Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

20 Mart 2020 Cuma

Harvey Weinstein Olayı ve Kadın-Erkek Eşitliğinde Son Durum


... Ve Tanrı... Harvey Weinstein! – Meryl Streep

... Teşekkürler... Özellikle de Harvey Weinstein! - Gwyneth Paltrow

... Harvey ve Bob Weinstein, siz de kalbimi kırdınız, o tutkunuzla! – Holly Hunter

... Beni buraya çıkartmak adına öldürmen gerekenleri öldürdüğün için sana teşekkür ederim Harvey! - Jennifer Lawrence... 

     Ve hatta Penelope Cruz, Rene Zellweger, Madonna, Kate Winslett, Nicole Kidman... Bu ve daha ismi sayılmayan nice meşhur Hollywood kadın oyuncu, Yahudi film yapımcısı Weinstein’i övüyor. 
"ayıya dayı" derken!

     Tabi bütün bu övgüler, Ekim 2017’den sonra tamamen değişti çünki birçok ödüllü filmin yapımcısı sıfatıyla, Hollywood’un kilit taşlarından birisi olarak nam salan Miramax’ın sahibi iki kardeşten biri olan Harvey, aniden başlayan bir dalga ile köşeye sıkıştı. Zira daha evvel, bu film yapımcısı ile temas kurmuş olan kadınlar, birer birer ortaya çıkıp, kendisini tacizci hatta tecavüzcü olmakla itham etmeye başladılar. Olay sonradan mahkemeye taşındı falan filan!

     Haberler o kadar büyüdü ki, Amerikan televizyonları neredeyse tüm haber bültenlerinde bu hadiseden bahsediyor, Weinstein “tu kaka” ilan ediliyordu. Başta Amerika olmak üzere, neredeyse her memleketten bazı çevreler hemen ayaklandı. “#MeToo” üst başlığı ile bir hareket başladı. İş yerlerinde, okullarda veya bulundukları her mekanda taciz edildiğini iddia eden kadınlar, gösteriler düzenledi. Neticede kamuoyu, tüm bu olan biten üzerine birkaç gruba kümelendi.

     Okul, iş ekseninde hayatını erkekler gibi dışarıda geçiren kadınların ağırlıkta olduğu ilk grup, anlaşılacağı üzere köpürdü. Feminist damarlar kabardı, erkek karşıtı sloganlar atıldı, genellemeler yapıldı falan filan... Hep tanıdık reaksiyonlar, bunların nasıl reaksiyonda bulunacağını zaten biliyoruz.

     Başka grup (ki çoğunluğunu erkekler oluşturuyordu) Weinstein ile yolu kesişen kadınları, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” deyiminin ete kemiğe bürünmüş halini canlandırmaktan dolayı suçladı. Söylediklerinde haklılık payı yok muydu? Elbette vardı. Zira bu kadınlardan çoğu, yaşadıklarını iddia ettikleri taciz ve sıkıştırmalardan seneler sonra suçlamalara başlamıştı. Bu da, bir yere veya bir noktaya gelene kadar bazı “şey”lerden ödün verdiklerini açıkça göstermekteydi. Yani şan şöhret yerindeyken her şey süt liman bir halde, olaylarını üstü örtülüyor.

     Diğer bir kısım ise, hem Weinstein özelinde para ve mevki sahibi erkekleri hem de onların değirmenine su taşıyan kadınları suçladı.

     Bunlardan başka bir de, “uygar” diye bilinen bir dünyada böyle iğrenç şeylerin olmasına cidden şaşıran bir grup insan var ki, esasında bu türün hala yaşıyor olmasına şaşırmak lazım!

     Aslına bakıldığında, hepsi az biraz haklıydı. Evet makam-mevki-mal sahibi erkekler, söz konusu genç ve güzel kadınlardan istifade etmek olduğunda, canavarlaşabiliyordu... Evet kadınlar, belli yerlere gelmek, zengin olmak için, bu canavarlara –isteyerek veya istemeyerek- boyun eğiyordu. Hatta bu olan bitenlere hayret edip üzülenler de, bir derece haklı. Öyle ya, nasıl olur da böylesine “medeni”, “ilerici” memleketlerde bu tür iğrençlikler ve kadın hakları ihlalleri yaşanabiliyordu?
Herkes biraz haklı ama neredeyse hemen herkes de haksız çünki daha evvel de incelediğimiz “kadın hakları” mevzûnu kapsamlı olarak anlamak ve bu modern dünyada realiteye oturtmak, çok ama çok zor. Mezkur hadise üzerinden erkek-kadın ilişkilerini tahlil edebilmek için, her iki cinsi de iyi doğru tanımak lazım elbette. Önce erkeğe bakalım:

     Erkek, kas gücü ile olsun, daha doğru ve dolaysız düşünme tarzı ile olsun, karışık olaylar karşısında daha az heyecanlı tepki verme şekli olsun, neredeyse her zaman için kadından bariz bir şekilde ayrılır. Karşı cinse bakışı, şehvet kontrolsüzlüğü, gadap ve intikam alma mekanizmaları da eklendiğinde, erkek kolayca bir “canavara” dönüşebilir. İstediğini elde etme konusundaki canavarlığı, uygun muhit, şöhret ve mal çokluğu ile paralel olarak artar. Dolayısıyla zenginlik ve şöhret, erkeğin elinde ölümcül bir silaha dönüşür. Dünyada işlenen suçların büyük çoğunluğunun “namus”, gayri ahlaki ve gayri meşru ilişki etrafında dolaşıp durması hesaba katıldığında da, bu canavar erkeğin mağdurlarının genelde genç, güzel ve savunmasız kadınlar olması kaçınılmaz olur. Aslında bu tür kadınların mağdur edilmesi, bu saydığımız özelliklerinden değil, esas olarak “korunmasız” olmasından kaynaklanır.

      Burada tabi kadının karakteristik hassaları devreye girer: Yaratılış olarak kadınlar daha duygusal, daha narin, olaylar karşısında daha heyecanlı, erkeklerin ısrarlarına ve tatlı dillerine kanabilen insanlardır... Ve en önemlisi erkeğin gözüne hitap edecek, iştahını kabartacak güzellik ve latiflikle bezenmiştir. Şu haliyle, zengin ve makam sahibi erkeklerin avı olması an meselesidir.
İşte esasında bütün bu tantananın, tüm bu “kadın hakları” bağırmalarının, Harvey Weinstein mevzularının kökü burada yatıyor. Genç ve güzel bir kadın, pervasız, ölçü tanımaz ve şehvet düşkünü ırz düşmanlarından nasıl korunabilir?

     Bu suale verilen cevaplar her ne kadar çeşitli gibi görünse de, temelde ikiye ayrılır. Birinci cevap, kadının her hal ve durumda, dışarıda, mektep-iş vesaire gibi mazeretlerle, erkeklerin arasında olmasını, başına bir şey gelirse de, hakkını aramasını, direnmesini, erkeklerle mücadele etmesini salık verir. Bu ilk grup için, kadının sokakta bulunması, olmazsa olmaz bir kaidedir. Tersini düşünmek asla mümkün değildir, tersini düşünmek akıllarına dahi gelmez zira erkek ve kadın eşittir, dolayısıyla erkek ne yaparsa kadın da yapabilmeli, en sonuna kadar zorlamalıdır. Bu görüşe sahipseniz veya böyle bir ailede yetişmiş bir kızsanız, tahsil yapmak ve “ekmek paranızı” kazanmak için yarışmak zorundasınızdır. Hatta diyelim ki on sekiz yaşında güzel birisiniz ve hayalinizde oyuncu olmak var. O zaman ne yapacaksınız: Çok basit, Weinstein gibi köşe başını tutmuş bir ırz düşmanın ofisine gitmek, “maharetlerinizi” sergilemek durumundasınız (evet bir yol var ama o da çook uzun). Şayet başınıza bir şey gelirse de, ya yutkunur ve o darbe ile yaşarsınız ya da “kadın hakları” diye tutturup, feminist gruplara katılırsınız.

