Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

23 Nisan 2018 Pazartesi

Muhammed Ali'nin Dini, Kibri ve Bir Dönem Amerikalı Siyahların İslam Anlayışı


      - Bu adamın kuvveti olmadığını, kalbi olmadığını size sürekli söylüyorum! Ben zekiyim ve bunu kanıtladım!
     O sırada, geleceği parlak olan gazeteci David Frost devreye giriyor mikrofonuyla: 
     - Tebrikler...
     - Gelmiş geçmiş en büyük ben değil miyim? - diye kesiyor yine terli adam. - ... Şimdi herkes sussun ve beni dinlesin! Hepinize şunu söylemiştim; Tüm zamanların en büyüğü benim! Sakın, bir daha yenileceğimi söylemeyin... Sakın beni bir daha küçük görmeyin! Size söylemiştim; Kelebek gibi uçup, arı gibi sokacağımı söylemiştim! Size şampiyon olduğumu söylemiştim... Dünya şampiyonu olduğumu söylemiştim...

     Bu sözleri söyleyen kişi; "Benim kadar büyük olunca, alçak gönüllü olmak zordur" ve "Ben en büyüğüm, yaşamış herkesten daha büyüğüm", "Ben en büyüğüm hatta iki defa en büyüğüm", "O kadar hızlıyım ki, ışığı söndürmeye kalktığımda, ışıklar sönmeden yerime dönebiliyorum", "Gencim, yakışıklıyım, hızlıyım, sevimliyim, yenilmezim" sözlerini söyleyenle aynı... Rakiplerinden birini (aynı ırktan oldukları halde üstelik) defalarca "goril"e benzeten ve ve hatta rakip olarak gördüğü herkese, adeta makineli tüfek misali aşağılayıcı kelimeler kullanan kişinin ta kendisi: Muhammed Ali. Gelmiş geçmiş en büyük sporculardan biri olarak kabul edilen, Amerikalı siyahi boksör. Gerçek adı Cassius Clay iken, 50'li ve 60'lı yıllardaki koyu ırkçılığı yaşayan siyahların, haklarını koruma çabasına girişenlerin faaliyetlerini yakından takip edip bunlara bizzat iştirak eden, muhalif ve nevi şahsına münhasır bir kişilik.

gözlerini patlatmış, yine
birilerine verip veriştiriyor

     2016'da ölen Muhammed Ali'nin hayatı, filmlere konu olacak kadar ortada. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus ise, onun İslam anlayışı ve İslam dini ile pek de bağdaşıyor görünmeyen bazı enteresan özellikleridir. Tabi konu bu olunca, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızlanan zenci hareketlerini, "Nation of Islam", "Elijah Muhammad" ve "Malcolm X" gibi faktörleri zikretmek zaruri olur.

     Nation of Islam: Bilindiği üzere, "fırsatlar ülkesi" Amerika Birleşik Devletlerinde, "siyah" ırktan olanların "insan" olarak kabul edilmesi pek de öyle eskilere gitmiyor. Deri renginin "koyu"luğu, yüzyıllar boyu sıkıntı olmuştur Batı'da ve bilhassa Amerika kıtasında. Vaziyet böyleyken, haklarını arama derdine düşen siyahların toplanma alanlarında birisi de, ne idüğü belirsiz Wallace Fard Muhammad isimli (ve ne gariptir ki kendisi beyazdı) şahsiyetin tesis ettiği Nation of Islam'dır (İslam Milleti veya Ümmeti gibi bir manaya çıkar). Bu kuruluş, Muhammed Ali'nin devrinde, Elijah Muhammad adıyla bilinen kişinin liderliğinde, İslam görünümlü ancak düpedüz siyah ırkçılığı yapan bir hüviyetteydi. Beyazların olduğu hiçbir yerde istenmeyen, hatta beyazların kiliselerine dahi kabul edilmeyen siyahların bir kısmı, beyazların inancı olarak gördükleri Hristiyanlık'tan kaçarken, ölçüyü kaçırmış ve peygamberlik taslayan bu fakir çiftçi kölenin oğluna toslamıştı (zaten bunların mekanları da, masalı koltuklu kiliselerin bir benzeri idi, namaz gibi şeyler zaten yok).  

