Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

3 Aralık 2019 Salı

1967 Detroit Ayaklanması (12 Sokak İsyanı) ve 1967'nin Uzun Sıcak Yazı



     1960’lardaki dünyayı düşündüğünüzde, insanların renklerinden dolayı hala ikinci sınıf muamalesi gördüğü gerçeği karşısında şaşırabilirsiniz. Ve bu renk ayrımının, 2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyanın yeni patronluğuna soyunan ve çoğu zaman terakkinin sembol isimlerinden birisi olan Amerika Birleşik Devletlerinden geldiğini öğrenmek, şaşkınlığınızı daha da arttıracaktır. Ama ne yazık ki durum bu. Hitler öleli on beş seneyi geçtiği halde, bu ülkede hala köleliliğin etkileri devam ediyor, cepleri şişkin, ağzı purolu beyazlar, daha düne kadar sahip oldukları siyahi kölelerin, hemen öylece “salıverilmesine“ bir türlü sıcak bakmıyordu.

     ABD’nin tarihine çok kabaca baktığımızda, geniş ve her türlü iklime, coğrafi şekle haiz topraklara yayılmış olmanın bahşettiği etkileri rahatlıkla görebiliyoruz. Bunların başında şüphesiz, merkezi otoriteden uzak olarak, bireyselliğin ve bireysel yaşamı korumanın olduğunu görürüz. Daha ilk yerleşimlerle birlikte, hem düşman bildiklerine hem de tabiatta önlerine çıkan her türlü vahşi hayvana karşı kaçınılmaz olarak gelişen ferdi silahlanma içgüdüsü, kolluk kuvvetlerinin insan haklarını koruma konusundaki hakimiyetinin artmasına rağmen, 20. yüzyıl ile birlikte devam etmiştir. Bugün bile, silahlanma rakamlarının son derece yüksek olması, Amerika’nın en dikkat çeken yanlarından birisidir (yüksek bir mahkemenin bireysel silahlanmanın anayasanın ikinci maddesi ile korunduğunu belirtmesini unutmayalım). Oysa sosyal adaleti temel alan (ya da aldığını iddia eden diyelim) Avrupa ülkelerinde bireysel silahlanma ise, katı kurallarla kontrol edilme seviyesindedir.

     ABD’nin bir başka özelliği, yine daha ilk yerleşimlerle birlikte kendini gösteren köleliktir. Uçsuz bucaksız çiftliklerde çalışacak eleman sıkıntısı çeken bu toprakların “yeni yerlileri” çözümü, “Kara Kıta”dan getirdikleri siyah renkli “sudan ucuz işçiler”di. E nasıl olsa dur diyen yoktu ve bunları bir şekilde kullanmak kolaydı… Onlar da kolay yolu seçtiler ve karın tokluğuna (karınları ne kadar doydu o ayrı konu) çalışacak siyahları, gemilere “tıkıştır”dıkları gibi, önce köle pazarlarına, ardından da tarlalara sürdüler. “Kuzey-Güney Savaşı” olarak da bilinen “Amerikan İç Savaşı”nın, temelde köleliliğin kaldırılması etrafında döndüğünü zikredersek, bu kurumun ne denli büyük ve etkileyici olduğu konusunda bir fikir verecektir.
köleler gemiye "dolduruluyor"

     Öyle veya böyle, savaş neticesinde kölelik kaldırıldı. Ancak ortada, daha düne kadar insan gözüyle dahi bakılmayan, sadece ayak işleri yapmış olan siyahların topluma entegrasyonu vardı. Bu entegrasyon da hemencecik olacak bir şey değildi tabi ki, böylesine köleliğe alışmış bir cemiyette. Ve nitekim, renklilerin Amerikan toplumuna intibakı, bir asrı da aşacak bir sürece girdi. J.F. Kennedy'nin, suikaste kurban gitmeden evvel hazırladığı ve 1964 yılında yürürlüğe giren Medeni Haklar Yasası, durumu en azından kağıt üstünde düzeltmiş gibi görünse de, bilhassa siyahlara karşı olan ön yargı ve gizli nefret, bir şekilde günümüzde dahi rahatlıkla görülebiliyor.
"I have a dream" demek suretiyle tarihi konuşmalardan birine
imza atan Martin Luther King Jr.

