Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

23 Eylül 2014 Salı

Ali Bulaç Mantık Ekolü ile "Kardeş Katlinden Hükumet-Cemaat Gerilimine Giriş" Dersi


     Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, 22 Eylül 2014 tarihli makalesinde enteresan tespitlerde bulunmuş! Bu makale üç kısımdan müteşekkil: Birinci kısımda, cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini ele almış. Bu meselenin meş'um yüzünü takdim ettikten sonra ikinci kısımda Osmanlı Devletinin “nizam-ı alem için kardeş katli” meselesine girmiş. Bu işi, cahiliye devrinin meş'um uygulamasına benzeterek lanetlemiş. Makalenin üçüncü kısmında da kendi hastalığı ve sağlık vaziyeti hakkında okuyucularını bilgilendirmiş ve dua edenlere teşekkür etmiş.
     Ali Bey'in bu makalesinin birinci ve üçüncü kısmı ne kadar manalı ise ikinci kısmı, yani Osmanlı'nın siyaseten katl meselesini, günümüz Türkiyesindeki meseleler ile alakalandırılan kısmı da, bir o kadar manasız olmuş. Ali Bulaç şöyle yazmış:
"... Sayılan sebeplerle kız çocuklarının öldürülmeleri nasıl cinayet ise ileride devlete talip olur, iktidar kavgaları devletin bölünmesine sebep olur, diye çocuk yaştaki şehzadelerin öldürülmeleri de cinayettir. Muhtemel bir suçun cezası peşin verilmez. Bir şehzade potansiyel olarak hanedana ortaktır ama fiili olarak tahta geçip geçmeyeceği, buna istekli olup olmayacağı belli değildir. Tahakkuk etmemiş bir suçun cezası, suçun potansiyelini taşıyan kişiye, daha kundakta iken, hukuken mükellef bile değilken çocuğa ödetilemez. Şehzadeler arasında iktidar kavgaları yüzünden devletin bölünme tehlikesini bertaraf etmenin yolu birkaç kadından onlarca çocuk doğurup boğdurmak değildir. Bu tehlike, padişah bir hanımdan veya cariyeden bir erkek çocuk doğduğunda bir daha çocuk olmaması için şer’i tedbir alması yani gebeliği mesela azl yoluyla önlemesiydi".
    Bulaç'ın, “kardeş katli” uygulamasına bu bakışı ilk değil ve elbette son da olmayacaktır. Zira buna benzer ifadeleri, yani şehzadelerin bu şekilde katl ile, muhtemel siyasi huzursuzlukların dışına ihraç edilmesinin şer’i hukuk ile meşrulaştırılmasının zor olduğunu, devrin Osmanlı Ulemasının bir kısmı da ileri sürmüştür. Ancak devletin salahiyetini elinde tutan Sultan ve Vüzerasına müsteşarlık yapan ulemanın ekseriyetinin içtihadına göre, "siyaseten katl" devletin yani ümmet-i Muhammed’in selameti için tek tercih olarak görülmüş ve şehzade katli de böylece bir müddet tatbik edilmek üzere kanunlaştırılmıştır. Burada hareket noktası "umumun menfaati için hususun menfaati feda edilebilir" fetvası olmuş ve bu içtihat ile amel edilmiştir. Her ne kadar şehzade katlini hatalı bulan ulema olsa da, bu işin son derece faydacı (pragmatik) olduğunu tecrübe ile müşahede etmiş olan daha geniş ufuklu ulema ve vüzera sınıfı yukarıdaki fetva mucibince siyaseten katli gerçekleştirmişler ve böylece devletin iç siyasetindeki istikrarını yüzlerce sene sürdürebilmişlerdir. Bu minvalde birincisini ileri sürenler yani bu katl işini hatalı bulanlar olabilir ancak bunların dar ufuklu olduklarını rahatılıkla söyleyebiliriz. Eğer Osmanlı Devleti, bugün Ali Bulaç ve bazı dar ufuklu fakat “alim görünümlü” felsefecilerin dile getirdikleri gibi düşünen ve fetva veren ulemanın elinde olsaydı, muhtemelen altı asırlık dev bir tarihten bahsedemezdik. Belki en fazla Abbasi Devleti gibi iki asrı ancak aşabilmiş bir Osmanlı Tarihinden (1300-1550) dem vururduk. 1550'de taht kavgaları ile meşgul olan Osmanlılar, Vatikan Kilisesinin tertip ettiği Haçlı Seferleri ile Anadolu'da mağlup olup, tarihe karışacaktı ve yerine muhtelif devletler kurulacaktı. O zaman Ali Bulaç bu makaleyi bugün Kırgızistan'da bir gazetede bile yazamayacaktı. Haçlı Seferleri ile Anadolu'dan sürülen Müslüman Türkler, muhtelif coğrafyalara dağılacaktı ve Orta Asya'ya dönenler, Arap ülkelerine dağılanlar ve Anadolu'da zorla Hristiyanlaştırılanlar olmak üzere, alternatif bir tarih yaşayacaklardı.
     Tabii ki olmamış olanı "olacaktı" diyerek yazmak tarih değildir, ilmi de değildir. Dolayısıyla, yukarıdaki ifadelerle dikkat çekilmek istenen aslında, Ali Bulaç'ın ifadeleridir. Kardeş katli ile devletin çökmediği ve asırlarca yaşadığı bizim iddiamız değildir, bu bir vakadır. Ancak Bulaç, "Bu tehlike, padişah bir hanımdan veya cariyeden bir erkek çocuk doğduğunda bir daha çocuk olmaması için şer’i tedbir alması yani gebeliği, mesela azl yoluyla önlemesiydi" diyor. Yani siyaseten katl icra edilmeseydi de Osmanlı Devleti, iç karışıklıklarla yıkılmayabilirdi demek istiyor. Yani kardeş katli icra edilmeseydi, Osmanlı Devleti çökmeyecekti demiş oluyor. O halde, olmamış şeyi nasıl olacakmış gibi okuduğunu kendisine sorarız. Yok eğer muradı, "devlet çökerse çöksün, ekseriyeti kurtarmak için az da olsa bazı insanları katletmek daha mı iyi" gibi bir ifade ise ve bu siyasi katl işini, cahiliye devri katl işine benzetiyorsa o zaman kendisine şunu söylemekten başka çare kalmaz: Ali Bey, bir şehzadenin katli, bir harbin çıkmasına mani olduğunda, yani bir katl ile bin katle mani olma imkanına dair tercih hakkınız olduğunda, siz hangisini seçersiniz? Herhalde “bir kişi için bin kişinin canıı feda olsun” tarzında bir yaklaşımı olmazdı. Yok “benim anlatmak istediğim başkaydı, beni yanlış anlayıp yanlış mütalâa ediyorsunuz” derseniz, yani bir Padişah'ın bir erkek çocuk sahibi olduktan sonra başka çocuk için “herhangi bir teşebbüste bulunmaması” gibi bir tedbir ile bu mesele halledilirdi demek istiyorsa, kendisine şunu hatırlatmak lazım: Eskiden doğan çocukların en az üçte biri vefat ederdi. Osmanlı hanedanında, katl edilmeksizin vefat eden çocukların sayısı, siyaseten katl edilenlerle kıyaslanamayacak kadar fazladır.
    Ali Bulaç, Kanuni'nin müsteşarı olsaydı ve Padişah, bir erkek evlada sahip olduktan sonra, Bulaç'ın teklifine uyarak başka bir erkek evlat sahibi olmasaydı, bu şehzade beş yaşındayken soğuk algınlığı veya başka bir sebeple vefat etseydi, Padişahın da bir daha erkek evladı doğmasaydı ve yeğenleri arasında tahta geçecek bir erkek olmasaydı (ki buna benzer bir vaka mevcuttur) kendisine ne tavsiye ederdi? Şöyle bir şeyler mi acaba: "Haşmetlü Padişahumuz Hazretleri, müsterih olunuz. Bu vaka bize göstermektedir ki artık liberal demokrasiye tiz geçilmelidür. İzn-i hümayununuz buyrulursa Devlet-i Aliyye'nin tüm beldelerine fermanınız irsal eyleyüp cümle vilayetlerinizde sanduklar kurdurup halkın iradesine geçile. Naçizane tavsiyem, liberal demokrasiye geçelüm ve dahi devletimiz bundan böyle Padişahını halkının doğrudan tercihi ile tayin etsin!"
     Ali Bulaç ya günümüzün Osmanlı aleyhtarı dizilerinden çok müessir oldu veya Cemaat-Hükümet mücadelesi cereyan ederken, Zaman Gazetesinde muharrir olduğu için, tarihi vakaları günümüz meselelerine alet ederek yeniden yorumlamak mecburiyetinde hissetti kendini. Yazının devamı, ikinci şıkkı daha çok kuvvetlendiriyor gibi... Nitekim şöyle devam etmiş:
"Devletin bekası için evlat veya kardeş katli, siyasi kültürümüze ‘devletin her türden hukuk dışı müdahalesi’ni makbul ve mümkün yol gösterilmesini sağlamıştır. Hâlâ bunun acısını çekiyoruz. Devletin bugün de süren hukuk dışı uygulamaları, süren töre ve namus cinayetleri Müslümanların tarihte Kur’an’a göre amel etmediklerini göstermektedir".
     Bu cümleleri neşrettikten sonra, kendisi ya da gazeteden herhangi bir editör, bu satırları okudu mu acaba? Bunlar, gerçekten düşünerek kaleme alınan ifadelere hiç benzemiyor... hatta Cem Yılmaz'ın deyimiyle “beyinle yazılmayan sms sınıfı”na dahi giriyor olabilir! "Hala bunun acısını çekiyoruz" da ne demek? Osmanlı Devleti, bugün gazetesinde yazdığı cemiyetin ittifak ettiği CHP’nin babaları olan İttihatçıların eliyle becerilerek tüm müesseseleri ve esaslarıyla tarihe gömüldü. Bugün bazı sıkıntılar yaşıyorsak hukukî eksikliklerden ötürü yaşıyoruz. Demokrasi diyoruz, demokrasi darbeleri yiyoruz. Hukuk diyoruz, hukuk darbesi yiyoruz. Bunlar Osmanlı'nın yol açtığı sıkıntılar mıdır? "Devletin bugün de süren hukuk dışı uygulamaları, süren töre ve namus cinayetleri Müslümanların tarihte Kur’an’a göre amel etmediklerini göstermektedir" cümlesi ne büyük bir cinayettir. Siyaseten katl bile bu cümlenin yanında daha az dehşetli görünüyor. Devletin bugün hukuk dışı bir uygulaması varsa bu "laik" olduğunu iddia ederek tuhaf bir düzen kurmaya çalışmış olan düzensiz devletin meselesidir. Ve bu devletin şartlarında icra edilen kirli siyaset, Müslümanların tarihte Kur’an-ı Kerime göre amel etmediklerini göstermez. Bulaç köşesinde, “devletin bugünkü hukuk dışı uygulamalarında gazetesinde yazdığım cemaatin yol açtığı bazı sıkıntılar vardır” diye yazabilir mi? Bugün tarafında yer aldığı cemaatin, ittifak halinde olduğu İttihat ve Terakki'nin torunlarının, son yüz senedir bu topraklarda yol açtığı yaraların, günümüz sıkıntıları üzerindeki doğrudan tesirlerini yazmak yerine, “tarihte Müslümanların yaptığı hatalar bugün devletin karar alma merkezlerinde hala devam ediyor” gibi iddialar ileri sürmek hangi akla hizmettir... sahi... bu ne “HİZMET”tir?
     Başbakan Ahmet Davutoğlu, “bekası için kendi çocuklarını feda eden bir devletin torunlarıyız” mealinde bir ifade kullanmıştı. Ali Bulaç, Bu ifadeye bakarak, “Hükumet cemaati siyaseten katl ediyor, Osmanlı'nın yaptığı hatayı bugün de benzer anlayışla bu iktidar cemaate karşı işliyor” mu demek istiyor acaba?
    Ali Bulaç'ın ve onun gibi düşünenlerin bilmesi gerekir ki; Osmanlı, siyaseten katli, hain şehzadelere karşı icra etmedi. Henüz suç işlememiş olan kendi çocuklarını, devletin ve milletin bekası için, büyük tarihi tecrübelere dayanarak katletti. Bu siyasetin, devletin bekası için çok faydalı olduğu ortada olsa da, bazı “Romantik Felsefeciler” bu siyasetin hatalı olduğunu söylüyor. Nitekim bazı ulema da bunu söylemişti. Diyelim ki bu bir “içtihat” meselesi, farklı düşünülebilir. Ancak bu tarihi vakayı, bugünkü Türkiye'deki iç çekişmeye alet etmek, ait olunan “mantık ekolü”nün iflası demektir. Türkiye'de şu an, iktidarın hesap sorduğu bir güruh var. Suçları sabit. Suçsuz iken siyaseten katle uğramıyorlar. Bir cemaatin savcıları, Adliye binası önünde basın mensuplarına bildiri dağıtıyorsa ve bu mensuplara dokunulduğu zaman o cemaat feryad-u figan eyliyorsa, bu bir ispattır. “Tape”leri en fazla cemaat manşet yapıyorsa ve bazı polislere dokunulunca, en fazla cemaat haykırıyorsa bu bir delildir. Bunlar halkın gözü önünde cereyan ediyor. Halkın seçtiği iradeyi, halka rağmen indirmeye çalışanlar, şehzadeler kadar masum değildir. Şehzade katlinin tenkit edilmesini, katılmasak bile anlarız ama günümüz Türkiyesinde bazı insanlara dokunulmasını, siyaseten katle benzetmeye çalışmak, sonra da “bugünkü Müslümanların hataları tarihi köklerinden geliyor” demek, çok fazla “cemaatçi” bir zorlama olur (Ali Bulaç'ın fazla cemaatçi takılmadığı biliniyor olsa da). 
     Ali Bey! Kanuni’nin idare etmediği bir devlette, Kanuni’yi cinayetle itham etmek kolay, Tayyip Erdoğan’ın cinayet işlemediği bir ülkede, mevcut olan huzurlu ortama güvenerek onu hedef almak kolay. Ama hiç affetmeyen bir cemaatin gazetesinde, o cemaati, zerre miktarı tenkit etmek hiç de kolay değil öyle değil mi?