     Hazır konu buraya gelmişken, Harvey Weinstein'in kadın avukatına değinmeden olmaz çünki bu avukat, yukarıda sayılan hasletleri iyi biliyor olmasında dolayı, sorduğu isabetli sualler yüzünden feminist tayfa tarafından “provokatif” ve paraya hizmet eden, “kadın kadının kurdudur” kabilinden kadın düşmanı ilan edildi. Donna Rotunno isimli avukat en başta diyor ki; “tamam, kadınların ne dediklerine bakalım ancak her söylediklerine de inanmayalım, önce sorgulayalım, satır aralarını görelim.” Ardından ekledikleri çok ama çok manidar; “şayet cinsel saldırıya uğramak istemiyorsan, o otele gitmezsin.” (buradaki detayı fark etmişsinizdir, Weinstein sapığı çoğu zaman kadınları otele davet ediyor ve bu sonradan ortalığı velveleye veren hatunlar, takıp takıştırıp oraya varıyor). 
"Demir Leydi" Rotunno ve "öldüm bittim abi ben"
rollerinde Harvey Weinstein

     Rotunno'nun, Weinstein'in mağduru olanlara sorduğu sorular, tabiri caizse “tam isabet”... Bir kısmı şöyle: “Neden kaçmadın?”, “Neden gecelikle idin?” “Neden mukavemet etmedin, kendini savunmadın?”, “Madem tecavüz veya taciz edildin, neden etrafında dolanmaya devam ettin?” Bu açıdan bakıldığında, Rotunno'nun hadiselere yaklaşımı ve metodolojisi, kendisine yönelecek amansız nefrete rağmen o soruları sorabilmesi, olayların çirkin bir çıkar ilişkisi üzerine kurulu olduğu tezine dayanıyor. Yani bu kadın, "kadının özü"nü biliyor ve ona göre vuruyor! 

     Parantezi kapattıktan sonra, kadınların nasıl korunacağı konusundaki ikinci ve esas cevaba gelelim zira ilk cevabın yangına körükle gitmekten, kızlarımızı kadınlarımızı sapık canavarların eline atmaktan başka bir işe yaradığı yok: Filhakika bu cevap, gayet basit, basit olduğu kadar kolay uygulanabilen, kolay uygulanabildiği kadar da etkili ve kesin neticelidir. Erkeklerin işte, alışverişte, markette, sokakta, plazada... Hasılı cemiyet hayatının ortasındaki faaliyetleri sırasında onlara hiç bulaşmamak. Vaktini evinde veya arkadaşlar arasında faydalı şeyler yaparak, sağlıklı, ahlaklı nesiller yetiştirerek, ilmi açıdan kendini ve çocuklarını geliştirerek, toplumun hır-güründen uzak sakin bir hayat geçirmek... Bu kadar basit! Son ve en mükemmel din olan İslamiyet, kadınların sırtına hiçbir ağır yük vurmuyor, “çıkın çalışın”, “hayat müşterektir”, “erkeklerle yarışın” demiyor. Hatta İslam kadını, ev işlerini yapmak, yemek hazırlamak zorunda dahi bırakılmıyor. Baba veya koca veya en yakın akraba, ona bakmak mecburiyetindedir. Bu kuralları, kendi yarattığı kullarını en iyi tanıyan zat olan Allah koyuyor. İslamiyet, milyonlarca defa denenmiş ve her denendiğinde aile ve kadını perişan etmiş tatbikatlardan uzak durulmasını emrediyor.
şu iki tokmak var ya, o kadar çok şey anlatıyor
ve öylesine derin manalar ihtiva ediyor ki!

     Hülasa, tekrar çıkmaları ve hatta gürleşmeleri gayet olası olan zararlı ağacın dal ve yaprakları ile uğraşmaktansa, ağacı kökten kesmek, en selim ve garanti yoldur!



25 Ocak 2020 Cumartesi

Alman Askeri Misyonu ve Osmanlı-Almanya Yakınlaşmasının Figürleri



     Osmanlı Devletinin “inhitat” yani gerileme devrine girmesiyle birlikte, zayıflayan alanlardan birisi de, ordu idi. 19 yüzyılda Avrupa’daki gelişmeler ile birlikte, silah sanayinde yaşanan ilerlemeye ayak uydurmakta geri kalınca, bir zamanların ihtişamlı Osmanlı askeri kuvveti güç kaybetmeye başlamıştı. Geç kalınan trene yetişmek adına ilk adımı atan Sultan 2. Mahmut, baş belasına dönüşen başıbozuk Yeniçeri Ordusunu lağvetmiş ve “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” kurmuştu ancak bunlar yeterli değildi. Anlı şanlı Prus askerlerin, yavaş yavaş da olsa Osmanlı ordusunda göreve başlaması bu döneme rastlar. Hatta bu erken dönem gelenlerden birisi, askeri dehası ve stratejileri ile nam salmış Feldmareşal Helmuth Karl Bernhard von Moltke idi.

