Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: 2013 Follow my blog with Bloglovin

19 Ekim 2013 Cumartesi

Slavoj Zizek'in İstanbul Ziyareti Üzerine

   
     Slovenya'nın meşhur Marksist felsefeci, sosyolog, sinema eleştirmeni ve psikanalisti Slavoj Zizek ve Fransız felsefeci Alain Badiou'nun katılmcı olduğu ve Monokl Yayınları ile Bakırköy Belediyesinin düzenlediği "Küreselleşme ve Yeni Sol" konulu konferans 11-12 Ekim 2013 tarihlerinde, Bakırköy Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Konferansın ikinci gününde Slavoj Zizek vardı ve dolayısıyla kendisini dinleyebilmek amacıyla kültür merkezinde yerimizi aldık. Ancak mekanın küçük olması ve dinleyicilerin çok olması hasebiyle, salon hınca hınç doluydu, hatta bizim gibi geç gelenler sahnede, Zizek ve Badiou'nun hemen yanında ve arkasında yerini aldı.

     Önce, yirmi dakika kadar Alain Badiou, şimdiye kadar duymadığım ağır bir Fransız aksanıyla yoğrulmuş İngilizcesi ile konuştu, sonra sözü Zizek'e verdi. Zizek yine, Perşembe Pazarından alınmış izlenimi veren tişörtü ve her zamanki eğlenceli, akıcı ve derin uslübu ile sazı eline aldı ve bir ara Badiou ile paslaşsa da, oturumun yarısından çoğunda konuştu, "son on and so on"lar havada uçuştu! Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen ve CHP milletvekillerinden (DİSK eski genel başkanı) Süleyman Çelebi de dinleyici olarak oradaydı. Dinleyicilerden bir kısmı, böyle bir organizasyonda bile protokol olmasını protesto etmeye çalıştı ve oturumun soru-cevap kısmı hem protestolar, hem de kalitesiz ve farklı amaçlı sorular yüzünden oldukça ateşli geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, kalitesiz, reklam amaçlı ve güdümlü sorular yüzünden, oturumun ikinci yani soru-cevap kısmı bayağı bir kalitesiz geçti çünki bir konferansın ya da bu tip soru-cevaplı bir organizasyonun seviyesini belirleyen, biraz da dinleyicilerdir.

     Neyse, gelelim hiperaktif ve modern zamanların sıkıcı olmayan felsefecisi Slavoj Zizek'in açıklamalarından bir bölümüne:

Zizek, daha sözü Alain Badiou'dan alırken, Komünist ve Faşist liderlerin alkışlanma ve alkışlama farkından bahis açarak ortalığı şenlendirdi, işte o kısım:


Sovyetler ve omletten bahsettiği kısım:



"True Master":


Meşhur Fransız Cumhurbaşkanı general Charles de Gaulle'un siyasi duruşu üzerine:


İngilizlerin Hindistan'ı sömürgeleştirmesi ve Malcolm X'in "x"i hakkında:


Dinleyen Solcuların acayibine giden, Sol'un "solcu" Margaret Thatcher ihtiyacı üzerine:


Alman bir bankacından alıntıladığı, demokrasi, seçimler ve piyasa dalgalanmalarının ilişkisi ile alakalı açıklaması:


Kur'an-ı Kerim'in Haiti Devrimine olan etkisini anlattığı ve ilk defa duyduğum kısım:


Yeni Zelanda yerlileri Maorilerin fırsatçılığı ve modayı takibi hakkında:


Komünistlerin "münazara"ya yaklaşımı ile ilgili sözleri çok güldürdü:


Kızılderililerin, "Soluk benizli" Amerikalıların ahmaklığını hatırlatan sözleri ile ilgili kısım:


Hiyerarşinin zorunluluğu ve Anarşi üzerine:



Slavoj Zizek'in bazı farklı enteresan videoları da var... misal "The Pervert's Guide to Cinema"nın taa en sonunda yer alan şu video gibi:


Ve... "The Pervert's Guide to Ideology"de, "kola"nın neden en mükemmel ticari meta olduğunu izah ettiği yer... tabi elinde Coca Cola ile:




1 Eylül 2013 Pazar

Müslümanlar Bilimde Neden Geri Kaldı ya da...Hiç İleri Gitmiş miydi ki?


     Biri, yek diğerinden ağır bu iki suale cevap lazım...evet "hiç ileri gitmiş miydi ki"? İkinci sorunun cevabının başına, kalın ve içi dolu, okkalı bir "EVET" koyabiliriz ama devamı gelmezse havada kalır elbet!

     Evet, inanması zor ama bir zamanlar, sarıklı, sakallı, cübbeli insanlar ilimde, fende, teknikte, ahlakta ve her türlü gelişmişlik sayılan değerde ileride idi. İslam Devletlerinde rasathaneler, atölyeler, üniversiteler, akademisyenler, araştırmacılar, ar-ge'ciler, laboratuvarlar, uzay bilimcileri vardı. Bu devletlerin halkları, hastahaneler, su kemerleri, mektepler, kervansaraylar...gibi imkanların içinde müreffeh bir hayat yaşıyordu. Avrupa Ortaçağı, batıl inançların, her türlü iğrençliğin, salgın hastalıkların, kilise diktatoryasının, derebeyleri sultasının, ilkelliğin, önyargının, bitmek bilmeyen düşmanlık ve savaşların, derme-çatma kulüblerde yaşayıp dabağılanmamış deriler giyen, bitli saçı sakalı birbirine karışmış, ortalama ömrü 30-35'i geçmeyen vahşi insanların çağı iken, İslam Dünyasının Ortaçağı, ilim ve bilimi sürekli geliştirenlerin, yeni keşif ve buluşlar yapanların, eski Yunan eserlerinin ve felsefecilerinin görüşlerinin dikkatlice değerlendirilip, işe yarayan kısımlarının bilimsel gelişmelerde kullananların, hamamlı, helalı ve güneş gören, büyük ve temiz evlerde oturanların, pamuk ve ketenden elbiseler giyenlerin, idaresi altındaki gayri müslimlerle sıkıntısız yaşayanların, İslamiyeti ve yaşadıkları dünyayı tam ve komplekssiz olarak idrak edenlerin çağıdır. Konuyu derinlemesine araştıran önyargısız bilim adamları için şu gerçek yadsınamaz bir gerçektir; Batı Dünyası, fen ve bilimdeki gelişmelerin ve buluşların temelini İslam Medeniyetinden almıştır.

     Her sahada gelişmemeyi bir tarafa bırakalım, yerinde saymayı dahi, "helekel musevvifûn" düsturu gereği hoş görmeyen Müslümanlar, "medeniyet, tamir-i bilad ve terfih-i ibad"dır mottosuyla, daha ilk zamanlardan itibaren, şehirler, yerleşim yerleri kurmaya, insanların can emniyeti ve refah içinde yaşaması için bulundukları beldeleri kalkındırmaya çalıştılar. Tarık bin Ziyad komutasındaki Emevi ordusunun Endülüsü fethinden sonra, Akdeniz'in iki ucunda, aynı kaynaktan beslenen ve insanlığa ışık tutan, Ortaçağ karanlığının içinde adeta denez feneri gibi duran medeniyet merkezleri kuruldu. Müslüman bilim adamları, Hristiyan, putperest, dinsiz ayrımı yapmadan, Antik Yunan, Roma, Hint, İran, Çin medeniyetlerinin eserlerini incelemek için bunların lisanlarını öğrendiler, "hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alsın" ve "ilim Çin'de de olsa alınız" hadislerine harfiyen uyarak, büyük bir titizlikle bu mirası bütün dünyaya hediye ettiler. Astronomi, matematik, geometri, edebiyat, fizik, biyoloji, tıp, coğrafya başta olmak üzere yüzlerce ana ve yan dalda kitaplar yazdılar ve kütüphaneleri doldurdular. Özelde Bağdat, (Beyt-ül Hikme de burada idi) Kahire, Kurtuba, Gırnata...genelde ise, Müslümanların idaresindeki yerler her bakımdan kalkındı. O zamanın Batı Avrupası ile İslam toprakları arasındaki farka değinecek olsak, şimdilerin gelişmiş dünyası ile, Amazon Ormanlarında yaşayan vahşiler arasındaki kadar desek her halde abartı olmaz.

     Ancak somut örnekler göstermeden söylenecekler havada kalır, dolayısıyla özele girmek, isimler vermek elzemdir:

Nureddin Batruci, Endülüs Üniversitesinde astronomi profesörü idi. Yazdıkları ve ortaya koydukları Galile ve Kopernik gibi yüzlerce sene sonra geleceklere ışık tutmuştur.

İbn-i Sina, bazı hastalıkların sebebini, insan vücudundaki "kurtçuklar" (yani bildiğimiz mikroplar) olduğunu yazmıştır.

Ebu Bekr-i Razi, namı çağları aşan ilklerin doktorudur. İlk göz ameliyatını yapan, kızamık ve çiçek hastalıklarının faklı olduğunu ortaya koyan, ilk defa ağrı kesicileri kullanan tabiptir.

Trigonometriyi bulan ve bildiğimiz manadaki astronominin belki de babası Harranlı Battani'dir. 900'lu yıllarda gözlemevi kurmuş, ayın, dünyanın, güneşin hareketlerini izlemiş ve çeşitli hesaplamalar yapmıştır.

Ebu Reyhan el Biruni, gelmiş-geçmiş en büyük alimlerden biridir. Çalışmadığı, eser vermediği alan neredeyse yoktur. Modern bilim eğer varsa, Biruni bunun temel taşlarından biri olmalıdır. Hatta, "İslam" sıfatı olmasa biyografisinde, dünyanın en büyük bilgini olacağını söylemek abartı kaçmazdı muhtemelen! Yerçekimi ve dünyanın döndüğü gibi şeyleri yüzyıllar evvel bulan, kitaplarına geçiren kişidir.

Cabir bin Hayyan, modern kimyanın babasıdır. Eserleri, Avrupa'da yıllarca okutulmuştur. Tıpkı Biruni gibi çok yönlü bir bilgindir. Atomun içindeki muazzam kudretten bahsedecek kadar "ileri" gitmiştir!

Ebul Vefa el Buzcani, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.

Farabi, sesin fizikteki tarifini ilk olarak yapan kişidir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk defa ondalık kesir sistemini kullanan kişidir.

İbni Cessar, cüzzamlıları tedavi etmiştir.

Abbas ibni Firnas, ilk uçan aracı yapıp, uçmayı beceren kişidir.

İbni Haldun, tarih ve sosyoloji bilimlerinin kurucularındandır.

Abbas Vesim, verem mikrobunu, Avrupa'dan bir buçuk asır evvel bulmuştur.

İbn-ün Nefs, küçük kan dolaşımını bulan hekimdir.

Piri Reis ve haritası hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten.

Muhammed bin Musa el Harezmi, 0 (sıfır) sayısını bulan, cebir (algebra) ilmini kuran alimdir. "Algoritma" kelimesi de isminden gelir.

Demiri, ciltler dolusu zooloji ansiklopedisi hazırlamıştır.

İbni Heysem, Optik ilmin kurucusudur. Gözlük, mikroskop, teleskop yapmaya çalışanların yol göstericisidir.

      İkinci sorunun cevabı aslında, ilkinden daha kolay. İlk soru çok daha karışık, göreceli ve can sıkıcı: İslam Medeniyetinin ilk asırları her alanda gelişmişliğin, kalkınmanın, aydınlanmanın adresidir. Fakat bu gelişmişlik ve zenginlik beraberinde azgınlığı da getirince, önce Akdeniz'in doğusu, görünürde Cengiz askerinin eliyle, kuvvetli bir tokat yedi ve mirasının büyük kısmını Dicle'nin sularına bırakarak merkezinden savruldu. Aynısı, iki asır sonra Endülüs'te oldu ve bundan sonra neredeyse tek kuvvet Osmanlı Devleti kaldı. Ancak, hicri birinci asırdan sonra (yani 1600'lerden sonra) İslam Dünyası, önce duraklamaya, sonra da hızlı bir düşüşe doğru geçti. Her türlü gelişmenin ayağına takılan, tahrif edilmiş Hristiyanlık ve din bezirganlığından geçinen kilisenin boyunduruğundan kurtulan, İslam eserlerini incelemeye ve temel almaya başlayan Avrupa, karşı konulamaz bir hızla kalkınmaya tanıklık etti. 1800'lere gelindiğinde, durdurulamaz bir ivme kazanan (Afrika'yı tam manasıyla sömürmek gibi "bel altı" çalışmalarının katkısı yadsınamaz) Avrupa, makası iyice açtı ve şimdilerde gıpta ile baktığımız Batı Medeniyeti zirveye yerleşti. İslam topraklarında cirit atmaya başlayan ajanları ve maşaları, önce medreselerden "din adamına fen bilgisi lazım değildir" deyip fen bilgilerini kaldırdılar, cahil din adamları yetiştirilmesini sağladılar, sonra da "İslamiyet terakkiye manidir" yaygarasını bastılar. Yani basitçe işi şöyle formülize etmek hakkı teslim etmek olacaktır; Müslümanlar, dinlerine sıkı sıkıya sarıldıkları, emirlerine harfiyen tabi oldukları sürece ilerlediler, Hristiyanlar ise dinlerine sırt çevirip, bu kamburdan kurtulmayı başardıklarında ilerlemeyi gerçekleştirdiler.


9 Ağustos 2013 Cuma

Selefilik ve Selefiler

     Günümüz dünyası, reforme olmuş, çağa bir şekilde intibak etmeye çalışan Selefiliğin önlenemez yayılışı ve yükselişine şahitlik ediyor. İslam dünyasının parça parça olmuş, zayıflamış, ele güne muhtaç ve zelil olmuş haline, gençlerin ve yeni müslüman olanların tepkisi genelde (bilinçli ya da değil) "Selefice" oluyor. Batı'da kimlik muhafazasına ve kendini ezdirmemeye çalışanların hareket şekli "Selefice" oluyor. Ülkesinin işgal altında olduğunu düşünenlerin mukavemeti, genelde "Selefice" oluyor...hasılı Selefilik altın çağını yaşıyor. Peki, kim bu arkadaşlar ve yolları-yordamları nedir?

     Esas olarak "Selefilik" ya da daha doğrusu "Selefiyye", Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhebler Tarihi kitabında yazdığına göre, hicri dördüncü asırda, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazılarının kendilerine bu ismi vermesi ile başlar. Fakat asıl manada, Harranlı Ahmed İbn-i Teymiyye ve sadık talebesi İbn-i Kayyım el Cevziyye'nin ortaya çıkardığı ekoldür denilebilir. İmam Ebül Hasen Sübki'nin değimiyle "ilmi, aklından çok olan" İbn-i Teymiyye, önceleri bir Hanbeli alimi iken, sonradan zıvanadan çıkıp, kendine has bir yol tutmaya başladı. Daha evvel kimsenin söylemediği şeyler söylemeye başladı; "Allah, zerrelerden müteşekkil bir cisimdir, yer değiştirir, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur", "cehennem sonsuz değildir, bir gün biter" gibi şeyler söylemeye, tasavvuf alimlerini inkar etmeye ve tevessül, istigase, teşeffü gibi kelimelere gıcık gitmeye başladı. Eshab-ı kiramın büyüklerine dahi çattı.

     "Selefiyye" kelimesine gelince: "Selef" kelimesi bilindiği gibi, "önceki, önden gelen" manasına gelir. Bu kelime üzerinden yapılan dezenformasyon ve illüzyon, bugün, en muteber kabul edilen kaynaklarda bile olduğu gibi kabul edilmiştir. Bu yolu takip eden ve bu konu hakkında bilgisi olmayıp, Selefilerin dümen suyuna girenlere göre Selefiyye; "Eşari ve Matüridi mezhebleri kurulana kadar müslümanların tabi olduğu yol" imiş. Hatta buna "Ehl-i Sünnet-i Hassa" da deniliyormuş. Din ve tarih bilgisi zayıf olan ya da bilgisi olmayan için gayet masum bir ifade. Ancak biraz araştırma yaptınız mı, altından inanılmaz bir bilgi kirliliği ve manipülasyon çıkıyor. Evvela, "Eşari ve Matüridi mezhebleri sonradan kurulmuştur" demek son derece yanlıştır çünki Ebul Hasen-i Eşari ve Ebu Mansur Matüridi mezheb kurmadı, var olan Ehl-i Sünnet itikadını kitaplara geçecek şekilde tasnif edip, yeni müslüman olacakların da anlayabileceği bir şekilde açıkladı.

     Selefilerin bir diğer iddiası; "İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam-ı Gazali kitaplarında Selefiyye yolunu açıkladı" yönündedir. Oysa bu alimlerin kitaplarında yazan kelime veya kalıp; "Selef ve Selef-i salihin"dir (yani hadislerle övülmüş ilk iki asrın müslümanlarına verilen isim). Başka bir değişle, kendilerine yasal zemin arayan, İslam dünyasının gözünü boyamak isteyen Selefi tayfa, "Selef" ve "Selef-i salihin" kelimesini "Selefiyye" yapmak suretiyle, acayip bir laf cambazlığı örneği sergilemiştir. "Selef" kalıbının, Eshab-ı kiram ve Tabiin için kullanıldığı, kaynaklarda gayet açıktır. Dolayısıyla, müctehid ve imamlar, "Selefiyye" mezhebini değil, Selef'in mezhebi olan Ehl-i Sünneti açıklamışlardır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadında Selefiyye diye bir mezheb yoktur.

     Gelelim tarihi gelişimine: İbn-i Teymiyye'nin ve talebesi İbn-ül Kayyım'ın bu yolun temelini kurması ve esaslarını kitaplara geçirmesinden aşağı-yukarı 5 asır sonra Selefilik, başka bir oluşumun göz boyayıcı unsuru olarak tekrar canlandı. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arabistan Yarımadasının doğu tarafından, Necid denilen bölgeden çıkan Muhammed bin Abdülvehhab, yanına Deriyye denilen yerin kabile reisi Muhammed bin Suud da alıp, İslamiyetten nasibini almamış, kalpleri kaskatı olmuş, ahlakı düşük Bedevilere yepyeni bir çığır açtı. Bol İngiliz parası ve silahı ile kısa sürede tesis edilen yolun ismi, işin içyüzünü, kuruluş amacını ve mahiyetini bilenler için "Vehhabilik", bunlardan haberi olmayan ve bunu masum bir hareket gibi görenler için ise, Selefilik ve Selefiliğin tekrar ihyası olarak görüldü (uydurulan kılıf tam olarak şöyleydi: itikadda Ehl-i Sünnetin Selefi mezhebinde, amelde ise Hanbeli mezhebinde).

Suudi Arabistan'ın kurucusu
Abdülaziz bin Suud
     Muhammed bin Abdülvehhab, İbn-i Teymiyye'nin açtığı, tasavvuf, istigase, şefaat düşmanlığı ilkelerini daha da ilerilere götürdü. Mezheb imamlarını da paylamaya çalıştı. Kendisi ve kaideleri gelene kadar olan zamanda yaşayanların türbelere, mezarlara tapındığını ve müşrik olduğunu ilana kalkıştı. Ehl-i Sünnet ve Şia'yı müşriklikle suçladı. Bu yafta en çok çöl bedevilerini sevindirdi. Gün yüzü görmemiş çöl insanları için Dolce Vita başlıyordu! Nasıl olsa artık yasal zemin de sağlanmıştı, çapulcular, yerleşim yerlerini yağma ediyor, kadınları cariye niyetine, malları da ganimet niyetine paylaşıyordu. Osmanlı Devletinin içteki karışıklıklar ve Rusya ile olan sorunlarından dolayı, Vehhabi eşkıyalar kısa sürede Haremeyn-i şerifeyne dayandı. Neticede, çatışmalar, entrikalar falan filan derken 1932'de birçokları için ilk Selefi devlet sayılacak olan Suudi Arabistan kuruldu.

     Suudiler, zamanla sertlik ve kılıç-kalkan mücadelesini azalttılar. Baktılar ki, nafile hac, umre paralarının yanına petrol gelirleri de artıyor, yaldızlı, kuşe kağıtlı, lüx baskılarla, kitaplarını dünyanın her yerine yaymaya, her yerde merkezler kurmaya başladılar. Davalarının teorik düzlemini oluşturmaya, gençleri etkilemeye çalıştılar...ve zaman da onların lehine işledi! Saf ve katıksız Vehhabi-Selefi devletlerin dinleri kaynaklarda "Sünni" olarak gösterildi. 20. yüzyılın fitne ve bid'at üretme merkezi Mısır'dan çıkan Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Kutub, Hasan El Benna'nın da işe karışmasıyla satıh iyice büyüdü.

     Derken...dünyada Komünizm ve Sosyalizm çöktü (birkaç işlevsiz artık bırakarak). Soğuk savaş dönemi sona erer ermez, tekrar bir düşman çıkarmak gerekiyordu ve bu düşman da hemen kendini -sözde- "yeşil" renkte gösteriverdi: El Kaide, terör eylemleri, Kenya ve Tanzanya saldırıları, Taliban, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Yemen...ortalık karışıvermişti hemen!

     Son dönem Selefiliğin altın çağı başlamak üzereydi...SSCB artığı Rusya ile savaşa tutuşan Çeçenistan'da, Sırp zulmü altındaki Bosna'da, Pakistan ve Afganistan dağlarında ve Irak topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı çıkılan mücadele, Selefi görünümlü Vehhabi oluşumun en sevdiği manzaraydı çünki bir vatan savunması söz konusuydu ve haliyle "bir kişi bir kişidir" düz mantığı geçerliydi. Fakat masum savunma mücadeleleri, bazı yerlerde, zamanla deforme olmaya, masum sivillerin katlinden, intihar bombacısı kılığında ortalığı teröre boğmaya kadar gitti. Daha da ötesi, Selefilerin yerleştiği yerlerde, bol Suudi parası ve yardımıyla teorik yayılım da hızlandı. Vatan savunması ve cihad gibi kavramlar, kanı kaynayan ve bir şeyler yapmak kaygısındaki genç delikanlıların bu tuzağa kolayca düşmesine sebep oldu.

     Bunların dışında, İslamiyetin Batı'da hızla yayılması esnasında da Selefiler etkin rol aldı. Temas ettikleri gençlerin de İslamiyeti bu şekilde öğrenmesine ve yaşadıkları çevreleri ile sıkıntılar yaşamasına neden oldular.

Seyyid Kutub ve
Yoldaki İşaretler
     Peki bir Selefi'yi ya da bilmeden kendini bu yola kaptıran fakat haberi olmayan ya da en azından Selefi zihniyetin bir şekilde tesirinde kalmış olanları nasıl tanırsınız? Alın size birkaç ipucu: Bir kişi eğer sürekli "tagut"tan (Allah'tan başka ibadet edilen şeyler ya da insanı Allah'tan uzaklaştıran şeyler anlamında kullanılan ve Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçen kelime) bahsediyorsa ve tagutu, günümüz İslam Dünyası denilen bölgedeki ülkelerin birçoğunun rejimleri ve idare şekilleri olarak tasvir ediyorsa, Seyyid Kutub, Hasan El Benna, Abdullah Azzam, Ürdünlü Hattab, İzeddin El Kassam, Yoldaki İşaretler'den bahis açıyor ve buralardan referans alıyorsa, Tasavvufa, Muhyiddin-i Arabi'ye ve Vahdet-i vücuda ve dört mezheb imamına laf arasında geçirmeye çalışıyorsa, ictihad kapısının kapanmadığından ve kapanmaması gerektiğinden söz ediyorsa, Kur'an-ı Kerim'den, kendi kafasına ve anladığına göre mana çıkarmaya çabalıyorsa, sakal kazımaya haram diyorsa, Türkiye ya da benzer ülkelerde oy kullanmanın şirke girmeye kadar götürdüğünü iddia ediyorsa, İbn-i Teymiyye'ye Şeyh-ül İslam ve büyük imam diyorsa, amel imanın parçasıdır...bu ve buna benzer, ortalama bir Anadolu insanından ya da medrese tahsili görmüş, dört mezheb imamının ve bunların  talebelerinin kitaplarını okumuş ve kıyısında-köşesinden tasavvufa bulaşmış ya da en azından tasavvuf büyüklerini seven kimselerden duymak imkanı olmayan bu gibi iddialara sahibi ise, bu kişinin, en azından farkında olmadan Selefi zihniyete yatkın olduğu anlaşılabilir.




4 Ağustos 2013 Pazar

Müslümanların Batı'da Yaşadığı Sıkıntılar: Kılık-Kıyafet ve Hoparlör


     İslamiyet'in Avrupa'ya hulul ettiği belki de üçüncü esas dalga olan 20. ve 21. yüzyıl dalgası, Endülüs ve Osmanlı dalgalarından birçok bakımdan farklılık arzediyor. Bu farklardan en önemlisi, ilk iki dalgada İslamiyetin hem fende hem ahlakta hem refahta ve her türlü gelişmişlik emaresinde Batı'dan çok çok üstün olmasıydı. Üçüncü dalga ise, öncülerinden uzak mesafe ezik, muhtaç ve boynu bükük çünki artık dominant, üstün ve yol gösteren değil. İlk iki dalga tabiri caiz ise "veren el" iken, son dalga "alan el" yani eğilen. Bunun da birçok sebebi var elbette;

     Bir kere, Batı'daki Sanayi devrimi ve öncesindeki Aydınlanma Dönemi, bilim ve fennin ve buna bağlı keşif ve buluşların neredeyse tamamının Doğu'dan (ya da daha doğru ifadeyle İslam Medeniyetinden) Avrupa'ya (ya da Hristiyanlık kamburunu sırtından atıp, dini, belli gün ve ayine hapseden ve böylece nefes alıp, ilerleyen Seküler Batı'ya) geçmesine sebebiyet verdi. Avrupa, bir yandan hızla sanayileşirken, bir yandan da, bir zamanların dillere destan İslam Medeniyetini geri (hem maddi hem manevi) püskürtüp, "kolu-kanadı kırık kuş"a döndürdü. Bunun uzun vadeli neticesinde, baskıcı dikta rejimlerin nefes aldırmayan ve süründüren istibdadından kaçmak ya da daha iyi imkanlarda iş bulmak ya da insan haklarına riayet eden ülkede yaşamak ümidi, Ortadoğu, Anadolu, Kuzey Afrika bölgelerinden milyonlarca insanı Avrupa ve Kuzey Amerika'ya itti.

    Avrupa ve Kuzey Amerika'daki gelişen sanayi ve oluşan işçi ve yönetici sınıfları, her konuda olduğu gibi, kılık-kıyafet konusunda da ciddi değişmeleri de beraberinde getirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren, erkeklerde, ceket, pantolon, gömlek, kravat kombinasyonları, yanına bıyık-sakal ikilisini tıraş etme ya da en azından kısa ve düzgün hale getirme faaliyetlerine de katarak yepyeni bir görünüme büründü. Bıyık-sakal ikilisi, zaman geçtikçe daha da kısaldı ve günümüzde, neredeyse baskın oranda, bıyıksız ve sakalsız bir hale döndü.

     Batı'ya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan gelen Müslümanlarda ise kılık-kıyafeti çok farklıydı. İklim ve yaşam koşullarının etkisinin yanında, Müslümanların bu konudaki temel kıstası tabii ki, Resulullah Efendimizin giyim şekliydi. Asr-ı Saadette giyim şeklini tarif etmek için kullanılan şeyler erkekler için genel olarak şöyleydi; sarık, cübbe, uzun entari ve sakal. Fakat bu giyim tarzı Müslümanlara has olmayıp, Araplar'ın devam edegelen adetlerinin bir parçasıydı. Sünni kaynakların büyük çoğunluğu bu esaslara dayanarak, kılık-kıyafete müteallik objeleri, sünnet-i hüda gibi islam şiarı olanlar ve ibadet olarak yapılanlara dahil etmeyip, sünnet-i zevaid, yani yaşanılan yere ve adetlere göre şekillenenler kısmında zikretmiştir. Yani Peygambermizin, yaşadığı yere ve zamanın adetlerine göre yaptığı şeylere uymanın çok sevab ve faydalı olduğunu vurgulamanın yanında, bunların, İslamiyet'in izin verdiği meşru mazaretlerle yapılmaması durumunda, günaha hatta mekruha dahi sebep olmayacağı belirtilmiştir.

    Bu konuda elbette farklı görüşler olmuştur. Özellikle İbn-i Teymiyye'nin sakalı kazımanın haramlığı konusundaki fetvası, onun Vehhabi, Selefi takipçilerini, kılık-kıyafet konusunda genel Sünni kabulden ayırmıştır. Selefiler için sakal (bir milim uzunluğunda da olsa) kaçınılmazdır. Eğer fırsat varsa sarık (en azından takke) ve mümkünse cübbe (ya da uzun entari) de ardından gelir.

     Ne yazık ki, Batı'ya akın eden üçüncü dalga, Selefiliğin İslam Dünyasını istila etmesi ile paralel bir şekilde büyüdü. Yani Avrupa ve Kuzey Amerika'ya, bir şekilde "kapak atmaya" çalışan Müslüman gençlerde, birçok etkenden dolayı (özellikle de Tasavvuf ile yoğrulmuş Sünni İslamı "pasiflik"le suçlama hastalığından) Selefilik özentisi vardı. Daha ilginci, İslamiyetle bir şekilde münasebet kuran ve özellikle de bu kitle
İngiltere sokaklarında
ile temas eden Batılı gençler, İslamiyeti kabul ederken, hem daha yeni ve taze olmanın vermiş olduğu heyecan ve keskinlikle, hem de bu teması gerçekleştiren Selefi özentili Müslümanlar sebebiyle, tatbik edilmesi İslam şiarı dahi olmayan bu zevaid sünnetleri olmazsa olmaz olarak benimsediler ve İslamiyeti bu şekilde tatbik etmeye başladılar. Hal böyle olunca, tıraşlı, gömlekli, pantolonlu, ceketli ve kravatlı Batılıların karşısına, günden güne sayıları ve etkinlikleri artan, sakallı, sarıklı ve cübbeli bir kitle dikiliverdi. Fakat Batılıların, bu sakallı, sarıklı topluluğun, dünyanın diğer ucunda terör estiren, masumları gözünü kırpmadan öldürebilen, intihar bombası şekline hiç düşünmeden girebilen kişilerle olan benzerliği farketmesi uzun sürmedi. Hele bu kişiler, güneşli ve açık bir Eylül sabahında, kendi topraklarına da girince, işler çığırında çıktı. Batılıların biraz çekince ve önyargı ile karşıladığı bu kitle, zamanla onların gözünde, en azından insan haklarına saygı duymayanlar ve daha acısı "terörist" kavramı ile eşdeğer hale geldi.

     2000'li yılların başından itibaren günden güne artan tansiyon, her iki tarafın da bilenmesine ve daha da sertleşmesine yol açtı. Şimdilerde Müslümanlar, büyük zorluklarla, yaptırımlarla  ve dinmek bilmeyen ve içten içe büyüyen bir öfke ile bir arada yaşamak zorundalar.

     Türkiye de, aslında bu açıdan Batı sayılır çünki Osmanlı Devletinin son zamanları ve özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarında "Batılılaşma" kavramı, içerikten ziyade "şekli" olarak, tepeden inme bir halde topluma dayatıldı ve bu dayatmalar zamanla, bilhassa şehirleşmenin ve sanayileşmenin de hızlanmasıyla, "mahalle baskısı"na dönüşerek, günümüzde Batı ile neredeyse aynı seviyelere erişti.

     Batıdaki  bir diğer sıkıntı da giderek çoğalan ve daha çok yer kaplayan cami ve mescidlerdeki ses ve hoparlör sistemleri. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, İslam diyarında olsun, başka yerlerde olsun, ezan, hoparlör ya da sesi metalik hale getirip yükselten aletlerle duyurulmaya
"Hoparlör direği" haline gelmiş minare
başlandı. Hatta iş, o raddeye vardı ki, herhangi bir camide, bir müezzin çıplak sesle (yani aslına tam uygun olarak) ezan okuyacak olsa ya da bir imam, namazı hoparlörsüz kıldıracak olsa, şikayetten sürgüne kadar, başına gelmedik kalmaz. Hadi, İslam topraklarında ya da Arap denilen memleketlerde buna ses çıkaran (en azından zahiren) olmaz. Ama bunu Batı topraklarında yapmaya kalktınız mı, üstteki konuya benzer bir öfkenin ve kinin fitilini ateşlemiş olursunuz. Mesela, Sofya'da yaşanan elim hadiselerin temelinde, hoparlörlerle camiden dışarıya verilen sesler vardı.

    Bu kadar gerginliğin, kinin, öfkenin, sıkıntının, enerji kaybının sebep olduğu konulara (elbetteki hepsini bunlara bağlamak ve bunlar olmasa her şey sütliman olur demek yanlış olur) bir bakar mısınız? Yapılmaması halinde mesul dahi olunmayan, hesap gerektirmeyen zevaid sünnetleri yapma merakı ve ibadetin bir parçası olmadığı halde, sonradan ibadetlere dahil edilen "mükebbir-üs savt" yani ses yükseltici aletler. Yani gençler, milletin gözüne sarık, sakal, cübbe sokma fitnesinden (ki fitnenin tam manası "Müslümanları zor durumda bırakmak"tır) vazgeçse, cami ve mescidlerde ezan çıplak sesle okunsa, şekilciliğe bağlı olan sıkıntı ve gerginliklerin büyük kısmı yok olur ya da en azından başka bir sebep bulana kadar azalır.

     Elbetteki bu saatten sonra, bunların uygulanmasını ve iyiye doğru gidişatı ummak, realizmden çok öte bir saflık ve ütopya olur!

14 Temmuz 2013 Pazar

İslâm Olmadan Ahlâk Olur Mu? - 2


     İslam dini, iyi ve kötü ahlakı ve huyları tek tek saymış, bunları tasnif etmiş, kaynaklarını belirtmiş, kötü olanların ilaçlarının ne olduğunu açıklamıştır. Hatta daha da ileriye giderek, iyi olarak görünen fakat aslında kötü olan huyları bile ortaya çıkarmıştır. İslamiyet, toplum ve aile içi iletişim ve dayanışma dini olduğundan, bu iletişim ve dayanışmayı olabilecek en kaliteli ve bütün taraflar için de en faydalı biçimde olması için desteklemiş ve yol göstermiştir.

İslam dininde ahlakın kaynağı, ruhun şu üç kuvvetidir; akıl, gadab ve şehvet. Bunlara bir bakalım:

1. Akıl (buna "idrak" ve "nutuk" da denir): Aklın teorik yani nazari orta miktarına (itidalde olmasına) "hikmet" denir. Nutuk veya aklın amellere müteallik kısmının ortalama olması ise "adalet" denilen övülmüş ahlaktır. Hikmet, iyilik ve kötülüğü ayırabilme erdemidir. Orta haldir, övülen istenilen bir şeydir. Bu durum gerektiğinden fazla olmaya başladığında yani aşırıya kaçtığında hemen karşımıza kötü bir huy çıkar; "cerbeze" yani ukalalık. Cerbeze kişi, aklını, kapasitesini, kendini aşan işlerde kullanmaya kalkar, anlayamayacağı şeylere kalkışır. Aklın az olmasına ise "beladet" yani ahmaklık denir. Böyle olan, iyiyi kötüden, faydayı zarardan ayıramaz.

2. Gadab: Beğenilmeyen, istenilmeyen, zarar vereceğine inanılan şeylere karşı kanı harekete geçiren hayvani kuvvettir. Bu kuvvetin insani olan orta miktarına "şecaat" yani "cesaret" denir. Kaldırabilecek faydalı işlere kalkışılır. Bu kuvvetin ortalamadan fazla olmasına kontrol edilemez aşırı, hiddet ve saldırganlık yani "tehevvür" denir. Gadabın az olmasına ise "cübn" yani "korkaklık" denir. Korkaklıktan lazım olan şeyleri bile yapamaz.

3. Şehvet: Ruhun üçüncü kuvvetidir. Kendine tatlı ve güzel gelen şeyleri isteme ve onlara kavuşma kuvvetidir ki hayvani bir kuvvettir. Bunun orta haline "iffet" veya "namus" denir. İhtiyaç duyduğu ya da kavuşmak istediği şeyleri insanlığa uygun olarak yapar. Bu kuvvetin fazla olması "şereh" yani "hırs"tır. Hak hukuk tanımadan her istediğini elde etmek ister. Şehvetin az olmasına ise "humud" yani uyuşukluk ve gevşeklik denir. Korkudan ya da utanmaktan istenilen şeylere kavuşulamaz.

İşte bu sayılan dört orta derece, yani hikmet, adalet, şecaat ve iffet iyi huyların temelidir. Hikmet sahibi olan kimse, gadab ve şehvetine hakim olur. İnsan hikmet sahibi değilse bu kuvvetlerin her iki tarafındaki kötü huylara meyl eder.

Bu kötü huyların tezahürleri olan bazı huylara ve bunların zıtları ve çarelerine de kısaca bakacak olursak:

Mesela "tamah" kötü bir huydur, az ile yetinmeyip haramlara dalmaktır. Bunu tersi ise "tevfid"dir (tevfiz).

"Kibir" kötü huyunun aksi ve övülmüş hali "tevazu"dur. Tevazunun aşırı olmasına da "temellük" ya da "tezellül" (zelil olmak) denir ki kendini aşırı alçaltmaktır.

"Ucb" kendi ibadet ve iyiliklerini beğenmeye denir ki kötü bir huydur. Bunun zıddı ve ilacı ise "minnet"tir yani bu ibadet ve iyilikleri kendinden bilmemektir.

"Tesvif" iyi işleri sonraya bırakmaktır. Bunun zıddı ise "musareat"tır ki hayırlı işlerde acele etmektir.

"Müdahene" yani gücü, kuvveti yettiği halde haram ve yasakların işlenmesine müsaade etmek ya da diğer bir deyişle dininden vererek dünyalık almaktır. Bunun aksi ve övülmüş olanı ise "müdara"dır ki, dininin selameti için dünyalık vermektir.





11 Ocak 2013 Cuma

İslâm Olmadan Ahlâk Olur Mu? - 1



     Ahlak, doğru veya yanlış hareketlerin ve sözlerin, toplumlara, sosyal tabakalara, inanışlara, dinlere, felsefelere göre şekillenmiş ve belirlenmiş halleridir ki, tek tek huylardan oluşur ve sistem halini alır. Sosyal olmanın, yani bir toplulukta yaşamanın getirdiği ikili veya çoklu ilişkilerin ve bu ilişkilerin doğuracağı sonuçların, her iki tarafa da zarar vermemesi üzerine kuruludur. Dolayısıyla ahlak, tek başına söylendiğinde müspet tarafı anlaşılır yani ahlakın kendisi bir yerde varsa, o öncelikli olarak "iyi" tarafından algılanır. Ahlakın kötü olduğunu anlatmak için ise, başına çeşitli sıfatlar (çirkin, kötü, ağır...gibi) getirilir ya da kısaca, ahlaksızlık olarak adlandırılır. Toplumsal düzenin var olmasının ve devam etmesinin gereklerindendir. Ahlak, genellikle yazılı olmayan kurallar manzumesidir, insanlar temel ahlak değerlerini ilk önce ailelerinden alır. Kalıplaşmış törelerin, geleneklerin, inanışların, birey olarak, sosyal bir ortamda kullanılması esnasında, töre veya inanıştaki iyi ya da kötü halinin tezahür etmesi ve karşı taraftan ya da buna şahitlik edenler tarafından iyiye ya da kötüye yorumlanması ve o şahsa buna göre değer verilmesidir. Binaenaleyh, toplumun geneli ve biraz daha yaşlı olan kısmı tarafından ölçülür ve "mahalle baskısı" diye tabir edilen olayı doğurur. Ayrıca son derece göreceli ve toplumlara göre taban tabana dahi zıtlık gösterebilecek bir olgudur. Bir toplumda üstün ahlak nişanesi sayılabilecek bir hareket veya söz, bir başka cemiyette, karşı tarafa hakaret olarak algılanabilir. Yalnızken, "vicdan" denilen iç ses otokontolünün, kalabalığa temas ettiğindeki daha güçlü ve daha "frenli" halidir. Bütün bu anlatılan ve daha anlatılamayan birçok tanım ve açıklamadan, ahlak ya da etik denilen şeyin, ne kadar göreceli ve her topluma göre nasıl şekillendiği anlaşılıyor.

     Peki ama hangi ahlak? Her türlü ahlaksızlığın erdem sayıldığı Pagan toplulukların ahlakı mı? Pasifliği ve sonuna kadar altan almayı ve tezellülü baştacı eden, hayatın bir ızdıraptan ibaret olduğunu anlatan Uzakdoğu öğretileri ve çok tanrılı dinlerdeki ahlak kavramı mı? Binlerce Peygamberi şehid eden, hasislikleri, hırsları, kıskançlıkları, bencillikleri ve sınırtanımazlıkları kutsal kitaplarda yazan ve bu özellkleri ile dünyanın başına bela olmaya devam eden Yahudilerin ahlakı mı? Dünyadan yüz çevirmeyi, fakirliği ve merhameti öven, bir yanağa tokat atana öbür yanağını dönmeyi salık veren bir modeli, çok tanrılı ve muğlak, havada kalan, emirleri ve yasakları çelişkili Hristiyanlık dininin ahlakı mı? Kendini çok entelektüel ve bilimsel ve dinler üstü gören fakat hiçbir kuralı kaidesi olmayan ve fırsatını buldu mu hemen vahşileşiveren ve çıkarlarını elde etmek için hiçbir insan hakkını gözetmeyen Ateistler (Komünist, Pozitivist, Materyalist gibi zuhurlar) mi? Tabi ki hiçbiri değil! Din, felsefe ve dünyevi görüşlerin biri veya birkaçı, ahlakı oluşturan huyların bazılarında, çok temel ve iyi ölçüler koymuş ve bunları uygulamaya sokmuş olabilir. Fakat ahlakın "iyi" olarak sayılabilmesi için, huyların herbirinde de ayrı ayrı iyi olmak ya da en azından kötü olmamak lazım.

     Ahlaka son derece önem veren, onu dindarlığın ölçüsü sayan, ahlak bilgilerinin temellerini öğrenmeyi farz-ı ayn kılan ve öğrenmenin de ötesinde, bunları gerçek hayatta kullanılmasına son derece ehemmiyet veren ve tabi ki bütün dünyaya gönderilen son Peygamberin ahlakını överken, "Sen, iyi ahlakı tamamlamak için yaratıldın" diyen tek din vardır elbette; İslamiyet.