     Neyse... bu yazıyı "rahatsızlığına" veriyor ve "geçmiş olsun" diyoruz!


14 Eylül 2014 Pazar

Ermeni Soykırımı İddialarına Okyanus Ötesinden Rasyonel bir Yaklaşım: Justin McCarthy


     Birinci Dünya Savaşının başlangıcının 100. yılını geçtik, Ermeni Tehcirinin 100. yılına doğru hızla yaklaşıyoruz. Ermenilerin büyük yaygaralar koparıp, duygusal nutuklar ve etkin çalışan lobilerle, dünya kamuoyunu, Sözde Ermeni Soykırımına çekmek isteyecekleri gayet aşikar. Hiçbir delile dayanmadan, Osmanlı İmparatorluğunu, tarihin vicdanında “soykırım” yapan barbar bir devlet olarak gösterme faaliyetleri zaten uzun zamandan beri devam ediyordu. 2015 yılında ise katlanarak devam edecektir.

     Ermeni Meselesi ile ilgili bir şeyler izlemek ve okumak isterseniz, Justin McCarthy ismine
Prof. Justin McCarthy
rastlamanız çok muhtemel. Lousville Üniversitesinde Tarih Profesörü olan McCarthy, aslında bir demograf. Ancak 1. Dünya Savaşındaki kayıpları incelerken, Osmanlı Devletindeki inanılmaz rakamlar dikkatini çekiyor ve Osmanlı nüfusunun, kaybedilen topraklarla birlikte geri çekilirken yaşadığı kayıpları ve dolayısıyla, meşhur Ermeni Soykırımı iddialarını da incelemeye alıyor. Kendisi, verdiği çeşitli konferans ve panellerde, Ermenilerin “soykırım” dediği hadiseleri tarafsız ve uzak bir gözle bakarak masaya yatırıyor ve aşağıda, kabaca sıralayacağımız görüşlere yer veriyor:

     * Tarihçi McCarthy, evvela “soykırım” kelimesinin muğlak birkaç tanımından, en genel geçer olması muhtemel olanların kaideleri üzerinden şu iki soruyu soruyor: a) Osmanlılar, Ermeni Halkını toptan yok etmek için karar aldı mı? b) Ermeniler, tamamen savunmasız ve masum muydu?

     * Batı Dünyasına giden haberler, ya Türk düşmanı olan ve tarafı belli olanlar kişilerden ya da doğrudan doğruya, Anadolu'ya yayılan Misyonerler vasıtası ile idi. Amerika Birleşik Devletleri basınında yer alan haberler de ya İngiliz Basınından ya da Boston'dan (yani Anadolu'da o sıralarda cirit atmaya başlayan Misyonerlerin merkezinden) geliyordu. İngiliz Ermeni Cemiyeti de, zaten yanlı gelen bu haberleri çok iyi kullanıyordu ve lobi faaliyetleri yürütüyordu. Kaynaksız verilen bir sürü haberde Türkler, zalim, kan dökücü, öldürmekten zevk alan kişiler olarak resmediliyordu.

Ermenilerin hak iddia ettiği altı il
ya da Vilayat-ı Sitte
     * Justin McCarthy'ye göre, Osmanlı Devleti, Ermeni halkı bulunduğu yerlerden sürmek için aldığı karar tamamıyla rasyonel ve yerindeydi. Çünki Ermenilerin kurduğu çetelerin en meşhurlarından olan Hınçak ve Taşnak Cemiyetlerinin manifesto ve çalışma programlarında, “silahlı kuvvet kullanarak” devlet kurma düşüncesi gayet açıktı. 1890'larda, çok sayıda Ermeni Ayaklanması, Adana Bölgesinden, taa Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar olan alanda yaşandı. Bu isyanların çoğunu Hınçak denilen ve Milliyetçi bir motivasyonla hareket ettiği halde, ideolojik olarak Sosyalist bir yapı olan komita gerçekleştirdi. Yüzyıllardır Osmanlı tebaasından olan Ermeniler, Rus İmparatorluğunun Kafkasya ve hatta Doğu Anadolu'ya yayılması ve "Milliyetçilik" fikriyatının, var olan çok uluslu ve çok dinli İmparatorlukları içeriden kemirmeye başlaması ile birlikte, bağımsız devlet hayallerini "vur-kaç" taktikleri uygulayan gerilla grupları vasıtasıyla pratiğe dönüştürmeye çabaladı. Bu gerillalar, istedikleri zaman Rus topraklarına girip, parasal ve lojistik destek alıyorlardı. Ermeni komitaları 19. yüzyılın sonlarında ve gelen yüzyılın hemen başlarında, Doğu bölgelerinde terör estiriyordu. Bunlar, çoluk çocuk demeden, baskın yaptıkları yerlerdeki kaçmayı beceremeyen her Müslümanı öldürüyordu. Taşnak Cemiyeti, Rusya'dan sürekli silah ve cephane getiriyordu. Osmanlı İdarecileri, bunların ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu elbette. Alınan "tehcir" kararının en mühim sebeplerinden biri buydu.

     * 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı başlar başlamaz, Ermeniler hemen, Rusya Devletinin gönüllü birer casusu ve ajanı oluverdiler.

      * Ruslar, Kafkaslara ve Doğu Anadolu'ya indikten sonra, yüzyıllardır Müslüman olan yerleşik nüfusu hemen sürmeye, onların boşalttığı yerlere de, "daha yakın" sandıkları Ermenileri yerleştirdi. Dolayısıyla bugün, “Ermenistan” diye bilinen ülke, çoğunluk olan Müslümanların sürülmesi ve Ermenilerin o bölgeye yerleşmesi temeline dayanır..

     * McCarthy, Ermenilerin isyanlar düzenlediği bölgelerdeki nüfusu inceliyor ve bu bölgelerin hiçbir tereddüde yer bırakmayacak derecede Müslüman ağırlıklı (ortalama olarak %80'e karşı %20 gibi bir oran düşünün) bir yapıda olduğunu söylüyor.

     * Adana Bölgesinden 440 bin civarında Ermeni tehcir edilirken, Doğu Anadolu'dan da hemen hemen aynı sayıda Ermeni, herhangi bir tehcir olmadan, Osmanlı Ordusuna yakalanmamak için Rusya topraklarına geçti. Ama bu rakamlardan çok daha fazla Müslüman, Ermeni Çetelerin ve Rus Ordusunun tacizinden kaçmak için daha iç bölgelere hicret etti. Yani her iki taraf da, “zorunlu göç” denilebilecek bir hareketlenmenin içindeydi. Burada mühim olan husus, yer değiştiren Müslüman ahalinin, Ermenilerden çok daha fazla olduğu gerçeğidir.

     * Prof. McCarthy, Birinci Dünya Savaşı başladığında, Doğu Anadolu topraklarında, neredeyse hiç genç Ermeni kalmadığını çünki hepsinin Rus Ordusuna yazıldığını belirtiyor. 

     * Anadolu'nun doğusunda, Ruslara karşı verilen savaşın iki ana cephesi vardı: İlki, Erzurum Anayolu üzerinden giden, diğeri de Van Anayolu üzerinden giden cephe (yani Kafkasya ve İran cepheleri). Bu anayollar hayati öneme sahipti çünki lojistik destek ve yaralı sevkiyatının, bunların dışında yapılması neredeyse imkansızdı. Bu iki cephe, telgraf hattı ile birbirene bağlıydı ve aradaki iletişimi sağlıyordu. Fakat birileri, aradaki iletişimi sağlayan telgraf tellerini kesiyorsa, artık bir iletişiminiz yok demektir. Telgraf tellerini kesen ve gerilla taktikleri ile ortalığı yağmalayan da Ermeni Çetelerinden başkası değildi. Bu çeteler, telleri birçok yerde ve defaaten kesiyordu. Bu durumda da, Osmanlı Ordusu, sadece telegraf tellerini korumak için, cepheden alakasız yerlere asker göndermek zorunda kalıyordu. Ermenilerin, savaş esnasındaki birinci öncelikli gayesi, Rus Ordusuna, her ne şekilde olursa olsun yardım etmekti.

     * Nisan 1915'te Ermeniler Van'ı işgal etti ve ele geçirdikleri yerlerdeki Müslümanları katlettiler (işgal sonrasında ortaya çıkan sayı inanılmazdı: Müslim nüfusun üçte ikisi katledilmişti). Sonra da, Mayıs ayında, Ruslar gelir gelmez, şehrin anahtarını Rus Ordusuna verdiler.

     * Tehcir sırasında sürgün edilen Ermenilerin %20'si açlık, sari hastalıklar sebebiyle ölürken, Rus İmparatorluğuna sığındığını sanan ve Ruslar tarafından zerre umursanmayan Ermenilerin neredeyse %50'si açlık ve hastalıklar sebebiyle öldü. Yani, kendi istekleri ile sığındıkları ülkenin sınırları içindeki ölüm oranı, Osmanlı İdarecileri tarafından tatbik edilen tehcir sebebiyle yaşanan ölümlerden, oran olarak çok daha fazlaydı.

     * İşin en enteresan kısımlarından biri, Osmanlıların, Ermenileri katledenleri mahkeme karşısına çıkarmaları ve bu fiillere karışanları idam etmiş olmalarıdır (asılanların sayısı McCarthy'ye göre 2000 civarındadır ve asılanlar arasında bir de vali vardır).

     * Osmanlılar, büyük şehirlerinde meskun bulunan Ermenilere hiç dokunmadığı gibi, onların da aklına bu toprakları terk etmek gelmemiştir. Adolf Hitler'in, Berlin'deki Yahudilere, “Burada takılın size zarar gelmeyecek” dediğini bir düşünsenize!

     * Netice olarak Justin McCarthy, başta sorduğu suallerin cevabını veriyor:
Soykırım olması için gereken donelerden biri, “tamamen savunmasız” olmaktır. Ruslara her türlü yardım ve yataklık yapan, kendi topraklarında isyanlar çıkaran, çeteler kurmak suretiyle “gerilla” savaşı yürüten ve masum Müslim sakinleri katleden Ermeniler, “tamamen savunmasız” olmaktan fersah fersah uzaktı.
Soykırımın ikinci olmazsa olmazı, “bir topluluğu yok etmek niyetinde olmak”. Sürgüne gönderilenlerin çoğunluğu (ki neredeyse %80 gibi bir sayıdır) bu sürgünden sağ kurtuldu. İstanbul, İzmir ve Edirne gibi şehirlerde yaşayan Ermenilere hiç dokunulmadı. En yüksek ölüm oranları cephedeydi. Osmanlılar, Ermenilere karşı suç işleyenleri mahkemelere çıkardı. Ve son olarak da... “yok etme niyeti”ni gösterecek hiçbir delil yok (Osmanlı arşivlerini didik didik eden İngilizlerin kanıt bulmak için sarf ettikleri üstün çabalara rağmen). 

