Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

27 Temmuz 2022 Çarşamba

AK Parti ile 20 Senede Ne Kazandık Ne Kaybettik?


      AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan'a değindiğimiz yazıların üstünden hayli zaman geçti ve Türkiye'de bir ilk gerçekleşerek, bir siyasi iktidar, tam 20 yıl boyunca tek başına iktidar oldu. Türkiye gibi, çok kırılgan ve olağanüstü şartlarda Osmanlı  Devletinin coğrafyasından arta kalanlara oturan bir ülkede, hele de geçmişindeki her türden siyasi buhranı da eklersek, 20 senelik tek parti iktidarı gerçekten inanılması zor bir başarı. İnanılmasının zor olması ise, esasında rejimin, kendisine düşman olarak bellediği kitlenin bu kadar uzun bir süre tek başına memleketi idare etmesi. Diğer bir deyişle, 80 senedir, öz topraklarında kendini dışlanmış, hor görülmüş, Necip Fazıl Kısakürek'in ifade ettiği gibi "parya"olarak görülen muhafazakarların bir nevi intikamıydı, milenyumun başında yaşananlar. AK Partinin iktidara gelmesi, kuruluşunun sadece birinci senesinde olması ise, olayı daha da enteresan hale getiriyor. 28 Şubat'ın tesiri, muhafazakar kesimden bir türlü istenilen kapasitede liderin uzun süredir çıkmaması ve bir süredir denenen partilerin istikrar getirememesinin, 2002'deki seçimleri derinden etkilediği de bir gerçek.

2002 seçim manşetleri

     Siyasi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın yasağının kalkması akabinde, başbakan koltuğuna oturması ile birlikte, esas tek başına iktidar dönemi başladı. Erdoğan hükumeti, ilk yıllarında sık sık Avrupa Birliği vurgusu yaptı ve bazı liberal çevrelerin de desteğini aldı. Ülkemiz bir refah dönemine giriyordu. Dışarıdan gelen sıcak paranın da tesiriyle, ilk seneler nispi bir rahatlama içerisinde geçildi. Üstelik bu gelişmeler, Ahmet Necdet Sezer denilen ve Türk milletinin gelişmesinin karşısında duran zihniyeti temsil eden cumhurbaşkanına rağmen oldu. Sonraki senelerde gelişmenin hız kazanması beklenirken, 2008 dünya ölçekli ekonomik kriz, her ne kadar dışarıdaki kadar etkili olmasa da, iç piyasaya da menfi yansıdı. 2013 yılının yaz başında, Gezi Olayları olarak bilinen kalkışma neticesinde ise, bilhassa dış basında, Recep Tayyip Erdoğan’ın baskıcı hatta diktatör bir lider olduğu imajı ön plana çıkmaya başladı. Ardından, bu sefer de çok ciddi bir iç tehdit olan Fethullahçı Terör Örgütü devreye girdi ve enerjinin başka yerlere harcanmasıyla, işler yerinde saymaya başladı. Fakat her şeye ragmen, AK Parti, her girdiği seçimden lider olarak çıkıyordu.

     Şöyle ya da böyle, AK Parti iktidarı 20. senesini doldururken, faydalı ve zararlı yanlarına bir bakalım, faydalı taraflardan başlamak suretiyle:

* Asker ve Halk Fırkasına dirsek: AK Parti ve Tayyip Erdoğan, başka hiçbir şey yapmamış olsa, sadece şu başlık için bile takdir ve hayırla yad edilmeyi hak ediyor. 2. Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesi ile başlayan ve doğrudan ya da dolaylı biçimde neredeyse 100 senedir devam eden İttihat ve Terakki hegemonyası en sağlam tokadı bu devirde yedi. Rahmetli Menderes’in cılız çabaları, rahmetli Özal’ın da gayretleri sayesinde millet kısmen de olsa ferahlarken, tam manada kafi olmamakla birlikte, geniş çapta ferahlama Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık ve riyaseti zamanında oldu. Kendisinin özelliklerine yakından baktığımız yazıda da belirttiğimiz gibi, asker ve şürekasından çok çekmiş bir zihniyetin temsilcisi olarak dik ve tavizsiz duruşu, milyonların teveccüh ve duasına mazhar oldu.

