Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

17 Temmuz 2014 Perşembe

Breaking Bad Dizisi Üzerinden Amerikan Toplumuna Şöylemesine Bir Bakış


     "Abi Breaking Bad diye bir dizi buldum süper" ünlemli ifadesi ile başlayacak olursak bu sefer, diziler tarihinin en başarılı yapımlarından birinden söz ettiğimiz gerçeğini teslim etmemiz lazım gelir herhalde! Temposu ara sıra biraz düşse de, genel olarak senaryonun doluluğu, derinliği, zenginliği ve devamlılığı, kurgunun çok iyi olması ve en mühimi, aşmış oyunculukların varlığı, bu diziyi gelmiş geçmiş en iyi drama ve dizilerden biri yapıyor. Breaking Bad'in bu kadar çok tutulmasının sebeplerinden biri de şüphesiz, hem eyalet hem de federal bazda, Amerika Birleşik Devletleri denilen ülke hakkında gayet gerçekçi ve derinlemesine bir kesit sunmasıdır. Dizinin genel konusu; akciğer kanseri olduğunu öğrenen başarılı bir kimya mualliminin, öldükten sonra, ailesinin geçimini sağlayabilmesi için uyuşturucu üretimi ve sonrasında da satımına girişmesidir. Gelelim başlıca karakterlere ve fiiliyatlarına (DİKKAT: bundan sonraki kısımlarda spoilera rastlama ihtimaliniz, peynirli poğaçanın içinde peynire rastlama ihtimalinden daha fazladır):

     Walter White (Bryan Cranston): Dizinin protagonisti ve lokomotifi. Al Pacino'nun Dog Day Afternoon'da, Robert De Niro'nun Raging Bull'da, Roberto Benigni'nin Life is Beautiful'da, Leonardo DiCaprio'nun Blood Diamond'da, Heath Ledger'in The Dark Knight'ta sergiledikleri performansları gölgede bırakacak ve hatta bazen arkasında dahi bırakacak oyunculuğu ile diziyi götüren kişidir. Walter White, Nobel mükafatına varacak derecede zehir gibi bir kimyacıdır. Temelini attığı şirketten sadece 5 bin dolar alarak ayrılmış (bir takım ayak oyunları ve ihtiyaç meselesi) ve ardından, kurucularından olduğu şirketin NASDAQ'a rahatlıkla girebilecek kadar büyümesine şahitlik etmiştir. Bu ayrılma sürecinde ve sonrasında kendisine haksızlıklar yapılmıştır ve dolayısıyla hınç doludur. Hınç doludur ama bir o kadar da pısırık ve ödenmesi gereken mortgage ve faturalar arasında sıkışmış kalmıştır. Üstelik oğlu sakat ve "planlama" olmadan doğacak olan bir kız evladı da yoldadır. Öğretmenlikten arta kalan zamanlarda bir oto yıkamacısında ek iş yapmakta, ezikliğine eziklik eklemektedir (Ekmeleddin İhsanoğlu için buradan bir slogan daha çıkabilir gibi). Günlerden bir gün, bütün bu itibarsız, sünepe ve silik kişiliğine bir son vermeye karar verir ve eski bir talebesi aracılığı ve ortaklığı ile suni bir uyuşturucu olan metamfetamin üretimine başlar. Nasıl olsa kimyada süperdir, her şeyini ortaya koyar ve neticede, keşlerin ve satıcıların başını döndürecek "masmavi" bir ürün çıkar. Bu uyuşturucu yapımı süreci, sadece dünyanın en saf "meth"ini ortaya çıkarmakla kalmaz, Walter White'in başarıya, özgürlüğe ve liderliğe susamış egosunu da, giderek bir uyuşturucu baronu kılığına girecek olan "Heisenberg" adıyla ortaya çıkarır (meşhur Alman bilim adamı Werner Heisenberg, sonradan Müslüman olmuştur). Önce ailesine yetecek olan miktarı hesaplayan ve orada duracağını iddia eden Walt, piyasanın kurdu uyuşturucu satıcılarının dahi canına okuyan egosuna teslim olur ve her şeyi olduğunu iddia ettiği ailesinin kendisini dışlamasına rağmen, uyuşturucu yapımı için kullandığı ekipmanların arasından mutlu bir Heisenberg olarak can teslim eder.

iki kafadar "saf mavi"nin peşinde

     Jesse Pinkman (Aaron Paul): Walter White'in birlikte uyuşturucu işine girdiği, haylaz ve tembel eski talebesi. Kırk kere tövbe eder sonra yine uyuşturucu kullanmaya devam eder. Disiplinsizdir ve kendine güveni fazla yoktur. Eski kimya mualliminin güdümünde, uyuşturucu piyasasında Heisenberg'ün stepnesi olarak yer edinir. Tabi bu arada bir sürü dert açar başına.