      Bütün bu bilgilerin ışığında, 1915 yılında yaşanan acı olayları, "soykırım" başlığı altında incelemek, en hafif hali ile dahi "saçmalık"tır.


Aşağıdaki videoda, McCarthy'nin, Orhan Pamuk'un "bu topraklarda bir milyon Ermeni öldürüldü" sözüne verdiği "kapak" cevabı izleyebilirsiniz:



Papa Francis'in, yaşanan olayları, Ermeni Diasporasının önünde "soykırım" olarak nitelendirdiği görüntüleri:


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Siyaset Biliminin Mümtaz'er Türköne ile İmtihanı*


Mümtaz'er Türköne
      Mümtaz'er Türköne, bir siyaset bilimci profesör sıfatıyla, Türkiye'nin günlük siyasi meselelerini değerlendirmekte ve aynı zamanda Fatih Üniversitesinde siyaset bilimi dersleri vermektedir. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Salih Tuna'nın 8 Şubat 2014’te yayınladığı makalesinde, M. Türköne’nin 2011 genel seçimlerinde AK Parti'den milletvekili adayı olmak istediğini, daha evvel izdivaç ettiği genç talebesinin AK Parti milletvekilliği adaylığı kabul edildiği halde kendisine milletvekilliğinin verilmediğine dikkat çekmiş ve bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Bir insan evladı, 'Talebem konumundaki eski eşimi milletvekili yaptığı halde beni milletvekili yapmayan parti kapatılsın' derse, anlaşılır bir durumdur bu.” Görünüşe bakılırsa, talebesi yaşındaki zevcesinin AK Parti’den kabul alıp kendisinin (ki daha sonradan ‘tuzluk’a dönüşme ihtimali fark edilmiş olacak ki) reddedilmesi vakası Türköne'nin içinde AK Parti'ye karşı şahsi bir kızgınlık sebebi olabilmektedir. Ancak, Türkiye'de iktidar mücadelesinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan hükümet-cemaat ittifakının zamanla ihtilafa dönüşmesi ile beraber Türköne'nin iktidar aleyhine ifadeleri giderek, içindeki kızgınlığın dışa vurulması şeklinde cereyan etmiştir. Deniz, boğduğu canlıların cesedini işini bitirdikten sonra nasıl sahile vuruyorsa, Mümtaz'er Türköne'yi içinde boğan AK Parti kızgınlığı da, kendisini hükümet-cemaat mücadelesi esnasında sahile vurmuş görünmektedir. Türköne, 17 Aralık öncesinde kaleme aldığı tuhaf makalelerini bu tarihten sonra ayrı bir tuhaflık ile sürdürmektedir. Türköne’nin akademisyen üslubundan kopup, militan bir cemaat-ideoloji üslubu ile ifadeler kullanmaya başlamasını anlamaya çalışan Salih Tuna, 29 Ocak 2014’te şöyle soruyordu: “Acaba...'Kaseti falan mı var? Hem nasıl bir kasettir ki bu, böyle korkunç böyle rezil bir savrulmaya neden olabiliyor?' Acaba...'Eşini milletvekili yapan AK Parti, kendisini (milletvekili aday adayı
olduğu halde) yapmayınca bir kırgınlık mı yaşıyor? Fırsat bu fırsat deyip ödeşmek mi istiyor yoksa?'”.

     Türköne, 30 Mart Seçimleri yaklaşırken ideolojisinin mutaassıp bir müdafii olarak bilim adamı kıyafetini çıkararak iyice darbeciliğe soyundu. Bazı meşhur oyuncu isimlerin “sanat için”! soyunduğunu iddia ederek gündemde kalmaya çalıştıklarına şahit olan Türk halkı, 30 Mart mahalli seçimleri yaklaşırken M. Türköne’nin ‘siyaset ve cemaat için’ soyunduğunu, siyaset bilimi kıyafetinden tamamen çıplak ve uzak kalan bir ruh hali ile 28 Şubat’ın öncü isimlerinden Çevik Bir ile aynı çizgide yazılar kaleme aldığına şahit oldu. Malum, Çevik Bir, 28 Şubat’ı niçin yaptıklarını ABD’de neşredilen bir yayın organında, İsrailli bir akademisyen ile ortak kaleme aldığı makalesinde şöyle ifade etmişti: “Türkiye’yi dincilerin eline bırakamazdık.” (Bir&Sherman, 2002, c.9, n.4) 28 Mart 2014’te, yani mahalli seçimlerden iki gün önce Zaman Gazetesinde cemaatinin ve şahsının duasını dile getiren Türköne şöyle diyordu: “Seçimin erken alınmış bir tek sonucu var: Erdoğan, artık bu ülkeyi yönetemez”. Türköne’nin ruh halini tahlil etmeye çalışmak, tarih ve siyaset bilimi sahasında zaman harcamayı elzem kılmaktadır. “Erdoğan, Türkiye’yi bu saatten sonra yönetemez. Kendini kurtarma telaşında iken nasıl yönetsin?” gibi müdafiî olduğu liberal demokrasi ile izah edilmesi mümkün olmayan ifadeler kullanabilen bu siyaset bilimci yazar, Ahmet Davutoğlu'nun başvekilliğe namzet gösterilmesi akabinde yeni bir takım tuhaf tahliller ile karşımıza çıkmıştır. Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesinde şu ifadeler yer almaktadır:

Modernleşme döneminde Osmanlı ordusunda iki tür subay vardı: Mesleğe nefer olarak başlayıp, gösterdiği yararlılıkla paşalığa kadar yükselen okuması-yazması olmayan “alaylı” subaylarla, Harbiye’den yetişme, sevkü’lceyş bilen, bir topun namlusunun sinüs ve kosinüsünü hesaplayabilen eğitimli subaylar. Erdoğan çekirdekten yetişme bir alaylı, Davutoğlu ise çok iyi eğitim almış ve eğitim vermiş bir mektepli. Biri sezgileri ve içgüdüleriyle hareket ederken öbürünün zihninin gerisinde mutlaka sistemli bir teori işliyor.

   Osmanlı’daki alaylı ve Harbiyeli askerlerin yükselişi ile, günümüz Türkiyesindeki askerî olmayan siyasetçilerin yükselişi arasında bir benzerlik kurulabilir. Ancak aralarındaki büyük farklardan ötürü bu benzerlikler fazla izah edici olmaz. Alaylı veya Harbiyeli kökenden gelen Osmanlı paşaları tayin edilmiş memurlardır, halkın iradesi ile değil devletin zirvesinin müsaadesi ile yükselirler. Erdoğan ve Davutoğlu, devletin müdahalelerine rağmen mücadele ederek bu günlere gelmiş şahsiyetler olup, halkın iradesi ile seçilmişlerdir, tayin edilmiş değillerdir. Türkiye’de yaşayan ve siyaset bilimci olduğunu iddia eden, üstelik derin tarih bilgisine sahipmiş gibi bir tavır sergileyen bir profesör, eğer hala Erdoğan’ı, aklı ile hesap yaparak müfredat hazırlayan bir siyasi deha değil de içgüdüleriyle hareket eden birine benzetiyorsa, onun siyasi dehasında mağlup olmaya mahkumdur ve bu mağlubiyetle daha da hırçınlaşmaktadır. Bu, siyaset bilimini bilmeyen CHP-MHP zihniyetinden farklı bir zihniyet değildir. O halde aynı “çatı” altında buluşmak, bu zihniyetin en layık olduğu yermiş demekten başka yorumu da bizlere bırakmaz. Erdoğan, şu anda dünyanın en ileri üniversitelerinde insan psikolojisi, karşısındakinin gözünün içine bakarak ona söyleyeceğini unutturma ve suçluluk hissettirme, siyasi karar alma, kararlı duruşu ile kitleleri büyüleme, hitap ederken kelimeleri telaffuz etme, basın mensupları karşısında heyecanlanmadan zihnindekileri evde tek başına konuşuyormuş gibi aynı kararlılıkla ifade edebilme, kağıda bakmadan saatlerce konuşabilme ve harika bir hafıza tekniği ile kısa sürede çok şeyler ezberleyebilme hususunda doktora çalışmalarına danışmanlık yapabilecek bir kapasitededir. Eğer fevri davranan bir siyasetçi olsaydı Türkiye şu ana kadar çoktan Suriye ile harbe girmiş, halk sokaklara dökülmüş ve hükumet defalarca düşmüş olurdu. Hatta eğer Erdoğan mühendislik hassasiyetiyle düşünen değil de fevri davranan, aklı ile zeki bir insan gibi davranan değil de, iç güdü ile davranan bir şahsiyet ise şayet, o halde bu tablo M. Türköne için çok daha vahimdir. Çünkü aklını kullanan, profesör olan ve beynelmilel ittifaklara girişerek topyekün hücum edenleri, aklını kullanmadan içgüdüleri ile devirebilmiş ise, karşısındakilerin aklından üstün içgüdülere sahiptir ki bu "fevkaladenin fevkinde" bir hal olur.

halef-selef
   Ahmet Davutoğlu’nun çok iyi bir tedrisattan geçtiği malumdur. Davutoğlu, hayatını bilime vakfetmiş, maddi imkanlara sahip olduğu için para kazanmakla değil ilim kazanmakla ve geri kalmış ülkesinin terakkisine çareler aramakla hayatını geçirmiştir. Doktorasını yaparken dünyayı gezmiş, dünyayı anlamaya çalışmış, meselelerin sebepleri ve özünü idrak ile vakit harcamıştır. Malezya’da siyaset bilimi bölümünü kurmuş, beş sene burada dersler vermiştir. Kâh Mısır’da, piramitlerin dibindeki gölgelerde dolaşan bir doktora talebesi, kâh Uhud Dağının etrafında dolaşarak harbin sevkülceyş vaziyetini ve Müslüman ordusunu muhasara eden Halid bin Velid’in hamlelerini, kâh Ürdün’de ve Suriye’de dolaşarak Arapçasını geliştirmeye çalışan ve buralardaki Osmanlı tarihinin izini süren bir talebe, kâh Uzak Doğulu Müslümanların camilerinde ve üniversitelerinde dolaşan, bu insanları ve mekanların mirasında yatan ruhu anlamaya çalışan bir araştırmacı-seyyah bilim adamı olmuştur. Hatta bunları yaparken çoğu defa ailesini uzun süre ihmal etmek mecburiyetinde kalmıştır. Zira bu işler ailece hep birlikte yapılabilen tütün dizmek, fındık toplamak veya biber doldurarak yemek hazırlama işine pek benzememektedir. Bu esnada Erdoğan’ın mücadelesi İstanbul’da cereyan etmektedir. 1990-95 arasında, Davutoğlu Malezya İslam Üniversitesinde ilmî dersler talim ettirirken, Erdoğan İstanbul’da siyasî mücadele vermekte ve halkın iradesi ile belediye başkanlığına gelmektedir. Davutoğlu, 1995-99 arasında Marmara Üniversitesi’nde dersler verirken, Erdoğan İstanbul’da başlattığı büyük projelerin ve halkın gözünde kazandığı itibarın hesabını vermekte, darbe yiyerek hapis yapmaktadır. Davutoğlu 1998-2002 arasında Harbiye’de dersler verirken, Erdoğan halkın iradesi ve siyasi dehası sayesinde Türkiye’yi değiştirecek iktidara yürümektedir. Bu iktidarın hedefi önce Türkiye’nin belini doğrultmak ve akabinde Osmanlı coğrafyasına inmektir. Bunun için makul isimler tespit edilir. Erdoğan’ın yol arkadaşı Abdullah Gül, Türkiye’nin dış politikasında Ahmet Davutoğlu’ndan istifade edilmelidir diye düşünür. Ankara’dan İstanbul’u arayarak kendisini bu iş için davet eder. Ama Davutoğlu bir ilim adamıdır ve “bilim adamı bu şekilde siyasetçinin ayağına giderse siyasetin emrine girerek ilmî hüviyetini kaybeder” diyerek kibarca cevap verir. Bunun üzerine A. Gül Ankara’dan İstanbul’a gelip, A. Davutoğlu’nu ikna eder ve alıp Ankara’ya götürür. “Komşularla sıfır ihtilaf” siyaseti Yeni Türkiye’nin kısa vadeli bölge politikasında bir kızıl elma olarak, Davutoğlu’nun Türk dış politika müfredatına yerleştirdiği bir idraktir. “Çatışarak, inatlaşarak değil müzakere ederek önce komşularımızla aramızı düzeltmeliyiz” der. Zira komşularımızla yaşadığımız gerilim büyük devletlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Bunu ısrarla anlamak istemeyen çok sayıda “yazar-düşünür” veya (yatar-düşgörür) insanlar ne için tenkit ettiklerini bile bilmeden ahkam kesmeye başlarlar. Önce “Sıfır ihtilaf da nereden çıktı?” derler, sonra Suriye ile vizeler kalktıktan iki sene sonra aynı ülke ile gerilimler başlayınca “Hani sıfır ihtilaf olacaktı, sıfır komşuya döndük, ne oldu?” gibi ifadelerle sırıtırlar ama yerine daha iyisini teklif edemezler. Bir iki sene de olsa sıfır ihtilaf siyaseti işe yaramış, hatta bunu hayalperest bulanlar zamanla buna alışmış ve gerilim başlayınca sanki yüz senedir Suriye ile dostmuşuz gibi Şam ile vizeyi kaldırmayı başaran kişileri kabahatli bulmuşlardır.

     Bu minvalde bakacak olursak, farklı sahalarda mücadele vererek bugün bir ihsan-ı ilahi olarak aynı yolda bir araya gelmiş bu iki ismi kıyaslarken siyaset biliminden uzak tam bir cemaat ideolojisi çizgileriyle tahlil yapmaya çalışmak maalesef bu işlerden anlayanlara karşı saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu noktada basiret bağlanması yaşayan Türköne’nin sözleriyle devam edelim:

Davutoğlu isminin ilan edildiği toplantıda yaptığı teşekkür konuşmasında “12 yıllık restorasyon hareketi”nin devam edeceğini söyledi. Erdoğan “restorasyon”un ne anlama geldiğini, yaptığı işin bir restorasyon işi olduğunu -bu tabiri bugüne kadar hiç kullanmadığına göre- bilmiyor olmalı. Kuvvetli siyasî tarih bilgisi olmayan ve bu tabiri eski eserlerin onarılması olarak anlayan AK Parti kurmayları da Davutoğlu’nun muradını anlayamaz. Fransız Devrimi’ni, Napolyon Savaşları’nı sonrasında Avusturya şansölyesi Metternich’in mimarı olduğu Avrupa Uyumu’nu ve 1815’ten 1848’e kadar devam eden dönemin Restorasyon Dönemi olduğunu bilmeden, Davutoğlu’nun uzmanı olduğu alana ait bu kavrama ne anlam yüklediğini ve dolayısıyla Türkiye’ye nasıl bir yön tayin ettiğini çözemezsiniz. “Van minits”in karşısına “restorasyon”u yerleştirmek, Erdoğan-Davutoğlu farkını anlamak için size bir fikir verebilir. Biri tesadüf eseri yerine oturmuş bir meydan okuma, öbürü ise teorik bir çözümlemenin ve sistematik bir düşüncenin ürünü.

    Erdoğan’ın bugüne kadar yaptıklarının bu topraklarda devlet için Nizam-ı Cedîdi başaran Sultan 2. Mahmud’dan beri yapılmış en büyük restorasyon olduğunu anlamadığını iddia etmek ve Erdoğan’dan daha iyi İngilizce bildiğini gösterme kompleksi ile O’nun “one minute”ü ile alay etmek Salih Tuna’nın M. Türköne ile alakalı yukarıda yer verdiğimiz tespitlerini haklı çıkarmaktadır. 2012’de ekranlarda Ergenekon tutuklularının ateşli müdafiî Ramiz İlker Paşa ile atışırken, “Siz 2. Mahmud mu oldunuz da orduyu kaldırıyorsunuz?” çıkışına cevaben “3. Selim’in ıslahatçı mirasına sahip çıktıklarını, hükümetin Türkiye’yi ıslah ettiğini” dile getiren Türköne, iki sene sonra aynı hükümetin “ıslahat” kelimesinde yatan manadan bîhaber olduğunu iddia ederken, aslında kendisini tekzip etmektedir. Yok eğer 2012’de “ıslahat yapan” olarak hükümeti değil de cemaati kastetmiş idiyse, o zaman Ergenekon Davasını hükümetin değil cemaatin başlattığını itiraf etmiş olur ve bugünkü ifadeleri ile gene tenakuza düşer. Son yazısında, Davutoğlu’nu tayin eden Erdoğan’ı Davutoğlu’ndan “geri” ve “şuursuz” bir idrak seviyesinde göstermeye çalışmak da cemaatin “iktidarla topyekün ihtilaf” siyaseti mucibince olsa gerektir. Nitekim aynı cemaat yakın zaman kadar Gül-Erdoğan mukayesesi yaparak Erdoğan’ı “geri kafalı” göstermeye çalışırken şimdi aynı politikayı Erdoğan-Davutoğlu mukayesesi üzerinden sürdüreceğini ibraz etmiş oluyor. Davutoğlu’nun bu cemaate karşı devleti müdafaa edeceği için tayin edildiğini ilan eden Erdoğan’ın vekili Davutoğlu’nun, siyasi zihniyetini bilen cemaat belli ki O’nu Erdoğan’ın nazarında “kellesi koparılacak” yeni bir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yapmak istemektedir:

Teorik düşünce her zaman başarılı sonuçlar vermez. Tarihi filozoflar değil politikacılar yapar; her iki nitelik nadiren aynı kişide bir araya gelir. Davutoğlu’nun bugün adı bile unutulan “sıfır sorun” politikasına bakarak onu peşinen mahkum edenler, belki de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı hatırlamalı. Tarihçiler der ki, padişah kellesini almasaydı, Viyana bozgunu sonrası devletin girdiği muhatarayı düzeltecek olan yine oydu. Bin yıllık bir devletin restorasyonunda bu örnekler yabana atılmamalı.

    Günümüzde Türk iç ve dış politikasında cereyan eden tüm çatışmanın temelinde Türkiye’nin “Orta Doğu”daki tüm sahalara hızla giren bir oyuncu olmak istemesinin yattığını anlamaktan imtina eden ‘yatar-düşgörür’ profesörlerimizin sayısı pek de az değildir. Türköne gibi isimler bunun sebebini başka türlü anlamak (veya propaganda yapmak) çabasındadırlar. Onlara göre tüm bunların sebebi Erdoğan’ın “tek adam olma kibri”dir:

Duygusal travmalar unutulur, kırgınlıklar geride kalır. Bugünün keskin düşmanlıkları Erdoğan’ın iktidar tekeli oluşturma ve otokratik bir düzene geçme çabalarının ürünüydü. Yürümeyen yolsuzluk soruşturmaları ve bu soruşturmaları engellemek için uydurulan “paralel devlet hayaleti”, Erdoğan’ın niyetlendiği ama başaramadığı bu otokrasinin finans ayağının ürünleri. Davutoğlu Erdoğan için bu otokrasiyi “restore” eder mi? Davutoğlu’nun restorasyondan anladığı çok farklı. Peki, Davutoğlu kendi otokratik yönetimini oluşturabilir mi? Davutoğlu’nun çok iyi bildiği siyasî realizm, bu ihtimalin imkânsız olduğunu söylüyor. Yakın dönemde siyasette çok ortaklı bir şirketin çoğunluk hissesi olan patronu ile CEO’su arasındaki ilişkiyi takip edeceğiz. Bu ilişkinin biçimini iki taraf değil, piyasa beklentileri belirleyecek.

    Görülülüyor ki, her kötü şeyin müsebbibi Erdoğan olarak gösterilmektedir. Bu vaka, bize tarihi hatırlatmaktadır. Eğer Türköne, Ali Suavi Vakası ile İttihat-Terakki’nin Sultan 2. Abdülhamid Hanı devirmek için dış destekler alarak nasıl çalıştıklarını, “Sultan’ın yolsuzluk yaptığını ve dine aykırı hareketlernin olduğunu” iddia ederek halkı nasıl aldatmaya çalıştıklarını biliyor olsaydı kendisinden bu kadar dar nokta-i nazardan yaklaşımlar geliştirmesi beklenmezdi. Hatta tüm Türk halkının tarihi bilmediğini varsayarak, yeni nesil bir İttihatçı ruhuyla her kötülüğün müsebbibi olarak Sultan’ın iktidarını göstermeye çalışması, cahilliğine verilir, kaale bile alınmazdı. Ancak, M. Türköne’nin Ali Suavi Vakasını çok iyi bildiği ve 1878’deki bu vaka ile günümüzdeki “Erdoğan Düşmanlığı” meselesinin tarihî bir tekerrür olduğunu gördüğünü düşünen birisi olarak iki ihtimale yer veriyorum: Ya koyu cemaat taassubu onu bilerek ve isteyerek yalan söylemeye, yani müfteri olmaya maruz bırakıyor veyahut gene Salih Tuna’ya hak vermek mecburiyetinde kalıyorum: “Acaba kasedi mi var?” Eğer gerçek ikinci şıkta saklı ise masumdur. Allah kurtarsın!

Derkenar: Ali Suavi, şeyh-alim tarzında bir şahsiyet olarak Sultan 2. Abdülhamid’in iki senelik iktidarı karşısında Londra-Paris farmason localarının desteğinde İstanbul’daki siyasi zemini şekillendirmeye çalışan İttihatçı (Genç Türkler) hareketine iştirak etmişti. Darbe sevdasıyla Saray’ı basarak kan akıtmaktan imtina etmemiş olan bu alim! zât, ilmini memleketin bekası için değil, hebası için sarfetmişti. Genç Türkler’in öncüsü Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Tunalı Hilmi gibi İslâm dininden pek hazzetmeyen isimler ile bu Müslüman-Alim! zâtın aynı iktidara karşı ittifak etmeleri, 2013-2014 senesinde başka isimler ile ama aynı suret dahilinde aynen tekerrür etmektedir. İttihatçıların torunları CHP ile Ali Suavi’nin yerini almış olan alim! bir zatın ittifak ederek aynı iktidara aynı ifadeler ve tekniklerle taarruz etmeleri hayret verici bir tekerrürdür.



*Bu yazı, Zaman Gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesine ve genel olarak 17 Aralık sonrası tutumuna bir tenkid mahiyetindedir.


20 Ağustos 2014 Çarşamba

Beni Kurayza İhanetinden IŞİD Terörüne Giden Çıkmaz Yol


     IŞİD denilen, insanlıktan nasibini almamış eşkıya sürüsünün tarih sahnesine birdenbire çıkışıyla birlikte, bir takım zevatın ağzına, Beni Kurayza Kabilesinin cezalandırması hadisesinin dolanması hiç de şaşırtıcı gelmedi doğrusu! İslamiyetin boğazlarından aşağıya geçmediği bu haydutları İslam Dini ile bağdaştırmak, en hafif hali ile dahi zulümdür. Bu bağdaştırmadan ne kastedilmek istendiğini anlamak ve konuya daha bir derinden bakabilmek için her iki konuyu da beyaz kağıda dökelim (İslamiyet deyince vücut kimyası bozulan ve empati yeleğini çıkarıp hemencecik antipati zırhına bürünenlere pek faydası olmaz ama belki doğruları öğrenmek isteyenler çıkabilir elbette):

Beni Kurayza Gazvesi ve Yahudilerin İhaneti:

     Peygamber Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın Medine'ye Hicreti ile, İslam Tarihinde "Medine Dönemi" olarak bilinen devir başladı. Bundan evvel, Mekkeli müşrikler eli ile yıllardır devam edegelen zulüm ve işkenceler karşısında Müslümanlar, müşrikler ile mücadele etmek için defaatle izin istediler ancak izin verilmedi. Hicretten sonra ise, İslam Devletinin teşekkül etmesi ile birlikte, mahzun Yesrib, "medeniyet"in ta kendisi "Medine"ye dönüşürken, Mekke'dekilerle cihada da izin verildi. 

     Medine'de o sıralarda, Evs ve Hazrec kabileleri ile birlikte, Benî Nadir, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza adındaki üç tane Yahudi kabilesi de meskundu. Bu Yahudi kabileler haricindeki halk, toptan İslamiyeti benimsemiş ve Resulullah Efendimizi, büyük bir iştiyakla bağrına basmıştı. Ancak mezkur üç kabilenin derdi büyüktü çünki her başları sıkıştığında "Ya Rabbi, bize göndereceğini vaat ettiğin Ahır Zaman Peygamberi hürmetine yardım et, bize zafer ihsan et" diye ettikleri müstecap duaların karşılığında gelen Son Elçi, Yahudilerden değil, gıcık oldukları Araplardan zuhur etmişti. Haliyle kıskançlık ve kızgınlıktan akılları başlarından gitti. Bu durum, Hicretten sonra daha da şiddetlendi ve Müslümanları alt etmek ve yenilgiye uğratmak için Mekkeli Müşriklerle gizli ittifaklar dahil, her türlü yola başvurmaya başladılar (Medine Sözleşmesi diye bilinen, geniş çaplı anlaşmaya uyacaklarına söz verip imza atmış olmalarına rağmen). Bedir, Uhud derken, işler hiç de Yahudilerin istediği gibi gitmiyordu. Mekkeliler bir türlü beklenen zaferi gerçekleştirememişti. Beni Kaynuka ve Beni Nadir kabileleri, daha önceden saflarını açıkça belli edip, çeşitli vesilelerle, yapılan anlaşmalara ihanet ettikleri için Medine'den sürülmüşlerdi ve orada sadece Beni Kurayza Yahudileri kalmıştı. Müslümanlar, Hendek Savaşının başlaması ile birlikte büyük bir kuşatmanın içinde buldular kendilerini. Anlaşma gereği, şehir savunmasına fiilen katılması gereken Kurayzaoğullarının olduğu tarafa hendek dahi kazılmamıştı. Kuşatma uzadıkça, Mekkelilerin büyük ordusunun Medineli Müslümanları yeneceğini düşünen Yahudiler, ihanete ve arkadan vurmaya başladılar. Kendilerine bir heyet gönderilerek, neden savaşın en kızışık zamanında ihanete yeltendikleri sorulunca, iyice şımaran Kurayzalılar, hem gelenlere hem de Peygamber Efendimize ağır hakaretlerde bulundular. Ve hemen akabinde de, alçakça bir şekilde, cephede bulunan erkeklerin ailelerinin baskına kalkıştılar. Bu yapılanlar, mutabakat  metnine açık bir muhalefet olmasının yanı sıra, ayan beyan bir çapulculuk, düşmanla işbirliği, sabotaj ve ihanetti. Devletin iç güvenliğini doğrudan, bilavasıta tehlikeye atan bu durumun "medeni ülkeler"de adı "vatana ihanet"tir ve şu andaki durumda dahi bunun karşılığı ya idamdır ya da ömür boyu hapistir. 

     Hendek Savaşında, kelimenin tam manasıyla  "rüzgar terse dönmüş" ve Müslümanlar kesin bir zafer kazanmıştı. Ancak yapılacak çok mühim bir iş kaldı; o da ihanet şebekesini cezalandırmak. Daha muharebede kalkan tozlar yere düşmeden, Peygamber Efendimiz ve eshabı, hemen Kurayzalıların sağlam kalesine doğru yöneldi. Önden Hz. Ali gitmişti ve oraya vardığında duyduğu şeyler hiç de hoş değildi. Kurayza Kabilesinin fertleri sövmeye ve alay etmeye devam ediyordu, herhangi bir pişmanlık ve af dileme girişimi yoktu. Hz. Peygamber, durumun farkında olarak, kalenin önüne geldi ve içeridekilere teker teker seslenerek, Müslüman olmalarını teklif etti. Buna müspet cevap gelmeyince, bu sefer de teslim olmaları çağrısında bulundu. İslam askerinin, tarih boyunca, düşman karşısındaki tavrını da özetleyen bu iki teklifin ardından, silaha başvurmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Beni Kurayza'nın kalesi muhasara altına alındı ve bu kuşatma uzadıkça uzadı. Bunun üzerine Yahudiler, belli şartlar ileri sürerek teslim olacaklarını söylediler. Şartlardan biri, mal ve silahları bırakıp Medine'den ayrılmaktı ancak Resulullah, bu teklifi kabul etmedi çünki aynısı Beni Nadir Yahudilerine de uygulanmış ve onlar da doğrudan düşman saflarında birer nefer olarak geri dönmüştü. Kayıtsız şartsız teslimiyete razı olan Kurayzalı Yahudiler, kaleden çıkmaya başladı. Peygamber Efendimiz, verilecek hüküm konusunda hakemlik yapacak kimseyi tayin etmelerini istedi. Onlar da, Evs Kabilesinden Hz. Sad bin Muaz'ı hakem olarak seçtiler. Sad bin Muaz, her iki tarafın da, verilecek karara uyması konusunda sözünü aldı. Hz. Sad'ın verdiği hüküm, Tevrat'a tam olarak uygundu, yani Yahudiler, Hz. Musa'nın şeriatine uygun olarak cezalandırıldılar: Eli silah tutanlar öldürülecek, mallar fey olunacak (yani taksim edilecek), kadın ve çocuklar da esir statüsünde hayatlarına devam edecek.

     IŞİD Belası:

     20. yüzyılın sonlarına doğru iyice yükselen Selefiliğin ve Batı Dünyası açısından mükemmel işleyen "Müslüman=terörist" algısının tabii neticelerinden biri, Ortadoğu denilen coğrafyada kendini "Irak ve Şam İslam Devleti" olarak birdenbire gösteriverdi. Büyük çoğunluğumuz için gerçekten de "birdenbire" olmuştu. 2014 yılı ile birlikte, sıkıntılı Irak topraklarının batısında, merkezi ortoritesi zayıflamış ve iç savaş halindeki Suriye'nin doğusunda, Toyota markalı vasıtalara doluşmuş, ağzı burnu kapalı, ellerinde "La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah" yazılı İslam Sancağı ile, bir güruh peyda oldu. Bu çapulcu güruh, kasıtlı olarak ilk önce "Sünni" sıfatıyla adlandırılmak istendi ancak önlerine her geleni kafir ilan edip kafa kesen ve o topraklarda medfun bulunan zevat-ı kiramın türbelerini havaya uçuran eşkıyaların, Sünnilikle hiçbir ilişkisinin olmadığı tez zamanda ortaya çıktı. 

     Peki, neydi bu Ortadoğu'yu kasıp kavuran dalga? Çok basit ve temel olarak, şu ana kadar anlaşıldığı haliyle, Ortadoğu'da, Batılı Kuvvetlerin "cetvel vasıtasıyla" çizdiği sınırların (Sykes-Picot Anlaşması) değişmesi ve güncellenmesi gerektiğinin, 1800'lerin başında yaşanan Birinci Vahhabi Ayaklanması ve Suudi Arabistan devletinin kurulması ile neticelenen İkinci Vahhabi İsyanının bir devamı olarak görülebilecek "asi" bir hareketle desteklenmesi işlemi gibi duruyor. Yani, Vahhabi Selefi tayfanın isyanı görünümlü, yeni bir sınır ve denge değiştirme harekatı. 

     Ortadoğu'da en ağır işkence ve katliamları (hem de Müslümanlara) yapan bu "sürü"yü, kendisini oluşturan unsurlara geniş haklar ve imtiyazlar tanıyan, onlara müsamaha ile davranan ve son ana kadar "sulh yolu"nu tercih eden, Yahudilere hakem seçme şansı veren ve onları, kendi ahkamlarına göre cezalandıran İslam Devleti ile bir tutmak için ise, çok farklı çalışan bir kafaya sahip olmak lazım gelir elbette!


16 Ağustos 2014 Cumartesi

İslam Tarihindeki Bazı Tartışmalı İsimler: Yezid, İbni Ziyad, Haccac, Mervan


     İslam tarihinde bazı şahsiyetler, çok uzun süreden beri alevli tartışmaların odağında yer almıştır. Mısır'dan toplaşıp gelen azgın Kıptilerin, Medine'yi basması ve Hz. Osman'ın şehid edilmesinin ardından, daha Hicri 35'li yıllarda, olaylara hissi yaklaşan, tarafsızlıktan uzak ve çıkarcı kimi tarihçilerin de yangına körükle gitmesiyle, ileride çok daha derin uçurum ve düşmanlıklara sebebiyet verecek üzücü hadiseler yaşanmaya başlandı. "İnsanların, Peygamberlerden sonra en üstünleri" olarak methedilen ve "Sahabe-i Kiram" gibi üstün bir sıfatla bilinen zatların arasında vuku bulan, doğru okunmadığında ise "iman"ın kendisini dahi tehlikeye sürükleyecek muharebeler, araya giren çeşitli fitnebazların gayretleri ile inananları bölmek ve aralarında husumet çıkarmak için kullanıldı. Cemel ve Sıffin vakaları, sonrasında ise Kerbela Faciası, bunlar arasında en bilindik ve en çok istismar edilen başlıklar arasındadır. Bu olaylara fiilen katılan ve "ictihad etmeleri", doğru olanı ortaya çıkarma çalışmaları neticesinde karşı karşıya gelen Eshab'ın Büyükleri, sanki mevki ve makam hırsı ile hareket ediyor ve biri yekdiğerini katletmeye çalışıyor olarak resmedilmek istendi. Şöhret ve mal peşindeki yaltakçı tarihçilerin, EmevileriAbbasi idarecilerine kötü gösterme gayretleri de üstüne eklenince, işler iyice "rockçı saçına" döndü. Özellikle Şii ve Rafızilerin, olayları dramatize edişi ve ajitasyon dolu yaklaşımları, kantarın topuzunu iyice kaçırdığı için, özellikle Emevi Devletinin tarihinde mühim yer etmiş birkaç şahsiyete yakından bakmak lazım:

     1. Yezid bin Muaviye: Kerbela Faciası ve Hz. Hüseyin'in şehadeti sebebiyle, en çok anılan kişilerden biridir (aslında en az onun kadar babası Hz. Muaviye de anılmaktadır ama kendisi Eshaptan ve hatta vahiy katiplerinden biri olduğu, hadislerle övüldüğü ve İslam Alimleri kendisinden hadisler naklettiği için hakkında ileri geri konuşmak aklı başında bir Müslüman için akıl kârı değildir). Yezid'e karşı (İran'daki komik düzenin bekçileri ona en çok sövene hediye falan mı dağıtıyor anlayabilmek mümkün değil) inanılmaz bir linç kampanyasıdır gidiyor ve buna maalesef, çok sayıda Sünni de alet oluyor.
 
     Yezid, Hicretin 26. yılında Şam'da doğdu, 34 yaşında Emevi Halifelerinin ikincisi oldu ve dört sene sonra vefat etti. Ancak daha öncesinde, babasının emri ile, daha 24 yaşında ordu komutanlarından biri olarak, Ebu Eyyüb el Ensari ismi ile bilinen Halid bin Zeyd ve daha birçok Sahabinin de dahil olduğu (Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Abbas gibi) askerle, İstanbul'u fethetmek gayesi ile sefere çıktı. Bilindiği üzere Hz. Ebu Eyyüb, İstanbul önlerinde 90 yaşını geçkin olarak şehid oldu.

     Babası, vefat etmeden evvel yaptığı istişareler neticesinde, oğlunun kendinden sonra halife olmasına ikna oldu ve ona çok nasihat etti. Eshabın büyüklerinden Abdullah bin Ömer ve Mugire bin Şube dahil, eshaptan o zamanda sağ olan bazıları da, birlik olması ve ayrılık, fitne çıkmaması için (daha birkaç sene önce yaşanan kanlı olayları ve neticelerini de hesaba katarak) ona biat etti.

günümüz Necefinden bir görüntü
     Kerbela ve Hz. Hüseyin'in şehid edilmesine gelince: Yezid'in, Hz Hüseyin'i öldürme emri vermediği, Şii kitaplarında da gayet açıktır. Yezid'in gayesi, çıkması kaçınılmaz olan fitneyi önlemek ve düzeni sağlamak idi. Emirler Ubeydullah bin Ziyad'a gelince, o da Ömer bin Sad bin Ebi Vakkas komutasında bir ordu gönderdi ve İslam tarihindeki en üzücü vakalardan biri meydana geldi. Ancak Hz. Hüseyin'i tam olarak kimin katlettiği belli olmadı. Yezid'in "öldürün" gibi bir emri olmadığı, Ubeydullah bin Ziyad'ın fiilen orada olmadığı, Ömer bin Sad'ın da İmam Hüseyin'e "geri dön" çağrısında bulunduğu bir ortam var. Ama ne yazık ki arada, bir sürü fitneci ayak takımı var!
   
     Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin'in mübarek başı huzuruna getirildikte, "Allah İbni Mercane'ye lanet etsin, Hüseyin bana gelseydi ona affederdim, istediklerini yerine getirirdim" gibi, üzgün olduğunu bildiren sözler söyledi ve ağladı. Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin (ki kendisi 12 imamın dördüncüsü olur), saraydan ayrılana kadar kendisi ile birlikte yedi ve ikramlarından istifade etti. Ehl-i Beyt'in geri kalanları da sarayda misafir olarak ağırlandı. Birkaç gün sonra, çok sayıda hediye, altın ve bir maiyet ile Medine'ye döndüler.

     Hakkında, bazı alimler tarafından "Yezid bî devlet" (yani nasipsiz) ve fasık gibi kelimeler kullanılmıştır"Şarap içtiği" yönündeki iddialar kesin olmamakla birlikte, namazlarını kıldığı bilinmektedir. Yezid'e ve diğer bazılarına lanet etmek uygun değildir, zaten İslam dininde "lanet etmek" bir ibadet değildir ve ancak bazı vakalarda müsaade edilmiştir.

     2. Ubeydullah bin Ziyad bin Ebu Süfyan bin Harp: Medine'nin Fethi günü iman eden ve Sahabeden olan Hz. Ebu Süfyan'ın torunudur. Kendisine İbni Sümeyye ve İbni Mercane de denirdi. Genç yaşta Emevilerin Horasan Valisi oldu. Daha sonra Buhara'yı aldı ve ardından Basra Valisi oldu. Hakem Olayından sonra zuhur eden Haricilere, bu bölgede ağır darbe indirdi. Kerbela Vakası olduğunda ise Küfe'de valiydi. Aşere-i Mübeşşereden olan Sad bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer'i, Hz. Hüseyin'in de içinde bulunduğu topluluğa karşı göndererek facianın yaşanmasına sebep oldu fakat doğrudan Hz. Hüseyin'in şehadetine bir dahli yoktur, onu teslim alıp getirmelerini emretmişti. Sonraları, yaşanan siyasi çekişmeler ve karışan ortalık neticesinde, Ehl-i Beyt'i çok sevdiğini ve Hüseyin bin Ali'nin intikamını alma peşinde olduğunu iddia eden ve Emevilere karşı isyan tertipleyen Muhtar Sekafi'nin gönderdiği ordu tarafından mağlup edildi ve öldürüldü.

     3. Haccac bin Yusuf Sekafi: Haccac-ı Zalim olarak da bilinen bu idarecinin, 120 binden fazla kişinin kanına girdiği söylenir. Halife Abdülmelik'in komutanı olarak, Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam'ın, cesareti ile meşhur oğlu Abdullah'ı, Şam'a itaat etmediği için Mekke'de şehid etti. Hicaz ve Irak Valiliklerinde bulundu. Haricilere karşı savaştı ve taa Hindistan'a kadar olan bölgelere İslamiyeti yaydı. Zalim ve gaddar olduğu kadar da İslamiyet'e faydası dokundu. Bugün, onlar olmadan Kur'an-ı Kerim'i düzgün okuyamadığımız, hareke denilen işaretleri koydurmuştur. Ayrıca Kabe'nin şu andaki hali, kendisinin eseridir.

     4. Mervan bin Hakem bin Ebil'as bin Ümeyye: Emevi Devletinin dördüncü halifesi. Mekke'nin Fethinde imana gelenlerden biriydi fakat Eshaptan olamadı. Hz. Osman bin Affan amcasıdır ve sonradan kendisinin katipliğini ve yardımcılığını yapmış, hatta ona damat olmuştur. Zalimliği kadar ilmi ve zekası da çoktu. Önceleri Hicaz ve Medine valiliği görevinde bulunmuştu.

     Şimdi, genelde bu konulara ballandıra ballandıra bulaşırken fazlaca yapmadığımız bir şeyi yapalım; empati:

100 sene bile dayanamayan Emevilerin
İslamiyeti yaydığı bölgeler ve devletin büyüklüğü
Yukarıda zikredilenler ya halife ya vali (ordu komutanlığı da içinde haliyle) gibi üst düzey yöneticilerdir. O zamanki Emevi Devletini düşünün bir kere; hem büyük hem de sürekli bir fütuhatla devamlı büyüyor. Bir taraftan devlet meseleleri ile uğraşılırken, diğer taraftan da at sırtında aylarca süren seferler gerçekleştiriliyor. Bir taraftan, dışarıda karşılaşılan gayri müslimlere İslamiyet doğru olarak anlatılmak ve İslam ahlakı tam olarak tecelli ettirilmek zorunda, diğer taraftan da, sürekli bir fitne ve kalkışma halinde içerisindeki taşkın Şiiler ve inatçı Hariciler terbiyeye muhtaç. Bu karışık fitne ortamında adaleti gözetmek çok zordur (bunu becerebilenler olmadı değil elbette). Evet, zikredilen isimlerin çoğu zalimdi fakat zalim oldukları kadar da alim ve fakih idiler, İslam düşmanı değildiler ve İslamiyeti değiştirmeye ya da yıkmaya çalışmadılar. Eshab-ı Kiramın da olduğu bir coğrafyada yetiştiler ve yönetici oldular. Kendilerine karşı çıkanları veya tehdit olarak gördüklerini, dini duruşları sebebiyle değil, en basit haliyle, kendi düzenlerine gelebilecek zarar ihtimali le imha ettiler (yapılanları mazur göstermez o ayrı). Yanlışlıkla ve ölçüyü, haddi aşarak öldürdükleri insan sayısı da az değildir.

     Aslında yapılacak en iyi iş bunlara karşı "nötr" olmaya çalışmak, bu isimler anıldığında nabzı yükseltmemektir. Onları sevmek şart olmadığı gibi, günümüze realiteden uzak bir şekilde aktarılan üzücü hadiseler sebebiyle lanet etmek de doğru değildir. Bu konular geçtiğinde "siyah veya beyaz" olmak yerine "gri"ye bürünmek, yapılabilecek belki en ihtiyatlı duruş olacaktır!

27 Temmuz 2014 Pazar

Tasavvufsuz İslam vs İslamiyetsiz Tasavvuf


     Dini ve manevi hissiyatların çok hızlı değişip çeşitli formlara girdiği günümüzde, "tasavvuf"a yaklaşımların da değişmemesi imkansız elbette. Popüler olan yaklaşımlardan biri; tasavvufun (ki bu tasavvuf düşmanları ona Sufizm falan derler) İslamiyet'in özü ile bağdaşmadığı ve diğer bazı felsefe ve düşüncelerden, en basit haliyle, bir "esinlenme" olduğu yönündedir. Ama bunun yanında bir yığın gayrimüslim de, çeşitli "meditasyon" yöntemleri ile tasavvufa yakınlık göstermektedir. Bu yaklaşımlara yakından bakmadan evvel, "tasavvuf" kavramının İslam Dinindeki yerine bakmak lazım (İslam derken, özünü yani Ehl-i Sünneti kastediyoruz haliyle).

TASAVVUFUN TARİFİ ve DİNDEKİ YERİ

     Tasavvufla alakalı; "fena, beka, sofi..." gibi kelime, kavram ve usuller sonradan ortaya çıkmış olsa da, muhteviyatlarının de sonradan ortaya çıktığını düşünmek yanlış olur. Tasavvufun haliyle yüzlerce tarifi vardır, bunlardan birkaçını sıralayalım:
Tasavvuf, kalb ve ruhun temizlenmesinin yollarını gösteren "ilm-i ahlaktır".
Tasavvuf, kalbi "saf" yapmak, yani onu kötü huylardan arındırmaktır.
Tasavvuf, beden ile yapılan ibadetlerin, insana ağır gelmeden, aşk ve şevk ile seve seve yapılmasını sağlar.
Tasavvuf, edeptir.
Tasavvuf, insanlarla iyi geçinmek, onlardan gelen eziyetlere sabretmektir.
Tasavvuf, "her şeyin Allah rızası için yapılması" demek olan "ihlas"ı elde etmektir.
Tasavvuf, kalp hastalıklarını tedavi etmektir.
Hatta daha da özel ve güzel açıklamaları var, şunun gibi:
Tasavvuf ızdıraptır, sükun (yani ızdırapsızlık ve rahat) gelince tasavvuf kalmaz.
Şu haliyle tasavvuf, İslamiyet'in ta kendisidir. Beden, İslam Ahkamının gerektirdiği emir ve yasakları tatbik ederken, kalp ve ruh da, bu emir ve yasakların kolayca tatbik edilmesini için gerekli olan manevi aşkı tadar, kendini ölümden sonrasına alıştırıp, kadere rızaya ve Allah'tan her geleni severek kabul etmeyi ve Allah'ın kulları ile iyi geçinmeyi elde eder ve Kur'an-ı kerimin emri olan zikri yapar. Fıkıh ve tasavvuf arasındaki dengeyi belirtmesi açısından İmam-ı Malik'in şu sözünü hatırlamakta fayda var: "Fıkhı bilmeden tasavvufla meşgul olan dinden çıkar, fıkhı bilip tasavvuftan haberi olmayan da bid'at sahibi olur. Her ikisini de bilen hakikate erişir."

     Tasavvuf yolları da, tıpkı tarifi gibi çok ve farklı farklıdır ancak hepsinin dağılmasında iki ana kaynak vardır; Hz. Ebu Bekir-i Sıddık ve Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir, "nübuvvet" yolunun önderi iken, "vilayet" yolunun imamı ise Hz. Ali'dir. Ancak her ikisinin de kaynağı tektir, o da Resulullah Efendimizdir. Sonradan teşekkül etmeye başlayan ve temel dini bilgilerin yanında tasavvufu da anlatan ve talim eden "tarikat"lerin çeşitli isimlere sahip olması, başka başka yollar oldukları manasına gelmez. Genellikle, aynı tasavvuf alimine bağlı olanlar hocaları ile övünmek ve birbirlerini tanımak için, ait olduğunu hissettikleri yollara, üstatlarının ismini vermişlerdir (Kadiri, Çeşti, Rıfai, Şazili, Mevlevi, hak olan Bektaşi, Halveti, Gülşeni, Cerrahi, Uşaki, Ticani... gibi).

     Tarikatler de esas olarak ikiye ayrılırlar: "Zikr-i hafi" (sessiz zikir) yapanlar ve "Zikr-i cehri" (yüksek sesle zikir) yapanlar. "Sessiz zikir" Hz. Ebu Bekir'den gelirken, "yüksek sesle zikir" yapanların yolu ise Hz. Ali ve "On iki imam" vasıtasıyla gelmektedir.

     Her şeyde ve olayda olduğu gibi, tarikatlerde de zamanla bazı bozulmalar oldu, asılları gitti, kötü birer çakmaları kaldı. Kimilerine doğudan gelen "Hurufiler" dadandı, kimilerinde dinin emirleri ağır geldiği için "light"laştırma faaliyetleri başladı, kimilerinin üstadı diye geçinen fırsatçılar; "ben artık erdim, bizim dereceye varanlar için namaz falan yok, gelin kızlar elimi öpün bakayım" demeye başladı. Esas manada, tasavvuf üstatları azaldığı için de, keçilere "efendi" denilmeye başlandı. Günümüzde, eski büyük üstatların isimlerini kullanarak hala faal olan tarikat ve tekkelerin neredeyse tamamı, bir şekilde bozulma yaşamış ve cahillerin eline düşmüştür. Şimdilerde, büyük İslam alimi ve mutsavvıfların izinden gitmek isteyenlerin, onların doğru bir şekilde tercüme edilmiş kitaplarını okumaktan başka çaresi yoktur.

TASAVVUFSUZ İSLAM ÇABALARI 

Vahhabilerin Anayasası
hükmündeki Feth-ül Mecid
Tarikat ve tekkelerdeki deformasyon devam ederken, bir de piyasaya, İngiliz parası ve silahı ile 19. yüzyılın başlarında, Arabistan Yarımadasının doğusundan, Vahhabilik yayılmaya başladı. Bu yolun kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab'ın bozuk fikirlerinden biri de, tasavvufa olan düşmanlığı idi. İstigase, vesile, şefaat, istimdat gibi kelimelere ve ihtiva ettiği manalara gıcıklık, Vahhabiliğin anayası hükmündeki "Keşf-üş Şübuhat" ve "Kitab-üt tevhid"in şerhi olan Feth-ül Mecid adındaki kitapların ana konularından biridir. Dolayısıyla bu hal, Vahhabiliğin legalize olma çabalarını temsil eden Selefilik akımının da temel taşlarındandır. Vahhabi ve Selefiler, İslam dünyasının "şirk" içinde yüzdüğünü, insanların Tevhidden ayrılıp, şeyh ve mürşitlere taptığını, ölmüşlerden (buna Peygamberler de dahil) ve uzaktakilerden istimdat etmenin Allah'a şirk koşmak olacağını, tasavvufun kendisinin "Hint Mistisizmi" ve eski "Yunan Felsefesi"nden alınma olduğunu, Peygamber Efendimizi medh eden şiir ve yazıların küfür dolu olduğunu, türbelerin hemen yıkılması gerektiğini, mezheb imamlarına uymanın sapıklık olduğunu, ölüler için adak yapmak ve hayvan kesmenin şirk olduğunu söylerler. Selefi tayfanın, taş kalpli, katı ve terörizme meyyal olması, bu nefret dolu söylemler yüzünden midir acaba?