     Yıllar sonra, 93 Harbi olarak bilinen (1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşı) hezimetin akabinde imzalanan Berlin Muahedesi, Osmanlı-Alman ilişkilerinde yeni bir dönemi başlattı. Çünki bu antlaşma sırasındaki Alman tavassutu, Osmanlı lehine görünüyordu. Berlin Antlaşmasının getirdiği bu ortam, daha yeni Sultan olan 2. Abdülhamid Hanın her alandaki modernizasyon görüşüne paralellik arz ediyordu. Zira çok zaman geçmeden Halife, ordunun ıslahı için Almanlardan askeri bir heyet talep etti. 1880 senesinde yürütülen görüşmeler ile, sözleşme imzalandı. Alman imparatorluk kuvvetlerinin bel kemiğini oluşturan Prusya Ordusunun Avrupa’daki savaşlarda üstün başarı göstermesi ve çağın gerektirdiği teknik teçhizata haiz olması, zaten yakınlaşma eğilimindeki Osmanlı-Alman ilişkilerinin kilit noktalarından birini oluşturuyordu. Neticede, daha Alman İmparatoru 2. Wilhelm İstanbul’da Sultanı ziyarete gelmeden birkaç sene evvel (1882), Albay Otto Kaehler (Kahler) riyasetindeki subaylar, İstanbul’a gelerek faaliyete başladı. Bu faaliyetler, Sultan Abdülhamid hâl edilene kadar devam etti. Ancak Kaehler Paşa 1885’te ölünce, sonradan heyete dahil olan Baron von der Goltz sorumlu oldu. Ordudaki bu toparlanma çabalarının ilk teste tabi tutulduğu yer, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı idi. Alman silahlarının da kullanıldığı savaş, 30 gün içerisinde (30 Gün Savaşı olarak da bilinir bu yüzden) tam bir zafer ile neticelenmişti.
Alman İmparatoru II. Wilhelm İstanbul ziyaretinde
yanında Enver Paşa ve Sultan V. Mehmed

     Tabi son halife diyebileceğimiz Abdülhamid Han-ı Saninin İttihatçılar tarafından tahttan uzaklaştırılması, ülke için tam bir felakete dönüşürken, hızlı bir toprak ve itibar kaybı yaşandı. Sultan Mehmed Reşad’ın ipleri, abisi Abdülhamid gibi çekememesi, devlet yönetimini tamamen beceriksiz ve çıktığı kabuğu beğenmeyen İttihatçıların acemi ellerine düşürdü. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında yaşanılan hezimetin ardından, devletin son çırpınışları 1. Dünya Savaşına denk geldi. Alman paşaların gözetiminde devam eden ve ivme kazanan ıslah hareketi, birkaç cephede kendini gösterse de, savaşın genel gidişatına kalıcı bir etkisi olmadı.

      Beceriksiz kadrolarının elindeki devletin erozyon ve çözülmesi şiddetli bir şekilde devam ederken, savaş 1914 yılının temmuz ayında patlak verdiğinde, Osmanlı Devleti henüz olan bitenin dışındaydı. Lakin uzun süre bu şekilde kalması kabil değil gibiydi çünki aynı senenin başlarında Harbiye Nazırı, Enver Paşa olmuştu. Kendisi İttihat Terakki Cemiyetinin kurucularından olması bir yana, 31 Mart Olaylarında, Hareket Ordusu içerisindeydi. Paşanın birkaç sene evvelinde, askeri ataşelik münasebeti ile Berlin'de bulunduğu esnada, Prusya-Almanya birleşmesi ile oluşan "Alman İmparatorluğu"nun ordu yapılaşması ve disiplininden etkilenmiş olduğu muhakkak. Zira “Alman Askeri Misyonu” olarak bilinen Osmanlı-Alman işbirliği, kendisinin Harbiye Nazırlığı döneminde yaşandı. Ancak şunu da belirtmek lazım, kuvvetlenen bu ilişkiler, daha 1913 yılında, yani Enver Paşa nezaret gelmeden evvel fiilen başlamış, Liman von Sanders komutasındaki bir grup Alman subay, Enver Paşa nezarete getirilmeden sadece 20 gün evvel, Türk Ordusunda ıslahat faaliyetine başlamıştı. Osmanlı-Almanya İmparatorluğu yakınlaşmasının ilk göstergesi olarak, Alman subaylar ordumuzda müşavir olarak vazifelendirildi. Silahlı kuvvetlerde bir sürü değişikliğe gidildi.

     Ne var ki, askeri ıslahat hamlesinin daha sekizinci ayında, Cihan Harbi patlak verdi. Avrupa’daki savaşın başlamasının üstünden daha bir ay bile geçmeden, kendisi de bir İttihatçı olan Sadrazam Said Halim Paşa'nın yalısında, Enver Paşa'nın da hazır bulunmasıyla imzalanan gizli ittifak anlaşması, Osmanlı'yı tamamıyla Almanya'nın kucağına atmış oldu. Artık Devlet-i Osmaniye'nin savaşa fiilen dahil olması an meselesiydi. Fitilin ateşlenmesi için ise fazla beklemeye gerek kalmadı. Sonradan Yavuz ve Midilli isimlerini alacak olan iki adet Alman kruvazörün (Goeben ve Breslau), peşlerinde İngiliz savaş kruvazörleri olduğu halde, Enver Paşa'nın şahsi talimatıyla İstanbul Boğazından geçip Karadeniz'e ulaşması, sonun başlangıcı oldu. Enver Paşa'nın bir sonraki zaafı ve yanlış kararı her şeyi mahvedecekti, zira Karadeniz'deki bu iki kruvazörün amiraline, Rusya'ya saldırma emri vermişti.

     Alınan bu kararlar, devletin yıkılması ile neticelenecekti bilindiği üzere. Devlet ortada kalmayınca, askeri misyon da haliyle dağılmış oldu. Tabi ki hepsini yazmamız mümkün değil ama topraklarımıza gelen, zikre şayan (ilk ve sonraki dönem) bazı Alman subaylarına göz atalım:

     Helmuth Karl Bernhard von Moltke: Mareşal Moltke, 1835-39 yılları arasında gözlem ve eğitimlerde bulunup, müşavirlik yaptı. Sonradan Prusya’ya döndüğünde, girdiği savaşlarda üstün başarılar gösterdi. 1857’den sonra Prusya, Alman İmparatorluğunun teşekkülünün ardından da Almanya Genelkurmay Başkanlığını, tam otuz sene idare etti. Almanya’nın yükselen bir güç olmasında büyük katkısı olan Otto von Bismarck ile birlikte çalıştı. O Moltke ki, Sultan 2. Abdülhamid, 90. doğum günü münasebetiyle, kendisine tebrik mesajı dahi yollamıştır.
üç Prus efsanesi: Bismarck,
Albrecht von Roon, Moltke

     Colmar von der Goltz: “Golç Paşa ya da Goltz Paşa”. Osmanlı ordusu modernizasyonu esnasında, bizim topraklara gelenlerden. Bilhassa subayların yetiştirilmesinde katkısı oldu. Prus yapılanmasının temel taşlarındandır. Ordunun eksikleri ile alakalı rapor hazırlamış ve iyi niyetle çalışmıştır. Osmanlı, 1. Dünya Savaşı girince, 6. Ordu Komutanlığına getirilmiş ve 1916'da tifüsten ölünceye kadar, İngilizlere karşı başarılı bir mücadele vermiştir. O tarihlerde yüzümüzü nadiren ağartan galibiyetlerden biri olan ve kendisinin planladığı Kut-ül Amare zaferinin kazanılmasını göremedi. Mareşal rütbesi vardı ve ünü dünyaya yayılmıştı. Krupp ve Mauser gibi Alman silah markaları, onun inisiyatifinde askerlerimize verildi. 1883-1897 arasındaki ilk hizmet döneminden sonra, 1908’de tekrar gelmiş (aralarda Alman İmparatorluğunun verdiği diğer vazifelerde de bulunsa) ve ölümüne kadar kalmıştır. İstanbula’a defn edilmek istediğinden, naaşı Bağdat’tan getirilmiş, Tarabya’daki Alman Askeri Mezarlığına gömülmüştür.
Fesli Goltz Paşa

     Fritz Bronsart von Schellendorf: 1914 - 1917 yılları arasında, Erkan-ı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı) yapan general. Yaptığı icraatlar arasında en dikkat çekenlerinden birisi; Osmanlı Ordusunu Alman karargahına bağlaması oldu. Bu da, ordumuzun neredeyse tüm harp boyunca, Alman Genelkurmayı tarafından idare edildiği anlamına gelir. Filistin Cephesindeki mağlubiyetler ve Kudüs’ün İngilizlerce işgali akabinde, görevinden alındı. Sarıkamış Faciasına sebebiyet verecek harekat planına da katkısı vardır.
Askeri Misyonun subayları: Schellendorf, von Sanders,
von Feldmann, Erich Weber

     Otto Liman von Sanders: Osmanlı'nın son dönem yabancıları arasında, ismi en çok zikredilen askerlerden birisi. Alman Askeri Misyonun başı ve önce 1. Ordu komutanı idi. Adının çok anılmasının başlıca sebebi de, Çanakkale Savaşı sırasında o cepheyi de içine alan 5. Ordu komutanı olması ve bu savaşın bizlere bir şekilde "zafer" diye yutturulmaya çalışılması. 300 bin, hatta bazı kaynaklarda 400 bine yakın vatan evladının şehit edildiği, Abdülhamit Hanın özenle yetiştirdiği askerlerin "cömertçe" telef edildiği ve neticesine bakıldığında, işimize yarar görünen hiçbir neticenin alınmadığı bir savaşın komutanı kendisi. Daha sonra, von Falkenhayn’ın yerine komutanlığını yaptığı Filistin Cephesi de çökünce, memleketine döndü.

     Hans von Seeckt: von Schellendorf'un yerine 1917'de Genelkurmay Birinci Başkanlığına getirildi. Osmanlı'ya gelene kadar elde ettiği askeri şöhret pek işe yaramadı, zira bir şey yapamadan, Mondros Mütarekesinin imzalanması akabinde, Almanya'ya avdet etti.

     Erich von Falkenhayn: Eski Prusya Savaş Bakanı ve Alman Genelkurmay başkanı. Filistin-Suriye-Irak  hattını müdafaa etmek için "Yıldırım Ordular Grubu" isimli ordunun ilk komutanı. Bu cephenin çökmesinin sorumlularından birisi.
     
     Friedrich Freiherr Kress von Kressenstein: 1. Dünya Savaşı esnasında 8. Ordu Komutanı oldu. İki defa İngiliz ordusunu yenmesine rağmen, üçüncüsünde yenilmiştir.

     Erich Weber: "Weber Paşa" olarak da bilinirdi. 1913’te geldi. Çanakkale Savaşı başlamadan evvel, kendisine "paşa" ünvanı verildi. 1915 Ekiminde Alamanya’ya geri döndü.

     Franz von Papen: Hitler Almanyasına hazırlıkta Şansölye görevinde bulunmadan seneler evvel, Filistin cephesinde 4. Orduda kurmay başkanıydı. 1915'ten 1. Dünya Savaşı bitene kadar orada vazifeliydi. 2. Dünya Savaşında tekrar bu topraklara gelmiş, Nazilerin Ankara Büyükelçisi olmuştur.
Papen Hitler'in karşısında, arka planda da
Joseph Goebbels ve Hermann Göring

     Hans Kannengiesser: 1912’de İstanbul’a geldi. Çanakkale Savaşında bulunan subaylardan birisidir ve burada yaralanmıştır.

     Wilhelm Souchon: Osmanlı Donanmasına sığınan meşhur Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) gemilerinin komutanı iken, daha bu savaş gemileri gelir gelmez, Osmanlı bayrağını çekerek hemen Karadeniz'in kuzeyine yönelip, Sivastopol ve Odessa limanlarını bombalayan ve haliyle Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşına girmesine sebep olan kişi.

     Otto von Feldmann: Genelkurmay 1. Başkanlığı ve akabinde 1. Ordu Kurmay Başkanlığı yaptı. Nazilerin esip gürlediği yıllarda Reichstag’da bulundu.

     Guido von Usedom: 1. Dünya Savaşı sırasında amiral olarak Osmanlı donanmasında hizmet etti. 1914’te geldi. Çanakkale Boğazında faaliyetlerde bulundu. Çanakkale Savaşının ardından, Prus-Alman geleneğin en prestijli madalyası olan “Pour le Merit Nişanı”nı aldı.

     Johannes Merten: Emekli olduğu halde, 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusunda aktif göreve tekrar başladı. Çanakkale Savaşında bulununan amirallerdendir.

Soldan sağa: Amiral von Usedom, Kayzer Wilhelm,
Enver Paşa, Johannes Merten Gelibolu Yarımadasında


8 Aralık 2019 Pazar

Siyahlara Yönelik Sovyet Propagandası



     Sosyalizm fikriyatının 20 yüzyıl başlarında bir devletin resmi ideolojisi olması ile birlikte, uluslararası dengeler ve ilişkiler tamamen değişti. Avrupa’dan Japonya’ya kadar uzanan devasa Rus topraklarının, 1. Dünya Savaşı hengamesinde Bolşevik İhtilaline boyun eğmesinin en belirgin neticesi bu olmuştu. Kapitalizmin hem de vahşisini yaşayan batıya mukabil, süslü söz ve vaatlerle üzeri örtülmüş yalanların hakim olduğu Sosyalist-Komünist doğu bloku yükseldi.

     Bu Sosyalist-Komünist doğunun en üstünde durduğu şeylerden birisi, propaganda idi. Marksist-Leninist öğretiyi yerleştirmek ve kaçınılmaz olarak dünyaya yaymak, yeni yeni müttefikler bulmak için, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bunun üstünde ehemmiyetle duruyordu. Bunu kuvvetlendirmek adına da, karşısına çıkan fırsatları kaçırmıyordu. Bu fırsatlardan birisi, siyah renkli insanlara bilhassa Amerika Birleşik Devletlerinde yapılagelen muamele idi. Köleliğin kaldırılmasının üzerinden bir asırlık bir sürenin geçiyor olmasına rağmen, cilt rengi farklı insanlara uygulanan ayrımcılık, tam da Sovyetlerin istediği cinstendi. Zira pompalamak istedikleri algı çok basit ama bir o kadar da vurucuydu; “Kapitalist dünya insanlara renklerine göre yaklaşır, eğer siyahsan ikinci sınıf vatandaşsındır.... Sosyalizm çok güzel, gelsene!”
Lenin Rusyası tüm renklere kucak açıyor!
tabi yersen

     Sosyalist Rusya’nın siyahlara yaklaşımı ve bunu propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlaması, ihtilalin hemen arkasından başlar. Zencilerin bariz bir şekilde öne çıkarıldığı afiş ve posterler, daha 1920’lerde görülmektedir. Sovyetler-ABD propaganda atışmasının kilometre taşlarından olması hasebiyle şu anekdotu aktarmakta fayda var: Giderek artan Sovyet propagandası karşsında Amerikalılar, SSCB'deki insan haklarına dikkatleri çekmek isterken, Ruslardan şöyle bir cevap almışlardır; “Siz de zencileri linç ediyorsunuz!” (bu kalıp, özellikle Stalin zamanında çok kullanılırmış)
meşhur "Siz de siyahları idam ediyorsunuz!"

     Amerikalı siyah elitlerin Sovyetlerin propagandasından etkilenmesi bir tarafa, 1919 yılında Chigaco’da tesis edilen “Amerikan Komünist Partisi”, Afrikalı-Amerikalıların adeta sığınağı olmuştu. Zira parti, özellikle çalışan siyahların haklarını koruma konusunda cesur adımlar atıyordu (ilk kuruluşunda hemen hemen hiçbir siyahın teşkilatta olmadığını belirtmiş olalım). Amerikalı siyahların o dönem en etkin isimlerinden Otto Huiswoud ve Claude McKay, Bolşevik İhtilalin hemen akabinde, Komünist Enternasyonalin 4. Dünya Kongresi vesilesiyle soluğu Moskova'da almış, bu ziyaretlerinden çok etkilendiklerini belirtmişlerdir. Ancak bu kongreden evvel, özellikle “Jim Crow Kanunları” altında kırılan siyahlara yönelik propaganda için, Bolşevik rejim 300 bin dolarlık bir bütçe bile ayırmıştı.
Dünya Kadınlar Gününde tüm renkler

     ABD'yi 1929'da etkisi altına alan Büyük Ekonomik Buhran da, Ruslar için fırsattı. Sovyet yönetimi, ekonomisi bozulan Amerika'da daha da ezilen zencileri, yaşamak ve çalışmak üzere kendi ülkelerine davet etti. Bu davete sadece birkaç yüz siyahın icabet ettiği biliniyor. Yine aynı zamanlarda, ırkçılık ve zenofobiyi anlatan bir film yapma projesi çerçevesinde, ABD'den siyah sanatçılar çağrıldı. “Black and White” (Chernoe i Beloe) adı ile ve büyük umutlarla gösterilmek istenen film projesi, hayata geçirilemedi (Harlem Rönesansının önde gelen isimlerinden meşhur şair Langston Hughes de projedeydi). Soğuk Savaşın ilerleyen yıllarında da, Sovyetler bir bahane ile, Amerika'daki her ırkçı olayı propaganda malzemesi olarak kullanmaya devam etti. Bunlar bir diğeri de, 1931 yılında trende iki tane beyaz kadına tecavüz ettikleri iddiası ile, idama mahkum edilen 9 zenci çocuğun karıştığı, senelerdir tartışılagelen “Scottsboro Boys” olayı idi.
"Şu zinciri al biraz da sen taşı!"

     SSCB’nin bu ilk hamlesinden sonra, zulmü ve kan dökücülüğü ile dillere destan olan Stalin zamanında ülke tam manasıyla üstü açık hapishaneye dönüşürken, siyahlara yönelik propaganda 50’lerin sonunda tekrar hız kazandı çünki Afrikada’da, ülkelerin yer altı ve üstü ne varsa her şeyini sömüren Batı devletleri, teker teker kovulmaya başlanmıştı. Nikita Kruşçev idaresindeki Sovyetler Birliği için bu da başka bir çıkar kapısı olabilirdi. Ayaklanma halindeki yerlere silah yardımının yanı sıra, Afrikalı gençler Rusya’da eğitime gidip, Sosyalizmi yerinde müşahede ediyordu. Namibya, Kongo, Angola, Cezayir, Mozambik, Mısır bu ilişkide daha öne çıkarken, Moskova’da tedrisattan geçen gençler, sonradan hükumetlerde etkin vazife alıyordu.
"Moskova'ya gelin!"

     Üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkileri kuvvetlendirmek, pekiştirmek adına 1960 yılında Moskova'da, “Rusya Halkların Dostluğu Üniversitesi” kuruldu. 1961 başında, Kongo'nun bağımsızlığı ve Belçika sömürgesi olmaktan çıkması için mücadele veren Patrice Lumumba'nın öldürülmesi akabinde, onun adını yaşatmak için üniversiteye ismi verildi. Aslında üniversitenin kurulmasının gayesi belliydi; Soğuk Savaşın şiddetlendiği uluslararası sahada, Afrikalı gençleri Sosyalizme uygun olarak yetiştirip, onları kendi devletlerinde, çeşitli yönetici kademelerine getirmek. Orta Afrika Cumhuriyeti ve Namibya eski cumhurbaşkanları başta olmak üzere, birçok Afrika ve hatta Orta Amerika ülkelerinin en üst düzey siyasetçileri buradan mezun olduğuna göre, bu gayeye kısmen de olsa ulaşılmış olduğu meydandadır (çılgın Fidel Castro ise doğrudan 300 bin asker göndermişti Afrika'ya yardım olarak, o da başka mesele). Halen Filistin Devlet Başkanı olan Mahmud Abbas da, bu üniversitenin tedrisinden geçmiştir.
"Afrika mücadele ediyor!"

     Ancak Sosyalizm akımının ömrü, dünya genelinde fazla olmadı ve 70 senede pili bitti. Bunun çökmesiyle, Rusların pek de öylesine zenci hayranı olmadığı, hepsinin zorlama bir devlet politikası olduğu da ortaya çıktı. Zira Rusya'daki zenofobik saldırılar, 90'lardan sonra arttı. Hatta yapılan araştırmalar, son senelerde yükselişte olduğuna işaret ediyor. Bunda mülteci akınlarının hemen her yerde artması baş sebep olarak belirtilebilir ise de, normal şartlar altında zaten yabancı düşmanlığı Ruslar arasında yaygın. Batının uyguladığı ambargonun, milliyetçiliği körüklediği de aşikar. Bu bağlamda, çeşitli Rus şehirlerinde okumaya gelen siyah renkli talebelerin birçoğu, hava karardıktan sonra, bilhassa ıssız yerlerde olmamaya dikkat ettiklerini belirtiyorlar. Bu da demek oluyor ki, Sovyet idaresinin yaptığı veya yapmaya çalıştığı propaganda, sadece bir göz boyama girişiminden ibaret olup, halk tabanında ciddi bir karşılık bulabilmiş değildir.
60'lardan, çocuklara yönelik posta pulu