Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

15 Aralık 2014 Pazartesi

Meal Okumazsa Ölecek Hastalığı


     Çağımız malum "hız" çağı... "hız" kavramı hayatımızın her alanında faal olduğu gibi, haliyle maneviyatımıza (tabi kaldıysa) da tesir ediyor. Ama bu hız her zaman bizim lehimize olmayabiliyor. Hız ve çabukluk merakı, uzun vadeye yayılması ve sindire sindire öğrenilmesi gereken bilgileri, kısa bir zaman diliminde, adeta "konsantre" bir hap şeklinde almaya ittiğinde ise, çoğu zaman bünyeye kalıcı ve etkili "yan tesir"ler olarak yerleşiyor. Hızın ve hızlı olmak istemenin sirayet ettiği alanlardan biri de -ne yazık ki- "din"dir. "Din" derken, Batılılar tarafından "canı çıkarılan" Hristiyanlığı değil, İslamiyet'i kastediyoruz elbette.

     Hayatın geri kalanından "geri" kalmadan din bilgilerini öğrenme esnasında ise, tam da "hamburger kültürü"nün gerektirdiği şekilde, "Meal" okuma ve İslamiyet'e buna göre mana verme hastalığı devreye giriyor. Dahası, İslamiyet'le ilk defa tanışan kimselerde, Kur'an-ı kerim'i tanıma çabası, kendisini, meallere müracaat etmek şeklinde gösteriyor. Bu, esasında gayet doğal bir harekettir çünki İslam'la ilgilenmeye başladığınızda, Kur'an-ı kerimi incelemek ihtiyacı hasıl oluyor ve her nasıl oluyorsa, birileri hemen koltuk altınıza bir tane meal sıkıştırıveriyor. "Bunda" bir şey yok ama "bu"ndan sonrası biraz karışık.

     Meal, bir derece Arapça bilen birisinin, kendi anladığı kadar yaptığı tercümedir. Meal okuyan kimse, Kur'an-ı kerim'deki murad-ı ilahiyi değil, onu Türkçe'ye ya da başka herhangi bir dile tercüme etmeye çalışan kişinin kendi kafasındaki açıklamayı anlar. Oysa meali okuyan bilgisi az kişi, onu doğrudan Kur'an-ı kerim diye okuyor. Aslında şu anda piyasa dolaşan "meal"ler, birer tercümedir. Yani, Türkçe'ye birebir çeviridir. Ancak bazı açıklama girilmesi gereken yerlerde açıklamalar vardır. Zaten ayetleri kısaca tercüme etmek mümkün değildir, çok yanlış anlaşılmalara sebebiyet verir.

     Filhakika Kur'an-ı kerim, Arapça dahil hiçbir dile çevrilemez. Kur'an-ı kerimin manasını anlamak demek, Allah'ın, herhangi bir ayette ne istediğini anlamak demektir. Dinini kayırmayan ve temel emir ve yasakları dahi icra etmeyen bir din cahilinin yaptığı mealden, küfre kadar gidecek zarardan başka bir şey ele geçmez. Para ve şan kazanmak için yazılan mealler, okuyanların zihinlerine bir sürü şüphe tohumu ekmektedir. Halbuki Kur'an- kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek dinden çıkmaya sebebiyet vermektedir. Maalesef meal görünümlü tercümelerden beslenen bazı gençler, Kur'an-ı kerimi, mitolojik hikayelerden, manasız düşüncelerden müteşekkil "o kadar da kerim olmayan" bir kitap sanıyor. Hele bu, şahsi kanaatler içeren tercümelerden, hüküm çıkarıp, iman ve ibadet konularını, bu anladıklarının üzerine bina etmeye kalkmak, düpedüz İslam Dinini bırakıp kendi "-izm"inin peşinden gitmektir. "Öz Türkçe Kur'an okuyun" ya da "Çağın tefsiri" gibi yaldızlı kelimelerle satılan kitaplar, okuyanlarda onulmaz hastalıklara yol açıyor.