     Selefi-Vahhabi zihniyet, Ehl-i Sünnet'in vazgeçilmez bir parçası olan tasavvufu ve tasavvufçuları, "Sufi" ve Sufizm gibi kelimelerle, çeşitli forum ve yabancı kaynaklarda aşağılamaya ve sanki İslamiyet'ten bir parça değilmiş gibi göstermeye çalışıyor. Tasavvufa meyl eden kişileri, "pasifizm" ve uyuşuklukla suçlamaya ve tasavvufi mertebe ve olgunlukları, gençlerin gözünde değersizleştirme çabasına kalkışıyor. Dolayısıyla bu kaynak ve sitelerde dolaşan gençler, tasavvufun, İslam Dinine sonradan yamanmış ve kendisine girenleri uyuşuk ve miskin kişiliklere dönüştüren bir bid'at olduğu izlenimine kapılıyor.

İSLAMİYETSİZ TASAVVUF

     Bu garip durum özellikle Batı Dünyasının, yalnızlaştırılmış, manevi ve dini duygulardan uzaklaştırılıp, maddiyat peşinde koşmaya teşvik edilmiş insanının, ruhundaki yangına bir çare bulmak veya (işi iyice eğlenceye döndürenler için) sadece, "hercai bir gönül eğlendirme" çabalarının tezahürüdür (İslamiyet'siz olanına tasavvuf denilmeyeceğini belirtmeye mahal yok herhalde). Bu eğilimin neredeyse tek kaynağı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'dir (bazı durumlarda da yine Mevlana gibi bazı konularda çok yanlış anlaşılan Muhyiddin-i Arabi'in söz ve eserleri de devreye girer). Bu büyük mutasavvıf ve İslam aliminin çağları aşan sözleri, modern dünyanın tüketime endeksli, belli kalıplara sıkışmış, "sığ kafalı" insanında değişik "çağrışımlar" yaptı. "Gel, ne olursan ol gel" sözünün esas ve derin manasına inmekten ziyade, sağa-sola çekmeye müsait zahir anlamı ile, bir takım değerleri yozlaştırma niyetindekilerin emelleri birleşti ve ortaya, ney çalan, dans eden ve felsefe yapan bir "hoşgörü timsali Mevlana" çıkıverdi! Mesnevisini ve sözlerini anlamaktan aciz kafalar, bu alimi dünyaya bu şekilde yaymaya çalıştı. Ortaya çıkan şeyler ise son derece enteresan: sahte Mevleviler gibi dönmeye çalışan ama İslam deyince tüyleri diken diken ecnebiler, kendini sağa-sola vurup cehri zikir yaptığını zannedenler, maddiyat ve tüketimle dolmuş kafaları, eski üstatların (onların hayatına benzemeye zerre ehemmiyet göstermeden tabi ki) talim ettirdiği zikirlerle boşaltacağını sananlar...  ve daha nicesi!



19 Temmuz 2014 Cumartesi

İslamiyet'le Yeni Tanışanlarda Yaşanan Dengesizlikler ya da... "Orta"yı Iskalamak


     "Cenk Erdem"in Erdemi, Erdem Uygan vakasındaki tuhaflıklar ve dengesizlikler, İslamiyet ile sonradan müşerref olanlar (İslamiyeti bir öncelik ve hayat biçimi haline getirmekten söz ediyoruz) ile alakalı akla şu suali getiriyor: "Neden İslam'a yönelen insanlarda ve hele de bazı meşhurlarda, özellikle ilk dönemlerde bazı dengesizlikler hatta travmalar zuhur ediyor?" İslamiyet'in her alanı kapsayıcı hükümleri ve inananlarını bir "aksiyon adamı" haline getiren düsturları, daha taze olan tanışmanın verdiği keskinlik ve "başı dönmüşlük"  ile birlikte ele alarak, bu duruma bir bakalım:

     1. Meal sevdası: İslamiyet ile ilk olarak tanışma vesilelerinden biri "meal"lerdir tabi olarak. Mukaddes kitabın neler içerdiğini görmek ve o andaki "susuzluğunu" gidermek için hemen herkesin başvurduğu bir yöntemdir. Dahası, Kur'an-ı Kerim'in eşsiz belagat ve fesahati, insanın aklını başından alıp, en pasif ve sıradan insanı bile harekete geçirir (en baştan savma mealde bile bu kendini gösterir)... bunda bir şey yok. Esas sıkıntı bundan sonraki adımda, hayatına yepyeni bir şekil verirken, hala meal referanslı olarak devam etmeye çalışmak. Çünki meal dediğimiz şey (ki günümüz kullanım manasına baktığımızda buna tercüme demek daha doğru olur), herhangi bir kişinin (genellikle para kazanmak için) kapasitesi kadar anladığı kısımları o dile aktarmasıdır. Dahası, bu meal görünümlü tercümeler ehil olmayan kimselerin akımına kapılmaya ve bazı sure ve ayetlerin gerçeğin tam tersi manada anlaşılmasına sebebiyet verir ki bunun yol açacağı şey malumdur. Maalesef birçok yeni Müslüman, gayet iyi ve saf niyetlerle başladıkları yolculuklarını, sığ meal sularında ve bataklıklarında nihayetlendirmektedir. İşin en acı tarafı ise, bundan hiç haberdar olmamaları ve "ben İslamı kaynağından öğreniyorum zaten, başka bir şeye ihtiyacım yok" noktasıdır ki, bilindiği üzere cehl-i mürekkebin herhangi bir devası yoktur, "ben biliyorum" davasındaki kişiye bir şeyler anlatmak neredeyse imkansızdır.

  Bunun bir diğer yönü, IŞİD belası ile birlikte daha da açık şekilde göz önüne geldi. Batı dünyası, bu eşkıyalara katılmaya koşa koşa giden gençlerle meşgul olmuştu bir ara. İnsanlar, güya "cihad"a giden bu gençlerin anlamıyordu. Oysa, çoğu daha yeni mühtedi olan bu gençler, ellerine sıkıştırılan alalade bir mealdeki cihad ayetlerini okuyup çarpıldılar. Etraflarında onlara doğru yolu gösterecek kimseleri bir kenara bırakın, kendileri gibi şaşkın ve yönsüz güruhların tazyiki ile, aklı başında olan hiçkimsenin kalkışmayacağı işlere giriştiler. Kafirlerle cihad ediliyor diye, bir yolunu bulup soluğu Ortadoğu'da aldılar ve birçoğu, İslamiyeti doğru dürüst öğrenemeden ölüp gitti.

     2. Sakal bırakmak ve Kılık kıyafette ortalamayı ve yer ve zaman mefhumunu ıskalamak: İslam'ı, hayat düsturu edinme ve O'na tam olarak ittiba etme gayretindekilerin çoğunun, bir diğer "ortalama"yı ıskalama sahası "sakal"dır (bazı daha ileri durumlarda sarık ve cübbe eğilimi de baş gösterir ama bütün bunları bu maddede özetleyebiliriz herhalde). Gayet saf niyetlerle, Peygamber Efendimizin yol gösterici olarak seçilmesinin ve ona tam olarak uyma isteğinin bir tezahürüdür. Ancak burada içine düşülen hata, sakalın İslam ahkamındaki yerinin tam olarak bilinmemesi ve bilinse dahi, taze Müslüman olmanın vermiş olduğu o keskinlik ve ele geçirilen nimeti hemencecik herkese yayma çabasıdır. Bu iyi niyetli çaba ve keskinlikler, hele bir de birinci maddede değindiğimiz "mealden din öğrenmeye kalkışma" fiili ile harmanlanırsa, o zaman, "ortalama"nın bayağı bir uzağına savrulma ihtimali vardır. Şu yazıda da değindiğimiz üzere, İslam ve Arap Ülkesi diye geçinen ülkelerin dışında kalan devletlerde ve hele de Batı Dünyasında (bu alanda Türkiye de kapsama girer kaçınılmaz olarak) hele hele 11 Eylül Hadiselerinden sonra, sakal-sarık-cübbe veya en azından sakal ile insanların içinde aktif olarak bulunmaya çalışmak, beraberinde birçok sıkıntı ve yanlış anlaşılmaları getirecektir. Potansiyel terörist, öcü, örümcek kafalı veya en azından kirli ve pasaklı gözü ile görülen ve çeşit çeşit önyargı pencerelerinden bakılmak suretiyle temas bile kurulmak istenmeyen "Müslüman" kimliğini, bir sünnet-i zevaidi yapma gayreti ile şüpheli ve alt sınıf olarak göstermek, pek de akıl karı bir iş olmasa gerektir. Yanlış anlaşılma olmaması açısından buraya izah edelim: Elbette ki Resulullah Efendimizin her sünnetine uymak çok sevaptır ancak Kıyamet Gününde hesabı dahi sorulmayacak, adetlerle ilgili sünnetleri yapacağım derken, sakal-cübbe-sarık ile dalga geçilmesine meydan vermek, gençlerin İslamiyet'ten soğumasına ve hatta İslam düşmanı olmasına vesile olmak, hiç de hayırlı bir iş değildir.

     3. Çevre ile münasebetlerdeki kırılmalar: Genellikle dini yaşantısı sınırlı ya da "o taraklarda hiç bezi olmayan" bir muhitte bulunan ve İslam'a yönelen gençlerde beliren dengesizliktir. Bu dengesizlik, iki taraf açısından da giderek gerilir ve çoğu vakada sert kopma ve ayrılmalar yaşanır (bunların bir kısmı sonradan normale döner ama "kalp kırma"nın acısı öyle kolay geçmez tabi).

     4. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yapma aceleciliği: "İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma" olarak tarif edilebilicek, meşhur 54 farzdan biri olan bu prensip, İslamiyet'in her ferde, kapasitesine göre yüklediği bir vazifedir. Fakat Emr-i maruf yapmanın bazı şartları vardır ve bu şartlar yerinde değil iken bu vazifeyi yapmaya kalkışmak, faydadan ziyade zarar getirir. Ayrıca bu konu, birinci maddede incelediğimiz "meal sevdası" ile de doğrudan alakalıdır. Çünkü meal okuyanlarda emr-i maruf ve nehy-i münker olgusunu dengeye oturtacak istidat pek olmaz.

     5. Yanlış kişilere uyma: Özellikle günümüzde, kendini çok hissettiren bir faktördür. Zamanımızın ağzı bol laf yapan ve yaldızlı sözlerle gençleri tuzaklarına düşüren alimler eli ile zuhur eder ve Hak Din ile yeni tanışmış kalbi yanık gençleri hedef alır. Sahte tarikatçılar, hayatları sözlerine hiç uymayan pespaye kişilikler, para ve şöhret kazanmak için çalakalem meal ve tefsir yazma hevesindekiler, çok güzel yazılan yazıların arasına zehrini akıtan art niyetliler... ve daha bir yığın "değişik renkte" kimselerin tuzaklarına düşen gençler, çok ağır zehirlenme vakalarının mağduru olurlar!

Kıbrıslı Nazım denilen kişinin
etkisinde kalan Yusuf İslam
     Bu dengesizliklerin hemen hepsini, mesela Yusuf İslam'da ve tarih olarak yakın olmaları hasebiyle, Yaşar Alptekin, Erdem Uygan ve hatta daha yeni, Sinnead O'Connor'da (Shuhada' Davitt) görebilirsiniz. Yusuf İslam'nın kılık kıyafet ve söylemlerindeki değişim, bu konuda tam bir örnektir mesela: İlk olarak Müslüman olduğunda, müziği tamamen bırakmış ve çevresinden kopmuş birisi iken, zamanla tekrar piyasaya geri dönmüş, sarığı çıkarmış, sakalı kısaltmış ve gitarı tekrar eline almıştır.
gel zaman git zaman, yine gitar elinde.
o eski halinden eser yok şimdi!


Mustafa İslamoğlu ve Abdülaziz Bayındır'ın
peşine takılan Erdem Uygan

şirazesi kayanlardan biri daha
eski oyuncu Yaşar Alptekin
dengesiz hareketleri ile bilinen O'Connor
başını örttü ama şarkı söylemeye devam ediyor

     Peki bu dengesizliklerin bir çaresi var mı? Var elbette ama Hz. Ömer'in şu sözlerinde saklı:

Arkadaşım ayıbıma uyardı beni,
Kardeşlik sünnetinin budur temeli!

     Hatta İmam-ı Şafii'nin şu sözlerinde:

Sadık dost ve halis kimya,
Az bulunur, hiç arama!

     Mühim not: Bu yazıda geçen "orta" ve "ortalama" kelimelerinden kasıt elbetteki İslamiyet'in özü olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat'tır!

17 Temmuz 2014 Perşembe

Breaking Bad Dizisi Üzerinden Amerikan Toplumuna Şöylemesine Bir Bakış


     "Abi Breaking Bad diye bir dizi buldum süper" ünlemli ifadesi ile başlayacak olursak bu sefer, diziler tarihinin en başarılı yapımlarından birinden söz ettiğimiz gerçeğini teslim etmemiz lazım gelir herhalde! Temposu ara sıra biraz düşse de, genel olarak senaryonun doluluğu, derinliği, zenginliği ve devamlılığı, kurgunun çok iyi olması ve en mühimi, aşmış oyunculukların varlığı, bu diziyi gelmiş geçmiş en iyi drama ve dizilerden biri yapıyor. Breaking Bad'in bu kadar çok tutulmasının sebeplerinden biri de şüphesiz, hem eyalet hem de federal bazda, Amerika Birleşik Devletleri denilen ülke hakkında gayet gerçekçi ve derinlemesine bir kesit sunmasıdır. Dizinin genel konusu; akciğer kanseri olduğunu öğrenen başarılı bir kimya mualliminin, öldükten sonra, ailesinin geçimini sağlayabilmesi için uyuşturucu üretimi ve sonrasında da satımına girişmesidir. Gelelim başlıca karakterlere ve fiiliyatlarına (DİKKAT: bundan sonraki kısımlarda spoilera rastlama ihtimaliniz, peynirli poğaçanın içinde peynire rastlama ihtimalinden daha fazladır):

     Walter White (Bryan Cranston): Dizinin protagonisti ve lokomotifi. Al Pacino'nun Dog Day Afternoon'da, Robert De Niro'nun Raging Bull'da, Roberto Benigni'nin Life is Beautiful'da, Leonardo DiCaprio'nun Blood Diamond'da, Heath Ledger'in The Dark Knight'ta sergiledikleri performansları gölgede bırakacak ve hatta bazen arkasında dahi bırakacak oyunculuğu ile diziyi götüren kişidir. Walter White, Nobel mükafatına varacak derecede zehir gibi bir kimyacıdır. Temelini attığı şirketten sadece 5 bin dolar alarak ayrılmış (bir takım ayak oyunları ve ihtiyaç meselesi) ve ardından, kurucularından olduğu şirketin NASDAQ'a rahatlıkla girebilecek kadar büyümesine şahitlik etmiştir. Bu ayrılma sürecinde ve sonrasında kendisine haksızlıklar yapılmıştır ve dolayısıyla hınç doludur. Hınç doludur ama bir o kadar da pısırık ve ödenmesi gereken mortgage ve faturalar arasında sıkışmış kalmıştır. Üstelik oğlu sakat ve "planlama" olmadan doğacak olan bir kız evladı da yoldadır. Öğretmenlikten arta kalan zamanlarda bir oto yıkamacısında ek iş yapmakta, ezikliğine eziklik eklemektedir (Ekmeleddin İhsanoğlu için buradan bir slogan daha çıkabilir gibi). Günlerden bir gün, bütün bu itibarsız, sünepe ve silik kişiliğine bir son vermeye karar verir ve eski bir talebesi aracılığı ve ortaklığı ile suni bir uyuşturucu olan metamfetamin üretimine başlar. Nasıl olsa kimyada süperdir, her şeyini ortaya koyar ve neticede, keşlerin ve satıcıların başını döndürecek "masmavi" bir ürün çıkar. Bu uyuşturucu yapımı süreci, sadece dünyanın en saf "meth"ini ortaya çıkarmakla kalmaz, Walter White'in başarıya, özgürlüğe ve liderliğe susamış egosunu da, giderek bir uyuşturucu baronu kılığına girecek olan "Heisenberg" adıyla ortaya çıkarır (meşhur Alman bilim adamı Werner Heisenberg, sonradan Müslüman olmuştur). Önce ailesine yetecek olan miktarı hesaplayan ve orada duracağını iddia eden Walt, piyasanın kurdu uyuşturucu satıcılarının dahi canına okuyan egosuna teslim olur ve her şeyi olduğunu iddia ettiği ailesinin kendisini dışlamasına rağmen, uyuşturucu yapımı için kullandığı ekipmanların arasından mutlu bir Heisenberg olarak can teslim eder.

iki kafadar "saf mavi"nin peşinde

     Jesse Pinkman (Aaron Paul): Walter White'in birlikte uyuşturucu işine girdiği, haylaz ve tembel eski talebesi. Kırk kere tövbe eder sonra yine uyuşturucu kullanmaya devam eder. Disiplinsizdir ve kendine güveni fazla yoktur. Eski kimya mualliminin güdümünde, uyuşturucu piyasasında Heisenberg'ün stepnesi olarak yer edinir. Tabi bu arada bir sürü dert açar başına.

     Skyler White (Anna Gunn): Walter White'in kafası biraz karışık (akşam akşam kötü konuşturmayın beni) eşi! Ailesine düşkündür güya ama eşini kıskandırmak ve onun dikkatini çekmek için onu aldatmaktan geri kalmaz. Gün gelir "olan olmuş" der ve tamamen "duygusal" sebeplerden ötürü Heisenberg'e arka çıkar, gün gelir ondan can düşmanı gibi kaçmaya çalışır.

     Hank Schrader (Dean Norris): Walter White'in bacanağı ve dostu, Heisenberg tiplemesinin amansız düşmanı ve takipçisidir. En ufak bir delilin dahi peşine düşen, son derece zeki bir narkotik büro elemanıdır.

     Marie Schrader (Betsy Brandt): Skyler'ın çenesi düşük ve kleptoman kız kardeşi. Hank'in eşidir.

     Walter White Jr. (RJ Mitte): Walter-Skyler çiftinin ilk çocuğu. Dizinin bana göre en zayıf karakterlerinden biri. Bu kadar problemli bir ailede olup da abuk-subuk işlere kalkışmayan bir ergen Amerikalının varlığı, dizinin inandırıcılığını biraz zedelemiş gibi geldi bana. Önceleri babasına arka çıkarken, gerçekleri öğrenmeye başlayınca Hank eniştesinin safına geçmiştir.

     Saul Goodman (Bob Odenkirk): İşte dizinin en renkli ve matrak karakteri! Rasyonaliteyi azcık zorlasa da, böyle bir tiplemenin olması, dizinin drama ağırlığını biraz hafifletip, biraz sarkastik ama ölçülü mizah ve hatta kara mizah parçacıkları ile kaliteye kalite katmıştır. Tam fırıldak bir avukattır ama işini, kanuni boşlukları ve karanlık dünyayı iyi bilir. Para sevdası ve güç korkusunun kendisine yaptıramayacağı bir iş yoktur. Mutlaka her sektörde, "dark side"a bulaşmış bir tanıdığı vardır dolayısıyla kanun kaçkınlarının, adaletin arkasında dolanıp birkaç puan almak isteyenlerin ideal sığınağıdır.

     Mike Ehrmantraut (Jonathan Banks): Yine dizinin alamet-i farikalarından mükemmel bir tip! Kötü adamın arkasını toplayan, ayak işlerini halleden, asla ihanet etmeyen, zeki ve kurnaz polis eskisi. Bazı işleri ile akla, Pulp Fiction'da Harvey Keitel'in canlandırdığı "Wolf" karakterini andırır.

     Gustavo Fring (Giancarlo Esposito): İzini kaybettirme ve dikkatleri başka yönlere çekme konusunda uzman, işini asla şansa bırakmayan, iyi adam görünümlü uyuşturucu baronu. Legal işini, karanlık dünya ile başarılı bir şekilde harmanlamıştır.

     Neden "Amerikan toplumuna bir bakış" dedik? Çünki bu dizi, çok güzel bir fotoğrafa çekiyor. Bu fotoğrafı çekerken de, Amerika'yı ve Amerikalıları katman katman görebiliyorsunuz... hele de mevzubahis, aile ise. Bu çekilen "fotoşopsuz" fotoğrafın bazı detaylarını inceleyelim (bu bir genelleme elbette):

     Amerika Birleşik Devletlerinde hasta olma lüksünüz olamaz! Gelir düzeyiniz iyi ise olabilirsiniz tabi ama öyle orta halli bir öğretmenseniz ve hele de kanser olduysanız... "Geçmiş olsun"! Bilindiği üzere burası, o yaldızlı "fırsatlar ülkesi" tabelasının altında, en koyu kapitalizmi yaşayıp yaşatan, devlet destekli sağlık sigorta sistemi olmayan bir memlekettir. Doktor-hasta ilişkisi bile, "müşteri" ve "yolunacak kaz" ayarındadır. "Elden ayaktan düştüm, devlet bana bakar", "hele şu devlet hastanesine bir gideyim" gibi şeyler duyamazsınız. Hele bir de kanser olursanız, işte şimdi yandınız... O zaman işte, Walter White'lıktan istifa edip, Heisenberg olma vaktidir!

     Tüm Batı toplumlarında olduğu gibi, kendisine "ayak bağı" olarak gördüğü dini (her ne kadar bozuk olsa da), belli zaman ve formlara hapsetmiş, dini ve dolayısıyla ahlaki değerleri arka plana itmiş Amerikan toplumu da, samimiyetsiz ve soğuk ve hatta yok olmak üzere olan bir "aile" mevhumunun pençesinde kıvranmaktadır. Aile fertleri birbirlerinden uzak ve birbirlerine mesafelidir. Aynı yatağa giren ebeveynler dahi "sıcaklık"tan uzaktır. Çoğu anne baba, bir zaman sonra, iş yerindeki bir personelle ya da iş çıkışı bir içki içmek için uğradıkları bardaki bir yabancı ile tek veya çok geceli ilişkiler yaşamaktadır. Çocuklarla olan ilişkilerde de aynı durum mevcuttur ve bu "sıcaksızlık" en çok onları vurmaktadır. Ahlaksız ve kötü alışkanlık sahibi arkadaşlar, sıcak aile yuvasının yerini tutmak için vazife başındadır. Bir zaman sonra bu çocuklar da, yetişkinliğe adım attıklarından itibaren, ebeveynlerinin işlediği haltları, misli ile işlemeye başlarlar.

     Peki Birleşik Devletler, bu ahlaki ve dini bağları zayıflamış vatandaşları ile nasıl başa çıkar? Eğer dini ve manevi müeyyide endişesi ve korkusu yoksa, maddi ve kısa vadede suç işleyenlere ceza verebilecek bir sistem kurarak tabi. Burada devreye, dizide de çok iyi işlenmiş iki tane (ki ikisi de aslında tek noktaya çıkar) korku devreye girer; birisi, çok katı vergi ödeme sistemi dolayısıyla "Maliye"den korku ve "kolluk kuvveti" korkusu. Öyle bir vergi denetimi düşünün ki, ortalama gelirinin dışında, çılgınlık yapıp biraz fazlaca ve göze batacak şekilde harcasanız, devlet hemen tepenize binip "senin maaşın buna elvermez, başka gelirin olmasın sakın" gibilerinden inceden inceye hesaba çekiyor ve tatmin edici cevabı olmayanları okkalı bir şekilde cezalandırabiliyor (sistemin adı IRS, yani "Internal Revenue Service" ona göre). Kolluk kuvveti korkusu ise, hemen her olaya müdahale ederken inisiyatif alıp silahını kullanmaktan çekinmeyen, yasaları iyi bilen yetişmiş polis teşkilatı ile ilk aşamada kendini gösteriyor. İkinci aşama ise, rüşvet ve adam kayırmanın minimum düzeyde yaşandığı ve çok sert cezaların çıktığı mahkemeler. Son aşama ise, ne kadın ne erkek hiçbir insan evladının düşmek istemeyeceği Amerikan hapishaneleri var.

     Anladığımız kadar ila, sefahetin, ahlak eksikliğinin, dejenere olmuş ailenin ve kötü çevrenin hüküm sürdüğü Amerika Birleşik Devletleri ve bunun gibi diğer bazı Batı ülkelerinin ayakta kalmasının tek sebebi; adalet mekanizmasının efektif ve can alıcı bir şekilde hayatın her kademesinde kendisini göstermesidir.

Netice: Kimya candır!