Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

11 Ekim 2014 Cumartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 1


     Çoğu zaman üzerinden gelen ve canımıza okuyan "soğuk hava dalgası" ya da Türkiye'ye 1989 sonrası gelip yerleşen "göçmenler"i ile meşhur, kuzeybatı komşumuza yakından bir bakış atmak, Balkanlar denilen bölgeyi daha iyi anlamak açısından mühim bir yer tutar... o yüzden bugünkü yazımızın merkezinde Bulgaristan ve ırkdaşlarımız vesilesiyle bizlere olan etkisi var. Türkiye'nin yaklaşık olarak yedide biri olan bu ülke ırk olarak Slav, din olarak ise Hristiyan Ortodoks olarak bilinir. Bulgaristan, 100 sene gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde, birbirinden çok farklı hatta zıt denilebilecek birçok yönetim ve egemenlik gören bir coğrafya.

     Evvela kısaca tarihinden bahsetmek icap ederse: Bu toprakların bilinen ilk sakinleri Traklardır. Trakya ismi de buradan gelmektedir. Sonra ise, varlığını bugünlere kadar sürdürecek olan Slavlar
bu toprakların varisi oldu. Hazar Türklerinin baskısı ile bu topraklara yerleşen Bulgarlar, ırklarının kökeni hakkında Orta Asya ilişkisini bir şekilde kabul etmekle birlikte, Türkler ile akrabalık ve hatta yakınlık iddialarına çok kızarlar ve bu tür imaları anında sert bir şekilde reddederler. 7. yüzyılın sonlarına doğru ilk Bulgar Çarlığı, Han Kubrat ve oğlu Han Asparuh önderliğinde teşekkül eder. 9. yüzyılda, Hristiyanlık Dininin iyice yayılması ile birlikte Boris zamanında, Hristiyanlığı resmi din olarak kabul ettiler. Mezhep olarak ise, Bizans'ın da etkisi ile Ortodoks Mezhebini benimsediler. Selanikli Kiril ve Metodiy (Metodius) kardeşlerin çalışmaları ile "Kiril Alfabesi" olarak bilinen alfabeyi kullanmaya başladılar. Çar Simeon zamanında, Bulgaristan Çarlığı en parlak günlerini yaşadı ve toprakları, ulaşabileceği maksimum düzeye ulaştı. Ondan sonra işler bayağı bir bozulmaya başladı. Önce, 200 seneye yakın bir Bizans hegemonyası altına girdiler. Sonrasında devlet kurmayı tekrar başarıp, iki yüzyıl kadar varlıklarını sürdürebildiler.

     Osmanlı Devletinin Rumeli topraklarına geçmesi ile beraber, Bizans'ın kuvveti ve etkisi azalırken, İslamiyet ve Türklük, Avrupa'ya doğru tazyikini her geçen gün artırıyordu. Bizans'ın küçülüp işlevsiz hale gelmesi, o topraklardaki en "kurt" devletin nüfuzunun günden güne azalması, tabiyatıyla Balkanlardaki diğer devletleri de etkiledi. Bulgarların, Avrupalı Derebeyi ve Haçlı Orduları ile işbirliği yapıp, Türkleri Balkanlardan ve dolayısıyla Avrupa'dan atma çabaları netice vermedi ve Bulgaristan topraklarında, yaklaşık 500 sene sürecek bir Osmanlı Egemenliği başladı. Bu uzun zaman dilimi, Bulgarlar için çok şey ifade etiği için, burada geniş parantez açmak lazım:

     500 yıl gibi hiç de az sayılmayacak bir zaman dilimini kapsayan Osmanlı Egemenliği, bir Bulgar'ın en çok üzüldüğü, kendisine en çok aşağılık kompleksini yaşatan bir dönemi işaret eder. Ortalama bir Bulgar için, "Osmanlı" ve "Türk" demek; sistematik bir şekilde tecavüz edilen kadınlar, ardı arkası kesilmeyen işkenceler, planlı bir asimilasyon politikası demektir. Bugün dahi, 30 yaşını geçkin bir Bulgar için Türk ve Türklük, Komünizm dönemi tarih derslerinden aklında kalan "Osmanlı" imajı ile paraleldir. Bu imaj da; elinde yatağan olan, birçok Bulgar'ın kanına girmiş, kan dökücü, tecavüzcü, zalim... kısaca, her türlü kötülüğün göbek adı gibi bir şeydir. Türk bölgeleri ve Türk köylerinde yaşayıp Türkler ile daha fazla yakın temas eden Bulgarlar ise, genel olarak diğerlerinden biraz daha müsamahakar ve komplekssizdir. Fakat geriye kalan kitle için, "Osmanlı kompleks"i neredeyse "fabrika çıkış ayarı" gibidir. Nitekim Bulgar sineması, edebiyatı ve bütün kültürü açık bir Osmanlı ve haliyle Türk düşmanlığı ile yoğrulmuştur. En temel ve en güzel eserleri, Osmanlı idaresi altında çektiklerini iddia ettikleri acıları ve işkenceleri anlatan eserleri kabul edilir. Sağcı solcu her Bulgar için "milli kahraman" demek, onları Osmanlı boyunduruğu olarak gördükleri karanlık dönemden kurtarmak için çabalayan kişiler demektir.

Milli kahramanlardan
Vasil Levski
     Bulgarlar, milli kahramanları olarak gördükleri Vasil Levski, Hristo Botev, Georgi Sava Rakovski, Georgi Benkovski, Panayot Volov, Todor Kableşkov vs... gibi şahsiyetlerin ve Rus Çarlığının gayretleri sonucunda, en yalın anlatımıyla "kölelik" olarak gördükleri Osmanlı egemenliğinden kurtulduklarına ve bağımsızlıklarını kazandıklarına inanırlar. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğunun giderek zayıflaması ve herhangi bir yönetici vasfı taşımaktan çok uzak İttihat ve Terakki komitacılarının, akl-ı selim ve sağduyudan yoksun politikaları sayesinde, bugünkü Bulgaristan sınırlarında, bağımsız bir Bulgaristan Çarlığı tekrar tesis edildi... tabi başlarında meşhur Saxe-Coburg-Gotha familyasından fertler olduğu halde (ki ilki Ferdinand idi).

     Osmanlı Devleti'nin Balkan topraklarından çekilmesi hadisesi, tarihin en acımasız katliam, sürgün ve perişanlığın resimlerinden biridir. Bulgarstan'dakiler dahil bütün Balkan Devletleri, otorite boşluğunu görür görmez, Türklük ve Müslümanlık alameti olan ne varsa, her şeye (başta Müslüman nüfusa tabi ki)
acımasızca saldırdılar. Osmanlı'nın son dönemi Balkan Tarihi konusunda uzman olan ve daha ziyade Sözde Ermeni Tehciri ile alakalı çalışma ve konferansları ile tanıdığımız Justin McCarthy'nin tespitleri ışığında ortaya çıkan rakamlara göre, hem yerleşik oldukları yerlerde hem de Osmanlı topraklarına göç esnasında, akıl almaz katliamlar ve vahşetler yaşandı. Ortaya çıkan oranlar, tarihin herhangi bir zamanında "soykırım" olarak tanımlanabilecek bütün gereksinimlere haizdir.
 
     Bulgaristan tarihine dönecek olursak; Alman bir hanedana mensup olan Çar Ferdinand Sakskoburgotski, ülkeyi, Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında soktu ve Çarlık, aynı safta yer aldıkları Osmanlı gibi savaştan yenik çıktı. İkinci Dünya Savaşına kadar olan 20 senelik zamanda bir sürü politik istikrarsızlık yaşandı. Hitler'in dizginleri eline alıp, dünyaya meydan okumasıyla birlikte ise Bulgaristan Çarlığı kendini bir  Almanların kucağında buldu. Haliyle ülke, kısa bir süreliğine de olsa Nasyonel Sosyalist (bildiğin Nazi işte) bir hüviyete büründü. Ancak savaşın sonlarına doğru, ilginç gelişmeler eşliğinde, SSCB ülkeyi eline aldı ve savaşın son evrelerinde Bulgaristan, Mihver'in karşısında Müttefikler kanadında yer aldı. Bu tarihten itibaren, ta 1989 yılında SSCB yıkılana kadar ülke, çok koyu bir Sovyet işgaline girdi ve her şeyiyle Komünizme teslim oldu. Büyük bir şahsiyet olarak görülen Georgi Dimitrov devletin en mühim figürü oldu. Varşova Paktı vesair anlaşmalar falan filan derken, demokrasiye geçişe kadar, bir çeşit Sovyet tarzı "Nazizm"i ile Bulgaristan'ı demir yumrukla yönetecek olan Todor Jivkov ve ekibi yönetimi devraldı.