* Savunma sanayi: "İster isen sulh-ü salah, hazır ol cenge" düsturundan hareketle, hükumetin yaptığı en doğru ve en yerinde işlerinden biri. Tartışılacak hiçbir yanı olmayan müthiş bir kararlılık ve azmin neticesi!

* Ekonomide istikrar: Her ne kadar son birkaç senedir iktisadi olarak bir daralma söz konusu olsa da, genel olarak AK Parti iktidarı, ekonomik istikrarın hakim olduğu bir dönem oldu. Üstelik bu istikrar, bazı konvansiyonel metodlar bir tarafa bırakılarak gerçekleştirildi.

* Altyapı ve yollar: Medeniyet denilen şeyi, tamir-i bilad ve terfih-i ibad olarak düşünürsek, 20 yıllık iktidarın en çok yaptığı şey, insanları rahata kavuşturacak yapılar ve birbirlerine daha kolay ve rahat ulaşmalarını sağlayacak yollar, köprüler, tünellerdir. Tek şeritli, gidiş-gelişli tehlikeli yolların yerini, neredeyse her yerde, en azından bölünmüş yollar aldı. Tünnel ve köprüler sayesinde, mesafeler çok kısaldı.

"Ferhat gibi dağları delmek

* Sağlık alanındaki ferahlama: Hem hastane hem de doktor ve yatak sayılarındaki artış, dar ve orta gelirli vatandaşlar için çok büyük fayda sağladı ve sağlamaya devam ediyor. 90’lı yılların SSK ve devlet hastaneleri zulmünü yaşamış olanlar için, bunun ne demek olduğu gayet aşikar.

* FETÖ ile mücadele: 1970’lerden itibaren, giderek büyüyen bir ivme ile Türkiye kamuoyuna giren Fetullah Gülen Hareketi, devletin bütün kılcal damarlarına sızarken, AK Parti hükumetinin ilk senelerinde de etkinliğini sürdürdü. Naif ve iyi niyetli yaklaşımların, hatta maddi-manevi yardımların bunda payı vardı şüphesiz. Dış güçlerin kontrolündeki terör örgütü, dişini çıkarmaya başlayınca, parti de uyanmaya başladı. Neyse ki, Dersane krizi, 17-25 Aralık, Gezi Olayları ve en son da 15 Temmuz Darbe Kalkışması neticesinde, temel dini konularu değiştirecek kadar ileri giden örgütün kolu kanadı kırıldı ve memleket çok büyük bir felaketin kenarından döndü.

     AK Parti şayet saydıklarımız ve daha saymadığımız icraat ve yenilikleri ile vatandaşa “sosyal devlet” rahatlığını yaşatma gayreti içerisinde olan bir liberal parti olsaydı, muhtemelen aşağıda sayacağımız menfi özelliklere fazla girmezdik ancak “Milli Görüş” denilen zihniyetten geliyor olmanın ve muhafazakar reylere talip olmanın neticeleri olacaktır!

* Dinde yozlaşma: Bu konu maalesef, AK Parti iktidarının en menfi ve sıkıntılı kısmı. Daha genişçe bu mevzuya değinmiştik ancak görünen o ki, hasar gün geçtikçe artıyor. İslamiyet’in özü olan Ehl-i sünnet vel Cemaat itikadından uzaklaşmalar son sürat devam ederken, gençler Deizm, Agnostisizm ve Ateizmin pençesinde günden güne yitip gidiyor. FETÖ vesilesiyle, tasavvuftan çekinmeye başlayan ve giderek Selefileşen yaklaşımları da eklersek, AK Parti’nin dine yanlış müdahalelerinin vebalinin hiç durmadan arttığını görürüz. Zaten yanlış temelle kurulan Diyanet’in bu vebaldeki katkısı ise elbette çok büyük! Örtü ve tesettür kavramlarının ayak altına alınması da hakeza.

* Genel olarak yozlaşma: Her ne kadar, AK Parti zamanında, müslümanlar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten, kısmen kurtulmuş olsa da, refah seviyesi yükselenleri bekleyen tuzaklar geçikmedi. Filhakika, ülke insanı, belki de hiç olmadığı kadar, olabilecek her yönden yozlaşma ve cahilleşme batağına çekiliyor. Cepleri biraz para gören ailelerin çocukları, edebi-ahlaki bir temelden yoksun olarak, kibir ve hedonizmin pençesinde, kendilerinden ve keyiflerinden başka bir şeyi umursamadan hayatlarına devam ediyor. Bu nesillerin ne kendilerine ne de ülkelerine bir faydası var. Reis-i cumhur çok defa yeni jenerasyon ve yeni tarihli hedefler koymuş olsa da, sokakta dolaşan gençlerin ekseriyetine bakıldığında, bu hedefleri gerçekleştitrmenin hayal olduğu gayet bariz. Bunlarla birlikte, adam kayırmacılık ve liyakatsizliğin kol gezmesi, vaziyeti daha da vahim hale getiriyor. 

*Eğitim zaiyatı: “Milli Eğitim” diye yutturulmaya çalışılan şeyi, “eğitim zaiyatı” olarak ansak, fazla yanılmış olmayız zira 20 senedir iktidarda kalan partinin, gerçekten “milli” bir eğitim vermekten fersah fersah uzak olduğu herkesin malumu. Daha fazla derslik, İmam-Hatip ve dini ders koymakla mesele çözülmüyor çünki ne muallimler ehil ne de talebeler öğrenmeye meyyal.

*Cezai müeyyidelerin kifayetsizliği: Pekçok sahada karşımıza çıkmakla birlikte, özellikle trafik ve vasıta kullanmada canımızı, gerçek manada çok yakan bir eksiklik. Yanlış yapanların, fiillerinin yanlarına kar kalması, affedilmez bir kabahat ve vebal. Kanunlar suçlu olan "parmağı" kesmeyince, işin ucunu almak giderek zorlaşıyor. 

*Kadın hakları ve etrafında dönen tabular: 28 Şubat zulmünün akabinde halkın teveccühünü kazanan AK Partinin ölçüyü kaçırdığı şeylerden birisi de bu oldu. İslamiyet’in kadına verdiği hakları sindirememiş, üstelik de Batı özentiliğine saplanan zengin muhafazakarımızın savrulması acayip oldu! Realiteden uzak hukuki düzenlemeler, “İstanbul Sözleşmesi” gibi garabetler, kadın istismarı ve cinayetlerini önlemek şöyle dursun, körükledi. Parti idarecileri ve bakanların bu problemi, yabancılar tarafından sürekli kaşınan metotlarla çözmeye kalkması, çok veballi bir basiretsizlik numunesi! Gelinen nokta ise, yeni yeni tabular üretmek!

 

7 Temmuz 2022 Perşembe

Endülüs Emevi Devletinin Kuruluşu ve I. Abdurrahman'ın Kaçış Hikayesi


     Bir insan ömrü denilebilecek süre içerisinde teşekkül edip yıkılan Emevi İmparatorluğu, Beni Ümeyye soyunu, çoluk çocuk demeden katletme teşebbüsü ile tarih sahnesinden silinince, Abbasiler Hilafeti başlamış oldu. Bu dönem başlarken de, bir asra yakın devleti idare etmiş olan Emevi soyundan olanlar, tabiri caizse kaçacak delik arar oldular. Zira yeni gelen idare, hiç merhamet göstermeksiniz katliama girişmişti. 

    Ancak tarih öyle garip cilvelere gebe ki, 16-17 yaşlarında bir genç, can korkusu ile boğuşurken, soluğu Endülüs'te alıyor ve Avrupa'nın ve dolayısıyla dünyanın çehresini değiştirecek bir devlet kurucusuna dönüşebiliyor. Bu genç, aksiyon filmlerini aratmayacak cinsten kaçış ile: Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam

     Abdurrahman, onuncu Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik'in torunu. Hicri 113. yılında (m. 731) tevellüt etti. 19 yaşındayken, büyük kuzenlerinden II. Mervan'ın halifeliği sırasında, büyüyen Abbasi tazyiki neticesinde gerçekleşen Zap Suyu Muharebesi dengeleri değiştirince, Emeviler için karanlık günler başladı. Sadece bu muharebede bile, 300'e yakın Beni Ümeyye öldürüldü. Halife Mervan bin Muhammed muharebe meydanından sağ kurtuldu ancak kaçmak zorundaydı ve Şam'dan çıkarak Mısır'a ulaşmayı becerdi. Fakat kaçışının üzerinde geçen yedinci ayda yakalandı ve öldürüldü. Bu, Emevi Hilafeti'nin nihayeti demekti. Şehzadeler Ubeydullah ve Abdullah Habeşistan'a kaçsa da, Abdullah orada çarpışmada katledildi. Emevi soyundan olanların hemen hepsi de aynı sonu paylaştı. 

     Fakat genç Abdurrahman'ın yaşayacağı macera, daha yeni başlıyordu. İçinde kendisi, birkaç kardeşi ve oğlu da bulunan ufak bir grup, Şam'dan gizlice çıkarak, evvela Fırat Nehri kıyısında küçük bir köye sığındı. Haliyle Abbasi kuvvetleri, her yerde sâbık idarenin üyelerini arıyordu. Atlı birlikler, köyleri dahi didik didik ediyordu. Askerlerin nefesini ensesinde hisseden Abdurrahman, küçük oğlu Süleyman ve kız kardeşlerini burada bırakıp, yanında sadece ağabeyi Yahya ve azatlı kölesi olduğu halde, zor bela oradan çıktı. Fırat’ın akıntısı ağır gelince, kıyıdan kendilerine doğru bağıran ve zarar verilmeyeceği teminat veren atlılara kanan Yahya, geri dönüp teslim oldu. Küçük kardeş Abdurrahman ise, yanında sadece kölesi Bedr olduğu halde, karşı tarafa ulaştı. Abbasi kuvvetleri, teslim olmuş Yahya bin Muaviye’ye merhamet göstermek şöyle dursun, başını bedeninden ayırdı ve onu orada çürümeye terk etti.

     Ölümü ensesinde hisseden genç, güneye Filistin’e, oradan da Sina Yarımadasından Mısır’a vasıl oldu. Annesinin memleketi olan Batı Afrika’ya kadar gidip, gözlerden ırak olmaya çalışıyordu belli ki. Kuzey Afrika kıyılarından giderken, bugünkü Tunus’un bulunduğu Afrikıyye (ya da İfrikiyye) bölgesinde, onu oyalayacak meseleler yaşansa da, gecikmeli olarak yolculuğuna devam etti. Nihayet, miladi 755’te, Afrika’nın İber Yarımadasına en yakın noktalarından birisine, Septe’ye vardı.

     Endülüs, Tarık bin Ziyad tarafından, kırk sene kadar evvel alınmıştı ancak mevcut durumda, yarımadada karışıklık hakimdi. Bu yüzden genç Abdurrahman, karşıya geçip geçmemekte tereddüt etti. Sadık kölesi Bedr’i, Ümeyyeoğullarına hala sadık olabileceğini zannettiği komutanlarla görüşmek için, Cebelitarık Boğazı üzerinden gönderdi. Şam’lı komutanlar yakın durunca, Abdurrahman da Endülüs topraklarına ayak bastı. Sayıları bine dahi varmayan bir topluluk onu karşılamış olsa da, bir Emevi soylusunun Endülüs’te ortaya çıkma hadisesi, ortalığı çalkalamaya yetti.

     Endülüs valisi, güneyden gelen tehdidi sezmişti ve tedbir almak istiyordu ki, yarımadanın kuzeyinde başgösteren bir ayaklanma, onu başka tarafa itti. Böylece oluşan askeri boşlukta, Abdurrahman ve emrindeki az sayıda Emevi askeri, Sevilla’ya vardı ve şehri 756’da aldı. Artan nüfuzu ile birlikte, ordusu da sayıca çoğaldı. Gelinen noktada, çarpışma kaçınılmazdı ve Vadi el Kebir (Guadalquivir) Nehri kıyısında, Kurtuba yakınlarında, mevcut ve yükselişteki iki güç yüz yüze geldi. Yüz yüze geldi ancak bir süre sadece karşı kıyılardan birbirlerini seyretmek zorunda kaldılar çünkü nehrin suyu, hiç olmadığı kadar yükselmişti, son taşkınlar sebebiyle. Sonra bir müddet yazışmalar mevzubahis oldu. Netice çıkmayınca, 25 yaşındaki Abdurrahman, karşı tarafa hücüm ederek, kesin bir zafer kazandı. Bu zaferle birlikte, Endülüs Emevi Devletinin ilk adımı atılmış oldu.

Endülüs Emevileri haritası

     Devletinin tesisi, İslam Medeniyetinin neşv-ü nema bulması için de atılan ilk adımdı. Zira Endülüs, uzun yıllar aydınlanmanın beşiği oldu. Bilhassa Sultan III. Abdurrahman zamanı, tarihin gördüğü nadir refah ve gelişmişlik zamanlarından biriydi. Endülüs Müslümanlarının tuttuğu ışık, Avrupa’daki Rönesans ıslahatın da temel taşıdır. Bilindiği üzere, İber Yarımadasındaki kalkınmayı gören kabiliyetli bazı Avrupalıların, İslam alimlerinin kitaplarını Avrupa lisanlarına tercüme etmesi, Avrupa’da o sıralarda maddi ve manevi anlamda pislik içinde yaşayan cahil halkın uyanışının temel taşı oldu. 

Dünyanın en muhteşem eserlerinden biri iken
vahşi Batılılar tarafından darmadağın edilen
Kurtuba Cami

     Ancak refah seviyesinin artması ve zenginlik, Müslümanlar için genelde iyi neticelenmez... Endülüs örneğinde de aynı şekilde oldu ve önce İbn-i Hazm, sonra da İbn-i Rüşd gibi faal felsefecilerin fikirleri her yere yayılmaya başlayınca, Endülüs eski günleri arar oldu ve vahşi İspanyolların elinden cezasını bularak, tarih sahnesinden silindi.

 


12 Haziran 2022 Pazar

İran'ın Kısa Tarihi ve 1979 İran Devrimi

 

     Birçok medeniyet, kültür ve hanedanın gelip geçtiği İran arazisi, enteresan bir geçmişe sahip. Kısaca değinmek gerekirse:

1. Pişdâdiyan Hanedanı (Pişdadiler): Çeşitli efsanelere konu olan meşhur Cemşid (Cem) bu devletin hükümdarlarındandı. Çok uzun seneler saltanat sürdüğü ve milleti kendine taptırdığı rivayet edilir. Nevruz günü kutalamaları, onun Mart ayında tahta çıkışı sebebiyle kutlanagelmiştir. Kendine “İslam Cumhuriyeti” diyen İran’da, günümüzde dahi kutlanmaktadır bu gün. Cemşid bin yaşında iken, yine kendi gibi zalim olan Şeddad’ın kardeşinin oğlu Dahhak tarafından öldürüldü. Tahta Dahhak geçti. Feridun ve Menuçehr de bu hanedanın bilinen hükümdarlarındandır. Yıldız ve güneşe tapmak yaygındı Pişdadiler zamanında.

2. Kiyâniyan Hanedanı: Keykubad, Keykavus gibi hükümdarların hanedanı. İran şahlarından Feridun’un oğlunun torunu olan Turan hükümdarı Efrasyab’ı öldüren Keyhüsrev de bu dönemde yaşamıştır. Keştasib (Güştasb) idaresi zamanında, Zerdüşt ismindeki birisi, Mecusi dinini kurdu. Güştasb’ın oğlu İsfendiyar, bu dini yaymak için çok uğraştı ve Zerdüştlük yüzyıllar boyunca, Fars coğrafyasında varlığını sürdürdü.

Keyhüsrev Efrasiyab'a karşı

3. Ahameniş İmparatorluğu: Perslerin birinci imparatorluğu olarak da bilinir. Milattan önce 6. Asırda, Asuri kralı Buhtunnasar (Nebukadnezar) Kudüs’ü alıp, Mescid-i Aksa’yı yıktı. Yahudilere işkence edip, Tevrat nüshalarını yaktı ve Tevrat’ı ezbere bilen nadir kişilerden biri olan Hz. Danyal peygamberi esir aldı. Hakiki Tevrat işte bu karışık zamanda yok oldu. İran şahı Keyhüsrev (Büyük Kiros), Asurileri mağlup etti ve Hz. Danyal ile Yahudileri serbest bıraktı. Ahameniş iktidarı yüzölçüm olara çok büyüdü. Ancak Makedonyalı Büyük İskender, Dara’yı (III. Darius) mağlup etti ve yaklaşık 200 yıllık devlet yıkıldı.

İskender istila etmeden evvel
Pers İmparatorluğu 

4. İşkâniyan (Part imparatorluğu): İskender’in Pers topraklarını silip süpürmesinden bir süre sonra kurulan devlet. 400 yıllık bir ömrü olmuştur.

5. Sasâniyan (Sasani İmparatorluğu): İslamiyet’ten önce tesis edilen son Pers devleti. 3. asırda kuruldu. Bu dönemde topraklar yine büyüdü. Hadislerle övülmüş olan ve Fars edebiyatında mühim rolü olan Nuşirevan ya da I. Hüsrev, Sasani hükümdarlarındandı ancak bisetten evvel vefat etti. Hüsrev Perviz (II. Hüsrev), Peygamber Efendimizin kendisine gönderdiği mektubu parçaladı ve bedduaya düçar oldu. Kısa zaman sonra oğlu Şireveyh (Şiruye veya II. Kavad veya Kubad) eliyle, mülkü de soyu da kurudu. Zayıflayan devlet, Kadsiye Savaşı ve İslam askerinin hücumları neticesinde yıkıldı. Hz. Ömer zamanında, kisra olan III. Yezdecerd (Yezdigirt) son hükümdar olarak tarihe geçti. Ancak tarihe geçmesinin başka bir sebebi daha var ki, o da şu: Yezdecerd’in üç kızı, savaş esirleri arasındaydı. Üç kız, Hz. Hüseyin, Muhammed bin Ebu Bekir ve Abdullah bin Ömer’e verildi. Bunlardan da sırasıyla Zeynelabidin Ali bin Hüseyin, Kasım bin Muhammed ve Salim bin Abdullah gibi üç tane cevher tevellüt etti.

     Sasani hükümranlığı nihayet bulunca, Acem illeri uzun bir süre İslam idaresinde kaldı. Emevi ve Abbasi yönetimlerinin yanı sıra, Abbasi halifesi Me’mun’a isyan eden Tahir, Horasan civarında, kısa süreli bir hükumet kurdu. Arkasından ise Beni Leys (Saffariler) ve Samaniler dönemi başladı. Selçuklu Devletinin idaresi sırasında, Hasan Sabbah’ın zararlı Batıni fikirleri ile Şiilik İran’a yayıldı. Kısa süreli bir Harzemşahlar devri de yaşandı lakin doğudan sel gibi gelen Moğol istilası, her şeyi yerle bir etti. Moğollar 1230’larda İran topraklarına yerleşirken, İlhanlı sultanı Gazan Han İslamiyetle şereflendi. Sonrasında Akkoyunlu Uzun Hasan ve Timuroğulları o bölgeyi ele geçirirdi.

6. Safeviler: 1502 yılında ise, İran tamamen değişti çünki Şah İsmail Safevi, Akkoyunlulara isyan ederek devletini kurarken, Şiilik de devletin resmi mezhebi oldu. Esasında Şah İsmail, Şeyh Safiyuddin Erdebili’nin torunlarından olduğu halde, yanlış bir yol tuttu ve Osmanlı İmparatorluğunu da sürekli uğraştıracak bir engel olarak tarihte yerini aldı. Son Safevi hükümdarı sayılabilecek Şah Hüseyin, Afganlılar tarafından öldürülünce, devlet karıştı. Oğlu 2. Tahmasb, aciz ve eğlenceye düşkündü. O durumda, vezir Nadir idareyi eline aldı.

7. Afşar Hanedanı: Nadir Şah (hatta Şahenşah), Afganlıları kovup devletin hudutlarını Hindistan’a kadar genişlettiyse de, iyice büyüyen devlette iç huzur bir türlü sağlanamadı. Rey’de Türkmen aşiretinin reislerinden Muhammed Ağa, Acemistan’ı istila etti. Arada çok kısa bir Zend Hanedanı devri de yaşandı.

8. Kaçar Hanedanı: Bu hanedan, 1794-1925 yılları arasında İran’a hakim oldu.

9. Pehlevi Hanedanı: Son Kaçar şahı Ahmed, komutanlarından Rıza Pehlevi tarafından devrilince, Pehleviler yönetimi başladı. 2. Dünya Savaşında Almanlara yakın siyaset güdüp, İngiliz ve Müttefik Devletler ile mesafeli durunca, harp başladıktan bir müddet sonra ipi çekildi. Zira Müttefikler, Sovyet cephesine yardım etmek istiyordu ancak şah kendi topraklarını buna alet etmek istemiyordu. Rus ve İngizlerin hücumu neticesinde, Şah Rıza Pehlevi, kısa sürede tahttan feragat etmek zorunda kaldı. Yerine ise 1941’de oğlu, Muhammed Rıza Pehlevi geçti. İran petrollerini millileştirme hamlesi esnasında bir ara ülkeye tekrar doğrudan Batı müdahalesi olsa da (Ajax Operasyonu) oğul Pehlevi 38 sene başta kalmayı başardı. Kendisi, atılım yapıp garplılaşmak istiyordu. Bu maksatla bir sürü işe girişildi. “Beyaz Devrim” olarak adlandırılan reformlar silsilesine 1963’te start verildi. Ekonomi ve sanayide çağı yakalamak için başlatılan kalkınma devam ederken, şahın Sünnilere de özgürlük verip, Ehl-i sünnet medreselerin açılması ve kitaplarının basılması, azgın Şiilerin dikkatini çekti.

Genç Muhammed Rıza Pehlevi 

İran Devrimi:

     Şah Rıza Pehlevi’nin yönetimi otuzuncu senesine girerken, kalkınma planları ve inkılaplara rağmen İran bir türlü istenilen seviyeye gelememişti. Şah, ülkesini ve Fars kültürünü Batılı liderler daha yakından tanıtmak için yanıp tutuşuyordu. Bu maksatla, 1971 yılında akıllara durgunluk veren devasa bir parti tertip ettirdi. Milyonlarca doların harcandığı organizasyon, hedefine ulaştı mı bilinmez lakin dar gelirli halkın tepkisi giderek artıyordu. Kırsaldan büyük şehre göç fenomeni neticesinde giderek şişen Tahran banliyölerinde, hem Şii mollalar hem de solcu Tudeh Partisi etkisini artırıyordu. Hapishaneler dolup taşıyor, huzursuzluk yayılıyordu. 1975 senesinde ise Pehlevi, mevcut iki partili sistemi fesh edip sadece yeni kurulan Diriliş Partisinin (Rastahiz Partisi) faaliyetlerine müsade etti.

şahın posterleri ateşte

     Sağ ve soldan gelen protestolar, hem sayı hem de seslerini kuvvetlendirirken, Pehlevi ile yıldızı bir türlü barışmayan ve uzun yıllardır sürgünde olan Ruhullah Humeyni adındaki Şii din adamı, 1978’de Necef’ten Paris’e gitti. Şah ve Amerika uşağı rejimi (kendi iddiasıyla) yerden yere vuran mollanın konuşma ve propagandaları evvelden de ülke içine sızıyordu fakat Fransa sürgününden sonra, bir nevi ruhani lider gibi, itibarı günden güne ziyadeleşti. Şah’ın çürük yumurta olduğu ve düzeninin bir an önce yıkılması yönündeki propagandası vesilesiyle, yerleştiği ev ziyaretçi ile dolup taşıyordu.

Humeyni Bursa'da baş açık dolanırken

     Bir parantez açarak, şunu belirtmekte fayda var; İran içinde yoğunlaşan ve artık şahın kendisi dahi hedef alan protesto ve eylemler, doğrudan mollalar ve Şii yönetimi taraftarı değildi. Komünist Tudeh Partisi ve laik kesim dahil, bir şeylerin yanlış gittiğini göre tüm kesimler meydana inmişti. Kırılma nokatalarından birisi ise, Humeyni’nin kalesi Kum’da başladı. Zira basında, kendisi aleyhinde yazılan bir yazı, Şii hareketin yoğun olduğu Kum’da infiale sebep oldu. İstihbarat Teşkilatı (SAVAK) ve güvenlik kuvvetlerinin çok sert müdahalesi, yüze yakın ölü bırakırken, bu kıvılcım neredeyse tüm ülkeye tesiri altına aldı. Lider arayışındaki muhalefet, mollalardan yükselen Humeyni çığlıklarına bir nevi teslim olma eğilimine girmişti.

     1978’in Ağustos ayında, bu sefer Abadan şehrinde çok büyük bir felaket yaşandı. Rex sineması kundaklandı ve 347 kişi öldü. Şah Pehlevi, muhalefeti suçlama telaşına girişmişse de, meydandaki kalabalıklar bunu hemen iktidara yüklemeye hazırdı. “Şah’a ölüm” sloganları ve pankartları, açıktan yükseliyordu. Bir ay sonrası, Tahran’ın meşhur Jale Meydanında yine çok kanlı bir olaya şahitlik ediyordu... Ardından da genel grev.

     Tüm bu yaşananlar, Paris civarına yerleşen Humeyni’yi iyice dünya kamuoyunun gözüne soktu. Jean Paul Sartre ve hatta Michel Foucault gibi meşhur feylesof zevat dahi kendisine arka çıktı. Kurnaz Humeyni de bu rüzgarı iyi kullanarak, şah düzeninin tefessüh ettiğinin üstünde ısrarla durarak, tüm muhalefetin tartışmasız tek ismi olarak sıyrıldı.

     Şah Rıza Pehlevi ise, o sıralarda iyice azan kanser illeti ile uğraşıyordu. Batı da, bir şekilde şahsız İran’a hazırlanıyor gibi bir görüntü içerisindeydi. Bu şartlar aldında, yorgun ve hasta şah, ülkesindeki olayların yatışmasını bekleyip, dönme umudu taşıyarak, 1979 başında ülkesini terk etti. Keder ve kanser yakasını bırakmayarak, 1980 temmuz ayında vefat etti... Yatağının altında, bir çanta içerisinde ülkesinin toprağı olduğu halde!

     Pehlevi ülkeyi terk edeli daha iki hafta geçmişti ki, Humeyni, Tahran’a dönüyordu uçakla. Herkes ne olacağını merak ediyordu. Havaalanında herhangi bir müdahale ve gerginlik ile karşılaşmayınca, seksen yaşına merdiven dayamış Şii molla, adeta bir kurtarıcı olarak üllkenin en tepesine yerleşmiş oldu. İki bin küsür senedir devam eden monarşi rejimi sanki ömrünü tamamlamış gibi duruyordu İran topkalarında.

     İhtilalin, hiç de muhalefetin beklediği gibi çıkmadığı anlaşıldığında ise, iş işten çoktan geçmişti. On binlerce devlet adamı, talebe ve general öldürüldü. Devlet, Şii takımın insafına bırakıldı.