1960’lardaki
dünyayı düşündüğünüzde, insanların renklerinden dolayı
hala ikinci sınıf muamalesi
gördüğü gerçeği karşısında şaşırabilirsiniz. Ve bu renk
ayrımının, 2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyanın yeni
patronluğuna soyunan ve çoğu zaman terakkinin sembol isimlerinden
birisi olan Amerika Birleşik Devletlerinden geldiğini öğrenmek,
şaşkınlığınızı daha da arttıracaktır. Ama ne yazık ki durum bu.
Hitler öleli on
beş
seneyi geçtiği halde, bu ülkede hala köleliliğin etkileri devam
ediyor, cepleri şişkin, ağzı purolu beyazlar, daha düne kadar
sahip oldukları siyahi kölelerin, hemen öylece “salıverilmesine“
bir türlü sıcak bakmıyordu.
ABD’nin
tarihine çok kabaca baktığımızda, geniş ve her türlü iklime,
coğrafi
şekle
haiz topraklara yayılmış olmanın bahşettiği etkileri
rahatlıkla görebiliyoruz. Bunların başında şüphesiz, merkezi
otoriteden uzak olarak, bireyselliğin ve bireysel yaşamı korumanın
olduğunu görürüz. Daha ilk yerleşimlerle birlikte, hem düşman
bildiklerine hem de tabiatta önlerine çıkan her türlü vahşi
hayvana karşı kaçınılmaz olarak gelişen ferdi silahlanma
içgüdüsü, kolluk kuvvetlerinin insan haklarını koruma
konusundaki hakimiyetinin artmasına rağmen, 20. yüzyıl ile
birlikte devam etmiştir. Bugün bile, silahlanma rakamlarının son
derece yüksek olması, Amerika’nın en dikkat çeken yanlarından
birisidir (yüksek
bir mahkemenin bireysel silahlanmanın anayasanın ikinci maddesi ile
korunduğunu belirtmesini unutmayalım).
Oysa sosyal adaleti temel alan (ya da aldığını iddia eden diyelim) Avrupa ülkelerinde bireysel silahlanma ise, katı
kurallarla kontrol edilme seviyesindedir.
ABD’nin
bir başka özelliği, yine daha ilk yerleşimlerle birlikte kendini
gösteren köleliktir. Uçsuz bucaksız çiftliklerde çalışacak
eleman sıkıntısı çeken bu toprakların “yeni yerlileri”
çözümü, “Kara Kıta”dan getirdikleri siyah renkli “sudan
ucuz işçiler”di. E nasıl olsa dur diyen yoktu ve bunları bir
şekilde kullanmak kolaydı… Onlar da kolay yolu seçtiler ve karın
tokluğuna (karınları ne kadar doydu o ayrı konu)
çalışacak siyahları, gemilere “tıkıştır”dıkları gibi,
önce köle pazarlarına, ardından da tarlalara sürdüler.
“Kuzey-Güney Savaşı” olarak da bilinen “Amerikan İç
Savaşı”nın, temelde köleliliğin kaldırılması etrafında döndüğünü zikredersek, bu
kurumun ne denli büyük ve etkileyici olduğu konusunda bir fikir
verecektir.
köleler gemiye "dolduruluyor" |
Öyle
veya böyle, savaş neticesinde kölelik kaldırıldı. Ancak ortada,
daha düne kadar insan gözüyle dahi bakılmayan, sadece ayak işleri
yapmış olan siyahların topluma entegrasyonu vardı. Bu entegrasyon
da hemencecik olacak bir şey değildi tabi ki, böylesine köleliğe
alışmış bir cemiyette. Ve nitekim, renklilerin Amerikan toplumuna
intibakı, bir asrı da aşacak bir sürece girdi. J.F.
Kennedy'nin, suikaste kurban gitmeden evvel hazırladığı ve 1964
yılında yürürlüğe giren Medeni Haklar Yasası, durumu en
azından kağıt üstünde düzeltmiş gibi görünse de, bilhassa
siyahlara karşı olan ön yargı ve gizli nefret, bir şekilde
günümüzde dahi rahatlıkla görülebiliyor.
"I have a dream" demek suretiyle tarihi konuşmalardan birine imza atan Martin Luther King Jr. |
Bu
tarihi bilgileri üst üste koyduğunuzda ve yanına “insan
hakları” kavramının hızlıca hayatımıza girdiği 20. Yüzyılın
ikinci yarısından sonraki dünyayı da eklediğinizde, 1960’ların
Amerikası’nda zenci olmanın nasıl bir şey olacağını aşağı
yukarı kestirebilirsiniz. Malcolm X, Martin Luther King Jr, Nation of Islam, Sivil Haklar Hareketi, Elijah Muhammad, Louis Farrakhan hatta Muhammed Ali
isimleri de bu şekilde, biraz daha anlamlı gelecektir (bir türlü
bitmek bilmeyen ve beklenmedik derecede can almaya devam eden
“Vietnam Savaşı” da bonus).
Tüm
bu toparlamadan sonra, gelelim asıl konuya:
Michigan
Eyaletinin en büyük şehri olan Detroit, otomobilin
insan hayatına girişi ile birlikte, Amerikan
otomobil sanayisinin merkezi konumuna
gelmiş
ve hatta “Motor Town” ve kısaca “Motown” olarak
adlandırılacak kadar bununla özdeşleştirilmişti (bu devasa
otomobil imalat fabrikalarında ağırlıkla kimler çalışıyordu bir tahmin edin). Lakin her şey, 1967’nin sıcak bir yaz
gecesinde değişecekti.
Detroit İsyanda |
22'yi 23 Temmuz'a bağlayan 1967 gecesinin ilerleyen saatlerinde, içki satma ruhsatı olmayan 12. Sokaktaki bir eğlence mekanına gelen polis, baskın yapmak niyetindedir ve içeride fazla insan olmadığı için işinin kolay olacağını düşünür. Kolluk kuvveti, içeride birkaç kişiyi göz altına almayı beklerken, “Vietnam Savaşı”ndan taze gelmiş iki askerin dönüşünü kutlayan 82 kişi ile karşılaşır ve alelacele hepsini tutuklamaya karar verir. Ancak bu kadar insanı alıp götürmek kolay değildir ve buna hazırlıkları olmadığı için, taşıma vasıtaları gelene kadar, siyahların oluşturduğu kalabalık olay mahalline birikmeye başlar. Sıhhatli bir empati yapabilmek adına, yazının başındaki bilgileri şimdi zihninizde gezdirin ve sabah karşı elleri kelepçelenen yüze yakın renktaşınızın, tekere teker polis arabalarına doldurulmaya çalışıldığına şahit olun… Artık her şey ufak bir kıvılcıma bakar ve kalabalığı kışkırtanlardan birisinin, polise şişe fırlatmasıyla isyan başlar.
Polis araçlarının olay yerinden ayrılmasından sonra, kalabalık mağazaları yağmalamaya koyulur ve pazar günü olması dolayısıyla, güvenlik kuvvetleri toparlanmakta gecikir. Müdahalenin gecikmesi, yağma olaylarının genişlemesine meydan bırakır. O günün akşamında,sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Ancak isyan, buna rağmen genişlemeye devam ederken, pazartesi günü ortalık yangın yerine döner. Polis bazı göstericileri tutuklasa da, sayı olarak kafi değildir.
ABD için alışılmadık bir durum: silahlı askerler polis vazifesinde |
Polisin yeterli olmadığı görülünce, başkan Lyndon B. Johnson Amerikan askerlerinin ayaklanmaya müdahale etmesini onaylar (siyasi bir çekişme yüzünden bu kararın geciktiği ve böylece hadisenin zapturapt altına alınmasının uzadığı bilinmektedir). Asker duruma el koymaya çalışırken, ortamın kaosu ve gerginliğinde, polis birçok yerde görevini aşacak hareketlere girişir. O gün bir de,Kathryn Bigelow'un yönettiği "Detroit" filminin bel kemiğini teşkil eden Algiers Motel Olayı yaşanır. Üç tane siyah gencin dövülerek öldürüldüğü, diğer dokuz gencin feci şekilde dövülüp aşağılandığı vak'a, ırkçı beyaz polislerin işiydi (bunu yapan üç polis ceza almadan yırttı sonra). Olay kısaca, gençlerden birinin yarış tabancası ile havaya ateş etmesi ve asayişin bunu keskin nişancı atışı zannederek otele baskın vermesi idi. Birbirine arka çıkan ırkçı polislerin hadiseyi büyütmesi, işi çığırından çıkaran nokta olmuştu.
Algiers Motel Olayında öldürülen gençler |
Silahlı kuvvetlerin etkisini artırmasıyla, perşembe günü şiddet azalmaya başlarken, 28 temmuz 1967'de hadiseler tamamen yatıştı. Yatıştı ancak geride 33'ü siyah, 43 ölü ve binlerce yaralı bırakarak. “1967'nin Uzun Sıcak Yazı” adıyla tarihe geçen ve ırk temelli 159 isyan silsilesinin en kanlı halkasıydı. Sonrasında, otomotivin kalbi olan Motor Town bir daha belini doğrultamadı. Bir zamanların çok kazanan rüya kenti, ayyaş, uyuşturucu bağımlısı ve eşkıyaların toplanma yeri oldu. “12. Sokak Ayaklanması” olarak da bilinen ve altı gün süren olaylar, 20. yüzyıl Amerikası'nın yaşadığı en kanlı hadiselerden birisi başlığı ile tarihe geçti.
Kathryn Bigelow'un Detroit filminden Algiers Motelde sorgulanan siyahiler |