Ülkenin 35 yılına damga vuran
Todor Jivkov
    Jivkov idaresi ile birlikte, Osmanlı'dan, İslamiyet'ten ve Türklük'ten bir çeşit "intikam alma" ve millileşme kampanyası devreye sokuldu. Önceden kurgulanmış asimilasyon politikaları işlemeye başladı. Bir yandan Romanlar (Çingeneler) diğer yandan da Türkler için ayrı ayrı planlar işlemeye başladı. Önce kademeli olarak Türkçe dersleri kaldırıldı, tarih kitapları değişmeye başladı, ibadet yerleri bir bir kapatıldı. En nihayetinde ise 80'li yıllarda, isim ve kimlik değiştirme politikaları devreye girdi. Bu politikalara göre; Bulgaristan topraklarında meskun bulunan Türkler, aslen Bulgar'dır. Ancak çok uzun süren "Osmanlı Boyunduruğu" (Bulgarlar buna ısrarla böyle isim verirler) zamanındaki asimilasyon ve yok etme siyaseti neticesinde Bulgarların bir kısmı asimile oldu ve hem dini hem de milli kimliğini kaybetti. Bulgaristan Komünist Partisinin önderliğinde vücut bulan "yeniden diriliş ve özüne dönme" kalkışması ile birlikte, bu Türkleşmiş ve İslamlaşmış Bulgarlar, tekrar eski kimliklerine kavuşmaktadır. Bu "Bulgarlaştırma" sürecinde, sadece yaşayanların değil, mezardaki ölülerin dahi isimleri değiştirildi. Türkçe konuşmak tamamen yasaklandı. Türklük ve İslam'a dair ne varsa yok edilme prosesine gidildi. Bütün bu akıl almaz plan, artan mukavemet ve "Yeniden Diriliş Süreci"nin hiç de istenilen neticeyi vermemesinin akabinde, Bulgarların, "Büyük Yolculuk" gibi ironik bir isim verdiği, "Türklerin bir kısmını, Türkiye'ye gönderme" işlemi devreye sokuldu.

     Sadece bu ironik ve tamamen makyajdan ibaret "Büyük Yolculuk" adlandırması bile, Komünizm'in (hele de kendini bir şey sanan gururlu Slavların Komünizm yorumunun) ne kadar ayakları yere basmayan, gerçeklikten uzak, makyaj ve hamasi nutuklarla patlayan dikişleri kapatılmaya çalışılan ve insan fıtratına aykırı bir rejim olduğunu gösterir. Binaenaleyh, Sovyet Rusya'nın Balkanlara rejim ihracı tam bir felaket oldu. SSCB'nin birer peyki haline gelen Balkan Ülkeleri, anlamsız ve sınırsız bir Milliyetçiliğin, tembelliğin ve vurdumduymazlığın pençesine düştü. Ekonomik kalkınma kaplumbağa hızında hareket ederken, insan haklarından, azınlık haklarından eser kalmadı.

     Neyse... konumuza dönelim. 1989 senesinde başlayan Büyük Göç dalgasının ve dolayısıyla Bulgaristan Hükumetinin, Türkleri ihraç etmesinin arkasında, dört ana sebebi zikredebiliriz:

1. 50'li yıllardan itibaren başlayan Bulgarlaştırma operasyonunun, muvaffak olması bir tarafa,
1986 yılının en mühim olaylarından biri:
Naim Süleymanoğlu Türkiye'de
Türkleri daha mücadeleci, daha mukavemetli ve daha organize hale getirmesi ve manevi değerlerine daha çok sarılır duruma getirmesi (en azından Irkî olanına diyelim çünkü öbür cephede pek bir gelişme olmadı). Nitekim 1989 yılına gelindiğinde, ayaklanmalar Türklerin yaşadığı bütün bölgelere sıçramıştı.

