, teker teker kovulmaya başlanmıştı. Nikita Kruşçev idaresindeki Sovyetler Birliği için bu da başka bir çıkar kapısı olabilirdi. Ayaklanma halindeki yerlere silah yardımının yanı sıra, Afrikalı gençler Rusya’da eğitime gidip, Sosyalizmi yerinde müşahede ediyordu. Namibya, Kongo, Angola, Cezayir, Mozambik, Mısır bu ilişkide daha öne çıkarken, Moskova’da tedrisattan geçen gençler, sonradan hükumetlerde etkin vazife alıyordu.
"Moskova'ya gelin!"

     Üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkileri kuvvetlendirmek, pekiştirmek adına 1960 yılında Moskova'da, “Rusya Halkların Dostluğu Üniversitesi” kuruldu. 1961 başında, Kongo'nun bağımsızlığı ve Belçika sömürgesi olmaktan çıkması için mücadele veren Patrice Lumumba'nın öldürülmesi akabinde, onun adını yaşatmak için üniversiteye ismi verildi. Aslında üniversitenin kurulmasının gayesi belliydi; Soğuk Savaşın şiddetlendiği uluslararası sahada, Afrikalı gençleri Sosyalizme uygun olarak yetiştirip, onları kendi devletlerinde, çeşitli yönetici kademelerine getirmek. Orta Afrika Cumhuriyeti ve Namibya eski cumhurbaşkanları başta olmak üzere, birçok Afrika ve hatta Orta Amerika ülkelerinin en üst düzey siyasetçileri buradan mezun olduğuna göre, bu gayeye kısmen de olsa ulaşılmış olduğu meydandadır (çılgın Fidel Castro ise doğrudan 300 bin asker göndermişti Afrika'ya yardım olarak, o da başka mesele). Halen Filistin Devlet Başkanı olan Mahmud Abbas da, bu üniversitenin tedrisinden geçmiştir.
"Afrika mücadele ediyor!"

     Ancak Sosyalizm akımının ömrü, dünya genelinde fazla olmadı ve 70 senede pili bitti. Bunun çökmesiyle, Rusların pek de öylesine zenci hayranı olmadığı, hepsinin zorlama bir devlet politikası olduğu da ortaya çıktı. Zira Rusya'daki zenofobik saldırılar, 90'lardan sonra arttı. Hatta yapılan araştırmalar, son senelerde yükselişte olduğuna işaret ediyor. Bunda mülteci akınlarının hemen her yerde artması baş sebep olarak belirtilebilir ise de, normal şartlar altında zaten yabancı düşmanlığı Ruslar arasında yaygın. Batının uyguladığı ambargonun, milliyetçiliği körüklediği de aşikar. Bu bağlamda, çeşitli Rus şehirlerinde okumaya gelen siyah renkli talebelerin birçoğu, hava karardıktan sonra, bilhassa ıssız yerlerde olmamaya dikkat ettiklerini belirtiyorlar. Bu da demek oluyor ki, Sovyet idaresinin yaptığı veya yapmaya çalıştığı propaganda, sadece bir göz boyama girişiminden ibaret olup, halk tabanında ciddi bir karşılık bulabilmiş değildir.
60'lardan, çocuklara yönelik posta pulu 

3 Aralık 2019 Salı

1967 Detroit Ayaklanması (12 Sokak İsyanı) ve 1967'nin Uzun Sıcak Yazı



     1960’lardaki dünyayı düşündüğünüzde, insanların renklerinden dolayı hala ikinci sınıf muamalesi gördüğü gerçeği karşısında şaşırabilirsiniz. Ve bu renk ayrımının, 2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyanın yeni patronluğuna soyunan ve çoğu zaman terakkinin sembol isimlerinden birisi olan Amerika Birleşik Devletlerinden geldiğini öğrenmek, şaşkınlığınızı daha da arttıracaktır. Ama ne yazık ki durum bu. Hitler öleli on beş seneyi geçtiği halde, bu ülkede hala köleliliğin etkileri devam ediyor, cepleri şişkin, ağzı purolu beyazlar, daha düne kadar sahip oldukları siyahi kölelerin, hemen öylece “salıverilmesine“ bir türlü sıcak bakmıyordu.