Muhammed Ali ve Peygamber gözüyle
baktığı Elijah Muhammad


     Elijah Muhammad (esas ismi Elijah Poole) denilen eleman, kendini peygamber olarak göstermeye ve tüm insanların aslının siyah olduğunu, siyah ırkın çok üstün olduğunu iddia etmeye başlamakla, "radikal ırkçı" diyebileceğimiz bir çizgiye kaydı. Fakat meselenin daha da enteresan tarafı, Muhammed Ali gibi zeki ve sivri birisinin, bu herife kapılmış olmasıdır. Sosyal mecralarda bile bulabileceğiniz videolarda (mesela George Foreman'ı Zaire'de yendiği maçtan sonraki açıklamalarında) Muhammed Ali kameralara, "Allah'tan başka ilah yoktur ve Elijah Muhammad onun resuludür" diye bağırmaktadır... Ve tabi ki de ardından, kendisinin gelmiş geçmiş en büyük olduğunu da! 

"Ben son resulüm"
diyor adam


     Dönemin bir diğer aktörü, şimdilerde de milyonlarca kişiye ilham kaynağı gözüyle bakılan, Malcolm X'tir. Malcolm, yüz kızartıcı suçlardan hapishanede yatarken, yukarıda ismi zikredilen sahte peygamber Elijah hareketi ile tanışır ve çıkar çıkmaz, tıpkı Ali gibi, onun peşine takılır. Ancak Elijah'ın ipe sapa gelmez teorileri, onu giderek bu cemiyetten uzaklaştırır ve 1964 yılında Hac ibadetini yapmak için gittikten sonra, fikirleri tamamen değişir ve Nation of Islam teşkilatından ayrılır. Ayrılır ayrılmasına lakin daha 1965'in Şubatında, yakın mesafeden ateş edilmek suretiyle katledilir. Bunun müsebbibi, Elijah ve Nation of Islam mıdır, hala zihinleri karıştırmaktadır. Esasına bakıldığında, Muhammed Ali'nin Nation of Islam birliğine katılmasında, Malcolm'un (Malik el Şahbaz) ateşli vaazları çok tesirli olmuştur. Malcolm'un oradan ayrılması sonrasında ise, araları bozulmuştur. 

Ali ve Malcolm X
bir zamanlar sıkı dosttular

     Bütün bunları neden yazdık? Muhammed Ali'nin nasıl bir muhitten geldiğini ve kimlerle takıldığını daha iyi anlayabilmek için. Yani, bu meşhur, sivri dilli, çenesi hiç durmayan boksör, beyazlara tepki olarak, ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bozuk itikatlıların peşine takılmış ve kendini bir şey zanneden başlarındaki herife alenen "peygamber" demiştir. "Sonradan bu fikirlerden vazgeçti, Sünni oldu" falan diyenler de var gerçi ama yine de bizim bildiğimiz manada "Sünni" olduğu meçhuldür. Duruşu öncelikli olarak, Hristiyanlık ile özdeşleşmiş beyazlara, başka bir dine sarılmış siyah olarak tepkiseldir. 

          Tabi ki burada bazı çelişkiler dikkat çekiyor. Ali'nin yere devirdiği kişilerin büyük çoğunluğu, kendisi gibi ırkçılıktan çok çekmiş, kenar mahalle zencileri idi. Sivri, aşağılayıcı dilinden ve kibirli sözlerinden, en az beyazlar kadar, rakibi olan siyahlar da payını alıyordu, hem de fazlasıyla. Ayrıca "Boks" denilen vahşetin, İslamiyet ile bağdaşır bir tarafı yoktu. Çünki dinimizde, bırakın insan yüzünü, herhangi bir canlının yüzüne vurmak dahi tasvip edilmemiştir. Zaten kendi ifadesiyle de boks; "iki siyahinin birbirini öldüresiye dövmesini, yığınla beyazın zevkle izlemesi"dir. 

birçok gencin duvarını süsleyen meşhur poz:
Sonny Liston yerde, Ali bağırıyor


     Peki, gecenin üçünde kalkıp onun maçlarını takip eden ve her attığı yumruk sonrasında coşan, rakibini yere serdiğinde, kendinden geçen ve pek de boksa aşinalığı olmayan yurdum muhafazakarı neden ona övgüler düzüyor, onu yüceltiyordu? Çünki o dönemdeki kısıtlı haber alma vasıtaları ile anlayabildiği şeyler, ekranda dans ederek dövüşen bu çok uzaklardaki siyahinin Müslüman olduğu, Müslümanlığını hiç çekinmeden haykırdığı ve "şeytan" olarak addedilen Amerika'dan intikam aldığı idi. Ali, sıradan bir aktivistin çok ötesine geçerek, Vietnam Savaşına gitmeyi reddediyor, köleliğin kaldırılmasına hala alışamamış beyazların riyakarlığını yüzlerine çekinmeden haykırıyor ve onlara olabildiğince üst perdeden konuşuyordu... Amerika ve Batı söz konusu olduğunda kabaran kompleksli damarımızın tam da aradığı şeylerdi bunlar! Türkiye'de ve bize benzer ülkelerde, Muhammed Ali isminin, "kahraman" ismiyle yan yana gelmesine sebep, icra ettiği spordan ve oradaki başarısından ziyade, işte bu duruşuydu.

Aktivist Ali ve yanında
Martin Luther King

12 Mart 2018 Pazartesi

Halk Ozanı ve Aşık Dayatması

     "Ozan" veya "Aşık" denildiğinde, gözünüzün önünde nasıl bir siluet belirir: Muhakkak bir saz... Kafada kasket... Ve burnun altında, bayağı irice, hatta kalınca bir bıyık! Evet, en azından 70-80 senedir akla bu kelimeler geldiğinde, hafızadaki imaj hemen hemen böyledir... Ve tabi ki, kaçınılmaz olarak, söylenen afilli, ders verir tarzda ve genelde biraz aykırı, çoğu zaman da protest sözler. Bu son argümanlardan, ozan ve aşık dediğimiz kişilerin genelde muhalif kimliklere sahip olduklarını çıkarmak gayet kolaydır. Tabi ki konumuz, bu iki kelimenin lügat karşılığı ve tarihi gelişimi değil, genelde hangi zihniyeti temsil ettiği, neyi hedef aldığı ve her zaman çokça alıntılanan o meşhur sözleridir.

     Bu taifeye şöyle bir bakıldığında, daha doğrusu az biraz Sünni süzgecinden geçirildiğinde, kılık kıyafetinden, elindeki enstrümana ve ağızdan dökülen kelimelere kadar... Her şeyin biraz "heterodoksi" koktuğu hemen anlaşılır. Peki neydi "heterodoksi"? "Ortodoks"un tam zıddı, yani burada inceleyeceğimiz hali ile, Sünni İslam'dan uzak, ondan pek "hoşlanmayan" bir realite.

     Dolayısıyla, daha ilk cümlelerdeki eşgalden de anlaşılacağı üzere, "ozan" denilen kavramın Sünni İslam'dan bayağıca bir mesafede olduğu hemen anlaşılır. Ortaya koydukları eserlere büyüteç tutulduğunda ise, bu durum daha da net bir hale gelir. Filhakika, o süslü ve "dolambaçlı" sözlerin göz boyamasından kurtulup, vermek istedikleri manayı anlamak için de biraz donanımlı olmak gerektiği, kendiliğinden anlaşılan bir şeydir.

     Ne demek istediğimizi isimler ve eserler üzerinden giderek inceleyecek olursak şayet, her vesileyle ısıtılıp ısıtılıp, önümüze getirilen en meşhurlarına bir bakalım:

 * Köroğlu: Ozan ve aşık denilince akla ilk gelen ve bu türün öncülerinden sayılan kişilerden biri. 16. veya 17. yüzyıllarda, yani Osmanlı Devletinin yükselişten çıkıp, durağanlaşmaya başladığı bir dönemde yaşadığı sanılıyor. Kişiliği hakkındaki değişik rivayetlerin ortak noktası şudur ki, Köroğlu namlı bu zat, bildiğin eli silahlı "eşkıya"dır, yani devlete yani Osmanlı'ya ve bu devleti temsil edenlere isyan etmiş, yollar kesmiş, meskun mahaller basmış birisidir. Bu bile başlı başına bir işarettir anlayana! Peki bu eşkıyanın eserlerinde neler var: Bol bol "asarım keserim"li göndermeler, düşmana (düşman Osmanlı bu arada) meydan okumalar vs.

* Pir Sultan Abdal: Günümüzde belli çevrelerin, sürekli eserlerinden şarkılar, sözler, alıntılar yaptığı, basbayağı heterodoks ve Sünni düşmanı bir tip. Ona ait olduğu iddia edilen sözlerde, erdem, yüksek faziletler ve iyilik tavsiyeleri arasında sırıtan, birçok isyan ve dinen küfür sayılacak sözler vardır.

* Kaygusuz Abdal: Yine belli çevrelerin göklere çıkardığı, oyunlar tiyatrolar devşirdiği bozuk itikatlı birisi.

* Dadaloğlu:  "Ferman padişahın, dağlar bizimdir", "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" sözlerinin sahibi, Osmanlı'ya hem lisanen hem de fiilen isyan eden asi ve muhalif kişilik.

* Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş: Baba oğul, ozangiller familyasının tanıdık simalarından. Bilhassa oğul Ertaş, aşk, sevgiliye duyulan özlem, iyi insan olmak, ilmin kıymeti, ölüm gibi konularda yazdığı, genel manada karamsar eserleri ile bilinir. 
Ertaşlar yardırıyor!

* Aşık Veysel: 20. yüzyılın en tanınmış ozanlarından birisidir. Geniş bir yelpazede, birçok kişi ondan sözler almış kullanmıştır.  Kendisi, "harama hile katmam" diyen ve rakıyı sek içmeyi seven birisidir. Bulunduğu sofrada içkinin olmaması nadirattandır. Şu yazı, bu ozanımızın hayatına çok acayip ışık tutuyor doğrusu! Yazdığı eserlerde ise enteresan sözlere rastlamak sıradandır... Misal:
Aşık Veysel ve maiyetindekiler
"parlatıyor"!
* Aşık Mahzuni Şerif: Afilli çetrefilli sözlerinin arasına, bol miktarda İslam'a aykırı ve Allah'a isyan olan sözler sıkıştıran çağdaş ozan. İslamiyetin yüce tuttuğu bir çok zata, satır aralarında hakaret eder. (Nem Kaldı adlı eserinde Hz. Osman'ı aşağılaması gibi) Eserlerini yorumlamakta ve tekrar tekrar milletin önüne getirmekte pek ısrarcıdır bazıları!
Aşığımızın keyfi yerinde!

     Bunların dışında, isimlerini sıkça duyduğumuz diğerleri de var: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek.