2. Türk azınlığın, asli unsur olan Bulgarlardan çok daha fazla çoğalması sebebiyle, ileride yaşanması kaçınılmaz olan nüfus bazlı problemler için şimdiden tedbir almak ihtiyacı (Roman nüfusun doğum oranı hepsinden daha yüksek olmasına rağmen bunlara karşı yürütülen asimilasyon çalışmaları bir şekilde geçici olarak da olsa başarı yakaladı sayılır).

3. Büyük hayallerle kurulan ve Marksist-Leninist ideolojiyi "ütopya rejimler" sınıfına sokacak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin, içeriden çürümüş ve köhnemiş, heybetli gibi görünen ama temelsiz bir binanın çökmesi gibi yerle bir olması ve "uyducuklarına" maddi yardım yapamayacak duruma düşmesi. Bulgaristan da bundan payını aldı haliyle.

4. Rahmetli Başkan Özal'ın (rahmetli başkandan sonra Kennedy gelecek hali yok) Bulgaristan'daki olaylarla yakından ilgilenmesi ve Türklere sahip çıkıp kapıları açması.


     Bulgaristan'ın günümüz siyasi durumuna, Bulgar Halkının özelliklerine, sinemasına bakacağımız ikinci bölümde ve Türklerin (dolayısıyla göçmenlerin) genel durumunu inceleyeceğimiz üçüncü bölümde bir görüşelim derim!


9 Ekim 2014 Perşembe

Tayyip Erdoğan İrancı mı IŞİDçi mi?


     Müsait vakitlerde çapraz tefekkür için farklı iddiaları bir araya getirerek okuma yapmak faydalıdır. Hem insan beynini tembelleşmekten kurtarır, böylece uzun vadede "alzheimer" hastalığından muhafaza eder hem de kısa vadede siyasetin kirli yüzünü görerek bazı kendini "cin" zanneden politikacıların oyunlarına ve onların borazanı olan medya haberlerine aldanmaktan kurtarır. Bu minvalde burada kısaca son günlerde dünya gezegeninin ve insanlık medeniyetinin "en birinci meselesi" olan IŞİD hadisesine temas etmek yerinde olur muhtemelen. IŞİD'in ne olduğu ve neye hizmet ettiği ile alakalı olarak az da olsa bir şeyler yazmıştık. Zaten hergün gündemi işgal eden haberlerle de kim olduklarını görüyor ve niyetlerini anlıyoruz. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı "İrancılık" ile itham edenlerin hatta çok çirkin "Muta nikahı" dedikodularını yayanların, bugün kalkıp IŞİD meselesi yüzünden Erdoğan'a İran ile aynı ağzı kullanarak hücum etmeleridir.

     17 Aralık darbe teşebbüsüne iki aydan daha az bir zaman kala İsrail'in sağcı medyasında enteresan haberler çıkmaya başladı. The Washington Post'tan David Ignatius'a dayandırılan haberlere göre, Türkiye istihbaratının başındaki adam Hakan Fidan ve onu muhafaza eden Erdoğan, tam olarak İran ile yakın işbirliğindeydiler. Ve hatta, Erdoğan'ın istihbarat ekibi, İran'la ittifak halinde olup İsrail istihbaratı aleyhine çalışıyordu. İlginçtir ki, aynı günlerde "Hizmet Hareketi" "hizmetçi"si olan medyada, Erdoğan'a mesajlar veren diziler ve haberler yayınlanıyordu. Erdoğan'a, "içinizdeki İrancıları halledin" diyen cemaat, Türkiye'nin İran ile yakın ve gizli bir takım oyunlara bulaştığına halkı inandırmaya çalışıyordu. Cemaatin haberleri sanki İsrail medyasındaki haberlerin Türkçe tercümeleri gibiydi.