     Skyler White (Anna Gunn): Walter White'in kafası biraz karışık (akşam akşam kötü konuşturmayın beni) eşi! Ailesine düşkündür güya ama eşini kıskandırmak ve onun dikkatini çekmek için onu aldatmaktan geri kalmaz. Gün gelir "olan olmuş" der ve tamamen "duygusal" sebeplerden ötürü Heisenberg'e arka çıkar, gün gelir ondan can düşmanı gibi kaçmaya çalışır.

     Hank Schrader (Dean Norris): Walter White'in bacanağı ve dostu, Heisenberg tiplemesinin amansız düşmanı ve takipçisidir. En ufak bir delilin dahi peşine düşen, son derece zeki bir narkotik büro elemanıdır.

     Marie Schrader (Betsy Brandt): Skyler'ın çenesi düşük ve kleptoman kız kardeşi. Hank'in eşidir.

     Walter White Jr. (RJ Mitte): Walter-Skyler çiftinin ilk çocuğu. Dizinin bana göre en zayıf karakterlerinden biri. Bu kadar problemli bir ailede olup da abuk-subuk işlere kalkışmayan bir ergen Amerikalının varlığı, dizinin inandırıcılığını biraz zedelemiş gibi geldi bana. Önceleri babasına arka çıkarken, gerçekleri öğrenmeye başlayınca Hank eniştesinin safına geçmiştir.

     Saul Goodman (Bob Odenkirk): İşte dizinin en renkli ve matrak karakteri! Rasyonaliteyi azcık zorlasa da, böyle bir tiplemenin olması, dizinin drama ağırlığını biraz hafifletip, biraz sarkastik ama ölçülü mizah ve hatta kara mizah parçacıkları ile kaliteye kalite katmıştır. Tam fırıldak bir avukattır ama işini, kanuni boşlukları ve karanlık dünyayı iyi bilir. Para sevdası ve güç korkusunun kendisine yaptıramayacağı bir iş yoktur. Mutlaka her sektörde, "dark side"a bulaşmış bir tanıdığı vardır dolayısıyla kanun kaçkınlarının, adaletin arkasında dolanıp birkaç puan almak isteyenlerin ideal sığınağıdır.

     Mike Ehrmantraut (Jonathan Banks): Yine dizinin alamet-i farikalarından mükemmel bir tip! Kötü adamın arkasını toplayan, ayak işlerini halleden, asla ihanet etmeyen, zeki ve kurnaz polis eskisi. Bazı işleri ile akla, Pulp Fiction'da Harvey Keitel'in canlandırdığı "Wolf" karakterini andırır.

     Gustavo Fring (Giancarlo Esposito): İzini kaybettirme ve dikkatleri başka yönlere çekme konusunda uzman, işini asla şansa bırakmayan, iyi adam görünümlü uyuşturucu baronu. Legal işini, karanlık dünya ile başarılı bir şekilde harmanlamıştır.

     Neden "Amerikan toplumuna bir bakış" dedik? Çünki bu dizi, çok güzel bir fotoğrafa çekiyor. Bu fotoğrafı çekerken de, Amerika'yı ve Amerikalıları katman katman görebiliyorsunuz... hele de mevzubahis, aile ise. Bu çekilen "fotoşopsuz" fotoğrafın bazı detaylarını inceleyelim (bu bir genelleme elbette):