Rıza Doğrul'un kayınpederi
olup da meal yazmamak olur mu?!
     Müslümanlara "meal" okutma sevdası aslında çok eski değil. Osmanlı Devleti, Arap olmayan bir çoğunluk tarafından yönetildiği ve asırlar boyu çok geniş ve değişik Arap olmayan toplulukları idare ettiği halde, hiçbir zaman, kendi dili de dahil olmak üzere hiçbir lisana, Kur'an-ı kerim tercümeleri yapıp okutmamıştır. Çünki atalarımız, İslam Dinini öğrenmenin ve öğretmenin usulünü çok iyi biliyordu. Meal ve tercümeler yerine, temel kelam, akaid ve fıkıh kitapları okutuluyordu (meşhur Mızraklı İlmihal mesela). Osmanlı Devleti, dini konuları o kadar hassas ve aslını hiç bozmadan ele alıyordu ki, Cuma Namazı hutbesini bile, dini kaynaklarda cevaz bulamaması sebebiyle, sadece Arapça okutmuş, hutbenin anlaşılabilmesi için ise, namazdan evvelki vaazı ihdas etmiştir.

      Osmanlı Devletinin son zamanlarında, bilhassa 2. Abdülhamid Han'ın hal edilmesinden ve 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra, kabiliyetli ve salahiyetli din alimlerinin de çok azalmasıyla, bir sürü yol saptırıcı ortaya çıktı. Türkiye coğrafyasındaki ilk meal çalışmalarının gayrimüslimlerin elinden çıktığı tarihi bir hakikattir (Müslümanların ne kadar lehine olur bu çalışmalar varın siz düşünün). Kelam ve fıkıh kitapları yerine, herkesin kendi ahkamını çıkaracağı bir ortam hazırlanması için çalışıldı. Böylece, tıpkı tahrif edilmiş Hristiyanlık gibi, herkesin kendi yolu olacak, birlik yolu bozulmuş olacaktı.

     Günümüzde ise bu "meal" işine girenler umumiyetle Sünni İslam'dan uzaklaşmış ve kendi felsefi düşüncelerine tabi olmaktadır. Kendilerini "allame-i cihan" sanan bir sürü İlahiyatçı, birbirleri ile yarışırcasına "meal yazma" olayına dalmakta, birbirlerine çamur atmayı da ihmal etmemektedir. Ülkemizde, her meal ya da din kitabı görünümlü kitap yazanları alim sananlar olduğu için de, bu işlerden para ve şöhret kazanma sevdasında olanlar her geçen gün çoğalıyor.

     Aslında mealciliğin ne kadar zararlı ve yoldan saptırıcı olduğu, Hristiyan Dünyasının bugünkü halinden çok açık olarak okunabilir. Malum olduğu üzere Hristiyanlık Dininde, İseviliğin tahrif edilmesinin ardından, İnciller hızla diğer dillere tercüme edilmeye başlandı. Hele de Katoliklere kızan Protestanların, kendi yolunu çizmesinden sonra ortalık, her dildeki Kitab-ı Mukaddes tercümelerinden geçilmez oldu. Bu da, herkesin kendi kapasitesi ve anlamasına göre amel etmesine ve birliğin bozulmasına neden oldu. Yani temelde, meal denilen tercümeleri okuma ve bunlardan anladığına göre amel etme sevdası bariz bir şekilde Hristiyanlık kokuyor.

  Kur'an-ı kerimi anlamak ve öğrenmek isteyen kimse, eski alimlerin kelam ve fıkıh kitaplarını okumalıdır. Çünki bu din alimlerinin kitapları, Kur'an- ı kerimden ve hadislerden alınmış ve yazılmıştır. Salih Müslümanların, seneler süren yıpratıcı uğraşıları neticesinde hazırladıkları ilmihal ve din kitapları, zaten geniş kapsamlı ve derin birer meal ve tefsirdir.

     Eğer herkes, Kur'an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, İslam Alemi bu kadar parçalanabilir miydi? Her kafasına göre takılan, yanlış anladığı için bu kadar çok abuk-subuk yol yok mu?