     ABD’nin tarihine çok kabaca baktığımızda, geniş ve her türlü iklime, coğrafi şekle haiz topraklara yayılmış olmanın bahşettiği etkileri rahatlıkla görebiliyoruz. Bunların başında şüphesiz, merkezi otoriteden uzak olarak, bireyselliğin ve bireysel yaşamı korumanın olduğunu görürüz. Daha ilk yerleşimlerle birlikte, hem düşman bildiklerine hem de tabiatta önlerine çıkan her türlü vahşi hayvana karşı kaçınılmaz olarak gelişen ferdi silahlanma içgüdüsü, kolluk kuvvetlerinin insan haklarını koruma konusundaki hakimiyetinin artmasına rağmen, 20. yüzyıl ile birlikte devam etmiştir. Bugün bile, silahlanma rakamlarının son derece yüksek olması, Amerika’nın en dikkat çeken yanlarından birisidir (yüksek bir mahkemenin bireysel silahlanmanın anayasanın ikinci maddesi ile korunduğunu belirtmesini unutmayalım). Oysa sosyal adaleti temel alan (ya da aldığını iddia eden diyelim) Avrupa ülkelerinde bireysel silahlanma ise, katı kurallarla kontrol edilme seviyesindedir.

     ABD’nin bir başka özelliği, yine daha ilk yerleşimlerle birlikte kendini gösteren köleliktir. Uçsuz bucaksız çiftliklerde çalışacak eleman sıkıntısı çeken bu toprakların “yeni yerlileri” çözümü, “Kara Kıta”dan getirdikleri siyah renkli “sudan ucuz işçiler”di. E nasıl olsa dur diyen yoktu ve bunları bir şekilde kullanmak kolaydı… Onlar da kolay yolu seçtiler ve karın tokluğuna (karınları ne kadar doydu o ayrı konu) çalışacak siyahları, gemilere “tıkıştır”dıkları gibi, önce köle pazarlarına, ardından da tarlalara sürdüler. “Kuzey-Güney Savaşı” olarak da bilinen “Amerikan İç Savaşı”nın, temelde köleliliğin kaldırılması etrafında döndüğünü zikredersek, bu kurumun ne denli büyük ve etkileyici olduğu konusunda bir fikir verecektir.
köleler gemiye "dolduruluyor"

     Öyle veya böyle, savaş neticesinde kölelik kaldırıldı. Ancak ortada, daha düne kadar insan gözüyle dahi bakılmayan, sadece ayak işleri yapmış olan siyahların topluma entegrasyonu vardı. Bu entegrasyon da hemencecik olacak bir şey değildi tabi ki, böylesine köleliğe alışmış bir cemiyette. Ve nitekim, renklilerin Amerikan toplumuna intibakı, bir asrı da aşacak bir sürece girdi. J.F. Kennedy'nin, suikaste kurban gitmeden evvel hazırladığı ve 1964 yılında yürürlüğe giren Medeni Haklar Yasası, durumu en azından kağıt üstünde düzeltmiş gibi görünse de, bilhassa siyahlara karşı olan ön yargı ve gizli nefret, bir şekilde günümüzde dahi rahatlıkla görülebiliyor.
"I have a dream" demek suretiyle tarihi konuşmalardan birine
imza atan Martin Luther King Jr.

     Bu tarihi bilgileri üst üste koyduğunuzda ve yanına “insan hakları” kavramının hızlıca hayatımıza girdiği 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki dünyayı da eklediğinizde, 1960’ların Amerikası’nda zenci olmanın nasıl bir şey olacağını aşağı yukarı kestirebilirsiniz. Malcolm X, Martin Luther King Jr, Nation of Islam, Sivil Haklar Hareketi, Elijah Muhammad, Louis Farrakhan hatta Muhammed Ali isimleri de bu şekilde, biraz daha anlamlı gelecektir (bir türlü bitmek bilmeyen ve beklenmedik derecede can almaya devam eden “Vietnam Savaşı” da bonus).