     Amerika Birleşik Devletlerinde hasta olma lüksünüz olamaz! Gelir düzeyiniz iyi ise olabilirsiniz tabi ama öyle orta halli bir öğretmenseniz ve hele de kanser olduysanız... "Geçmiş olsun"! Bilindiği üzere burası, o yaldızlı "fırsatlar ülkesi" tabelasının altında, en koyu kapitalizmi yaşayıp yaşatan, devlet destekli sağlık sigorta sistemi olmayan bir memlekettir. Doktor-hasta ilişkisi bile, "müşteri" ve "yolunacak kaz" ayarındadır. "Elden ayaktan düştüm, devlet bana bakar", "hele şu devlet hastanesine bir gideyim" gibi şeyler duyamazsınız. Hele bir de kanser olursanız, işte şimdi yandınız... O zaman işte, Walter White'lıktan istifa edip, Heisenberg olma vaktidir!

     Tüm Batı toplumlarında olduğu gibi, kendisine "ayak bağı" olarak gördüğü dini (her ne kadar bozuk olsa da), belli zaman ve formlara hapsetmiş, dini ve dolayısıyla ahlaki değerleri arka plana itmiş Amerikan toplumu da, samimiyetsiz ve soğuk ve hatta yok olmak üzere olan bir "aile" mevhumunun pençesinde kıvranmaktadır. Aile fertleri birbirlerinden uzak ve birbirlerine mesafelidir. Aynı yatağa giren ebeveynler dahi "sıcaklık"tan uzaktır. Çoğu anne baba, bir zaman sonra, iş yerindeki bir personelle ya da iş çıkışı bir içki içmek için uğradıkları bardaki bir yabancı ile tek veya çok geceli ilişkiler yaşamaktadır. Çocuklarla olan ilişkilerde de aynı durum mevcuttur ve bu "sıcaksızlık" en çok onları vurmaktadır. Ahlaksız ve kötü alışkanlık sahibi arkadaşlar, sıcak aile yuvasının yerini tutmak için vazife başındadır. Bir zaman sonra bu çocuklar da, yetişkinliğe adım attıklarından itibaren, ebeveynlerinin işlediği haltları, misli ile işlemeye başlarlar.

     Peki Birleşik Devletler, bu ahlaki ve dini bağları zayıflamış vatandaşları ile nasıl başa çıkar? Eğer dini ve manevi müeyyide endişesi ve korkusu yoksa, maddi ve kısa vadede suç işleyenlere ceza verebilecek bir sistem kurarak tabi. Burada devreye, dizide de çok iyi işlenmiş iki tane (ki ikisi de aslında tek noktaya çıkar) korku devreye girer; birisi, çok katı vergi ödeme sistemi dolayısıyla "Maliye"den korku ve "kolluk kuvveti" korkusu. Öyle bir vergi denetimi düşünün ki, ortalama gelirinin dışında, çılgınlık yapıp biraz fazlaca ve göze batacak şekilde harcasanız, devlet hemen tepenize binip "senin maaşın buna elvermez, başka gelirin olmasın sakın" gibilerinden inceden inceye hesaba çekiyor ve tatmin edici cevabı olmayanları okkalı bir şekilde cezalandırabiliyor (sistemin adı IRS, yani "Internal Revenue Service" ona göre). Kolluk kuvveti korkusu ise, hemen her olaya müdahale ederken inisiyatif alıp silahını kullanmaktan çekinmeyen, yasaları iyi bilen yetişmiş polis teşkilatı ile ilk aşamada kendini gösteriyor. İkinci aşama ise, rüşvet ve adam kayırmanın minimum düzeyde yaşandığı ve çok sert cezaların çıktığı mahkemeler. Son aşama ise, ne kadın ne erkek hiçbir insan evladının düşmek istemeyeceği Amerikan hapishaneleri var.

     Anladığımız kadar ila, sefahetin, ahlak eksikliğinin, dejenere olmuş ailenin ve kötü çevrenin hüküm sürdüğü Amerika Birleşik Devletleri ve bunun gibi diğer bazı Batı ülkelerinin ayakta kalmasının tek sebebi; adalet mekanizmasının efektif ve can alıcı bir şekilde hayatın her kademesinde kendisini göstermesidir.

Netice: Kimya candır! 