     Bu tarihi bilgileri üst üste koyduğunuzda ve yanına “insan hakları” kavramının hızlıca hayatımıza girdiği 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki dünyayı da eklediğinizde, 1960’ların Amerikası’nda zenci olmanın nasıl bir şey olacağını aşağı yukarı kestirebilirsiniz. Malcolm X, Martin Luther King Jr, Nation of Islam, Sivil Haklar Hareketi, Elijah Muhammad, Louis Farrakhan hatta Muhammed Ali isimleri de bu şekilde, biraz daha anlamlı gelecektir (bir türlü bitmek bilmeyen ve beklenmedik derecede can almaya devam eden “Vietnam Savaşı” da bonus).

Tüm bu toparlamadan sonra, gelelim asıl konuya:

     Michigan Eyaletinin en büyük şehri olan Detroit, otomobilin insan hayatına girişi ile birlikte, Amerikan otomobil sanayisinin merkezi konumuna gelmiş ve hatta “Motor Town” ve kısaca “Motown” olarak adlandırılacak kadar bununla özdeşleştirilmişti (bu devasa otomobil imalat fabrikalarında ağırlıkla kimler çalışıyordu bir tahmin edin). Lakin her şey, 1967’nin sıcak bir yaz gecesinde değişecekti.
Detroit İsyanda

     22'yi 23 Temmuz'a bağlayan 1967 gecesinin ilerleyen saatlerinde, içki satma ruhsatı olmayan 12. Sokaktaki bir eğlence mekanına gelen polis, baskın yapmak niyetindedir ve içeride fazla insan olmadığı için işinin kolay olacağını düşünür. Kolluk kuvveti, içeride birkaç kişiyi göz altına almayı beklerken, “Vietnam Savaşı”ndan taze gelmiş iki askerin dönüşünü kutlayan 82 kişi ile karşılaşır ve alelacele hepsini tutuklamaya karar verir. Ancak bu kadar insanı alıp götürmek kolay değildir ve buna hazırlıkları olmadığı için, taşıma vasıtaları gelene kadar, siyahların oluşturduğu kalabalık olay mahalline birikmeye başlar. Sıhhatli bir empati yapabilmek adına, yazının başındaki bilgileri şimdi zihninizde gezdirin ve sabah karşı elleri kelepçelenen yüze yakın renktaşınızın, tekere teker polis arabalarına doldurulmaya çalışıldığına şahit olun… Artık her şey ufak bir kıvılcıma bakar ve kalabalığı kışkırtanlardan birisinin, polise şişe fırlatmasıyla isyan başlar.

     Polis araçlarının olay yerinden ayrılmasından sonra, kalabalık mağazaları yağmalamaya koyulur ve pazar günü olması dolayısıyla, güvenlik kuvvetleri toparlanmakta gecikir. Müdahalenin gecikmesi, yağma olaylarının genişlemesine meydan bırakır. O günün akşamında,sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Ancak isyan, buna rağmen genişlemeye devam ederken, pazartesi günü ortalık yangın yerine döner. Polis bazı göstericileri tutuklasa da, sayı olarak kafi değildir.
ABD için alışılmadık bir durum:
silahlı askerler polis vazifesinde