Tüm bu toparlamadan sonra, gelelim asıl konuya:

     Michigan Eyaletinin en büyük şehri olan Detroit, otomobilin insan hayatına girişi ile birlikte, Amerikan otomobil sanayisinin merkezi konumuna gelmiş ve hatta “Motor Town” ve kısaca “Motown” olarak adlandırılacak kadar bununla özdeşleştirilmişti (bu devasa otomobil imalat fabrikalarında ağırlıkla kimler çalışıyordu bir tahmin edin). Lakin her şey, 1967’nin sıcak bir yaz gecesinde değişecekti.
Detroit İsyanda

     22'yi 23 Temmuz'a bağlayan 1967 gecesinin ilerleyen saatlerinde, içki satma ruhsatı olmayan 12. Sokaktaki bir eğlence mekanına gelen polis, baskın yapmak niyetindedir ve içeride fazla insan olmadığı için işinin kolay olacağını düşünür. Kolluk kuvveti, içeride birkaç kişiyi göz altına almayı beklerken, “Vietnam Savaşı”ndan taze gelmiş iki askerin dönüşünü kutlayan 82 kişi ile karşılaşır ve alelacele hepsini tutuklamaya karar verir. Ancak bu kadar insanı alıp götürmek kolay değildir ve buna hazırlıkları olmadığı için, taşıma vasıtaları gelene kadar, siyahların oluşturduğu kalabalık olay mahalline birikmeye başlar. Sıhhatli bir empati yapabilmek adına, yazının başındaki bilgileri şimdi zihninizde gezdirin ve sabah karşı elleri kelepçelenen yüze yakın renktaşınızın, tekere teker polis arabalarına doldurulmaya çalışıldığına şahit olun… Artık her şey ufak bir kıvılcıma bakar ve kalabalığı kışkırtanlardan birisinin, polise şişe fırlatmasıyla isyan başlar.

     Polis araçlarının olay yerinden ayrılmasından sonra, kalabalık mağazaları yağmalamaya koyulur ve pazar günü olması dolayısıyla, güvenlik kuvvetleri toparlanmakta gecikir. Müdahalenin gecikmesi, yağma olaylarının genişlemesine meydan bırakır. O günün akşamında,sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Ancak isyan, buna rağmen genişlemeye devam ederken, pazartesi günü ortalık yangın yerine döner. Polis bazı göstericileri tutuklasa da, sayı olarak kafi değildir.
ABD için alışılmadık bir durum:
silahlı askerler polis vazifesinde


     Polisin yeterli olmadığı görülünce, başkan Lyndon B. Johnson Amerikan askerlerinin ayaklanmaya müdahale etmesini onaylar (siyasi bir çekişme yüzünden bu kararın geciktiği ve böylece hadisenin zapturapt altına alınmasının uzadığı bilinmektedir). Asker duruma el koymaya çalışırken, ortamın kaosu ve gerginliğinde, polis birçok yerde görevini aşacak hareketlere girişir. O gün bir de,Kathryn Bigelow'un yönettiği "Detroit" filminin bel kemiğini teşkil eden Algiers Motel Olayı yaşanır. Üç tane siyah gencin dövülerek öldürüldüğü, diğer dokuz gencin feci şekilde dövülüp aşağılandığı vak'a, ırkçı beyaz polislerin işiydi (bunu yapan üç polis ceza almadan yırttı sonra). Olay kısaca, gençlerden birinin yarış tabancası ile havaya ateş etmesi ve asayişin bunu keskin nişancı atışı zannederek otele baskın vermesi idi. Birbirine arka çıkan ırkçı polislerin hadiseyi büyütmesi, işi çığırından çıkaran nokta olmuştu.
Algiers Motel Olayında öldürülen gençler


     Silahlı kuvvetlerin etkisini artırmasıyla, perşembe günü şiddet azalmaya başlarken, 28 temmuz 1967'de hadiseler tamamen yatıştı. Yatıştı ancak geride 33'ü siyah, 43 ölü ve binlerce yaralı bırakarak. “1967'nin Uzun Sıcak Yazı” adıyla tarihe geçen ve ırk temelli 159 isyan silsilesinin en kanlı halkasıydı. Sonrasında, otomotivin kalbi olan Motor Town bir daha belini doğrultamadı. Bir zamanların çok kazanan rüya kenti, ayyaş, uyuşturucu bağımlısı ve eşkıyaların toplanma yeri oldu. 12. Sokak Ayaklanmasıolarak da bilinen ve altı gün süren olaylar, 20. yüzyıl Amerikası'nın yaşadığı en kanlı hadiselerden birisi başlığı ile tarihe geçti.
Kathryn Bigelow'un Detroit filminden
Algiers Motelde sorgulanan siyahiler

11 Temmuz 2019 Perşembe

İngiliz Sömürge Bakanlığı ve İslam Coğrafyasında İngiliz İstihbaratı

 
     Daha ziyade Avrupalı devletlerin, kendi küçük topraklarından çıkıp, yer altı zenginlikleri yoğun olan ve mevcut zenginlikleri kullanma konusunda zaafiyet yaşayan ülkeleri sömürmesi olarak anladığımız sömürgecilik kavramını düşündüğümüzde, akla hemen Birleşik Krallık, Britanya ya da kısaca İngiltere olarak tanıdığımız ada ülkesi gelir. Sömürmek kelimesi, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, gayet kötü bir mana çağrıştırır. Çağrıştırdığı bu olumsuz anlamda, tüm Batı ülkeleri şöyle veya böyle ortak iken, İspanyol ve Portekizliler gibi erken dönem sömürgecilerden sonra açılan İngiliz kafası, sömürgecilik kavramını her açıdan geliştiren, bunu emperyalizme, sonra da yine globalleşme adı verilen masum kelimenin gölgesinde, dev şirketler vasıtasıyla eviren ve sürdüren kafadır.

     Sefalet, pislik, batıl inançlar, hastalık, kara cehalet içinde yaşayan Ortaçağ Avrupası'nın Müslümanlardan aldığı bilgilerle Rönesansa girip toparlanmaya başlaması, akabinde Merkantilizm denilen iktisadi kavramın getirdiği altın ve gümüş toplama hırsı, Osmanlı Devletinin dünyanın merkezini işgal ediyor olmasıyla birleşince, batılılar Afrika, Amerika ve Uzak Asya'daki bakir topraklara açılmaya gayret etti. Konu zaten geneliyle bilindik ancak üzerinde durulması tarafı, İngilizlerin bu alandaki olağanüstü becerisi. Sadece maddi olarak sömürmek değil kasıt elbette, her buşundukları bölgeyi manevi olarak da yozlaştırmayı ve karıştırabilmeleri esas sıkıntılı olan kısmı.

     Resmi tarihe bakıldığında, eskilerin Müstemlekeler Nezareti dediği bakanlığın, 18 yüzyıl sonlarında, o sıralarda Britanya hegemonyası altındaki Kuzey Amerika ile uğraşmak için tesis edildiği yazılsa da, gerçekte bu fikrin altında bir korku yatar; İslam Dini korkusu.

     Filhakika, Osmanlı kuvvetlerinin Viyana kapılarını iki kez çalıyor oluşu, Avrupalıları ölümüne korkutmuş ve her türlü tedbiri almaya itmişti. Osmanlı ve dolayısıyla İslamiyeti'in Eski Kıtayı ele geçirmesine ramak kalmıştı artık. 17. yüzyılın sonu, Osmanlı'nın dışarıdan ve silahla mağlup edilemeyeceğinin anlaşıldığı, bel altı diye tabir edebileceğimiz tedbirlerin alınmaya başladığı zamandır. Osmanlı Devletinde ve haliyle Müslümanların hakim olduğu her coğrafyada, bol altın ve şaşalı mevkilerle kandırılıp satın alınan kişilerin çeşitli kademelere yerleştirilmesi, casusların İslam coğrafyasında cirit atmaya faaliyetleri, 18. yüzyılın bidayeti ile birlikte hızla yayılır. Sömürgelerden akan kıymetli mallarla beslenen İngiliz İmparatorluğu, yozlaştırma çalışmalarının meyve verdiğini müşahede ettikçe, strateji ve adımlarını sağlamlaştırmaya, kurumsallaştırmaya gayret etti.
emperyalist İngiltere'nin
her yere uzanan sömürgeci kolları

     İngilizlerin sömürgelerinde ve etki alanlarındaki stratejisi çok basitti esasında; böl ve yönet! Yani azınlıkları kaşı ve besle, merkezi otoriteyi kuvvetsiz hale getir ve bu istikrarsız durumu sonuna kadar kullan. Nitekim Müslümanların nüfus olarak fazla ve egemen olduğu Hindistan'ın bölünüp Pakistan'ın ayrılması, bu politikanın en verimli ve göze batan örneğidir. Esasında, İngilizlerin Hind Yarımadasını sömürgeleştirmesi, tam bir ibret vesikasıdır. Ticari imtiyaz gibi masum bir adımla başlayan işgal harereketi, özellikle Hindu- Müslüman çatışmasının körüklenmesi ile, koskoca bir devletin nefes alamaz hale gelmesine kadar vardı ve yıkıcı etkileri de günümüze kadar capcanlı bir şekilde devam ediyor.

     Riyad ve Necid taraflarından çıkıp gelen Suudi eşkıyalarına yaptıkları yardımlar ve kışkırtmaların, Arabistan Yarımadasını Osmanlı'dan koparması ve hülasa, Ortadoğu denilen bölgenin saçma sapan hudutlar ve istikrarsız bir geleceğe sürüklenmesi de, hep bu İngiliz kafasının mahsulüdür. Tüm bu yaptıklarının yanında ve aynı zamanda, İngilizler çoğu zaman dost olarak görünüyor, hatta bazen borç bile veriyorlardı. Nitekim 1854 yılı Kırım Savaşında, İngiltere'nin Osmanlı'ya yardım ediyor hatta borç veriyor görüntüsü hilafeti yok etmek için yaptığı hilelerden birisi idi. Kendi adamları olan Mustafa Reşid Paşa parlatıldı ve Osmanlı'nın çöküşünü hızlandıran adımlar hızlıca atıldı.

     Ahır zamanın zulmeti ile birlikte, giderek yozlaşan İslam dünyası, İngilizlerin isteklerini bir bir gerçekleştiriyordu: Hindistan'daki Babür-Gürganiye İmparatorluğu çökertilip, Hind yarımadası tamamen müstemleke haline getirilmiş, Osmanlı Devleti yıkılmış, Hilafet kadırılmış, Ortadoğu ve Afrika kıtası tamamen istikrarsızlaştırılmış, Osmanlı'nın çekilmesiyle oluşturulan ülkelere çeşitli kukla diktatörler yerleştirilmişti. Şu haliyle İngiliz Sömürge Bakanlığı ve dolayısıyla Britanya İmparatorluğu 20. yüzyıl başında istediklerinin hemen hepsini elde etmişti.

     Ancak 2. Dünya Savaşının başlamasıyla, İngilizlerin, "üzerinde güneş batmayan" imparatorluğu çözülmeye başladı. Amerikan kuvvetlerinin savaşa müdahale etmesine kadar, İngilizler adeta sığınacak delik aradı. Sömürgelerini kaybetti. Bu açıdan bakıldığında, 2. Dünya Savaşının esas mağlubu, Britanya olmuştur.

     Bunlar bir tarafa, özellikle İslam coğrafyasında cirit atmış ve bir şekilde Birleşik Krallık çıkarları için faaliyet göstermiş birkaç isme bakalım:

     1. Hempher: Erken dönem ve belki de en "verimli" casuslardan birisi. Zira 18. yüzyıl başlarında, Necidli sivri tıfıl Muhammed bin Abdülvehhab'ı avlamak ve onun vasıtasıyla, İslam Dininde büyük bir fitne ve yara açmıştır. Vehhabilik olarak bildiğimiz akım, bu ikilinin eseri olarak yeşermiştir.

     2. Thomas Edward Lawrence: İttihatçıların elinde oyuncağa dönen Osmanlı'ya karşı ayaklanan Arapların akıl hocalarından birisi. Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'a yakınlık kurmuştur.
İttihat Terakki'den dolayı Osmanlı'ya soğuyan
Şerif Hüseyin'in oğlu ve hemen arkasında Lawrence

     3. Gertrude Bell: Arkeolog ayağına, casusluk yapan bir Oxford mezunu kadın. Bu da Osmanlı karşıtı cephede yer aldı. Ortadoğu'yu karış karış dolaşmış ve bu dolaşmaları İngiliz istihbaratı tarafından gayet iyi değerlendirlmiştir. Irak sınırının çizilmesinde doğrudan katkısı vardır.
Gertrude Bell ve "manevi oğlum"
dediği T. E. Lawrence

     4. John Philby: Tam ismi Harry St John Bridger Philby. Cambridge mezunu bir kaşif ama Ortadoğu'da 20. yüzyıl başlarında dolaşan her İngiliz gibi bariz casus. Müslüman olduğunu iddia edip, "Osmanlı yıkılıyor, hadi ne duruyorsunuz" diye, Sududileri kışkırtan ve hatta İbni Suud'un müşaviri olan birisidir.
John Philby Müslüman pozlarında

     5. Freya Stark: Gertrude Bell'in açtığı çığırdan giden bir başka gezgin... Tabi yersen! O da kadim toprakları arşın arşın dolaşmış, 2. Dünya Savaşı öncesinde, İngiliz istihbaratı ve Sömürgeler Bakanlığını memnun ve tatmin etmiştir.
Arap topraklarının aşığı
Freya Stark!

     6. Jane Digby: Arapça öğrenip, Bedevilerin arasında yaşamış başka bir İngiliz kadın.
Kimler yok ki! Abdülaziz bin Suud,
Gertrude Bell, T.E. Lawrence, Sir Percy Cox

     7. Aubrey Herbert: Al sana inanılmaz bir Oryantalist karakter... Türkçe, Arapça, Fransızca, Arnavutça, İtalyanca, Almanca ve dahi Yunanca bildiğini de hesaba katarsanız, çok tehlikeli bir İngilizle dans ediyorsunuz demektir! Lawrence'ın yakın arkadaşı ve 1916'da kurulan Arap Bürosunun müdavimi. Arap dünyasındaki faaliyetleri ve bilhassa Osmanlı'dan kurtulmak isteyen zihniyete akıl hocalığı yapması ile tanınır. Arnavultluk'a kadar uzanmıştır elleri. Hakkında daha çok malumata sahip olmak için, İngiliz Derviş isimli kitaba müracaat etmek gerek.

     Bu saydığımız isimlerin çok önemli bir ortak özelliği var. Hepsi de, Osmanlı Devletinin sahip olduğu topraklarda dolaşıp, dinine ve halifeye bağlılıkları zayıf olan, bir şekilde etrafındakilere önderlik yapabilecek kapasitedekileri bulup, onların hem dinlerini bozmak hem de Osmanlı'ya karşı isyana teşvik etmek. Bunu yaparken de, Britanya'dan gelen maddi yardımlar rüşvet olarak kullanılır.