28 Haziran 2014 Cumartesi

Azalan Beyaz Irkın Toplum Mühendisliği: Öjeni Teorisi - 2

     Amerika Birleşik Devletlerinin birçok eyaletinde, bu sterilizasyon denilen kısırlaştırma devam ederken, Avrupa'da da Irkçılık revaçtaydı. Şimdilerin "aman demokrasi ne güzel, herkeste en az bir tane olmalı" kişilerinin dedeleri "faşizm çok güzel, gelsenize" diye dolanıyordu meydanlarda. 1930'lu yılların ortalarına doğru, Yahudileri iyi tanıyan, resim yapmaya olan hevesi kursağında bırakılan ve Birinci Dünya Savaşında onbaşı rütbesi ile savaşan Adolf Hitler, savaştan yenik çıkmanın verdiği eziklik, çaresizlik, ekonomik bitmişlik ve işsizlikle, çökmenin sınırına gelen Almanya'nın idaresini, hem "nasyonel" hem "sosyalist" hem de "işçi"gibi kelimeleri bir arada bulunduran bir parti vasıtası ile eline aldı. İnanılmaz karizması, Goebbels gibi bir makyajcısı ve propagandisti, Faşizme gönülden bağlı bilim insanları (kırk yıllık bilim adamı kalıbı da değişti ya neyse) ile oluşturduğu muazzam sinerji, kısa sürede netice verdi ve birkaç sen öncesinin "loser" Almanyası, dünyayı fethetmeye başladı.

      Nazi Almanyası'nın güçlü ordusu dünyayı işgal etmekle uğraşırken, bilim de ilerliyordu... ama ne yazık ki bu ilerlemelerin bir kısmı, açıkça bir insanlık suçuydu. Öjeni alanındaki çalışmalar, Avrupa'da modaydı. Almanya, "Ari Irk" sevdası peşinde, çeşitli projeler geliştiriyordu. Çalışmalar ve projeler, ABD'deki durumla paralellik arz ediyordu. Galton ve Darwin'in peşinden giden Alman Ernst Haeckel'in faaliyet ve düşünceleri, Nazi dönemi Öjenistlerinin teorik düzlemini hazırlayanlarındandı. Hitler, Margaret Sanger'ın yakın "kafa" arkadaşlarından ve "Bilimsel Irkçılığın" temsilcilerinden biri olan Madison Grant'ın meşhur kitabı "The  Passing of the Great Race" için "benim İncilim budur" demiş ve Faşist Almanya'da ilk basılan yabancı eser bu kitap olmuştur. Bu süreçte, Amerika ve Almanya arasında bir bilim insanı trafiği yaşandı. Amerikalı Öjenistler bir yığın konferans verdi.

     Öjeni üzerindeki çalışmalarını artıran Almanlar, bu konuyu daha ileri ve haliyle daha da sert yerlere getirdiler. Hatta, Birleşik Devletlerdeki Öjenistlerde, "Almanlar bu işi bizden kaptı ama bizi geçtiler" türünde
hayıflanmalar oldu. Sonradan Nazi Partisine de katılan ve Hitler'den iltifatlar gören antropolog Eugen Fischer,
van Verschuer, hastası olduğu
ikizlerle çalışırken
hareketin öncülerinden biriydi. Propaganda Bakanlığı da boş durmadı ve kamuoyunun güçlenmesi için, engelli, geri zekalı kimselerin topluma verdikleri maddi ve manevi zararlar üzerine videolar hazırlanıp gösterildi. Haliyle, sterilizasyonlar Almanya'da da hayata geçti ve "aşağı" olanlar yeni nesil üretemesin diye kısırlaştırıldı. Otmar van Verschuer'in "ikizler" üzerindeki çalışmaları, yardımcısı tarafından daha ileri boyutlara taşındı. Burada devreye, insanlık tarihinin en kötü ve acımasız bilim adamlarından biri giriyor: Josef Mengele. İkizler üzerinde yaptığı anlatılamayacak derecedeki deneylerden (aslında bildiğin işkencedir bunun adı), Çingene ve Yahudiler üzerinde uyguladığı ilaç ve karışımlara kadar Mengele, Irkçı kafayla harmanlanmış Öjenik Hareketin nerelere kadar varabileceğinin açık bir göstergesiydi. İşin enteresan tarafı, Josef Mengele'nin Auschwitz'teki (ki bu yer bazı Öjenistler tarafından bilimsel deneyler için bir cennet ve laboratuvar olarak isimlendirilmiştir) çalışmalarına başlamadan evvel asistan olarak çalıştığı ve sonradan, toplama kamplarındaki kan örneklerini gönderdiği van Verschuer'in laboratuvarı, doğrudan "The Rockefeller Foundation" tarafından finanse ediliyordu.