     Polisin yeterli olmadığı görülünce, başkan Lyndon B. Johnson Amerikan askerlerinin ayaklanmaya müdahale etmesini onaylar (siyasi bir çekişme yüzünden bu kararın geciktiği ve böylece hadisenin zapturapt altına alınmasının uzadığı bilinmektedir). Asker duruma el koymaya çalışırken, ortamın kaosu ve gerginliğinde, polis birçok yerde görevini aşacak hareketlere girişir. O gün bir de,Kathryn Bigelow'un yönettiği "Detroit" filminin bel kemiğini teşkil eden Algiers Motel Olayı yaşanır. Üç tane siyah gencin dövülerek öldürüldüğü, diğer dokuz gencin feci şekilde dövülüp aşağılandığı vak'a, ırkçı beyaz polislerin işiydi (bunu yapan üç polis ceza almadan yırttı sonra). Olay kısaca, gençlerden birinin yarış tabancası ile havaya ateş etmesi ve asayişin bunu keskin nişancı atışı zannederek otele baskın vermesi idi. Birbirine arka çıkan ırkçı polislerin hadiseyi büyütmesi, işi çığırından çıkaran nokta olmuştu.
Algiers Motel Olayında öldürülen gençler


     Silahlı kuvvetlerin etkisini artırmasıyla, perşembe günü şiddet azalmaya başlarken, 28 temmuz 1967'de hadiseler tamamen yatıştı. Yatıştı ancak geride 33'ü siyah, 43 ölü ve binlerce yaralı bırakarak. “1967'nin Uzun Sıcak Yazı” adıyla tarihe geçen ve ırk temelli 159 isyan silsilesinin en kanlı halkasıydı. Sonrasında, otomotivin kalbi olan Motor Town bir daha belini doğrultamadı. Bir zamanların çok kazanan rüya kenti, ayyaş, uyuşturucu bağımlısı ve eşkıyaların toplanma yeri oldu. 12. Sokak Ayaklanmasıolarak da bilinen ve altı gün süren olaylar, 20. yüzyıl Amerikası'nın yaşadığı en kanlı hadiselerden birisi başlığı ile tarihe geçti.
Kathryn Bigelow'un Detroit filminden
Algiers Motelde sorgulanan siyahiler

11 Temmuz 2019 Perşembe

İngiliz Sömürge Bakanlığı ve İslam Coğrafyasında İngiliz İstihbaratı

 
     Daha ziyade Avrupalı devletlerin, kendi küçük topraklarından çıkıp, yer altı zenginlikleri yoğun olan ve mevcut zenginlikleri kullanma konusunda zaafiyet yaşayan ülkeleri sömürmesi olarak anladığımız sömürgecilik kavramını düşündüğümüzde, akla hemen Birleşik Krallık, Britanya ya da kısaca İngiltere olarak tanıdığımız ada ülkesi gelir. Sömürmek kelimesi, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, gayet kötü bir mana çağrıştırır. Çağrıştırdığı bu olumsuz anlamda, tüm Batı ülkeleri şöyle veya böyle ortak iken, İspanyol ve Portekizliler gibi erken dönem sömürgecilerden sonra açılan İngiliz kafası, sömürgecilik kavramını her açıdan geliştiren, bunu emperyalizme, sonra da yine globalleşme adı verilen masum kelimenin gölgesinde, dev şirketler vasıtasıyla eviren ve sürdüren kafadır.

     Sefalet, pislik, batıl inançlar, hastalık, kara cehalet içinde yaşayan Ortaçağ Avrupası'nın Müslümanlardan aldığı bilgilerle Rönesansa girip toparlanmaya başlaması, akabinde Merkantilizm denilen iktisadi kavramın getirdiği altın ve gümüş toplama hırsı, Osmanlı Devletinin dünyanın merkezini işgal ediyor olmasıyla birleşince, batılılar Afrika, Amerika ve Uzak Asya'daki bakir topraklara açılmaya gayret etti. Konu zaten geneliyle bilindik ancak üzerinde durulması tarafı, İngilizlerin bu alandaki olağanüstü becerisi. Sadece maddi olarak sömürmek değil kasıt elbette, her buşundukları bölgeyi manevi olarak da yozlaştırmayı ve karıştırabilmeleri esas sıkıntılı olan kısmı.

     Resmi tarihe bakıldığında, eskilerin Müstemlekeler Nezareti dediği bakanlığın, 18 yüzyıl sonlarında, o sıralarda Britanya hegemonyası altındaki Kuzey Amerika ile uğraşmak için tesis edildiği yazılsa da, gerçekte bu fikrin altında bir korku yatar; İslam Dini korkusu.

     Filhakika, Osmanlı kuvvetlerinin Viyana kapılarını iki kez çalıyor oluşu, Avrupalıları ölümüne korkutmuş ve her türlü tedbiri almaya itmişti. Osmanlı ve dolayısıyla İslamiyeti'in Eski Kıtayı ele geçirmesine ramak kalmıştı artık. 17. yüzyılın sonu, Osmanlı'nın dışarıdan ve silahla mağlup edilemeyeceğinin anlaşıldığı, bel altı diye tabir edebileceğimiz tedbirlerin alınmaya başladığı zamandır. Osmanlı Devletinde ve haliyle Müslümanların hakim olduğu her coğrafyada, bol altın ve şaşalı mevkilerle kandırılıp satın alınan kişilerin çeşitli kademelere yerleştirilmesi, casusların İslam coğrafyasında cirit atmaya faaliyetleri, 18. yüzyılın bidayeti ile birlikte hızla yayılır. Sömürgelerden akan kıymetli mallarla beslenen İngiliz İmparatorluğu, yozlaştırma çalışmalarının meyve verdiğini müşahede ettikçe, strateji ve adımlarını sağlamlaştırmaya, kurumsallaştırmaya gayret etti.
emperyalist İngiltere'nin
her yere uzanan sömürgeci kolları

     İngilizlerin sömürgelerinde ve etki alanlarındaki stratejisi çok basitti esasında; böl ve yönet! Yani azınlıkları kaşı ve besle, merkezi otoriteyi kuvvetsiz hale getir ve bu istikrarsız durumu sonuna kadar kullan. Nitekim Müslümanların nüfus olarak fazla ve egemen olduğu Hindistan'ın bölünüp Pakistan'ın ayrılması, bu politikanın en verimli ve göze batan örneğidir. Esasında, İngilizlerin Hind Yarımadasını sömürgeleştirmesi, tam bir ibret vesikasıdır. Ticari imtiyaz gibi masum bir adımla başlayan işgal harereketi, özellikle Hindu- Müslüman çatışmasının körüklenmesi ile, koskoca bir devletin nefes alamaz hale gelmesine kadar vardı ve yıkıcı etkileri de günümüze kadar capcanlı bir şekilde devam ediyor.

     Riyad ve Necid taraflarından çıkıp gelen Suudi eşkıyalarına yaptıkları yardımlar ve kışkırtmaların, Arabistan Yarımadasını Osmanlı'dan koparması ve hülasa, Ortadoğu denilen bölgenin saçma sapan hudutlar ve istikrarsız bir geleceğe sürüklenmesi de, hep bu İngiliz kafasının mahsulüdür. Tüm bu yaptıklarının yanında ve aynı zamanda, İngilizler çoğu zaman dost olarak görünüyor, hatta bazen borç bile veriyorlardı. Nitekim 1854 yılı Kırım Savaşında, İngiltere'nin Osmanlı'ya yardım ediyor hatta borç veriyor görüntüsü hilafeti yok etmek için yaptığı hilelerden birisi idi. Kendi adamları olan Mustafa Reşid Paşa parlatıldı ve Osmanlı'nın çöküşünü hızlandıran adımlar hızlıca atıldı.

     Ahır zamanın zulmeti ile birlikte, giderek yozlaşan İslam dünyası, İngilizlerin isteklerini bir bir gerçekleştiriyordu: Hindistan'daki Babür-Gürganiye İmparatorluğu çökertilip, Hind yarımadası tamamen müstemleke haline getirilmiş, Osmanlı Devleti yıkılmış, Hilafet kadırılmış, Ortadoğu ve Afrika kıtası tamamen istikrarsızlaştırılmış, Osmanlı'nın çekilmesiyle oluşturulan ülkelere çeşitli kukla diktatörler yerleştirilmişti. Şu haliyle İngiliz Sömürge Bakanlığı ve dolayısıyla Britanya İmparatorluğu 20. yüzyıl başında istediklerinin hemen hepsini elde etmişti.

     Ancak 2. Dünya Savaşının başlamasıyla, İngilizlerin, "üzerinde güneş batmayan" imparatorluğu çözülmeye başladı. Amerikan kuvvetlerinin savaşa müdahale etmesine kadar, İngilizler adeta sığınacak delik aradı. Sömürgelerini kaybetti. Bu açıdan bakıldığında, 2. Dünya Savaşının esas mağlubu, Britanya olmuştur.

     Bunlar bir tarafa, özellikle İslam coğrafyasında cirit atmış ve bir şekilde Birleşik Krallık çıkarları için faaliyet göstermiş birkaç isme bakalım:

     1. Hempher: Erken dönem ve belki de en "verimli" casuslardan birisi. Zira 18. yüzyıl başlarında, Necidli sivri tıfıl Muhammed bin Abdülvehhab'ı avlamak ve onun vasıtasıyla, İslam Dininde büyük bir fitne ve yara açmıştır. Vehhabilik olarak bildiğimiz akım, bu ikilinin eseri olarak yeşermiştir.

     2. Thomas Edward Lawrence: İttihatçıların elinde oyuncağa dönen Osmanlı'ya karşı ayaklanan Arapların akıl hocalarından birisi. Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'a yakınlık kurmuştur.
İttihat Terakki'den dolayı Osmanlı'ya soğuyan
Şerif Hüseyin'in oğlu ve hemen arkasında Lawrence

     3. Gertrude Bell: Arkeolog ayağına, casusluk yapan bir Oxford mezunu kadın. Bu da Osmanlı karşıtı cephede yer aldı. Ortadoğu'yu karış karış dolaşmış ve bu dolaşmaları İngiliz istihbaratı tarafından gayet iyi değerlendirlmiştir. Irak sınırının çizilmesinde doğrudan katkısı vardır.
Gertrude Bell ve "manevi oğlum"
dediği T. E. Lawrence

     4. John Philby: Tam ismi Harry St John Bridger Philby. Cambridge mezunu bir kaşif ama Ortadoğu'da 20. yüzyıl başlarında dolaşan her İngiliz gibi bariz casus. Müslüman olduğunu iddia edip, "Osmanlı yıkılıyor, hadi ne duruyorsunuz" diye, Sududileri kışkırtan ve hatta İbni Suud'un müşaviri olan birisidir.
John Philby Müslüman pozlarında

     5. Freya Stark: Gertrude Bell'in açtığı çığırdan giden bir başka gezgin... Tabi yersen! O da kadim toprakları arşın arşın dolaşmış, 2. Dünya Savaşı öncesinde, İngiliz istihbaratı ve Sömürgeler Bakanlığını memnun ve tatmin etmiştir.
Arap topraklarının aşığı
Freya Stark!

     6. Jane Digby: Arapça öğrenip, Bedevilerin arasında yaşamış başka bir İngiliz kadın.
Kimler yok ki! Abdülaziz bin Suud,
Gertrude Bell, T.E. Lawrence, Sir Percy Cox

     7. Aubrey Herbert: Al sana inanılmaz bir Oryantalist karakter... Türkçe, Arapça, Fransızca, Arnavutça, İtalyanca, Almanca ve dahi Yunanca bildiğini de hesaba katarsanız, çok tehlikeli bir İngilizle dans ediyorsunuz demektir! Lawrence'ın yakın arkadaşı ve 1916'da kurulan Arap Bürosunun müdavimi. Arap dünyasındaki faaliyetleri ve bilhassa Osmanlı'dan kurtulmak isteyen zihniyete akıl hocalığı yapması ile tanınır. Arnavultluk'a kadar uzanmıştır elleri. Hakkında daha çok malumata sahip olmak için, İngiliz Derviş isimli kitaba müracaat etmek gerek.

     Bu saydığımız isimlerin çok önemli bir ortak özelliği var. Hepsi de, Osmanlı Devletinin sahip olduğu topraklarda dolaşıp, dinine ve halifeye bağlılıkları zayıf olan, bir şekilde etrafındakilere önderlik yapabilecek kapasitedekileri bulup, onların hem dinlerini bozmak hem de Osmanlı'ya karşı isyana teşvik etmek. Bunu yaparken de, Britanya'dan gelen maddi yardımlar rüşvet olarak kullanılır.


   

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Tedbirli Müslüman ile Tedbirsiz Olanı Arasındaki Uçurumlar - 4


     Birinci, ikinci ve üçüncü yazıdan sonrası.

       Tedbirli Müslüman, Hz. İsa'nın Eflatun denillen felsefeci ile çağdaş olduğunu bilir. İşte bu çok garip değil mi? Tarihler, ansiklopediler, Googlelar, Hz. İsa ile Eflatun (Platon veya Plato) arasında en azından 350 sene olduğunu iddia etse de, durum hiç öyle değildir.

Eflatun diye pazarlanan heykel
     Platon, yaptığı mücahede ve riyazetler neticesinde, kendinde hasıl olan hali görünce, peygamberlere uymak lazım olmadığını sandı. hatta dedi ki; "biz temizlenmiş, olgun insanlarız. temizleyicilere, bize doğru yolu gösterecek kimselere ihtiyacımız yok". Oysa reddettiği kişi, ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açıyor, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyordu. Yani kendi bilgi ve tecrübesinin ötesinde, hatta normal bir insanın yapması imkansız olan şeyleri yapıyor diye işittiği bir kimseyi, gidip görmesi, halini incelemesi gerekirken, görmeden, anlamadan böyle cevab verdi ve o peygambere inanmadı. Peki hangi peygambere diyor bunu? Çağdaşı olduğu hz. İsa'ya.

     Tabi olarak şu soru akla gelir hemen herkeste: "Hz. İsa ile Eflatun arasında neredeyse 400 sene var" Evet avrupalılar öyle diyor ama dümeni, takvimi bozuk Avrupalılar öyle dedi diye, buna olduğu gibi inanacak halimiz yok. İslam alimlerinin kitaplarında, mesela meşhur "Burhan-ı Kâtı" lügat kitabında, ismi zikredilen şahısların aynı zaman diliminde yaşadıkları belirtilir. Ancak ondan çok daha önemlisi, İslam Dininin en büyük alimlerinden birisi olan İmam-ı Rabbani, çeşitli zatlara gönderdiği mektupların derlemesinden oluşan Mektubat kitabında, bunu açıkca ve birkaç kere zikreder. Orada kısaca şöyle denilmektedir:

     Bu yunan felsefecinin hayatı ve dersleri meşhur olduğundan, ölüm zamanına inanılır, bunda bir sıkıntı yok. Esas sıkıntı bundan sonrasında. Zira hz. İsa, dünyaya gizli geldiği ve dünyada az kaldığı ve kendisini ancak çok az kişi bildiği, İsevi olanlar az ve asrlarca gizli yaşadığından, milat yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Haliyle Miladi takvim, günleri ve daha da önemlisi seneleri ile şüpheli ve yanlıştır.

     İkinci olarak da şunu söylemek lazım ki; hz. Adem'den bu yana, her bin senede bir, resul denilen ve yeni din getiren peygamberler gönderilmiştir. hz. İsa ile hz. Muhammed sadece resul değil, aynı zamanda ulü'l-azm peygamber idiler. dolayısıyla, aralarında bin seneden az bir müddet olması mümkün değil. Zaten bazı dini kitaplarda, aralarında 963 sene olduğu bilgisi verilmektedir.


      Tedbirli Müslüman nafile olan umreye gitmez: Bilindiği üzere, İngilizlerin Ortadoğu ve Arabistan'a oralarda bulunan maşaları vasıtasıyla çöreklenmesi neticesinde, Arabistan yarımadasında, Sünni ve Şii Müslümanlara "kafir" diyecek kadar alçalan Vehhabi zihniyette bir devlet kuruldu ve Haremeyn-i Şerifeyn maalesef bunların kontrolü altına girdi. Dolayısıyla İslam'ın farzlarından birisi olan Hac ibadetini ve nafile bir ibadet olan Umre ve farz olan Hac dışındaki nafile hac yapmak için, Müslümanların bu devlete bir takım ücretler ödemesi gerekiyor. Bu ücretler de çoğu zaman fahiş ve bir kısmı da düpedüz rüşvet ve ayakbastı kıvamında.

     Hali vakti yerinde olan Müslümana, ömründe bir kere Hac yapmak farz olduğu için, tüm bu ücret ve haraçları ödemekte sıkıntı yok ancak işin diğer kısmında büyük bir cahillik ve israf söz konusu. Nafile olan, yani hesabı neredeyse hiç sorulmayacak bir ibadeti yerine getirmek için, her sene inanılmaz boyutlarda paralar, Suudi eşkıyalarının eline geçiyor. Bunun yanında da, yolculuk ve ikamet esnasında, vakit namazı gibi farzlar geciktiriliyor hatta bazen kazaya kalıyor. Şimdi, aklı başında olan bir müminin, şöyle düşünmesi lazım gelmez mi? "Yahu ben kendi helal paramı, bu haydutlara veriyorum. Bunlarda o paralarla, ellerinin uzanabildiği her yeri ifsad ediyor. Bunun üstüne de, farz olan ibadetlerim gecikiyor veya kazaya kalıyor. Filhakika böyle bir işe kalkışmak, neresinden bakarsan bak tam bir basiretsizlik ve cahillik." Yukarıda ismini zikrettiğimiz büyük alim İmam-ı Rabbani de, nafile hac ve umreye gidilmesinin doğru olmadığını bildirmiştir.
    
     Tedbirli Müslüman, avret mahalline ve avret mahallini kapatmaya çok özen gösterir: Maalesef günümüzde, kendisini"dindar" olarak tanımlayan insanların bile avret mahalli kavramı çok zayıfladı. Nedir peki avret mahalli? Bir Müslümanın, başkalarına göstermesi gunah olan vücut kısımları. İslamiyet'te insanların birbirine görünmesi ve bakması dört türlüdür: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadını erkeğe görünmesi. Bu dört halden ortaya çıkan durumlar, en basit haliyle şöyledir: Erkeklerin (ülkenin çoğunluğunun Hanefi olduğu düşünüldüğünde) her halükarda,  başklarının yanında göbek ile diz aralarını örtmesi vaciptir, bu kısımların açık olarak görünmesi haramdır. Oysa bilhassa yazın da dikkatimizi çektiği gibi, giderek artan sayıda genç, insan içine dizleri açık bir halde çıkıyor.

     Kadınlardaki durum ise çok daha vahim tabiyatıyla. Kadınların dışarı çıkarken örtmesi gereken yerleri, el ve yüzleri hariç tüm vücutları iken, mütedeyyin diye geçinen kadınlar bile buna tam manasıyla riayet etmez. Yarım yamalak örtünenler ise, avret mahalli konusunda harama girmeleri bir yana, tesettürü eksik ve yanlış olarak temsil ettikleri için, kötü çığır açmakta ve dine çok büyük zararlar vermektedir.

     Tedbirli Müslüman bir kadın yabancı erkeklerin olduğu yerlere gitmez: Hemen yukarıdaki konu ile doğrudan alakalı başka bir durum. Bilinçli ve bilgili bir hanım, örtünmenin sadece "örtünmek" olmadığını, bunun yanında, kendisine yakın akraba olmayan erkerlerin yanına zaruret olmadıkça gitmesinin ve onlarla konuşmasının da tesettür kapsamında olduğunu bilir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, AK Parti iktidarı bu konuda sınıfta kaldı. Sadece başlarının üstünde birazcık kumaş parçası olan kızlar-kadınlar, yabancı erkeklerin arasında artık pervasızca, hiçbir haram çekincesi olmadan yaşıyor. İslam Dininde kadınlara, babaları, eşleri veya en yakın akrabaları bakmak zorunda olmasına rağmen, hiç ihtiyaçları olmadığı halde (pek azı müstesna), işyerleri kadınlarla dolup taşıyor, toplum hızla ahlaki bir çöküşe do[ru gidiyor. 

     Tedbirli Müslüman dini konularla dalga geçmez ve dini terimleri alaya almaz: Osmanlı'nın son zamanlarında ve sonrasında artarak yaşanan bir durum. Dini bilgilere vukufiyetin hızla azalmasıyla, dinin mukaddes saydığı terimlerle alay edilir oldu. Tazim edilmesi gerekenler tahkir, tahkir edilmesi gerekenler tazim ediliyor. Bu sözler arasında, imanı tehlikeye sokacak olan kelime ve ifadelerin çokluğu dikkate alındığında, bu tür sözlerden kaçınmak ve kullanmamak akl-ı selim icabıdır
çocuğu adeta "yutan" alet,
televizyon

     Tedbirli Müslüman bir aile yozlaştırıcısı ve vakit öldürücüsü olan televizyonu evine sokmaz: Modern ailenin olmazsa olmazlarından gözüyle bakılan ve en süslü odaların en mutena köşesinde kendine mutlaka yer bulan aletin adı televizyon. Bu öyle bir şey ki, kumandasını elinize aldınız mı, saatlerce karşısında oturur, vaktinizi ekran karşısında heba edersiniz. Neden "heba" dedik, çünki televizyon, genel olarak bir eğlence vasıtasıdır. Buradan öğrenilecek şeyler çok kısıtlıdır ve genel manada, kıymetli olan vakti "öldürmek" için tasarlanmıştır.

     Bu kadar ile sınırlı olsa, yine o kadar kötü diyemezsiniz belki ancak televizyonların büyük kısmının İslam düşmanlarının ellerinde olduğunu ve ekranı istedikleri gibi manipüle edebildikleri gerçeğini kabul ettiğinizde, zararın sadece vakti öldürmekle kalmadığı, çok daha kapsamlı, uzun vadeli bir erozyona neden olduğu hemen anlaşılır.

     Tedbirli Müslüman, çocuklarının dini ve ahlaki terbiyesi için son derece gayret gösterir: Zamanlar, devirler neden yozlaşır, neden bir sonraki nesil bir önekini mumla aratır? Cevabı çok basit aslında: eski nesiller, yenilere dini ve ahlaki konuları doğru dürüst aktarmadığı, onların dini eğitimleri ile ilgilenmesi gerektiği gibi ilgilenmediği için. Bu tip insanları her yerde görüyoruz. Peki ne görüyoruz tam olarak? Bariz bir misal olması açısından; başı örtülü bir anneler ve yanında, baliğ olalı seneler olmuş açık saçık bir genç kızlar, Namaz kılan ailesine inat, alnı secdeye gitmeyen evlalar, Dedesi müftü, allame olduğu halde, iman ve İslam'ın şartlarından bihaber torunlar... Bu ve buna benzer numunelerin hepsi, bir sonraki nesilleri zehirlemektir. Ama sayılanlardan çok daha zehirli olanı, çocuklarının bu halini görüp, "aman canım, ne olacakmış, gençliğini yaşasın biraz, büyüyünce kendisi öğrenir, yapar zaten" gibi, aklı başında hiçbir Müslümanın sarf edemeyeceği sözlerle ve bahanelerle, gençliğin kötü gidişatına ses çıkarmak şöyle dursun, adeta saha açmaktır.

     Oysa çocuk eğitiminde son derece hassas olup, iyi yetişmeleri için azami gayret sarf etmek gerekir. Vicadanı biraz rahatlatmak için, yazın birkaç kere Kur'an-ı Kerim kursuna gönderip, sonrasında hiçbir talime tabi tutmak, "bu çocuk niye böyle oldu" pişmanlığından öteye bir şey vermeyecektir.