    

25 Kasım 2014 Salı

Hristiyanlık Diye Bir Din


     Hristiyanlık (ya da Hıristiyanlık) diye bir din var malumunuz... ama çok garip bir din bu! Muğlak, parça parça olmuş, pagan izleri taşıyan bir din. Aklı başında hiçbir insanın kabul etmeyeceği; Tanrının, insanların günahlarını affetmek için, kendi öz oğlunun haça gerilmesinden ve cehenneme girmesinden başka bir çözüm bulamaması, papazların masum addedilmesi, insanların günahkar olarak doğduklarının kabulü, günah çıkarmak gibi garabetler içeren bir din. Batı Dünyası kağıt üstünde büyük oranda Hristiyan görünse de, akıl ve mantık tutulması yaşamayanlar, bol bol küfre girmekte (blasphemy) soluğu Hristiyanlık görünümlü Ateizm'de almaktadır. Bu açıdan, Hristiyan görünümlü bireylerin önemli bir kısmı, aslında gizli birer Ateist'tir (gerçi dinine sahip çıktığını söyleyenlerin da çok tanrılı paganlardan farkı yok gibi ama neyse).

Biraz yakından Hristiyanlık Dini:


     Bilindiği üzere Hz. İsa, bir bakire olan annesi Hz. Meryem'den babasız olarak Kudüs'e yakın Beytüllahim'de tevellüd etti. Annesi Hz. Meryem, İmran ve Hunne'nin (Hanne) kızıydı. Hz. Meryem, oğlu ve nişanlısı (aynı zamanda amcası oğlu) Yusuf Neccar ile birlikte Mısır'a göç etmek zorunda kaldı. Sonradan ise Nasıra (Nazareth) denilen yere geldiler. Hz. İsa 30 yaşında iken Peygamber oldu ve 33 yaşında diri olarak göğe yükseltildi (İslamiyete göre tabi).

güya çarmıha gerilen
ve Christ adı verilen kişi
     Hz. İsa, Yahudileri ıslah etmek için çalıştı ancak onlar, hem ıslah olmaya yanaşmadılar hem de Hz. İsa'ya "bilinmeyen babanın çocuğu" diye iftira attılar ve onu yalancı peygamberlikle itham edip, Romalılara ihbar ettiler. Yani aslında bozulmamış olan Hristiyanlık Dini, bozulmuş olan Yahudiliğin ıslah edilmiş halidir. Tarihi vesikalardan anlaşıldığı üzere, doğru olan İncil Kitabı, Hz. İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler tarafından, yüz seneye varmadan yakıldı ve yok edildi. O sırada İncil henüz yayılmadığından ve Hz. İsa da ancak iki buçuk veya en fazla üç sene kadar tebliğ yapabildiğinden, başka bir nüshanın yazılmış olma ihtimali de yok gibidir. Eğer bir nüsha kalmışsa da, o da İznik Konsili'nde imha edilmiş olmalıdır. Bu hakiki İncil'in yerine, bugünkü "Yeni Ahit"i (New Testament) oluşturan dört tane kitap ortaya çıktı: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bu kitaplar, herhangi bir "kutsal kitab"ın hazırlanmasında ve muhafazasında gösterilmesi gereken olağanüstü hassasiyetlerin hiçbirini görmedi. Bir kısım (az kalan) doğru bilgilerin yanına, birçok uydurma ve hurafeler eklendi. Bu İncillerde, Hz. İsa tanrı olarak kabul edilir ve Havariler de Peygamber statüsündedir. Onların yazdığı risaleler de Kitab-ı Mukaddes'ten bir parçadır. Filhakika, hakiki olan İncil'de, emir ve yasaklar yani din ahkamı çok azdı. Zaten Hz. İsa da yeni bir din getirdiğini hiç söylememiştir. Dolayısıyla bu din, Hz. Musa'nın dininin devamıdır.

     Putperest iken, sonradan Hristiyan olduğunu söyleyen Büyük Konstantin'in emriyle, 325 senesinde toplanan İznik Konsili'nde, İbranice olan bütün İncillerin yok edilmesi kararı çıktı. Dolayısıyla hakiki İncil'e çok yakın olan Barnabas İncili de ortadan kaldırıldı. Şu an elde bulunan dört İncil'in dışında İncil okuyanların öldürülmesine dair emir çıktı. Pavlos'un (Paulus, Bolüs), Nasraniliği dejenere etmek için çok uğraştığı Eflatun'un (Platon) "Trinite" (Teslis, Trinity) prensibi, yani "tanrı tektir ama aynı zamanda üçtür" (Baba, Oğul, Kutsal Ruh) akidesi, Hristiyanlığın temel esaslarından biri oldu. Zaten, dört İncili yazan zatlardan ancak Yuhanna (ki kendisi Hz. İsa'nın teyzesi oğludur) Hz. İsa'yı görmüş, diğerleri ise kendisini hiç görmemiştir. Barnabas, Havarilerden biri idi ve Hz. İsa'dan duyduklarını doğru olarak aktardı. Ancak, Hristiyanlar kendisini Havarilerden saymazlar.

     Ortaçağ karanlığının en büyük müsebbiplerinden ve "kaymak yiyicileri"nden olan papazların, akıl ve mantıktan uzak uygulamalarına isyan eden Alman Martin Luther, Papa'ya karşı çıkarak, 1524'te Protestanlık Mezhebini kurdu. 1534 ise aynı nedenlerle İngilizler, Anglikan Kilisesini tesis ettiler. Protestanların, Katolik Dünyasından ayrıldığı ilk dönemlerde her iki taraf da çok kan döktü. Ortodokslar çok daha önceleri Katolik egemenlikten ayrılmış ve kendilerine mesken olarak o zamanki Bizans ve İstanbul'u mekan tutmuşlardır.

İnciller:


Eski Ahit Yeni Ahit
bir arada İncil
     Bugün elde bulunan İnciller, hiç durmadan tashih edilen ve bazı kısımları değiştirilen tarih kitaplarına dönmüştür. İbranice olan ilk nüshaların tercümeleri sırasında çok fahiş hatalar yapılmıştır ki, bunlardan bazılarının istemsiz ya da bilmeyerek değil, bilakis bilerek ve manayı tamamen değiştirme maksatlı yapıldığı ortadadır (bilhassa tevhid ile alakalı olan kısımlar). İnanılmaz saçma ve küfürde herhangi bir paganı bile geride bırakacak ifadelerin yanında, pornografide yepyeni çığırlar açabilecek, müstehcenlikte sınır tanımayan hikayeler de vardır. Bunların dışında, günümüzde İncili tefsir edenlerden bazıları, mucizeleri ısrarla maddi olarak açıklamaya çalışarak hatta mucizeleri inkar ederek, inananları maddiyata daha da esir yapmaya ve maneviyatta uzaklaştırmaya çabalıyor. Aslında, günümüzün maddeperest Batı toplumunda, Peygamberlerin mucizelerine inanacak insanları bulmak da son derece zordur. Çünki mucize, fen ve tabiat kanunlarının tam zıddı olarak, bir Peygamberin Peygamberliğini tasdik eden ve inanmayanlara meydan okuyan olağanüstü bir haldir.

     Bugünkü İncillere bakıldığında, genel manada üç kaynak dikkat çekiyor:
1. Allah kelamı olabilecek olanlar.
2. Peygamberler tarafından söylenmiş olabilecek sözler.
3. Hz. İsa'nın Havarilerinden, başka şahsiyetlerden, bazı tarihçilerden ve kimliği belirsiz şahıslardan alınan sözler.

     Başka bir açıdan ise, "Kutsal Kitap" olduğu iddia edilen Kitab-ı Mukaddeslerin genel hali şudur:
İçerisinde Allah kelamı denilebilecek kısımlar çok azdır. Bazı sözler çok açık olarak Peygamberlerin sözüdür. Hz. İsa tasviri, hepsinde başka başkadır. Kimi zaman çok yumuşak ve "bir yanağına vurana diğer yanağını çeviren" olarak betimlenirken, bazen de meyve mevsimi olmadığı halde, meyve vermeyen ağaca beddua eden biridir.

Temel ayinler:


İşa-i Rabbani  (Evharist, Efkarisitiya, Komünyon, Eucarist, Communion) ayini: Bir parça ekmek yemek suretiyle -güya- Hz. İsa'nın eti yenilmiş, bir miktar şarap içmek suretiyle de, Hz. İsa'nın kanı içilmiş olur ve böylece bir ilah olan zatı ile birleşilmiş olur ve hatta tanrının oğlu kurban edilmiş olur!

Vaftiz, Hristiyanlığa kabul ayinidir ve kişinin doğuştan gelen günahtan temizlenmesi manasına gelir.

ekmek ve şarap ikilisini
tüketmek suretiyle tanrı ile birleşmek!

"önce vaftiz olacan birader
gir bakayım soğuk suya"


Havariler


Hz. İsa'nın, kendisinden sonra dinini yaymak için seçtiği kişilere Havari (Oniki Havari, Havariyyun, Twelve Apostles) denir:
Petrus (Pierre, Simon): Papaların ilki sayılır. Meşhur zalim Neron tarafından haça gerilmiştir.
Andreas (Andrew, Andre): Petrus'un kardeşidir. Çarmıha gerilerek öldürüldü.
Yuhanna (Yahya, Johannes, Jean, John, Jovan)
Filip (Philippus): Anadolu topraklarında ölmüştür.
Matthias: İrtidat eden ve Hz. İsa'nın yerini bildiren Yudas İsharyot'un (Judas Iscariot) yerine, diğer Havariler tarafından seçilmiştir.
Büyük Yakub (James, Jacque): Yuhanna ile kardeştirler.
Küçük Yakub (James, Jacque)
Simon (Şemun): Hz. Meryem'in kız kardeşinin oğludur.
Toma (Thomas): Uzakdoğu civarlarında şehid edilmiştir.
Bartolome (Bartelmi, Bartholomew): Erzurum'da şehid edildi.
Tadeus (Thaddeus): Bu isim Dört İncil'de farklı farklı geçmiştir. Bazılarında Yudas (Jude) diye geçer, bazılarında ise Lebbaeus.

30 Ekim 2014 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3


     Bulgaristan isimli devletin evveliyatına ve günümüze bir göz gezdirdikten sonra, biraz da Bulgaristan Türklerine ve onların Türkiye'deki uzantısı olan "göçmenler"e yakından bakalım:

Bulgaristan Türkleri


     Osmanlı Devletinin 5 asıra yaklaşan Balkanlar ve Bulgaristan egemenliği, ardında pek tabi olarak derin bir iz bıraktı. Bu "iz", Balkan coğrafyasında hala yaşamaya devam eden Türk, daha doğrusu Müslüman azınlıklar eliyle kendini canlı olarak göstermektedir. Balkanların, en yüksek Türk nüfusu da Bulgaristan'dadır.

     Tarihçiler, Türk azınlığın kökeni hakkında genellikle Karaman vurgusu yaparlar. Fatih Sultan Mehmed'in, adeta "bir taşla iki kuş vurma" projesini hayata geçirmesidir bu. Bir yandan Balkan Yarımadasında kalıcı olabilmek ver dolayısıyla Hristiyan unsurları ıslah edebilmek için, kaliteli, dinini bilen ve inatçı topluluklar oralara yerleştirilirken, bir yandan da, Osmanlı'ya kök söktüren ve inatla direnen bir Beylik de tasfiye edilmiş oluyordu. Bu proje başarılı oldu ve Sünni İslam yarımadaya yayıldı. Ancak, daha Karamanoğulları buralara yerleştirilmeden evvel, Samavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ve fanatiklerinin yozlaştırıcı faaliyetleri ve sonradan, buralardaki "uygun zemin"i gören Alevi ve Bektaşi (sahte olanı tabi) uzantıları, varlığını günümüze kadar sürdürecek olan heterodoks azınlığın temelini attı. Anadolu'da cereyan eden ve Celali İsyanları olarak bilinen ayaklanmalar neticesinde de, bugünkü Bulgaristan ve diğer Balkan Ülkelerine bir yerleşim olduğu da bilinmektedir. Bu Türkler, Osmanlı Devletinin bölgede zayıflamaya başlaması ile birlikte, kademeli olarak bir "geri dönüş" süreci ile karşı karşıya kaldı. Nitekim, her savaş ve önemli hadiseden sonra boşalan Osmanlı otoritesini, zulüm ve işkence ve asimilasyon ile doldurmaya çalışan etnik yapılar, Türk ve Müslüman ahali için çok ciddi bir tehdit idi ve bu da Türkleri, sürekli bir korku ve "anavatan"a dönüş psikolojisi içerisinde yaşamaya zorladı. 19. yüzyılda başlayan göç dalgaları, bilhassa 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları akabinde kendisini şiddetli bir biçimde gösterdi. Cumhuriyet dönemi sırasında da neredeyse her on senede bir göçler yaşanmıştır. Ancak hiçbirisi, 1989'da yaşanan Büyük Göç gibi geniş çaplı değildi tabi ki.

     Bulgaristan Türklerinin, bilhassa kuzeyde ikamet edenlerinin dili, Gagavuz Türkçesi ile pek bir içli dışlıdır. Bilindiği gibi Gagavuzlar, Oğuz kökenli olup, Peçenek ve Kıpçaklarla yakın akrabadırlar. Yine bilindiği gibi, bu Gagavuz topluluğu, din olarak Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiştir. Dolayısıyla şöyle bir neticeye varmak yanlış olmayacaktır: Alevi-Bektaşi öğreti ile yoğrulan ve Sünni İslama "soğuk" bakan Kuzey ve Kuzeydoğu Bulgaristan'daki yerleşik Türkler, ağır Arapça ve Sünni İslamla yoğrulmuş Osmanlı Türkçesi yerine, Gagavuzların dili ve haliyle dini ile içli-dışlı olmayı tercih etmişlerdir.

Göç var... yine!

     Demografik olarak, Bulgaristan'da en yoğun Türk yerleşimler, kuzey-doğudaki "Deliorman" diye bilinen yerler ve güneydeki Rodop Dağları ve bilhassa Kırcaali bölgesindedir. Bu iki ana yerleşimde ikamet eden Türkler arasında birçok farklar vardır: Mesela Razgrad-Şumnu-Silistre üçgeninde yaşayanlar, toprakların verimli, geniş ve genelde düz olması sebebiyle, daha uyumlu, daha sessiz, kafayı ziraatten başka şeylere yormayacak şekilde çalıştıran, yüksek tahsile ehemmiyet vermeyen, hile-hurda işleri fazla beceremeyen ve munis diyebileceğimiz bir karaktere haizdirler (genelleme bu tabi). Oysa güneyde, dağlık kesimde, fazla verimli ve düz arazi imkanı olmayanlar, daha cesur, ticarete yatkın, tahsil yapmaya çalışan ve girişkendir (nitekim 1989 Göçü öncesindeki isyanların tertibi ve öncülüğü buralarda yeşermiştir).

     Balkanlara has o "Slav kibri" maalesef bunlara da uğramıştır. Her konuda cehalet almış başını gidiyor. Bir milyonu aşan nüfusa kanaat önderliği yapabilecek, onlara bazı duyguları aşılayabilecek liderlerin varlığı bir yana, "cahil kibri" ile kendilerini kandırmaya devam ederler. Gelecek vizyonu olan veya geleceği düzgün okuyabilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Onlar da, diğerlerini umursamazlığı içerisinde yitip gider.

     Ekonomik durum içler acısıdır. Özellikle Deliorman Bölgesinde işsizlik ve fakirlik göze çok çarpar. Bulgaristan'ın genel olarak cep ve "kafa" fakiri olması bunun esas müsebbibi ise, Türklerin, Bulgarlardan ve Komünist düzenden bulaşan tembelliğe "sahip çıkmaları", içki belasının yozlaştırdığı kafaların sıhhatli bir şekilde çalışmayı reddetmesi ve yine Bulgarlardan bulaşan gereksiz kibir ve gurur gibi faktörler de çok etkilidir. Bunun istisnası ise, 1989 yılındaki göç esnasında, Türkiye'ye geliş ve yerleşim sırasında tabiri caizse "sıkıyı gören"lerin, tekrar Bulgaristan'a dönmelerinden sonra işlerine daha iyi sahip çıkmalarıdır. Ancak bu durum hepsi için geçerli değil elbette.

     Gelelim Bulgaristan Türklerinin dini hayatlarına: Türkleri, ekonomik olarak "fakir" statüsüne sokacaksak, dini hayatları için "fasfakir" ifadesini kullanmamız gerekecektir herhalde! İslamiyet, neredeyse tamamen kulaktan dolma bir efsaneler yumağından ibarettir onlar için! Günlük rutin hayatta, herhangi bir dini emare bulmak çok zordur.... erkek çocukların "sünnet olması" dışında, Bu boşluğun belli başlı üç sebebi olabilir: 1. Manevi değerleri tamamen yıkıcı Komünist diktatörlük. 2. İçki iptilası. 3. Alevi, Bektaşi nüfusun çokluğu ve Sünnilerle münasebetinin yoğunluğu. Demokrasiye geçiş ile birlikte, tekrar bir "maneviyat"a dönüş çabası dikkat çekse de, beraberinde sahte tarikatçılık ve bol Körfez sermayesi eşiliğinde Selefilik tehlikelerini de getiriyor.

     İlk yazıda da değindiğimiz gibi, Bulgaristan'daki Sovyet güdümlü Komünist idarenin, Türkleri planlı olarak asimile etme çabaları, SSCB'nin ele-güne rezil olup, peyklerini besleyemez duruma gelmesi ve diğer sayılan sebeplerle birlikte başarılı olamayınca, 1989 yılının ortalarına doğru başlayan bir göç dalgası yaşandı ve 300 binin üzerinde bir Türk nüfus, "anavatan" olarak gördükleri Türkiye'ye yerleşmeye başladı.

Bulgaristan Göçmenleri


     Günümüzde, "Bulgaristan Göçmenleri" tabiri kullanıldığında, genel manada, 1989 yılındaki Büyük Göç sonrasında Türkiye'ye gelenler anlaşılır. Bu göç, çabucak alınan bir karar akabinde, çok hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. Bu hız birçok aileyi hazırlıksız yakaladığından, binlercesi tam olarak hazırlanamadan ve gerekli tedbirleri alamadan yola çıktı. Bir yandan senelerce hasreti çekilen, yolu gözlenen, yaşlıların gözünü yaşartan ve çeşitli -artık efsane haline gelmiş- hikayelerin odak noktası olmuş "anavatana dönüş" kavramının sebep olduğu hadsiz heyecan, bir yandan, hen  ne kadar anavatan da olsa, yabancı ve hiç bilinmedik bir yere gidilecek olmanın verdiği tedirginlik, bir yandan da, "acaba sınır kapanır mı" korkusu, insanları karmakarışık duygular ve acele alınan kararlara itti. Daha da kötüsü, çoğu aile parçalandı. Yola dayanamayacak olan yaşlılarla vedalaşmak (hakikaten bir daha görüşmemecesine hem de) zorunda kalanlar oldu, Arabaya çok fazla eşya konulması sebebi ile, aile fertlerinden bir kısmı trenlere bindirildi. Özellikle kuzey bölgelerden gelecek olanlar, çok uzun araç kuyrukları ve konvoylarla ta sınıra kadar gitmek mecburiyetinde kaldı. Kapalı ve dışarı ile bağlantısı sadece SSCB ve uydularından ibaret olan bir topluluk için, bu gayet ciddi bir travma ve tecrübe demektir.

Bulgarların "Büyük Seyahat"
dedikleri 89 Göçü
     89 senesinin yaz ayları çok yoğun bir göçe sahne oldu. Neredeyse 300 bin insan, Türkiye'ye giriş yaptı. Türkiye Devleti, belirli yerleşim bölgeleri hazırladı ve gelenler, akrabalarının yanına gitmek veya devletin belirlediği yerlere gitmek isteyenler için iki seçenek sundu. Ana yerleşim yerleri ise, İstanbul, Ankara ve Bursa oldu. Devletin gösterdiği yerlere yerleşenler, gerçekten ciddi sayılabilecek yardım gördüler. Kiraların ödenmesinden, kamu pozisyonlarına yerleştirmeye, her türlü temel gıda maddelerinin temininden, okul kayıtlarına kadar, hemen hemen her ayrıntı düşünüldü. Hatta, lise son çağlarında gelmiş olan "şanslılar" istedikleri üniversite bölümlerine girme fırsatı yakaladılar. Böylece, ziraat mühendisi olamayacak olanlar, tıp, mühendislik gibi "kallavi" bölümlerde okudu.

     Ancak, bütün bu yardım ve yol göstermelere rağmen, bir dereceye kadar "nimetin kıymetini bilmemek" veya en azından "uyum sağlayamamak" olarak değerlendirilebilecek nedenlerle, gelen nüfusun neredeyse yarısı (150 bin civarında) Bulgaristan'a geri döndü. Görünürdeki bahane ise hazırdı; Bulgaristan'daki rejimin çökmesi ve belli ölçüde Türklere özgürlük vermesi.

     Türkiye'de kalanlar, işlerine gerçekten dört elle sarıldı ve kısa zamanda maddi olarak toparlandılar. Burada enteresan olan nokta şu: Bulgaristan'daki muhit ve yetiştiriliş tarzı olarak, pek de "çalışkan" sayılmayacak insanlar, nasıl oldu da burada birer "atom karınca"ya dönüştüler? Bu konuda, belli başlı birkaç ana faktör sayılabilir belki: 1. Kapalı ve homojen sayılabilecek bir yapıdan çıkıp, karışık ve çok unsurlu bir ortama girmenin ve anavatan" olarak gördükleri topraklara intibak etmekte bir şekilde zorlanmalarının vermiş olduğu tedirginliğin ve hem göç öncesinde hem de göç sonrasında yaşanan şok ve travmaların sebebiyet verdiği korku ve bu korkunun neticesi olan "var olma" ve "ayakta kalma" azmi ve mücadelesi. 2. Serbest bir düzende, "sıkı" ve dürüst çalışanların maddi olarak "tırmanabilme" ve hatta "zengin olabilme" ihtimalinin yüksek olması. 3. Bulaşıcı Slav kibrinin kendini "Avrupalı" addedip, Türkiye'deki yerleşik millet ve toplulukları (mesela Kürtleri) beğenmemesi, onlardan kendini üstün görmesi ve onları maddi olarak "sürklase" etmek istemesi! 4. Neredeyse her şeylerini geride bırakmanın ve genel itibarıyla fakir olarak gelmelerinin stresi ve bu stresten bir an önce (toprak ve mülk sahibi olarak) kurtulma çabası.

     Gelelim bazı özelliklerine:

- İçine kapanık ve dışarıya fazla açılmayan bir yaşam tarzını benimserler (gerçi bu son senelerde biraz değişmeye başladı). Kendi "komün"lerinde kendileri gibi olanlarla takılırlar ve "yerliler" olarak tabir ettikleri insanlara yukarıdan bakıp, onlarla fazla içli-dışlı olmak istemezler.

- Çalışkandırlar ama buna daha önce değinmiştik.

- Maddiyatı severler ve maddiyatla övünmeyi de severler.

- Genel olarak yerleşik Türkleri (Kürtleri hiç saymıyorum bile) küçümserler ve onlardan daha akıllı ve mantıklı olduklarını iddia ederler.

- Tahsil seviyesi pek yüksek değildir ama düşük de değildir. Lise mezunları ağırlıktadır. Bunun yanında, bilhassa ilk nesil göçmenler genelde kitap okumaz ve kendi belirledikleri kalıpların dışına çıkmak istemez.

- Siyasi görüşleri genelde "ulusalcı" olarak tabir edilebilecek bir "Milliyetçilik" ve "Vatanseverlik"tir. Yani İslami ayağı pek olmayan ama vatanına bağlı diyebileceğimiz şekilde. Bu milliyetçilikte de, herhangi bir yerli CHP'li ile rahatça yarışır hatta onu geçerler! Sünni İslam öcü gibidir çoğu için.

- Cimri veya en azından aşırı tutumludurlar. Bu cimrilik neredeyse irsidir. Bunu da şu şekilde açıklamak mümkün: Bilhassa 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında, sürekli bir asimilasyon ve ötekileştirilme korkusu, kendini "anavatan"a atma çabasını doğurmuştur. Bu çaba ve emeller için ise para ve maddiyat lazımdır. Düzenin kendisi de yeterli para vermeyince, en azından "eli sıkı" olmak zorundasındır.

- Aile hayatında kadınlar biraz daha baskındır ve tabiri caizse "dizginleri ellerinde bulundururlar". Mühim kararları alırlar ve yürürlüğe koyarlar.

- Ha, bir de en son... "Bulgar Göçmeni" dedin miydi feci kızarlar... ona göre!