Latin Amerika'da faaliyetlerine
devam eden sevgi kelebeği Mengele
     Adolf Hitler önderliğindeki Almanya'nın, toplama kamplarında ve dolayısıyla deneylerindeki vahşi ve
insanlık ötesi tutumu, Öjeni çalışmalarının "insanlık suçu" ve "soykırım aracı" olduğu kanaatini güçlendiren bir
kamuoyu oluşturdu. Öjenik Hareket, başına gelecekleri sezip, usulca ve zekice strateji ve isim değişikliğine gitti. Artık "Öjeni" yoktu... "genetik", "doğum kontrolü" "aile planlaması" ve "nüfus kontrolü" olacaktı bundan böyle (oysa eski araştırma-geliştirme merkezleri ve buralarda çalışanlar hiç değişmedi)! Yani güçlü sermayelerin ve lobilerin, birçok alandaki "maske takma" ikiyüzlülüğüne bir yenisi daha katılıyordu. Hatta, hayatta kalan bütün Nazi ilişikli insanlar birbir yargılanıp, en azından hapis yatarken, bu vahşetin teorik ve pratik babalarından Otmar van Verschuer hiç yargılanmadan sıyrılırken, kasap yardımcısı Josef Mengele, ölüm yılı olan 1979'a kadar Latin Amerika'da yaşadı. Verschuer'in, Öjenizm'in karargahı konumundaki California'daki Öjenistlerle ilişkisinin, savaş sonrası hiçbir şey olmamış gibi sürdüğü bilinirken, Mengele de "ikizler" üzerindeki çalışmalarına devam etti.

     Savaş sonrası dönemdeki enteresan ve dikkat çeken durumu özetlemek için birkaç tane soru sormak, şimdilik yeterli olacaktır herhalde:

nüfusu şöyle bir %15 indirsek
süper olur diyen Bill Gates
1. Doğum kontrolü faaliyetleri neden en çok azınlıkların ve mesela Zencilerin yaşadığı yerlerde olur?

2. Neden modern dünyada demokrasi, insan hakları ve refah açısından örnek gösterilen Kuzey Avrupa ülkelerinde kısırlaştırma, taa 70'li yılların sonuna kadar devam etmiştir?

3. Neden sıkı bir Öjenist olan Sir Julian Huxley, UNESCO'nun ilk yöneticisidir?

4. UNESCO "nüfus kontrolü" oluşturmak gayesi ile mi kurulmuştur?

5. Öjenik, Beyaz Anglo Saxon ırkı korumak için mi vardır?

6. Bill Gates'in kurduğu "Bill & Melinda Gates Foundation"ın gelişmemiş ülkelerde ve Afrika'da çocuk ölümlerini azaltmak için dağıttığı aşılar, aslında nüfus ve doğum kontrolü maksatlı mıdır?

7. Neden "gelişmiş" olduğunu iddia eden ülkeler, "gelişmemiş" ülkelerde işe yarayıp-yaramayacağı belli olmayan aşılara milyarlarca dolar döküyor da, çok daha ucuza gelecek altyapı ve en azından su kuyuları ve su şebekesi kurmak için hiç çaba sarf etmiyor? Diyelim ki birkaç çocuğu, bir hastalık için aşıladınız ama o çocuk hala o kirlenmiş, leş gibi zehirli su göletlerinden içmeye devam ediyor... bu nasıl bir "iyileştirme" faaliyeti olabilir ki?

Çocuk hastalıkları için aşılar geliştirmek maksatlı milyon dolarlar harcayan Gates Vakfı ve emelleri:



19 Haziran 2014 Perşembe

İnternetten Güvenli Alışveriş Nasıl Yapılır


     Bazı arkadaşların; "bir şeyler almak istiyoruz ancak hangi siteden alalım, nasıl alalım da kazıklanmayalım, sen nasıl yapıyorsun bu işi" şeklindeki sualleri karşısında, günümüzün bu büyük kolaylıklar sağlayan fakat beraberinde tehlikeler de barındıran alışveriş türü hakkında birkaç satır yazmak elzem oldu (böyle bir konuda yazı yazacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi). Ciddi konuları bir kenara bırakıp, daha az ciddi gibi görünen ama doğrudan hayatın içinden olması ve çok kişinin, "canın yongası" olarak addedilen "mal"ına kastetmesinden dolayı, bazı temel bilgileri paylaşmak yerinde olur muhtemelen (giyimden, buzdolabına, elektronikten kameraya kadar, neredeyse her şeyini internetten alan biri olarak tabi).

      Evvela, internet üzerinden yapılan alışverişin artı ve eksilerine bakalım. Avantajları: En büyük avantajı tabi ki, hiç evden ya da iş yerinden çıkmadan, yorulmadan ve zahmetsiz, arzu edilenleri alabilmek. AVM veya çarşılarda, dükkan dükkan gezmeyi sevmeyenler için birebir. Diğer müspet bir yanı, çok fazla seçenek olması (bazılarının fazla seçenekten dolayı kafasının karışması ve karar verememesini saymazsak). Bunların dışında, taşıma derdi olmaması ve fiyatların genellikle daha uygun olması ve taksit imkanlarının daha geniş olması da ayrı birer güzellik. Dezavantajları: Elleme, yoklama ve test etme imkanından yoksun olmak (çoğu kimsenin, bilhassa pahalı, karmaşık ve çok fonksiyonlu eşyalar alırken internet alışverişinden vazgeçme sebebidir). Ama en önemli dezavantajı tabi ki, kredi kartı bilgilerinin girilip, onay tuşuna basılması esnasında, ense civarında oluşmaya ve birikmeye başlayan soğuk ter damlalarıyla paralel olarak insanı kaplayan şüpheci tedirginliktir. İnsanın o anda neler gelmez ki aklına; geçen gün izlenen belgeseldeki, milletin banka hesaplarına giren, tereyağından kıl çekercesine hesapları boşaltan, daha on sekizine girmemiş ve tüyü bitmemiş liseli hackerlar, Mahmud Abinin kredi kartından 100 lira yerine 1000 lira çeken garson ve bunun günler süren mücadelesi, mail orderla sadece bir defaya mahsus 15 lira çekmeyi taahhüt eden şirketimsi oluşumun, haber vermeden her ay 15'er lira çekmesi vs...! Dolayısıyla, online alışveriş yapacak kimselerin, vesvesesiz, kuruntusuz ve selim karakterli olması lazım. Diğer türlü, "kredi kartı bilgileri acaba ne oldu, mal orijinal mı, kargo gelir mi" gibi kafada uçuşan sorular, yapılacak olan üç-beş kuruşluk kârın getireceğinden çok daha fazlasını götürür.

     İlk psikolojik aşamayı, selamet ve bu işin dezavantajlarını göğüsleyebilecek bir iç huzur ile geçiştirmişseniz, işin daha kolay olan aksiyon kısmına geçebiliriz:

     Öncelikli olarak, almayı kararlaştırdığınız şeyin, hangi modelini ve hangi özelliklere haiz olanını almak istediğinize karar vermek, en uygun fiyatları görebilmek için, fiyat karşılaştırma sitelerinden en çok ziyaret edilenleri olan; Akakçe, Bilio, Karşılaştır ve Cimri gibi sitelere girip filtrelemeye başlayabilirsiniz (ben en çok Akakçe'yi kullanıyorum). Bu gibi sitelerin yüzlerce belki binlerce ürün ve model sıralamasında, popülarite veya fiyat düşüklüğüne göre bir sıralama yaptıktan sonra, aşağı-yukarı bir fikriniz oluşur. Burada dikkat edilecek bir husus; ilk elemeden sonra, açtığınız sayfalardaki satıcılara ve bu satıcılara yapılan yorum ve puanlamalara dikkat etmek. Bu karşılaştırma sitelerinin ürün tedarikçilerini gösteren sayfalarında, genellikle şöyle bir dizayn olur; en üste, üç ya da beş tane, fiyatı düşükten yükseğe sıralanmış, hem çok oylanmış hem de yüksek puan almış siteler sıralanmıştır. Onların altında ise, fiyatı en düşükten başlayan fakat yukarıdakiler kadar oylanmamış siteler vardır. Bu sayfadaki mantık şudur: eğer hiç problem yaşamak istemiyorsan, o en yukarıdakilerden alışverişini yap. Ancak bazen öyle olur ki, çok az oy almış ve biraz da puanı kırık bir siteye denk gelirsiniz ve bu site de diğer tedarikçilerden neredeyse %10 hatta %20 iskontolu satar. İşte orada, ecnebilerin deyimiyle "risk iştahı"nıza bakarsınız. Bu riskten kurtulmanın ya da minimuma indirmenin bir yolu, hemen Google'a "şirketin ismi" ve "şikayet" kelimelerini yazıp aratmak. Eğer Şikayetvar ve Şikayet gibi sitelerde çok fazla şikayet başvurusu yapılmışsa, o siteye fazla yanaşmamak (fakat bunu büyük siteler için yapmaya kalkarsanız, sizi yanıltabilir çünki bu sitelerle alakalı mutlaka şikayet vakaları oluyor, mühim olan bu vakaların fazla olmaması).

     Ne alacağınıza aşağı-yukarı karar verdiniz ancak seçmeyi düşündüğünüz ürün ya da ürünler sizin isteklerinizi tam karşılıyor mu ve olumsuz yanları neler? Bu soruların cevabını bulmak için, çok temel ve basit olarak başvurulabilecek üç tane site var: Eğer alacağınız şey, erkeklerle ve/veya erkek kullanımı ile alakalı ise tek yapmanız gereken, arama motorlarının piri Google'ın kapısını çalıp "ürün" ve "forum donanımhaber" yazmak. Genellikle bu sitede, en akla gelmeyecek şeyler bile sorulur ve sorular da cevap bulur. Eğer aradığınız şey, kadınların kullanım alanları ile veya ev kullanımı ile ilgili ise, biraz önceki işlemin sonuna "kadınlar kulübü" yazmamız yeterlidir. Kadınlar kulübünde envai çeşit bilgi ve yorum bulup, almayı düşündüğünüz şeyin olumsuzlarını öğrenebilirsiniz (dikkat edin, bu sitenin jargonuna kendinizi kaptırabilirsiniz ve bazen orada kullanılan kelime ve deyimsi şeyler Metrobüste aklınıza gelebilir, aman diyelim). Eğer seçeceğiniz ürün, biraz daha teknolojik ve rafine ise, Ekşi Sözlükten de yardım alabilirsiniz (basit alet edevat bilgileri bulunmayabilir).

     Çoklu seçimden sonra, yukarıda bahsedilen veya buna benzer çok katılımcılı sitelerden yorumlar aldınız ve ne alacağınıza karar verdiniz. Şimdi sıra, Hasan Kaçan'ın kendine has üslubu ile "yüzüne bakmağa bile kıyamayacağın, cillop gibi..." kredi kartını çıkarıp, o muhteşem on altı rakamlık kombinasyonu ve daha da can sıkıcısı ve terlemeyi artırıcısı, arkadaki o üç rakamı girmek (çünki buraya kadar gelmişsen zaten bu rakamları girmeye değecek bir yere gireceksindir). Rakamları girdiniz ancak bitmedi, "uzaktan alışveriş" formunu onaylamanız lazım. Bu formda bakılması gereken en mühim husus "cayma hakkı", temel cayma hakkı şu nda yasal olarak en aşağı yedi gündür. Kaliteli siteler, bu cayma hakkını bir aya kadar uzatabiliyorlar bu arada.

      Bu saydıklarımızın yanında, giyim-kuşam ile alakalı alışveriş düşünüyorsanız, Hepsiburada ve Gittigidiyor gibi devlerin yanında, Markafoni, Trendyol, Bir varmış bir yokmuş gibi artık kalburüstü sayılabilecek ve müşteri memnuniyeti konusunda üst düzey olan siteleri kullanabilirsiniz.

     (işbu yazı, artan tecrübe ve tavsiyelere binaen kendini geliştirme potansiyeline sahiptir)!