     İsmi zikredilenler ve daha nicesinin eserlerine göz gezdirildiğinde, dikkat çeken hususlar şunlardır:

* Adına deyiş, nefes, şiir falan filan denilen bu eserler, yoğun bir biçimde Safevi-Alevi-Kızılbaş-Bektaşi-Hurufi felsefesi ve bu felsefenin reklamları ile doludur. Bir çoğunda Allah'ı inkar (üstleri yaldızlı sözlerle kaplı biçimde genel olarak tabi), Allah'a isyan, yaratıcının kullarına hululü, her şeyde yaratıcıyı görme gibi ifadelere bol bol rastlanır... Sanki hepsinin içine birer Fadlullah Hurufi ve Cavidanname kaçmıştır.

* Güya Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi zatlar ve On İki İmam göklere çıkarılırken, geriye kalan neredeyse bütün Ashab-ı Kiramdan uzak durulur. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve hele de Hz. Muaviye gibi büyüklere ise alenen hakaretler ve aşağılamalar sıklıkla dile getirilir (üstü kapalı şekildedir bir kısmı haliyle). Ehl-i Beyt övülürken, karşılarında hep Hulefa-i Raşidin ve onların izinden gidenler varmış gibi gösterilerek, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından övülen bu şanlı zevatın, Ehl-i Beyt düşmanı olduğu göze sokulur.

* Kardeşlik, hak almama, iyi insan olma, temel insan hakları gibi mevzular çok sık işlenir ve vurgulanır. Ancak bunlara değinilirken, ustaca bir şekilde her seferinde, kimsenin din ve itikadının ehemmiyeti olmadığı, herkesin kardeşçe sevişmesi gerektiği, Müslümanlığın pek de önemli olmadığı üstünde basa basa durulur ki, dinini kayıranlar nazarında pek de sıhhatli bir bakış açısı olduğu söylenemez. Sahip olunması ve kaçınılması gereken hasletler, gayet açık ve etraflıca olarak İslam alimlerinin din ve ahlak kitaplarında zaten vardır ve binlerce kez kaleme alınmıştır.

* Dünyalık aşk meşk mevzuları söz konusu olduğunda, gayet basit ve sıradan bir dil kullanılır ki, birazcık şiire kafiyeye meyyal olanlar, benzerlerini yazabilir ve yazmıştır da. Bunlar dışında kalan, dillere pelesenk olan sözler ise (ki çok az bir kısmı böyledir), gerçekten kaliteli ve ağza yapışan ifadelerdir. Bu eserlerdeki hava genelde olumsuz ve pesimisttir zaten. Dolayısıyla, sevgiliye kavuşamama, onu gözünde büyütme ve özlem, birçok insanın ortak paydasıdır. Bu paydada güzel söz ettiniz miydi de, hemen fark edilip, lügate eklenir... Eklenir ki acı daha da arabeskleşsin, daha da çekilmez hale gelsin!

* Bu eserlerde belki de mana olarak herkese hitap edecek ve ders niteliğinde olacak bir-iki tane olgu vardır ki; o da ölüm, dünya acıları ve fakirliktir. Dünya acılarının ve dünyanın faniliğinin anlatılması, zaten böyle karakterler için olmazsa olmaz bir şeydir.

     Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta da şudur: Bu tayfaya, bazen öyle isimler eklenmeye çalışılır ki, resmen ve alenen hırsızlıktır. Zira meşhur mutasavvufların birazcık vahdet-i vücuda kaçan sözleri veya tasavvufi sarhoşluk anında söyledikleri ağır manalı ifadeler yüzünden, bazı isimler hemen Safevi zihniyetine mal edilmeye kalkışılmıştır.

     En meşhurları Yunus Emre'dir elbette. Piyasaya bakıldığında, yukarıda değinilen faktörler sebebiyle, çok sayıda ilahiye ilham olmuş eserlerin sahibi olan bu zat, bir propaganda eseri olarak, Ehl-i Sünnet dışıymış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekler tam olarak bunun zıddıdır.

     Nesimi olarak bilinen kişi de, sık sık ozanlar listesine dahil edilir. Tarihlere bakıldığında, Gerçekten de "Nesimi" ismi veya mahlası taşıyan zatın, önceleri Hurufi olduğu bilinse de, sonradan tevbe ettiği anlaşılmaktadır.

     Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerini, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ve sair "abdallar" arasına sokmaya çalışmak ise, düpedüz densizliktir!

     Hulasa olarak ifade etmek gerekirse, son yüz küsür yıldır Anadolu topraklarına hükmeden zihniyet olmasa, bahsi geçen zevatı ve eserlerini belki de hiç duymayacaktık, hiç kimse de bunlar müthiş şairler ve söz üstatları olduğu iddia etmeyecekti... Gel gör ki, "parayı veren düdüğü çalıyor" ! Zaten söz konusu müzik olduğunda, bu işten en fazla yararlanacak olanları rahatlıkla kestirebiliyorsunuz. Yanına bir de sinemadaki faaliyetleri ekleyince, yaralar çok daha derin ve kalıcı oluyor ne yazık ki!



6 Kasım 2017 Pazartesi

Muhafazakarımız Neden Yozlaşıyor?


     Son senelerde, bilhassa muhafazakar kesimde bariz, gözle görünür bir yozlaşma ve "çukurlaşma" dikkat çekiyor. Evet, yozlaşma her yanda mevcut ancak, "muhafazakar" olduğunu iddia eden kesimin bilinçsiz, adeta çılgınca "çözülmesi"son derece rahatsız ve tedirgin edici. 28 Şubat'ın üstünden daha yirmi yıl bile geçmeden, ne oldu da dar pantolon giyen "başörtülüler" ve namazın farzını dahi kılmakta zorlanan, onu da vaktin sonunda ve "olsun da nasıl olursa olsun" mantığı ile bir nesille karşı karşıya kaldık. Muhafazakarların sayısı günden güne artıyordu oysaki... Yoksa Ak Partinin yükselişi ve yükseldikten sonra yükseklerde kalması nasıl açıklanabilirdi ki, bu kadar ve bu kadar sene?

     Peki, milli ve dini değerleri muhafaza eden, bu kesimi diğerlerinden ayıran ve belli bir noktada durmasını bilmesi gereken, aksi halde fikriyat olarak karşısında olduğunu söylediği zihniyete benzemeye başlayacak olan bu kesimin yozlaşması ve duvarlarını çürütmesi ne manaya geliyor ve nasıl işliyor? Nasıl oluyor da giderek güçlenen dini ve milli bir söyleme doğru evrilen Ak Partinin seçmenleri (ki nereden baksanız halkın yarısına tekabül ediyor) giderek tuhaflaşıyor. Bunları maddeler halinde sıralamaya çalışalım:

1. Zenginlik: Belki de en mühim sebep, sağ ve muhafazakar kesimlerin baş belası, mal-mülk-servet. Evet, cebi para gören Müslüman maalesef kendini toparlayamıyor. İslam tarihinde de sık sık gördüğümüz numunelerden de yola çıkıp destek aldığımızda, bunu iddia etmek gayet yerinde olur. Bu devrede sıkça görüldüğü üzere, zenginleşen fertler ve toplumlar, zamanla savrulmalar yaşamış, esas hedeflerinden şaşmışlar, hatta bazen doğrunun karşısına geçebilecek kadar sapıtmışlardır. Şu bir hakikat ki, zenginlik imtihanını verebilen Müslüman nadirattandır.

     Ak Partinin iktidarı almasından sonraki on beş sene içerisinde yaşadığımız, daha doğrusu giderek artan bir şiddette yaşadığımız şeylerden en barizi budur. Fakirken başını secdeden kaldırmayan, az da olsa sadaka vermeye çalışan, hayır kurumlarına yardımcı olan, uzun pardesü veya çarşaf ile örtünen, eşinin ve kızının yabancı erkeklerin olduğu yerlere göndermeyen, tek hedefi biraz daha iyi paralı bir iş olan, sağa sola hiçbir şekilde harcamayıp biriktiren insanlar, daha yüksek maaşlı bir işe girip cepleri biraz para görmeye başlayınca, namazları geç kılmaya, zekatının hesabından (kendince hesaplamalarla) kaçırmaya, eşinin örtüsüne ve girip çıktığı ortamlara dikkat çevirmemeye, değişik eğlence vasıtalarıyla vaktini geçirmeye başlıyor. Cepte durduğu gibi durmuyor para işte... Çıktı mı ve çok mu, seni nereden nereye savuracağını, seni nerelere çekeceğini bilemezsin! Çeşit çeşit elbiseler, ayakkabılar, gezmeler, tatiller, uzun seyahatler, daha evvel hayatlarında olmayan eşyalar, arabalar ve gereçler... Bu liste uzayıp gider ama esas olan ve hemen hemen hiç değişmeyen kaide; malın mülkün artması, çoğu Müslümanı bozuyor, çok sağlam durabilenleri bile bir şekilde sallayabiliyor.

2. Aşağılık Kompleksi: Sağ kesimde, özellikle Osmanlı Devletinin çökmesinden sonra, zamanla artan ve derinleşen bir kompleks hasıl oldu. Gizli ve açık din düşmanı ile din cahili hükumet ve idarecilerin elinden çok çeken, sürekli aldatılan muhafazakar insanımızın yaşadığı travmalar, acı tecrübeler, bir türlü istedikleri idarecilere kavuşamamaları ve yılların üst üste birikmesiyle de, bir nevi komplekse dönüştü. Haklı oldukları davalarda dahi ölçüyü kaçırmaya, kurunun yanında yaşı da yakacak raddeye geldiler.
28 Şubat evet ama örtüler şimdikinden daha düzgün!

     En azından 70-80 senedir devan eden bu komplekse son çiviyi, 28 Şubat diye bilinen hadise çaktı. Refah Partisinin, koalisyon ile de olsa iktidara gelmesi ve başta Erbakan olmak üzere üst düzey yetkililerin, durumun ve zamanın hassasiyetini idrak edemeden ettikleri söz ve hareketlerin de üstüne tuz biber olmasıyla, 1997 yılının Şubat ayından itibaren, çok katı tedbirler ve kurallar devreye sokuldu. Binlerce insan haksız yere işinden gücünden oldu, talebeler okullardan atıldı... Kısacası zaten "zenci" muamelesi gören Müslümanlar, hepten üçüncü sınıf vatandaş statüsüne düşürüldü. İyice bilenen muhafazakar kesim, Recep Tayyip Erdoğan'ı kendine bayrak yaptı ve 2002'den bu yana, cumhuriyet tarihinde görülmemiş işler vücuda gelmeye başladı.

     Evet, siyasi, ekonomik istikrar, düzelen dengeler, kişi başı geliri artmaya devam eden bir Türkiye vardı ama bu sefer de, havanın kendi lehlerine döndüğünü gören ve yıllardır kinini nefretini içinde biriktirmiş olan insanlar, abuk subuk konuşmaya, dengesizleşmeye yüz tuttu. Onca zaman sonra sahip olduğu ve daha fazlasına da sahip olmaya kesin gözle baktığı bazı değerlerin üstünden, kendi kendini bitirmeye başladı. Olgunluk göstereceği yerde, DNAsına işlemiş olan meş'um baskı yüzünden ayağı altındaki zemini kaydırdı.

     Bilhassa sanal dünyada ve bazen de sokakta, toplu taşıma vasıtalarında şahit olduğumuz saçma sapan açıklamaların hakaretlerin ve hareketlerin menşeyi genellikle işte bu komplekstir. Başka bir deyişle, hayırlı işlere sarf edilmesi gereken enerji ve bilinç ve zaman, boş, yüzeysel ve neticesiz sahalara aktarılıyor, gereksiz düşmanlıklar körükleniyor.

3. İnternet: Milenyum ile birlikte hayatımıza giren, "sosyal medya" denilen nanenin yaygınlaşması ile beraber de, günlük hayatın vazgeçilmesi konumundaki "şey". Çok işe yarar, lüzumlu bilgiler içerir, kolaylaştırır, fayda sağlar... Ama bir o kadar zararlı ve yıkıcı da olabilir. Bir silah gibidir... Kullanmasını bilene ve düşmana karşı kullanana fayda sağlar iken, birçok kişinin de canına kastedebilir. İşte bu interneti, bizim biraz sonradan görme, biraz cahil muhafazakarın eline verirseniz, sana karşılık olarak nasıl döneceğini az çok tahmin edebilirsiniz... Yozlaşma. Zararlı sitelerden, karşı cins ile kolayca ve gerçek kimliği gizleyerek "chat" yapmaya kadar birçok alt kalem, devasa bütçeli sinema filmlerinden, her türlü pisliğin "sanat" diye yedirilmeye çalışıldığı dizilere kadar, birçok insanın ayağı altındaki zemini kaydırıyor ve kaydırmaya devam ediyor.

4. Muhafazakar Kadınların Cemiyet Hayatına Hızla Karışması: Bu madde, üsteki sayılanlarla birlikte ve ayrı başlık olarak da ele alınabilir. Ta Osmanlı'nın son zamanlarında bu yana artan ve bizi, köklerimizden ayırıp giderek "Batı"ya benzeten en önemli yozlaşmalardan biri. İşin en enteresan ve işinden çıkılmaz kısmı ise, bunu muhafazakar diye geçinen tayfanın büyük çoğunluğu ya kabul etmez ya da en azından zararının o kadar da çok olabileceği gerçeğine ihtimal vermez. Yani bu öyle bir hastalık ki, kendisine bakılması farz olan kızlar kadınlar, "ekonomik özgürlük" peşinde koşturuyor... Bunları yaparken karşılaşacakları muhakkak olan taciz, zorluk ve aşağılanmaları da bile bile üstelik.
sarî hastalık gibi yayılan örtülü çıplaklık!

     Kadınların, erkeklerin bulunduğu okul ve iş yeri gibi yerleri paylaşmaları, kadınlar açısından son derece yozlaştırıcıdır. Başörtülü olarak okuma ve çalışma serbesti yaygınlaşınca, iş iyice çığrından çıktı. İlk önce utanarak, kendini koruyarak, uzun pardesü, düşük ses ile başlayan "hayat müşterektir" siperinin altındaki kıpırdanışlar, giderek kısalan ve daralan elbiselere, yüzde koyulaşan makyaja, ofisin ortasında yüksek sesli kahkahalara, hatta iş yerindeki erkeklerle gayri meşru ilişkilere kadar vardı. İş, bir noktada öyle bir yere varıyor ki, ortada "muhafaza" edecek bir şey kalmıyor!

5. Hedefsizlik: Zenginlik gibi, hedefsizlik de son derece yozlaştırıcı bir parametredir. AK Partinin iktidara gelmesi, bir şekilde düşman olarak hedefe konulan ve bilenilen çevrelerden bir bir "intikam alınması" sonrasında, gerçekleştirilecek büyük hedeflerin hemen hemen kalmaması, muhafazakarı tembelleştirmeye yetip artıyor... Tıpkı etrafında köpek balığı olmayan balıklara dönüyor.

     Bütün bu yukarıda sayılan ve daha sayılamayanların ışığında bakıldığında, tarihi hakikatler de göz önünde tutulduğunda, bir tür baskı hisseden, mücadele içerisinde olan, bir davaya hizmet eden dindarlar, ekonomik ve sosyal olarak rahatladıklarında, ya çeşitli "oyuncaklara" takılarak esas hedefinden sapabiliyor ya da büsbütün başka bir yola kayabiliyor.