     17 Aralık ile birlikte, İsrail medyası bu haberleri yapmayı kesti. Çünkü artık gerek kalmamıştı. "Güneydeki ülke" şimdi Türkiye'de kopacak fırtınayı ve fırtınanın kasıp kavuracağı manzarayı seyredecekti. Ama hiç de öyle olmadı. Kısa vadede görülen, şimdilik Erdoğan ve ekibinin galip pozisyonunda olduğudur.

     Gelelim günümüze: Bugün, hem İran medyası, hem İsrail medyası hem de Erdoğan'ı "İran'ın uşağı" olarak Türk halkına göstermeye çalışan Cemaat medyası ittifak halinde, aynı şeyleri dillendiriyor: "Türkiye IŞİD'i destekliyor"! Erdoğan'ı İrancılıkla itham ederek halkı kandırmaya çalışanlar, bugün Türkiye ve Erdoğan'a karşı nefret haberleri yapan İran medyası ile aynı ifadeleri kullanıyor. Today's Zaman yazarı İhsan Yılmaz, "AKP voters on ISIL" başlıklı yazısında, açıkça AK Parti seçmenini "IŞİD'çi" olmakla itham ediyor ve Leman Sam'ın kulaklarını çınlatıyordu! 

Bugün, İran medyası, Tayyip Erdoğan'ın "Yeni Osmanlıcı" hayallerle, tüm Ortadoğu'yu karıştırmaya kalktığını, Arap topraklarına göz diktiğini ve Türkiye'yi Ortadoğu'da maceraya sürüklediğini yazıyor.

Çok ama çok ilginç bir şekilde, "Hizmet Hareketi"nin başındaki "kişi" de, yine bugünlerde Türkiye'yi Ortadoğu'da maceraya çekenlerin "Allah'a ve bu halka hesap veremeyeceğini" dile getiriyor ve bunun müsebbiplerini "münafıklıkla ve küfür" ile itham ediyor. İşin daha da enteresan yanı, IŞİD'in önde gelen isimleri de, Erdoğan ve hükümetinin "Allah'a ve ümmete hesap veremeyeceğini" dile getirip, Erdoğan'ı tekfir ediyor. Aradaki fark, bir tarafın tekbir getirerek mermi atması, diğerinin ise ağlayarak ve "afilli kelimeler" kullanarak mermi atması. 

     Şimdi sual sorma hakkımızı kullanarak soralım: Bugün Cemaat ve İran aynı düşünürken, yani Erdoğan'ın, "Ortadoğu macerası" olduğuna atıf yaparlarken, Erdoğan'ın İrancı olduğuna bundan sonra hangi "saf" inanacak? Önümüzdeki yaz gene seçimler var. Bu defa Erdoğan, hangi ülkenin adamı olmakla itham edilecek? 

     Hani Şener Şen sitemle karışık acıyla haykırıyordu ya; "Ya döv ya sev bi karar ver artık!" diye... siz de istikrarlı bir karar verseniz iyi olacak: Erdoğan İrancı mı yoksa IŞİDçi mi? Yoksa asıl maksat, Şafak Sezer'in bir reklamda dile getirdiği gibi "at reklamı izi kalsın" mantığı mı?

30 Eylül 2014 Salı

Recep Tayyip Erdoğan Neden Başarılı Bir Lider-1

 
     Türkiye, 2002 yılından bu yana, çok değişik bir zaman dilimi geçiriyor. İleride bir sürü araştırmalara ve tezlere konu olacak, hakkında cilt cilt kitaplar yazılacak, çeşitli analizlerle masaya yatırılacak bir tarihi yaşıyor.

