Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

18 Mayıs 2014 Pazar

21. Yüzyılda Bir Masallar Diyarı: Kuzey Kore - 2


     Neyse... şaka bir yana, 21. yüzyılda Kuzey Kore diye bir ülke var ve her şeyi ile tam manasıyla bir fenomen. Hakkındaki kısıtlı haberler ve daha da kısıtlı haber kaynakları, bu fenomeni daha da merak edilir hale sokuyor. Dünyanın büyük kısmı, bu ülkede çok ciddi insan hakları ihlalleri yapıldığı ve insanlara adeta "Ortaçağ" yaşatıldığı konusunda hemfikir iken, bir kısım Sol, Komünist ve Stalinist fraksiyonlar (yani dünya gerçeklerinden bihaber, ayakları yere basmayan, ütopik hayaller peşindekiler) "Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti"ni (daha bir havalı oldu sanki) Emperyalizmle mücadele eden, Kapitalizme karşı duran hatta Amerika'nın uykularını kaçıran numune bir devlet olarak övüyor. Nedir peki bu "Demokratik Halk Cumhuriyeti" makyajlı ülke, bir bakalım:

Ülkenin kurucusu, diktatörü ve her şeyi
46 sene krallar gibi takılan Kim il Sung
     Japon işgali ve İkinci Dünya Savaşı sonrası bazı coğrafyalarda şahit olduğumuz, Sovyet Sosyalist Cuhuriyetler Birliği tarzı maddi ve manevi işgale uğrayan yerlerden biri de Kore Yarımadasının kuzey kısmıydı
(güneyini kim baştan çıkardı tahmin edin). Ülkenin kurucusu ve ülkeyi 46 (yazıyla da yazsan hakikaten çok uzun bir süre) sene boyunca idare eden kişi, birçok sıfatlarla halkı tarafından övülmüş (gulaglarda açlık ve işkence içinde ölme korkusu var mıdır bu sıfatları takanlarda bilmiyorum) ve "yarı tanrı" mesabesinde tazim edilen, Büyük ve Ebedi Lider Kim il Sung idi. Kendisi, büyük abileri Sovyet Rusya ve Mao Zedong liderliğinde Kültür Devrimi denilen "garabeti" gerçekleştiren Komünist Çin'in sponsorluğu ve güdümünde, George Orwell'in meşhur eseri "1984"teki gibi bir açık hapishane inşa etti. "Juche" diye bilinen (kendi kendine yetip kimseye muhtaç olmama prensibine dayalı) Marksist-Leninist (hatta daha ziyade Stalinist) bir ideoloji, ülkenin resmi dini oldu (tabi ki ideoloji ama dinin yasak olduğu yerde bu boşluğu yaldızlı sözlerle, felsefelerle ve propagandalarla kapatmak zorundasınız).

     1994'te "Ebedi Şef'in beklenmedik! ölümünden sonra idare,
"Kendisini alkışlayan kitleyi alkışlama" Komünist
adetini bozmayan, ülkenin ikinci sahibi Kim Jong-il
monarşilerde gördüğümüz ve Komünist ve Sosyalist düzenlerde görmediğimiz bir usulle "Sevilen Lider" lakaplı, koca gözlüklü ve psikopat (i mean it yani) oğlu Kim Jong-il'e geçti. Kore halkının bu yüksek topuklu, iri gözlüklü büyük aşkı, babasından geriye kalmadı elbet ve "aman Emperyalistler geliyor, Amerikalılar kapıda, Güney ve üvey kardeş bize saldırdı-saldıracak" gibi propagandalarla düzeni sağlama aldı. Ekonomik durum giderek kötüleşiyordu ama. En baş sponsor Sovyetler Birliğinin yokluk ve perişanlık içerisinde çökmesi, kendisine hayran olan uydu devletçikleri "tamamen duygusal!" krizlere sürükledi. Kore'nin kuzeyi de en çok etkilenen yerlerden biriydi. Ancak, bel büken açlık ve kıtlığa rağmen ülke, nükleer silahlanma hedefinden vazgeçmedi.

     Kim Jong-il, babası kadar iktidarda kalamadan 2011'in sonlarında ölünce, yerine apar-topar oğlu Kim Jong-un  geçti. Bu, daha 30'una bile gelmemiş tombiş oğlan, iktidarı alır-almaz hemen ortama uyum sağladı. Yazılı ve görsel medyayı da iyi kullanarak, kah ortadirek ailelere çat kapı ziyaretler yaptı, kah cephede "ordular, ilk hedefiniz Emperyalist Amerika'dır, ileri" pozlarına büründü, kah nükleer tesislerde "ben bu işi doğuştan biliyom olm" havası verdi. Ancak asıl sansasyon, çatlaklık konusunda kendisi ile yarışabilecek ender isimlerden biri olan Denis Rodman ile sıradışı arkadaşlığı oldu. Hatta Denis Rodman, eski ve tanınmış NBA oyuncularından derlediği bir takım ile Pyongyang'da gösteri maçı falan yaptı.

Ordular ilk hedefiniz...

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş
Nükleer bizim işimiz

Genç kızların yeni sevgilisi
tom oğlan tombul oğlan Kim Jong-un 

Kuzey Kore Denince İlk Akla Gelenler:

 * Bir kere, isminde "demokratik halk cumhuriyeti" gibi şeyler yazan devlet gördünüz mü, bilin ki orada büyük bir "tiyatro" dönüyordur. Nitekim, Şekspir'i kıskandıracak tiyatro ve senaryolar vardır bu topraklarda.

Az ağlarsan işin yaş, ne kadar
çok yırtınırsan o kadar  iyi

* Dış ülkelerden turist olarak gelenlerin, önce bütün iletişim kaynaklarına ülkeden çıkasıya kadar el konuluyor. Tepenize en az bir rehber (ya da rehber görünümlü ajan adayı) ve bir "besbelli" ajan (sivil polis)
Rehber ve polis olmadan adım dahi
atamayan cevval muhabirimiz
dikilir. Bu "besbelli" ajan, sadece yabancıyı değil, aynı zamanda yamuk yapma ihtimaline karşılık o rehber kılıklıyı da denetler. Nereye gidileceği, nereler ziyaret edileceği önceden bellidir ve sizin bu planlamanın dışına çıkmanız imkansızdır. Öyle bir şey ki, Vice'ın meşhur ve cevval elemanlarından Shane Smith bile süt dökmüş kediye döndü, bir tane halktan insanla görüşemeden ve doğru dürüst bir fotoğraf bile çekemeden döndü. Halktan birileri ile görüşmek ve konuşmak yasaktır. Çok kurnazca ve zekice hazırlanmış planları vardır her zaman; sizin görüşeceğiniz, fikrini alacağınız ya da okulda temas edeceğiniz her kişi, her talebe önceden ayarlanmış bir papağandır. Burada, yerellerle olan ve olacak hiçbir temas tesadüfe kalmaz. Turist ve gazetecileri, devyarasa bir otele yerleştirirler ki, bomboş olduğu ve makyaj maksatlı olduğu gayet barizdir.

*  Kuzey Koreliler, dış dünyadan tam manası ile izoledir. Cep telefonu, internet gibi iletişim vasıtaları yasaktır. Devletin koyu propagandası, George Orwell'in mezkur 1984'ünü aratmaz. Millet, özellikle ABD ve Güney Kore'nin, ülkelerini mahvetmek için var gücü ile çalıştığına inanır, hatta Amerikalıların açlıktan kırıldığı ve canlarının çıkmak üzere olduğu kanaati yaygındır.

Emperyalist Amerika'nın canını çıkarırken

* Ülke açlığın pençesinde ve her sene kıtlıkla mücadele ediyor. Çocukların çoğu yetersiz besleniyor.

* "Her Koreli asker doğar" mottosuyla dünyanın en militarize olmuş toplumudur. Nükleer ve her türlü silahlanma, GSMH'nın çok mühim bir kısmını yer bitirir.

* Her Komünist idarede olduğu gibi spor ve sportif faaliyetler çok önemlidir. Böylelikle, hem dış düşmanlarını bu sahada yenecek gençler yetiştirirler, hem de onları, "herhangi bir şey"i düşünme ihtimaline karşın meşgul ederler.

* Hep bir kutlama ve milli bir gün vardır. Mutlaka bir boş meydanda çocuklar ya da askerler büyük bir ciddiyetle prova yaparlar... olur ya, birisi ispikler falan!


Talebeler yine provada
Kore'nin kuzeyinde askerlik hiç bitmez

* Spor faaliyetlerinde bulunulan yerlerde, dev ekran ve hoparlörler hiç durmadan Emperyalizm karşıtı gaza getirici marşlar çalarlar.

* Ha, bir de dantele bayılırlar, bizim 30 yıllık evvelki tutkularımız, Korelilerin vazgeçilmezi sanki. "Büyük Liderleri"nin oturduğu koltuklara bile iliştirmişler bu süsü!

     Kısacası... her şeyiyle acayip ve garaip bir memleket!



   

6 Mayıs 2014 Salı

21. Yüzyılda Bir Masallar Diyarı: Kuzey Kore - 1


     Yorgun argın geçen bir günün ve uyuyakaldığınız gecenin akabinde, bir sabah, denizden taze çıkmış ve karaya vurmuş Leonardo DiCaprio tarzı şaşkın bakışlarla, Kuzey Kore'nin (çok özür dilerim, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olacaktı doğrusu) başşehri Pyongyang'da uyanmış olsanız, günlük rutininiz nasıl olurdu hiç düşündünüz mü? Çok damdan düşer gibi oldu galiba ama... empati yapmak isteyenler için klavyemiz döndüğünce yazmaya çalışalım:
Nerdeyim ben yaw?

07:00 Kalkış: Salon, oturma odası, çocuk odası ve hatta yatak odası vazifesi gören (ev dediğimiz zaten Cem YıImaz ölçüsüyle iki dönüm) odanın başköşesinde asılı duran ve nereden baksan içerisinde üç tane tanrı (en azından yarı tanrı) bulunduran üç küçük ve çerçeveli portrenin önünde durma ve ibadet, şükür sayılabilecek hareketler yapma. (dış ses: Ey Büyük Liderim, Ey Sevgili Liderim ve Ey Taze Liderim, bahşettiğiniz nimetler için size çok teşekkür ederim. Bugün de Emperyalistlerin saldırılarından bizleri koruduğunuz için size şükran borçluyuz.) (iç ses: Eşim, babam ajan olabilir, bu devirde kimseye güven olmaz, neme lazım, ben ibadetimi aksatmayayım)

Üçü bir arada odamız... ve tabi ki baş köşede
dededen toruna üç nesil lider bir arada!
 Bunları gördün mü eğileceksin.
Boş geçersen gulaglarda yerin hazır! 

07:05 El-yüz yıkama girişimi. Bu girişim, tıslayan musluğa rağmen yapılıyor. (dış ses: Emperyalistlerle mücadelemizde, ülkeme sularım feda olsun) (iç ses: Kahretsin, gene sular akmıyor, şu rezil kovaya bir maşrapa daldırayım bari)

07:10 Kahvaltı yapma girişimi: Okula gidecek tıfıllar ve işe gidecek bireyler sofra etrafında oturur. (dış ses: Bize bu nimetleri ve ondan daha önemlisi özgürlüğümüzü kazandıran Üç Liderimize şükranlarımız sunuyoruz!)  (iç ses: Emperyalist kovalamaca ayağına yine açız, biraz küflenmiş ekmek, biraz lapa!)

07:30 İşe ve okula doğru yola koyulma: Dükkanlar, raflar boş. Yollar, boyu 1.50, kilosu 45 olan insanlar tarafından dolu, araba bakımında boş, bazen bir otobüs, bazen her tarafı dökülmüş askeri araçlar: (dış ses: Bırrrr!) (iç ses: Palto üstten, ayakkabılar alttan alıyor. Buz gibi havada yürüyeceğiz mecbur. Trafik polisi her zamanki yerinde boşa sallıyor elindeki malzemeyi. Şu tipe bak, sanırsın dünyanın en önemli işini yapıyor!)

Pek trafik yok ama trafikçi abla görevinin bilincinde!

07:50 Hoparlörlerden şevke getirici marşlar çalıyor: "Kahroslun Emperyalizm... kahrol Amerika... Sen de kahrol bu arada, Güney ve üvey kardeş!" Biraz sabah jimnastiği iyi gelir kaskatı kesilmiş, üşümüş minik ve çekik gözlü bedenlere.

08:00 İşe başlama vakti. Fabrika müdürü, elinde mikrofon anons yapıyor: "Yoldaşlarım, biliyorsunuz Emperyalist düşmanlarımızı yenmek için daha çok çalışmak zorundayız, bugün herkes, dün ürettiğinin daha fazlasını üretecek!" (dış ses: Baş üstüne Yoldaş, düşmanlarımıza karşı ülkemizi yüceltmek adına daha çok çalışacağız bugün!) (iç ses: Nereye çalışıyorsun, biraz sonra elektrikler gidecek zaten!)

Elektrikler kesilene dek biraz çalışalım bari!


09:35 "Aaaaaahhh" nidaları eşlinde elektriğin gidişi (ne sandınız, onlar da bizim gibi karşılar elektriğin gidişini). Üstünde kamuflaj rengi ceketi ile müdür yine görünür: "Yoldaşlar, biliyorsunuz dün, Sevgili Liderimizin (gözler yaşlanır) bize emaneti olan Yüce Liderimizin üstün gayret ve çabaları sayesinde, Emperyal güçlerin ödünü koparacak bir füze denemesi gerçekleştirdik (huraaaa sesleri veya ona benzer sesler işte). Dolayısıyla, bügün elektrik kesintisi her zamankinden daha uzun sürebilir... Yaşasın Yüce Liderimiz ve Halkımız (alkışlar ve gözü yaşlı feryatlar)!

12:00 Öğle paydosu. Herkes, sefer tasının kapağına asılır: (iç ses: Yine bir avuç pirinç lapası!)

12:30 Elektrik tekrar aramızda. İşe başlama.

14:30 Çay molası (yok yav... yine elektrikler gitti, malum Emperyalistler falan)!

19:00  İşe paydos: Ama gitmeden evvel bir hamasi nutka daha ne dersiniz? Uzayda fazla yer kaplamayan, fırça saçlı fabrika müdürü yine mikrofonun başında (elektrik bu, gider gelir haliyle): Yoldaşlarım, ambargonun belimizi büktüğü bugünlerde, bu sıkıntılı durumdan bir an önce kurtulmak için yarın daha fazla çalışmak zorundayız!

19:45 Eve geliş (sabahkinden uzak sürdü evet ama yolda karşılaşılan tanıdık yoldaşlarla, şöyle bir iki lafın beli kırılmasın mı canım: Konular malum, Emperyalistlerin içler acısı hali ve yanaklarından makas alınasıca, ergen irisi yeni liderimizin cephedeki kahramanlık fotoları, 2010 Dünya Kupasında Brezilya'ya nasıl çakmıştık ama muhabbeti vs). Eve geliş ve yine çok amaçlı odanın en mutena yerindeki lider triosuna sonsuz selam ve şükran.

19:50 Akşam yemeği: Aile fertleri yine sofranın etrafında. Spor çalışmaları (buna havuz olmadığı için karada yüzme antrenmanı da dahil) ve Kurtuluş Günü etkinlikleri provaları yapmaktan canı çıkmış, nefesi açlıktan kokan 20 kiloluk velet yorgunluktan bayılmak üzere. Bu akşam lapa da yok, biraz küflü ekmek, o kadar! (dış ses: Ses çıkaracak hal mi kaldı Lider aşkına!) (iç ses: Herkes yatınca belki bir haşerat yakalarım, kaldık hepten 42 buçuk kilo!)

20:00 Ana haber (her yerde aynı, hiç şaşmaz): Geleneksel kıyafetli meşhur abla yine ekranda döktürüyor; Yüce Lider uçtu, kaçtı... hain düşman al sana füze... Güney Koreliler acınacak hale geldi... sporda Emperyalist Amerikalıları yere serdik...!

Abla yine döktürüyor!

20:45 Çocuğun ödevlerine yardım etmece: Yüce Liderimizin en sevdiği renkle yapılan bir boyama... Sevgili Liderin doğum zamanında görülen olağanüstü haller konulu kompozisyon... Amerikan ve Güney Kore bayraklarına süngü saplama (temsili haliyle elbet)!

21:30 Aile fertleri ile karanlıkta (elektrik gitti tabi yine, mum da yok) ülke meseleleri üzerine fikir teatisi (arka planda guruldayan mide sesleri eşliğinde): Liderleri en çok kim seviyor? Kim ülkenin bekası için daha uzun süre aç durabilir? Son füze denemesinden sonra, ödü bilmem neresine karışan salak Amerikalıların korkak halleri. Üvey Kore'nin teknolojide bizden geri kalması ve geride kalmışlığı hazmedememesi... çok soğuk ve karlı geçen kış sebebiyle porsiyonların iyice azalması!

Samanyolu Kuzey Kore'den kim bilir ne güzel görünüyordur?!
 Pyongyang'da biraz elektrik var gibi ama
o da sadece subay ve idareci
tayfanın kaldığı binalardadır kesin.

22:00 Halvet olma temennisi (sadece temenni tabi; bir tarafta altı kişi ile dolu bir oda, diğer tarafta bomboş bir mide)!

07:00 "Ben nerde yanlış yaptım!"


... ya da... bu simülasyondan fazla hoşlanmayanlar için daha realistik bir bakış!

Bu a-acayip şeyin videolu hali daha da bir şey sanki:




4 Mayıs 2014 Pazar

Arap Dünyası ne kadar "Arap"?


     "Arap Dünyası" diye bilinen bir coğrafyadan bahsedilir çoğu zaman, ana konu "Ortadoğu" olunca, zira bize öyle tanıtılmıştır. Arap Dünyası terimi, yaramaz Ortadoğu'nun bir diğer söylenişidir. Zaten Ortadoğu ve Arap dedin miydi akla ne gelir ki? Pislik, terör, gelişmemişlik, ilkellik, sonu gelmez diktatörlükler, stabil olmayan ülkeler, kaba-saba insanlar... yani "Batı Dünyası"nın tam tersi!  

     Irk olarak "Arap" denince aklımıza nasıl bir renk gelir? Rengi bitter çikolata tadına gelip kahverengileşmiş
Mısırlı Fellah
bir Suudi ya da neredeyse zenci kıvamına çeyrek kalmış, kıvırcık saçlı, kocaman dudaklı bir Mısırlı, ya da düpedüz siyahi olmuş bir Libyalı... haa bir de meşhur "bizi arkadan vurdular" filminin başrol oyuncusu!

     En iyisi, bu ırkı daha iyi tanıyabilmek için biraz tarihe gidip, geçmişlerine göz atalım:

     Bilindiği üzere insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'un, kendisine iman edip gemiye sığınan üç oğlu vardı: Sam, Ham ve Yafes. Arapların da içinde bulunduğu grup, Sam'ın soyundan gelmektedir, yani "Sami"dir. Ulu'l azm peygamberlerden Hz. İbrahim'in iki oğlundan (ki her ikisi de peygamberdir) biri (Hz. İshak) İsrailoğullarının atasıdır, diğeri ise (Hz. İsmail) Arapların atasıdır. Görüldüğü üzere Arap ve Yahudiler amcaoğullarıdır. Yahudi deyince akla hangi renk gelir peki; tabi ki beyaz. Peki, Yahudilerin amcaoğlu olan Arap deyince niye beyaz dışındaki koyu renkler akla gelsin ki?

     Hz. Nuh'tan sonra Arap Yarımadasına yerleşen unsurlara, Arab-ı Baide denir ki, Ad, Semud ve Amalika kavimleri böyledir. Bunlardan sonra Yemen'e yerleşen Kahtan soyuna ise, Arab-ı Aribe ismi verilir. Himyer Devleti bunlardandır. Bu devlet çökünce, Medine'ye gelip yerleşenlerinden, Evs ve Hazrec kabileleri teşekkül etti. Şam civarına yerleşenler, Gassan Devleti kurup, Hristiyan oldular. Irak topraklarını mesken tutanlar ise, Hire Devletini kurdu. Hz. İbrahim'in Hacer'den doğan oğlu Hz. İsmail'in on iki evladının, Arab-ı Aribe ile olan karışmasından, Arab-ı Müstaribe teşekkül etti. İslamiyetin gelmesi ile birlikte, yabancılara karışmaları neticesinde, dilleri değişime uğrayarak, Arab-ı Müstacime olarak bilindi. Arab-ı Müstaribe'den Adnan'ın soyu olan Kureyş, Mekke'de yerleşti. Kureyş Kabilesinin on kolu vardı: Haşimi, Emevi, Abdüddar, Nevfel, Esed, Teym, Mahzum, Adiy, Cumah, Sehm. Bu kolların hepsinin kendilerine tahsis edilmiş vazifeleri vardı.

     Tarih ve siyer kitapları, çok açık ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde Peygamber Efendimizin, atalarının
Sudanlı Zenci
ve akrabalarının ve O'nun soyundan gelenlerin "beyaz" olduklarını yazıyor (günümüzdeki sahte olmayan Seyidlere bakıldığında bu açıkça görülür). Ashab-ı Kiram içerisinde (Hz. Osman gibi) sarışın olanlar da vardı. Hz. Ömer, hilafeti zamanında tarihi bir konuşma yaparak herkesi cihada teşvik etti ve böylece İslamiyeti yayma faaliyetleri daha da büyüdü. Öyle oldu ki, sefere çıkanların çoğu bir daha geri dönmedi, gittiği yerlerde şehid oldu. Mekke ve Medine'de vefat edenleri azdır. Dolayısıyla Arap ırkı, çok uzak yerlere ve kavimlere ulaştı, birçok ırkla karıştı ve İslam Medeniyetini ve Ahlakını yaydı. Çin ve Hindistan'dan Anadolu topraklarına ve oradan taa Endülüs'e kadar çok geniş bir bölgeye yayılırken, çıkış yerlerinde ise neredeyse kalmadı.
   
     İslamiyetin yayıldığı bölgelerdeki insanlar tabii ki envai çeşit idi. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika
çikolata renkli Suudiler
yerlileri esmerden siyahiye kadar koyu tenlidir. Osmanlı Devleti zamanında, Anadolu topraklarına gelen Habeş, Fellah ve Zenciler, Resulullah Efendimizin ve Ashabının soyundan gelenlere edilen itibarı görünce, kendilerini de "Arap" olarak tanıtıp Anadolu insanına daha sevimli görünmeye çalışmışlardır. Fakat siyahların kendilerini Arap olarak tanıtmaları İslam düşmanlarının işine geldi. Hem bunları köle olarak en ağır şartlarda çalıştırdılar hem de kirli propagandalarına alet edip, gençlere Arapları, dolayısıyla Peygamber Efendimizi ve sadık arkadaşlarını "siyah" olarak resmettiler ve Onlardan soğutmaya çalıştılar. Son dönem Osmanlı amirallerinden Eyüp Sabri Paşa, "Mir'at-ül Haremeyn" adlı eserinde, Mekke'de sadece iki tane Arap evi kaldığını yazmaktadır. Yani İslamiyet'in ortaya çıktığı topraklarda dahi saf Arap kalmış durumda değil. Hemen hepsi Afrika ve Asya'nın çeşitli yerlerinden gelen tenleri siyaha yakın insanlar ve Vahhabiliğin yayılmasından sonra Arabistan'ın doğusundan gelen İngiliz Muhibbi vahşi çöl bedevileri idi.

     Arap ırkını ve dolayısıyla İslam dinini karalama ve gözden düşürme siyasetine, Osmanlı'nın son döneminde
kelimenin tam manasıyla bir "Arap"
sabık Ürdün Meliki Hüseyin
iktidarı ele alan İttihad Terakki ile Cumhuriyetin özellikle ilk yıllarında da rastlıyoruz. "Irkçılık" denilse hiç de yanlış olmayacak kalın milliyetçilik damarı, hem İslamı hem de İslamiyeti geniş oranda temsil etme görünümündeki Arapları da zımnen ve bazen de aşikare olarak "öteki" ilan etti. Sanki atasözü ya da vecize imiş gibi gösterilmeye çalışılan söz ve ifadeler dilimize ve bilinçaltımıza yerleştirildi. Bu çağda bile, siyah köpekleri "Arap" diye çağıran, rengi biraz kahverengi diye mayi sabuna "Arap sabunu" diyen, simsiyah Zenci'yi çekinmeden "Arap" diye çağıran (True Romance filmindeki meşhur sahneden dolayı Tarantino'yu kınıyorum ve ona laflar hazırladım) en basit manada bile ırkçılık sayılabilecek -sözümona- atasözlerini kullanan ve işin nereye varabileceğini düşünmeyen yığınla insan var. "Bizi arkadan vurdular" efsanesi de Kutsal Topraklarda ve bugün Ortadoğu diye bilinen topraklarda yaşayan ahaliye zulüm ve işkence yapan İttihad Terakki zihniyeti ve özellikle de başlarındaki meşhur üçlüye olan nefretin bir ifadesidir. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen, paylaşılan ve İngilizler tarafından yönlendirilen ve reformlara tabi tutulan Ortadoğu'nun ve Hicaz'ın, Türkleri sevme ihtimali söz konusu olabilir mi?

Hz. Osman'ı şehid eden
Mısırlı Kıptilerin torunları


     Bugün "Arap" dediğimiz kavram bir ırktan çok öte, bir "mix"tir. Ve bu "mix"teki "Arap"lık miktarı, peynirli poğaçadaki peynir kadar "eser miktarda" olmanın ötesine geçememektedir. Zenciler, Kıptiler, Çöl Bedevileri, Fellahlar, Habeşliler, Berberiler, Afrikalılar gibi birçok ırkın karışımı bir şeydir. Aynı karışım miktarı, mesela Anadolu veya Acem topraklarında yaşayan milletlerde de vardır ama kimse bunlara Arap demez. konuştukları lisanın Arapça (onu da kendilerine benzettiler zaten) olması ve İslam Medeniyeti izleri taşıyor olmaları da durumu değiştirmez. Dolayısıyla Mısır, Ortadoğu, Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika bölgelerinde yaşayan insanlara Arap demek yanlış olur. Çünki bunlar, ırksal manada olduğu gibi, İslam kültürü açısından da deforme, reforme ve dejenere olmuştur.

 

26 Nisan 2014 Cumartesi

Son Olaylardan Sonra Dış Basında Türkiye ve Başbakan Erdoğan

   
     Son zamanlarda, özellikle de 2013 yılının Mayıs ayı sonlarında patlak veren "Gezi Parkı Olayları" ve 17 Aralık'ta gerçekleştirilmeye çalışılan "Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu" isimli kalkışmadan sonra (ve bu konu ile alakalı olarak Twitter ve YouTube'un engellenmesi sürecinde), Batı menşeli dış basın, Türkiye'ye yönelik eleştirilerini sertleştirmeye başladı. Bu sert eleştirilerden en büyük payı ise elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldı. Başbakan Erdoğan, giderek artan sertlikte bir üslupla ve "diktatör, despot, kibirli, kendini beğenmiş, demokrasiyi hazmedememiş, muhalefet kabul etmez" gibi sıfatlarla anılmaya başlandı. Üçüncü KöprüKanal İstanbulÜçüncü Havalimanı gibi çok büyük çaplı maddi ve Demokratik Açılım ve buna benzer adımlar gibi manevi projelerin artması ve hız kazanması ile eleştirilerin dozunun artması ise neredeyse "paralel" (biri paralel mi dedi) oldu. Bu eleştirilerin ve kaynakların bazılarına bir göz gezdirelim:

      "Times of Israel" isimli internet sitesi, 16 Mart 2014 tarihli haberinde başlığı, Türk Tabipler Birliğinin (hepimiz biliyoruz bu zihniyeti) bir bildirisini referans alarak şöyle atıyor: "Turkish doctors question PM Erdogan’s mental state" yani "Türk Doktorlar (burada 'hepsi' kastedilmeye çalışılmış besbelli) Başbakan Erdoğan'ın ruh sağlığını sorguluyor".

     The Wall Street Journal'da, Matthew Kaminski imzalı, 10 Haziran 2011 tarihli makalenin başlığı şöyle: Turkey's 'Good Dictator' yani "Türkiye'nin 'İyi Diktatörü". Makalenin içeriğinde değinilen konular ise şöyle: "Erdoğan, ekonomiyi düzeltti ama güç paylaşımı ve eleştiriyi hiç sevmiyor", "Türkleri kutuplaştırıyor", "Başbakan muhaliflerini harcıyor", "Demokratikleşme adımları net değil".

     İnternet medyasının gözdelerinden The Huffington Post'un 3 Haziran 2013 tarihinde yayınlanan ve Agence France Press'ten Fulya Özerkan'a dayandırılan haberin başlığı şu: "Erdogan Says 'I'm No Dictator'... But Is He?" yani "Erdoğan, diktatör olmadığını söylüyor ama gerçekte öyle mi acaba". Haberin detayları ise yukarıdakilerden farksız: "inat, eleştiri kaldırmaz, ekonomiyi düzeltti ama diktatörlüğe doğru gidiyor".

     "Ortadoğu ve Arab Dünyası uzmanı" olarak lanse edilen İngiliz Robert Fisk, 10 Nisan 2014 tarihli The Independent'ta yayınlanan makalesinde soruyor: "Has Recep Tayyip Erdogan gone from model Middle East 'strongman' to tin-pot dictator?" ya da kabaca: "Erdoğan, Ortadoğu'ya örnek teşkil etme rolünden diktatörlüğe mi kayıyor?" Fisk, o bilindik ağır ve ağdalı İngilizcesiyle devamında diyor ki; "Bir zamanların sadık Amerika dostu Erdoğan, giderek daha fazla otoriterleşiyor."

     Amerikalı CNN'in internet sitesinde, 4 Haziran 2013 tarihli Ivan Watson ve Josh Levs imzalı haberin başlığı: "Turkey's Erdogan: Successful leader or 'dictator'?" Türkçesi: "Erdoğan: başarılı bir lider mi 'diktatör' mü?"

     Alman Der Spiegel'de 21 haziran 2013 tarihli ve Maximilian Popp imzalı makale, "Turkey's Stubborn Man on the Bosphorus", Türkçesi ile "Boğaziçi'ndeki inatçı adam" başlığı ile çıktı. Makalenin devamında ise şu satırlar var: "Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin ikinci Atatürk'ü olma yolundaydı. Ancak Gezi Protestolarına kulaklarını tıkayan bir despotlukla cevap verdi. Bu, ülkesi ve kendisi için bir trajedi. Gazeteci Fiachra Giabbans'ın, Guardian gazetesindeki Erdoğan tanımlaması tam yerinde; 'Şekspir trajedisi'. Darbeleri atlatan, mahkemelerden sıyrılan başbakanın, şimdi birkaç tane ağaç yüzünden başı dertte. Kendi kibrinin kurbanı oldu." Yazının devamında daha o sıralar hükumet taraftarı gibi görüntü veren Zaman gazetesinden de alıntı var ne hikmetse: "Erdoğan, milli bilince çok büyük zarar verdi." Yazıda, başbakan için sarfedilen diğer sözler şöyle: "Demir yumruk... kafası karışık despot... ülkeyi bölüyor."

     Amerikan haftalık haber dergisi Newsweek'in internet sitesinde, 11 Ağustos 2013 tarihli ve Benny Avni imzalı haberin başlığı şu şekilde atılmış: "Turkey’s Erdogan Is Quietly Wooing America’s Enemies" yani "Erdoğan, Amerika'nın düşmanlarına çaktırmadan kur yapıyor". Haber, Türkiye'nin, ABD'nin düşmanı sayılabilecek ülkelerle yaptığı askeri ve savunma maksatlı işbirliklerini masaya yatırıyor ve Başbakan Erdoğan'ın, giderek Amerika'nın menzilinden çıkmaya başladığını söylerken, bir taraftan da AK Parti hükumetinin "komşularla sıfır sorun" politikasından hızla uzaklaştığını da belirtiyor. Satır araları ise Tayyip Erdoğan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na yönelik sert eleştirilerle dolu.
   
     İngiliz The Guardian'da, 30 Mart 2014 Mahalli Seçimlerinden hemen önce çıkan bir haber, şu başlıkla verilmiş: "Turkish PM divides nation and neighbourhoods ahead of local elections" yani basit haliyle "Başbakan, seçim öncesi milleti ve insanları kamplaştırıyor". Constanze Letsch tarafından hazırlanan yazı, muhalif alıntılarla da güçlendirilerek, çok ağır bir dille başbakanı eleştiriyor... eleştiriden de öte, bu yazıyı okuyan bir Batılının aklına, istemsiz olarak Alan Parker'ın, üstümüze kara bela gibi çöken "Midnight Express" filmini ve filmin bakış açısını getiriyor. Tek taraflı, yönlendirici ve sanki ülkemizde iç savaş varmış gibi bir resim çizen haberin satır aralarında şunlar var: "Hükumeti hakkındaki yolsuzluk iddialarından kurtulmak için Erdoğan, ülkeyi  'kendisine sadık olanlar' ve 'hainler' diye ikiye bölüyor"...  "Bu, 'böl ve yönet' politikası (bunu söyleyen bir İngiliz kafalı dikkat edin, yani bütün İslam Dünyasını bu fikriyat ile parçalayan bir kafa) Okmeydanı ve Beyoğlu gibi birçok semtte karşılıklı çatışmalara sebep oluyor".

     The Guardian'ın yakın yol arkadaşı The Observer da, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı alçaltma faaliyetinde kardeşinden aşağı kalmıyor. Hükumetin Twitter'ı engelletmesine değindiği 23 Mart 2014 tarihli haberinde kullandığı alçaltıcı ifadelerden bazıları şöyle: "Türkiye'nin abrazif başbakanı, Twitter'ı yasaklatmaya çalışarak (ve tabi ki başaramayarak) komik duruma düştü"... "10 senedir ülkeyi yöneten güçlü lider imajı, Gezi Parkı olaylarından sonra, çok kişi için huysuz bir zorbaya dönüştü"...


     ABD'nin tanınmış gazetelerinden The Washington Post'un editöryal kurulunun (yani gazetenin temel duruş ve görüşünü temsil eden beyin takımının) hazırladığı haberin başlığı şu: "Turkey’s prime minister acts desperately to hold onto his power" yani "Türkiye'nin başbakanı, gücünü devam ettirebilmek için çılgınca davranıyor".  Haberin içeriğindeki bazı detaylar şöyle: "Erdoğan, iktidarda kalabilmek için acımasız bir kampanya yürütüyor"... "inişe geçen siyasi hayatını tekrar yükselişe döndürmek için kaba yöntemlere başvuruyor"... "Yolsuzluk operasyonu sürecinde, adli mekanizma üzerinde baskı kurmaya çalıştı"..."Kendisini eleştiren basın-yayın organlarını sindirmeye ve sessizleştirmeye çalıştı". Yazının son paragrafı ise tam bir ibret vesikası: "Demokrasiye sahip çıkmak şimdi Türk Milletinin elinde. Bu, seçimle olmasa bile, barışçıl gösteri ve direnişle de olabilir! Twitter vakasının da gösterdiği gibi; Erdoğan için, bir uçağın düşürülmesini emretmek, organize olmuş donanımlı bir topluluğu sindirmekten daha kolay"!


     Daha bunlar gibi bir yığın yazı, haber ve makale bulmak mümkün. Verilmek istenen mesajlar ise aşağı-yukarı aynı: "Erdoğan, diktatör, despot, acımasız, kibirli, huysuz, demokrasiden anlamaz..." Suçlamaları tırnak içine alıp "biz demiyoz haa, öle diyolar" mesajları... Bu mesajlarda Abdullah Gül'ün iyi bir "alternatif" olduğu da, makyajlı bir biçimde işleniyor ve hatırlatılıyor ne hikmetse! Kısacası, Osmanlı Hakanı Abdülhamid Han-ı sâni'ye yaptıklarının ve yapmaya çalıştıklarının neredeyse aynısını yapmaya çalışıyorlar: "yaftala, hırpala, itibarsızlaştır, yalnızlaştır, soyutla"!  


22 Nisan 2014 Salı

Çevreci Olmak İçin Solcu ve Ateist mi Olmak Lazım?


     Hepimiz, “Greenpeace” denilen çevreci! örgütün üyelerinden birinin ya da birkaçının yaptığı protestolara bir vesile ile şahid olmuşuzdur. Herhangi bir kampanya çerçevesinde bilmem hangi köprüde  kendini zincirlemeler, önemli ve kalabalık bir toplantı esnasında ortalığı velveleye vermeler, hatta protesto edilecek şahıs veya kurumlara sözlü ve fiili karşı koymalar gibi oldukça agresif sayılabilecek faaliyetler, bu protestolardan sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Peki maksat ne? Maksat gayet masum ve temiz; çevreyi korumak!

     “Çevrecilik” fikriyatı, asrî manada, Sanayi Devrimi ve Endüstrileşme ile başlayan dönemin getirdiklerinden ve neticelerinden biridir (tabii mi yoksa suni mi kararı sizin). Özellikle Büyük Buhrandan sonraki en büyük ekonomik durgunluğun ve krizlerin yaşandığı 70’lerin Batı Dünyasında, çeşitli vesilelerle (Vietnam Savaşı karşıtlığı ve tüm dünyayı saran muhalif gençlik hareketleri vs.) yükselen değerlerden biri de Çevrecilik idi. Bu hareket hem çeşitli formlarda vücut buldu hem de giderek siyasallaştı. “Çevreciler”in birinci dereceden uğraştığı konular; tabiatın hızla kirlenmesi, kaynakların giderek tükenişe doğru gitmesi, soyu tükenme tehlikesi yaşayanlar başta olmak üzere bazı hayvanların (kürklerini ve/veya belli yerlerini elde etmek maksatlı) vahşiçe katledilmesi, nüfus artışı, bilhassa Soğuk Savaşın körüklediği nükleer silahlanma ve en nihayetinde de bu konular ile ilgili, toplumlarda farkındalık oluşturmak görünümünde idi. Yine 70’lerde, “Greenpeace” diye bilinecek bir gönüllüler grubu, yaptıkları protesto faaliyetleri ile isimlerini duyurmaya ve gündem oluşturmaya başladı. 80’lerde ise, şimdilerde alakalı-alakasız her yerde karşımıza çıkan “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” kalıpları filizlendi.

     Giderek artan çevrecilik hareketleri, Kapitalist Batıdan hızla, dünyanın geri kalanına ihraç edilme eğilimine girdi. “İkibin yılından sonra yandık”, “ikibin bilmem kaçta su savaşları yaşanacak”, “pandaları çiftleştirmemiz lazım”, “ay çabuk olun nefes alamıyorum” gibi felaket tellallığı ile güçlendirilmiş ve ajitasyon miktarı yükseltilmiş cümleler, gündelik hayatımıza kadar girdi. Herkes, sorumlu olmaya davet ediliyordu, herkes elini taşın altına koymalıydı! Tamam kardeşim de, bu tabiatı kim sömürüp bu hale getirdi? Birbirine pala sallayan ve açlıktan kırılan Afrikalılar mı? Batılı kukla idarecilerin elinde “gelişmeme nedir ve nasıl yapılır” konusunda tez yazan Ortadoğu mu? Daha yeni yeni günyüzü görmeye başlayan dünyanın geri kalanı mı? Hayır! Vahşi insan gücü kullanımı, kendinden olmayanı sömürme, hızla tüketme ve dünyanın çivisini çıkarma konusunda profesörlük payesi bulunan Postmodern Batının ta kendisi! Başka türlü olması mümkün mü ki? Ama adamların hakkını teslim etmek lazım; bütün dünyayı ipteki cambaza hayran hayran baktıracak zehir gibi çalışmaları var! Dünyayı yaşanmaz
Nükleeri istemezük!
hale getir, suyunu kurut, yerin altını üstüne getir, sonra uyuşturucudan önünü bile göremeyen solcu ve ateist grupları kendine karşı kışkırt “bakın bunlar bizim muhalifimiz, bizim çıkarımıza çalışmıyorlar, bize sövüyorlar, siz bunlara sahip çıkın” tarzı bir makyajla onları dünyaya pazarla, küresel ısınma ve iklim değişikliği araştırmaları yapacak dev araştırma kuruluşları kurmak suretiyle günah çıkarıyormuş gibi yap, Greenpeace’i gelişmekte olan ülkelerde konuşlandır, bu ve buna benzer “istemezük” mantığındaki organlarla o ülkelerin kamuoyunu meşgul et, durmadan protesto yaptır, nükleer tesis kuracaklarına onları bin pişman et, “ulvi gayeler” için savaş verdiğini sanan gençleri gönüllü olarak çalıştır, Taksim’den geçen vicdanlı ve “gönüllü kızları” kıramayacak kadar naif! insanımızın cebinden 5-10 doları kopar!(şaka şaka, o kadar da olmaz canım!)

     Çevreci oluşumlarda dikkat çeken belli-başlı şeyler var. Mesela, rasyonel olmaktan uzak, ütopik ve teorik çözümler, bitmek bilmez felaket senaryoları, ayağı yere basan ve işinde–gücünde insanlardan müteşekkil olmasından ziyade, bol kızlı
Biraz sonra naif! bir delikanlıdan
birkaç dolar koparma kabiliyeti varmış
gibi görünen Greenpeace gönüllüleri
sol örgütlenme tarzı ve meselenin esasına inmekten çok, yüzeysel çözümler peşinde olmaları... gibi. Fakat bunlardan ayrı olarak, dağda veya bir köyde karar kılan, organik tarımla uğraşıp bisiklete binen, tek bir elbise ve ayakkabı ile ömür tüketip para kullanmamaya çalışan, bir daha şehir ve kalabalık yerleşim yerlerine ayak dahi basmayan, kısacası karbon ayak izini minimuma indiren “samimi” çevreciler de yok değil elbette ama onlar da istisnadan öteye gidemiyor. “Farkındalık oluşturmak” ve eylemlere katılmak için benzin ya da mazot yakan arabalar kullanan, sıcakta klima çalıştıran, ayağı Nike’lı, eli iPhone’lu hümanist hatta “hayvanist” çevreci arkadaşlar pek de samimi gelmiyor doğrusu!

     Peki, çevreci olmak için, yani başka bir ifade ile, tabiatı diğerlerinden daha çok önemseyen kimse olmak için illa yukarıda zikredilen tarifte biri mi olmak lazım... elbette hayır! “Çevreci” olmak için bilinçli bir Müslüman olmak yeterlidir (gerçi pratikte gördüğümüz örnekler pek iç açıcı değil ama onlar konumuz dışında). Bir Müslüman evvela israf etmez ve israf etmediği halde kendi ve etrafı temiz olur. İsraf etmemek yani tutumlu ve iktisatlı davranmak ve kaynakları kendine yetecek kadarı kullanmak, tabiatı ve geleceği düşünenler için kilit vazifesi görür. Nitekim, her sene yapılan araştırmalar bunu desteklemektedir. İsraf ve savurganlık Batı Dünyasında (ve ne yazık ki bunları taklid merakındaki bizlerde de) inanılmaz ölçülerdedir. Tek başına sadece bu konu ile mücadele edilse, hem mücadelenin kendisi ucuza gelir, hem de bu mücadelenin sonunda elde edilecek fayda çok yüksek olur. Yeşillendirme, ağaç dikimi ve bakımı, kaynakların idareli ve adil kullanımı, çeşitli vesilelerle kullanılan veya kullanılmayan hayvanlara gösterilecek şefkat ve merhamet, içinde bulunulan ekosistemi korumak gibi, doğrudan “Çevrecilik” ve “çevreyi korumak” sayılacak prensipler, birçok hadis ve haberde medh edilmiştir. Dinini kayıran bir Müslüman, tabiatteki hassas dengeleri bozmaz, ihtiyacı olanı kullanır, eğer hasar gören kısımlar varsa elinden geldiğince onu tamire uğraşır.

     Yani çevreci olmak için felaket tellallığı yapmaya, herhangi bir dış mihraklı örgüte üye olmaya ya da o örgütlere yardım etmeye gerek yok! Muktesid ve dinini bilen ve karbon ayak izi düşük bir Müslüman olmak kafi!  



17 Nisan 2014 Perşembe

30 Mart 2014 Seçimlerinin Analizi


     30 Mart 2014 Pazar günü yapılan Mahalli İdareler Genel Seçimleri, hükumeti elinde bulunduran iktidar partisinin kesin zaferi ile neticelendi. AK Parti, en önemli muhalifleri
2002 yılından beri çok az
değişen genel tablo
Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin oylarının toplamından daha fazla oy alarak, güçlü konumunu sürdürdü. Yüksek Seçim Kurulu rakamları tam olarak açıklanmadı ise de, eldeki bilgilere göre iktidar partisi, kullanılan oyların neredeyse yarısını aldı ki, yerel idarelerin belirlendiği ve genelde adayların öne çıktığı böyle bir yarışta, yüzde 45 ve 46’lardan bahsetmek, çok büyük bir halk desteğinin mevcudiyetinden bahsetmek demektir. Ancak bu seçimleri diğerlerinden farklı kılan faktörler vardı. Bunları da göz önünde bulundurarak, seçimin bir analizini yapalım:

     1. 2013 yılının gündem maddelerinden biri, dershanelerin kapatılması ve bunlar kademeli olarak okullara tebeddülü idi. Normal şartlar altında fazla tantana çıkartmayacak bir konu gibi görünürken, dışarıdan “cemaat” olarak bilinen ve müntesipleri tarafından “hizmet hareketi” olarak tanıtılan ve riyasetini eski bir imam ve vaiz olan Fethullah Gülen’in yaptığı oluşum, bu kapatma kararına şiddetli bir “hayır” çekti. Herkes ne olduğuna mana vermeye çalışırken, 17 Aralık 2013 günü Türkiye, “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” diye meşhur olacak bir gündemle sabaha uyandı. İçişleri ve başka birkaç bakanının oğlunun ve meşhur simaların gözaltına alındığı haberleri geldi. Meğerse arkadaş ortamlarında ve sağda-solda duyulan; “abi herifler polis teşkilatını ele geçirmiş”, “öğrenci evlerindeki gençlere hukukçu olun diyorlarmış”, “devleti ele geçirmek üzerelermiş” gibi söylentiler doğruymuş. Şimdiye kadar saman altından su yürüten cemaat, gücüne (iç ve dış) güvenerek hükumete açıktan “şah” verme cesaretini gösterdi ve Türkiye, tarihinde yaşamadığı ve çok kimsenin aklına gelmeyecek bir sürece girdi.

     Olan bitenin, seçimlerde AK Partinin oyunu baltalama girişimi olduğu gayet açıktı ve suçlamalar ile suçlananlar çok ağırdı. Üstelik bu sürece, sosyal medyada neredeyse her gün yayınlanan ve çoğu montajlanmış ses kayıtları da eklenince kavga iyice büyüdü ve dünyanın her tarafından duyuldu. Düşünebiliyor musunuz, ufacık bir söylenti çıkıp da kendisine akıtılan para ve yardımlar kesilecek diye titremesi gereken bir “cemaat”, bir ülkenin yarısının desteğini almış bir hükumeti karşısına alıyor! Çok garip değil mi?

     Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her vesile ile “cemaat”i deşifre etme çalışmalarını halka anlatmaya çalışırken, bir yandan da bu “yeni mağduriyeti” gayet iyi yöneterek, vatandaşın desteğini arkasına aldı. Millet başbakana dedi ki; “al sana destek, al sana yetki, bunların inine gireceksen gir, biz seni bunlara yedirmeyeceğiz”.

     2. Bu seçimler gerilimle geldiği için, beklenildiği gibi kamplaşmayı da artırdı. Gerilim, cemaati çökertmek iddiasındaki AK Parti’ye oy verenleri sertleştirdiği gibi, cemaat kaynaklı haber ve iftiralarla, hükumeti yolsuzluk ile itham eden CHP’ye oy verenleri de sertleştirdi ve bazı yerleşim yerlerindeki farklar daha da açıldı.

     3. İddia edilen yolsuzluk ve rüşvet haberlerine CHP’nin balıklama, MHP’nin de kısmen “istemem yan cebime koy” (ya da verilmek istenen izlenim oydu belki) tarzı atlayışı, enteresan bir üçlüyü aynı hedefe karşı savaşırken birleştirdi. Yani yaşam tarzı ile millete ve milletin değerlerine tepeden bakan sekülerler, normal şartlarda mukaddesata ve milli değerlere saygılı olan Ülkücüler ve kuzu postuna bürünmüş, ipinin ucu dışarıda olan cemaat, “düşmanımın düşmanı dostumdur” stratejisinden hareketle, görünmez bir ittifak içine girdi.

     4. Bu seçim bir kez daha gösterdi ki, ne kadar demokrat da olsanız hatta ağzıyla kuş yakalama girişiminden başarıyla da çıksanız, eğer muhafazakar ve mukaddesatçı bir gündem ve siyaset ile yola çıkmışsanız, Karadeniz’in dalgalı ve hırçın suları hariç sahil yüzü göremezsiniz. Yani “ben milliyetçi muhafazakar bir çizgide size hizmet vermek isterim” diyorsanız, size sıcak denizler haram (biri istisna mı dedi)!

     5. Sosyal medya araç-gereçleri elinin altında olan ve gündemden daha çok haberdar olan metropol sakinleri, yine, adaya rey vermekten ziyade, karşı tarafı mağlup edecek adaylara sahip çıkmayı yeğledi. Yani “ortamlarda Sırrı Süreyya’ya oy verdim dersin, n’olacak” yaklaşımı, sosyal medya kurtları (veya öyle olduğunu sananlar) için gayet iyi işledi.

      6. BDP ve HDP tarzı partilerin, belli coğrafyalara hapsolmuş olduğu ve geri kalan vatandaşlara belediyecilik veya hizmet namına bir şey sunma  gibi bir derdinin olmadığı bir kez daha ayan-beyan ortada görünüyor (bundan gocunduklarını da sanmıyorum). Bu hareketin beyinleri, yakın zamanda “mağduriyet” ve “zenci muamelesi”nin sona ereceğini ve Güneydoğu Anadolu’daki vatandaşların artık bunlara ihtiyacı kalmayacağını düşünüp yeni stratejiler geliştiriyorlardır herhalde!

      7. İstanbul ve özellikle Ankara’da üçlü üstü kapalı koalisyon işbaşındaydı fakat buna rağmen yenilgiyi tatmaktan kurtulamadı.

      8. 30 Mart Seçimleri, Batılıları, geceleri kabuslar görerek ter-su içinde uyandıran ve onları, yatağının ucunda William Wallace görmüş -sözüm ona- İskoç asilzadesine çeviren bir fenomeni, yani “Türk” (milliyet olarak değil kültür olarak) üst başlığında toplanabilecek insanların “iyi ve güçlü bir liderin arkasından gözü kapalı gitme ve ona güvenme” geleneğini bir kez daha ispatladı.

       9. Teyid edilen bir gerçeklik daha var. O da, Milli Nizam ve Selamet ekolünden gelen AK Parti teşkilatının en iyi bildiği şeylerden birisinin, halka inmeği ve yerel yönetim teşkilatlanmasını başarılı bir şekilde becermesidir.