Asker arkada bekliyor...
28 Şubat Darbesi adım adım geliyor
     20. yüzyılın son kısmında, çeşitli işe yaramaz ve beceriksiz koalisyonlarla, IMF yardımları ile, bir kısmı kendi halkına yabancı ve üstten bakan, bir kısmı dışarıdan ithal edilen yöneticiler ile Üçüncü Dünya Ülkesi görüntüsü çiziyordu. Kendi halkının üstüne çöreklenmiş, ona sürekli bir şeyler dayatan ve onu yaramaz çocuklar gibi sürekli hizaya çekmeye çalışan, millet özgürleşirse başına bela olacağını düşünen kaşları çatık ve eli sopalı soğuk devlet anlayışı, varlığını tam olarak hissettiriyordu. Kirlenmiş, laf ebesi ve kalitesiz politikacılar, Türkiye'nin ömründen ömür çalmakla meşguldü. Pamuk ipliğine bağlı, kırılgan ve iflas etmek üzere bir ekonomi, diğer kesimlere karşı ön yargılı, peşin hükümlü, sırtını "asker"e dayamış ve kendini ülkenin sahibi sanan "Beyaz Türkler",  kendi sınırlarını iyi bilip kapıları sıkı sıkıya kapatan ve çocuklarını da bu kompleks ve korku ile yetiştirmeye çalışan muhafazakar kesim, sesi duyulmak dahi istenmeyen ve terörle kendini duyurmaya çalışan Kürtler ve daha nice sosyal sınıf ve azınlığı idare etmekle yükümlüydü. Ancak mevcut ekonomik indikatörler, "idare etmek"ten bayağı bir uzaktı. Ülke, siyasiler tarafından yönetiliyor gibi gözükmekle birlikte, esasında, "Milli Güvenlik Kurulu"nun karşı tarafını işgal eden ve "düzen"in kendisini temsil etmekle yükümlü "apoletliler"in açık tahakkümü altındaydı. Dış politikada ise, sözü itibar görmeyen, birkaç kalıplaşmış retorikle ağzına bir parmak bal çalınan, sıradan bir "uydu" devlet vardı karşımızda.

"Kaybedenler Kulübü"nün müdavimleri!
     Ekonomik krizler, askeri darbeler, sert şekilde sınıflara ayrılmış bir toplum, uluslararası ilişkilerde sözü geçmez bir devlet... Türkiye, işte bu ahval ve şeraitte girdi milenyuma!

     Herhalde hiç kimse bu ülkenin ayağa  kalkacağını, atağa geçeceğini düşünmemişti 21. yüzyılın başında. Ancak Türkiye, çok enteresan ve gerçekleşmesine pek de ihtimal verilmeyen bir süreçten geçerek, 2002 yılının Kasım ayında, ülkeyi uzun bir süre tek başına idare edecek bir hükumete kavuştu. "Muhtar dahi" olamayacağı dalgalarına konu olan, İstanbul eski Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, hiç şüphesiz bu sürecin mimarı ve lokomotifi oldu.
Bir döneme damgasını vurmuş manşet
ve ara başlığı: "Muhtar bile seçilemez"
     2000'li yıllara girerken, Tayyip Erdoğan, Milli Görüş geleneğinin mühim ve gelecek vaadeden bir parçası idi. Üslubu, Milli Görüş hareketinin kurucusu ve tek adamı Necmettin Erbakan'ı aratmayacak derecede sert ve hırçındı. Haliyle bu üslup, devletin sahibi konumundakileri kaşımaya devam ederken, bir yandan da her geçen gün sıkışan dindar kesimi üzmeye devam ediyordu. İşte ne olduysa, bundan sonra oldu. Tayyip Erdoğan ve yakın ekibi, Milli Görüş'ün bu sert, uzlaşma bilmez, kendi doğrusundan sapmaz, dayatmacı ve fitneci halinden uzaklaşma kararı aldı. O zamanlarda cereyan eden çeşitli istişareler neticesinde, Erbakan kamburu sırttan atılmadan, bu ülke için bir şeyler yapılamayacağı anlaşıldı ve Recep Tayyip Erdoğan'ı, sayılı dünya liderleri sınıfına sokacak ve ülkesini atağa kaldıracak başarılı lider mertebesine çıkaracak gelişmeler, bu alınan kararın bir neticesi olarak vuku buldu.
Milli Görüş'ten kopma
ve atılıma geçme zamanı
     Recep Tayyip Erdoğan, taraflı tarafsız hemen herkesin hakkını teslim edeceği üzere, başarılı bir lider. Bu başarılı lideri, ülkesi halkının gözünde makbul kılan, onu kitlelere sevdiren, milleti peşinden sürükleyen ve aslında ortalama bir siyaside görmeye pek alışık olmadığımız özellikleri var.... bu özelliklere biraz yakından bakmakta fayda var:

1. Vefa: Tayyip Erdoğan'ı, yaşadığı zorlu zamanlardan bugünlere taşıyan sıfatlardan birisi vefa. Kendisi, "İstanbul'da bir semt adı" olarak hayatını idame ettirmeye çalışan ve "maddi"leşmenin pençesinde kıvranan bu asil duyguya sahip çıktı. Erdoğan, kendisini zorlu zamanlarında yalnız bırakmayıp destekleyen ve hiçbir maddi karşılık beklemeden yardımcı olan zevata, sonraki hayatında destek oldu ve en yakınında bulundurdu. Bu asil hareketin en mühim neticesi, hapishaneye düşen ve siyasi hayatı bitti gözü ile bakılan bir kişinin, etrafındaki insanları daha iyi tanıma fırsatı vermesidir. Nitekim Erdoğan da öyle yaptı ve etrafına, güvenebileceğini bildiği kimselere aldı.

2. İstişareye Verdiği Ehemmiyet: Tayyip Erdoğan, mühim bir sünnet olan "meşveret"e gösterdiği önem ile tanınır. Kendisi, herhangi bir konunun uzmanlarını ve görüşlerine güvendiği kişileri dinler, görüşlerini alır ve kararını, beliren "ortak akla" göre verir.

3. Sözünde Durmak: En basit haliyle, haber bültenlerinde dahi bazen denk geldiğimiz bir olaydır. Erdoğan, bir aileye, özürlü bir gence ya da yoluna çıkan herhangi birine söz verir. Buraya kadarı, eski tip siyasetçilerde görmeye alışık olduğumuz bir durum ama bundan sonrası, yani verilen sözde durup, onca iş gücün ortasında, verdiği sözü yerine getirmek her babayiğidin harcı değildir. Şimdilerde herhangi bir genç, bir şekilde Tayyip Erdoğan'dan ziyaret ya da başka bir şey sözü almışsa, bunu rahatlıkla her yerde dile getirebiliyor çünki gerçekleşmesi (normal şartlar altında tabi ki) muhakkaktır.

4. Sadakat: Vefa ile kol kola gider bu haslet. "Vefakar"lığı başaran Erdoğan, sadakat konusunda da başarılıdır. Hem sadece güvendiği insanlara değildir sadakati, hem inancına hem de milletinedir. Ve bilmem söylemeye gerek var mı; sarsılmaz bir sadakattir.

5. Kararından Dönmemek: Zamanın ehilleri ile yapılan istişarenin ardından gelen en mühim olay, meşveret edilen konunun hayata geçirilmesi ve bu alınan karardan dönülmemesidir. Recep Erdoğan'da sıkça gördüğümüz bu haslet, başarısındaki temel kilometre taşlarından biridir. Herkes bilir ki, Erdoğan bir şeye karar kıldı mı mutlaka sonuna kadar gider.

6. Olaylara Realist Bakışı: En son ve çok basit haliyle, iPhone 6 hakkında söylediği sözleri bir düşünün. Tamamı doğru ve ayağı yere basan ifadeler. Aynı doğrultuda, Twitter ile alakalı daha önceki açıklamalarında, aynı gerçekçi bakışı görebiliyorsunuz. Tayyip Erdoğan, ondan önceki bir sürü lider gibi, hayallerin peşinden koşmaz ve kimseyi koşturmaz... eğer "hayal" gibi görünen bir şeyin peşinden gidiyorsa da, bilin ki o "şey", bir süre sonra gerçek zemine temas edecek demektir.

7. Samimiyet: Kendinden önce gelmiş geçmiş yığınla siyasetçi ve idareciden, kendisini ayıran vasıflardan biridir. Aslında, yozlaşmamış ve bozulmamış bir "Karadenizli" samimiyetidir bu. "Anadolu insanı"nı peşine takıp sürükleyen ve aldatılmaktan, sahte gülücük dağıtan "maskeliler"den bıkmış insanlara,"güven" duygusunu tekrar aşılayan bir karşı tarafta hemen karşılığını bulabilen bir samimiyettir bu!

     Devamı şuradan:

     Bu yazının video olmuş hali ise şurada: