Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

4 Mayıs 2014 Pazar

Arap Dünyası ne kadar "Arap"?


     "Arap Dünyası" diye bilinen bir coğrafyadan bahsedilir çoğu zaman, ana konu "Ortadoğu" olunca, zira bize öyle tanıtılmıştır. Arap Dünyası terimi, yaramaz Ortadoğu'nun bir diğer söylenişidir. Zaten Ortadoğu ve Arap dedin miydi akla ne gelir ki? Pislik, terör, gelişmemişlik, ilkellik, sonu gelmez diktatörlükler, stabil olmayan ülkeler, kaba-saba insanlar... yani "Batı Dünyası"nın tam tersi!  

     Irk olarak "Arap" denince aklımıza nasıl bir renk gelir? Rengi bitter çikolata tadına gelip kahverengileşmiş
Mısırlı Fellah
bir Suudi ya da neredeyse zenci kıvamına çeyrek kalmış, kıvırcık saçlı, kocaman dudaklı bir Mısırlı, ya da düpedüz siyahi olmuş bir Libyalı... haa bir de meşhur "bizi arkadan vurdular" filminin başrol oyuncusu!

     En iyisi, bu ırkı daha iyi tanıyabilmek için biraz tarihe gidip, geçmişlerine göz atalım:

     Bilindiği üzere insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'un, kendisine iman edip gemiye sığınan üç oğlu vardı: Sam, Ham ve Yafes. Arapların da içinde bulunduğu grup, Sam'ın soyundan gelmektedir, yani "Sami"dir. Ulu'l azm peygamberlerden Hz. İbrahim'in iki oğlundan (ki her ikisi de peygamberdir) biri (Hz. İshak) İsrailoğullarının atasıdır, diğeri ise (Hz. İsmail) Arapların atasıdır. Görüldüğü üzere Arap ve Yahudiler amcaoğullarıdır. Yahudi deyince akla hangi renk gelir peki; tabi ki beyaz. Peki, Yahudilerin amcaoğlu olan Arap deyince niye beyaz dışındaki koyu renkler akla gelsin ki?

     Hz. Nuh'tan sonra Arap Yarımadasına yerleşen unsurlara, Arab-ı Baide denir ki, Ad, Semud ve Amalika kavimleri böyledir. Bunlardan sonra Yemen'e yerleşen Kahtan soyuna ise, Arab-ı Aribe ismi verilir. Himyer Devleti bunlardandır. Bu devlet çökünce, Medine'ye gelip yerleşenlerinden, Evs ve Hazrec kabileleri teşekkül etti. Şam civarına yerleşenler, Gassan Devleti kurup, Hristiyan oldular. Irak topraklarını mesken tutanlar ise, Hire Devletini kurdu. Hz. İbrahim'in Hacer'den doğan oğlu Hz. İsmail'in on iki evladının, Arab-ı Aribe ile olan karışmasından, Arab-ı Müstaribe teşekkül etti. İslamiyetin gelmesi ile birlikte, yabancılara karışmaları neticesinde, dilleri değişime uğrayarak, Arab-ı Müstacime olarak bilindi. Arab-ı Müstaribe'den Adnan'ın soyu olan Kureyş, Mekke'de yerleşti. Kureyş Kabilesinin on kolu vardı: Haşimi, Emevi, Abdüddar, Nevfel, Esed, Teym, Mahzum, Adiy, Cumah, Sehm. Bu kolların hepsinin kendilerine tahsis edilmiş vazifeleri vardı.

     Tarih ve siyer kitapları, çok açık ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde Peygamber Efendimizin, atalarının
Sudanlı Zenci
ve akrabalarının ve O'nun soyundan gelenlerin "beyaz" olduklarını yazıyor (günümüzdeki sahte olmayan Seyidlere bakıldığında bu açıkça görülür). Ashab-ı Kiram içerisinde (Hz. Osman gibi) sarışın olanlar da vardı. Hz. Ömer, hilafeti zamanında tarihi bir konuşma yaparak herkesi cihada teşvik etti ve böylece İslamiyeti yayma faaliyetleri daha da büyüdü. Öyle oldu ki, sefere çıkanların çoğu bir daha geri dönmedi, gittiği yerlerde şehid oldu. Mekke ve Medine'de vefat edenleri azdır. Dolayısıyla Arap ırkı, çok uzak yerlere ve kavimlere ulaştı, birçok ırkla karıştı ve İslam Medeniyetini ve Ahlakını yaydı. Çin ve Hindistan'dan Anadolu topraklarına ve oradan taa Endülüs'e kadar çok geniş bir bölgeye yayılırken, çıkış yerlerinde ise neredeyse kalmadı.
   
     İslamiyetin yayıldığı bölgelerdeki insanlar tabii ki envai çeşit idi. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika
çikolata renkli Suudiler
yerlileri esmerden siyahiye kadar koyu tenlidir. Osmanlı Devleti zamanında, Anadolu topraklarına gelen Habeş, Fellah ve Zenciler, Resulullah Efendimizin ve Ashabının soyundan gelenlere edilen itibarı görünce, kendilerini de "Arap" olarak tanıtıp Anadolu insanına daha sevimli görünmeye çalışmışlardır. Fakat siyahların kendilerini Arap olarak tanıtmaları İslam düşmanlarının işine geldi. Hem bunları köle olarak en ağır şartlarda çalıştırdılar hem de kirli propagandalarına alet edip, gençlere Arapları, dolayısıyla Peygamber Efendimizi ve sadık arkadaşlarını "siyah" olarak resmettiler ve Onlardan soğutmaya çalıştılar. Son dönem Osmanlı amirallerinden Eyüp Sabri Paşa, "Mir'at-ül Haremeyn" adlı eserinde, Mekke'de sadece iki tane Arap evi kaldığını yazmaktadır. Yani İslamiyet'in ortaya çıktığı topraklarda dahi saf Arap kalmış durumda değil. Hemen hepsi Afrika ve Asya'nın çeşitli yerlerinden gelen tenleri siyaha yakın insanlar ve Vahhabiliğin yayılmasından sonra Arabistan'ın doğusundan gelen İngiliz Muhibbi vahşi çöl bedevileri idi.

     Arap ırkını ve dolayısıyla İslam dinini karalama ve gözden düşürme siyasetine, Osmanlı'nın son döneminde
kelimenin tam manasıyla bir "Arap"
sabık Ürdün Meliki Hüseyin
iktidarı ele alan İttihad Terakki ile Cumhuriyetin özellikle ilk yıllarında da rastlıyoruz. "Irkçılık" denilse hiç de yanlış olmayacak kalın milliyetçilik damarı, hem İslamı hem de İslamiyeti geniş oranda temsil etme görünümündeki Arapları da zımnen ve bazen de aşikare olarak "öteki" ilan etti. Sanki atasözü ya da vecize imiş gibi gösterilmeye çalışılan söz ve ifadeler dilimize ve bilinçaltımıza yerleştirildi. Bu çağda bile, siyah köpekleri "Arap" diye çağıran, rengi biraz kahverengi diye mayi sabuna "Arap sabunu" diyen, simsiyah Zenci'yi çekinmeden "Arap" diye çağıran (True Romance filmindeki meşhur sahneden dolayı Tarantino'yu kınıyorum ve ona laflar hazırladım) en basit manada bile ırkçılık sayılabilecek -sözümona- atasözlerini kullanan ve işin nereye varabileceğini düşünmeyen yığınla insan var. "Bizi arkadan vurdular" efsanesi de Kutsal Topraklarda ve bugün Ortadoğu diye bilinen topraklarda yaşayan ahaliye zulüm ve işkence yapan İttihad Terakki zihniyeti ve özellikle de başlarındaki meşhur üçlüye olan nefretin bir ifadesidir. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen, paylaşılan ve İngilizler tarafından yönlendirilen ve reformlara tabi tutulan Ortadoğu'nun ve Hicaz'ın, Türkleri sevme ihtimali söz konusu olabilir mi?

Hz. Osman'ı şehid eden
Mısırlı Kıptilerin torunları


     Bugün "Arap" dediğimiz kavram bir ırktan çok öte, bir "mix"tir. Ve bu "mix"teki "Arap"lık miktarı, peynirli poğaçadaki peynir kadar "eser miktarda" olmanın ötesine geçememektedir. Zenciler, Kıptiler, Çöl Bedevileri, Fellahlar, Habeşliler, Berberiler, Afrikalılar gibi birçok ırkın karışımı bir şeydir. Aynı karışım miktarı, mesela Anadolu veya Acem topraklarında yaşayan milletlerde de vardır ama kimse bunlara Arap demez. konuştukları lisanın Arapça (onu da kendilerine benzettiler zaten) olması ve İslam Medeniyeti izleri taşıyor olmaları da durumu değiştirmez. Dolayısıyla Mısır, Ortadoğu, Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika bölgelerinde yaşayan insanlara Arap demek yanlış olur. Çünki bunlar, ırksal manada olduğu gibi, İslam kültürü açısından da deforme, reforme ve dejenere olmuştur.

 

26 Nisan 2014 Cumartesi

Son Olaylardan Sonra Dış Basında Türkiye ve Başbakan Erdoğan

   
     Son zamanlarda, özellikle de 2013 yılının Mayıs ayı sonlarında patlak veren "Gezi Parkı Olayları" ve 17 Aralık'ta gerçekleştirilmeye çalışılan "Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu" isimli kalkışmadan sonra (ve bu konu ile alakalı olarak Twitter ve YouTube'un engellenmesi sürecinde), Batı menşeli dış basın, Türkiye'ye yönelik eleştirilerini sertleştirmeye başladı. Bu sert eleştirilerden en büyük payı ise elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldı. Başbakan Erdoğan, giderek artan sertlikte bir üslupla ve "diktatör, despot, kibirli, kendini beğenmiş, demokrasiyi hazmedememiş, muhalefet kabul etmez" gibi sıfatlarla anılmaya başlandı. Üçüncü KöprüKanal İstanbulÜçüncü Havalimanı gibi çok büyük çaplı maddi ve Demokratik Açılım ve buna benzer adımlar gibi manevi projelerin artması ve hız kazanması ile eleştirilerin dozunun artması ise neredeyse "paralel" (biri paralel mi dedi) oldu. Bu eleştirilerin ve kaynakların bazılarına bir göz gezdirelim:

      "Times of Israel" isimli internet sitesi, 16 Mart 2014 tarihli haberinde başlığı, Türk Tabipler Birliğinin (hepimiz biliyoruz bu zihniyeti) bir bildirisini referans alarak şöyle atıyor: "Turkish doctors question PM Erdogan’s mental state" yani "Türk Doktorlar (burada 'hepsi' kastedilmeye çalışılmış besbelli) Başbakan Erdoğan'ın ruh sağlığını sorguluyor".

     The Wall Street Journal'da, Matthew Kaminski imzalı, 10 Haziran 2011 tarihli makalenin başlığı şöyle: Turkey's 'Good Dictator' yani "Türkiye'nin 'İyi Diktatörü". Makalenin içeriğinde değinilen konular ise şöyle: "Erdoğan, ekonomiyi düzeltti ama güç paylaşımı ve eleştiriyi hiç sevmiyor", "Türkleri kutuplaştırıyor", "Başbakan muhaliflerini harcıyor", "Demokratikleşme adımları net değil".

     İnternet medyasının gözdelerinden The Huffington Post'un 3 Haziran 2013 tarihinde yayınlanan ve Agence France Press'ten Fulya Özerkan'a dayandırılan haberin başlığı şu: "Erdogan Says 'I'm No Dictator'... But Is He?" yani "Erdoğan, diktatör olmadığını söylüyor ama gerçekte öyle mi acaba". Haberin detayları ise yukarıdakilerden farksız: "inat, eleştiri kaldırmaz, ekonomiyi düzeltti ama diktatörlüğe doğru gidiyor".

     "Ortadoğu ve Arab Dünyası uzmanı" olarak lanse edilen İngiliz Robert Fisk, 10 Nisan 2014 tarihli The Independent'ta yayınlanan makalesinde soruyor: "Has Recep Tayyip Erdogan gone from model Middle East 'strongman' to tin-pot dictator?" ya da kabaca: "Erdoğan, Ortadoğu'ya örnek teşkil etme rolünden diktatörlüğe mi kayıyor?" Fisk, o bilindik ağır ve ağdalı İngilizcesiyle devamında diyor ki; "Bir zamanların sadık Amerika dostu Erdoğan, giderek daha fazla otoriterleşiyor."

     Amerikalı CNN'in internet sitesinde, 4 Haziran 2013 tarihli Ivan Watson ve Josh Levs imzalı haberin başlığı: "Turkey's Erdogan: Successful leader or 'dictator'?" Türkçesi: "Erdoğan: başarılı bir lider mi 'diktatör' mü?"

     Alman Der Spiegel'de 21 haziran 2013 tarihli ve Maximilian Popp imzalı makale, "Turkey's Stubborn Man on the Bosphorus", Türkçesi ile "Boğaziçi'ndeki inatçı adam" başlığı ile çıktı. Makalenin devamında ise şu satırlar var: "Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin ikinci Atatürk'ü olma yolundaydı. Ancak Gezi Protestolarına kulaklarını tıkayan bir despotlukla cevap verdi. Bu, ülkesi ve kendisi için bir trajedi. Gazeteci Fiachra Giabbans'ın, Guardian gazetesindeki Erdoğan tanımlaması tam yerinde; 'Şekspir trajedisi'. Darbeleri atlatan, mahkemelerden sıyrılan başbakanın, şimdi birkaç tane ağaç yüzünden başı dertte. Kendi kibrinin kurbanı oldu." Yazının devamında daha o sıralar hükumet taraftarı gibi görüntü veren Zaman gazetesinden de alıntı var ne hikmetse: "Erdoğan, milli bilince çok büyük zarar verdi." Yazıda, başbakan için sarfedilen diğer sözler şöyle: "Demir yumruk... kafası karışık despot... ülkeyi bölüyor."

     Amerikan haftalık haber dergisi Newsweek'in internet sitesinde, 11 Ağustos 2013 tarihli ve Benny Avni imzalı haberin başlığı şu şekilde atılmış: "Turkey’s Erdogan Is Quietly Wooing America’s Enemies" yani "Erdoğan, Amerika'nın düşmanlarına çaktırmadan kur yapıyor". Haber, Türkiye'nin, ABD'nin düşmanı sayılabilecek ülkelerle yaptığı askeri ve savunma maksatlı işbirliklerini masaya yatırıyor ve Başbakan Erdoğan'ın, giderek Amerika'nın menzilinden çıkmaya başladığını söylerken, bir taraftan da AK Parti hükumetinin "komşularla sıfır sorun" politikasından hızla uzaklaştığını da belirtiyor. Satır araları ise Tayyip Erdoğan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na yönelik sert eleştirilerle dolu.
   
     İngiliz The Guardian'da, 30 Mart 2014 Mahalli Seçimlerinden hemen önce çıkan bir haber, şu başlıkla verilmiş: "Turkish PM divides nation and neighbourhoods ahead of local elections" yani basit haliyle "Başbakan, seçim öncesi milleti ve insanları kamplaştırıyor". Constanze Letsch tarafından hazırlanan yazı, muhalif alıntılarla da güçlendirilerek, çok ağır bir dille başbakanı eleştiriyor... eleştiriden de öte, bu yazıyı okuyan bir Batılının aklına, istemsiz olarak Alan Parker'ın, üstümüze kara bela gibi çöken "Midnight Express" filmini ve filmin bakış açısını getiriyor. Tek taraflı, yönlendirici ve sanki ülkemizde iç savaş varmış gibi bir resim çizen haberin satır aralarında şunlar var: "Hükumeti hakkındaki yolsuzluk iddialarından kurtulmak için Erdoğan, ülkeyi  'kendisine sadık olanlar' ve 'hainler' diye ikiye bölüyor"...  "Bu, 'böl ve yönet' politikası (bunu söyleyen bir İngiliz kafalı dikkat edin, yani bütün İslam Dünyasını bu fikriyat ile parçalayan bir kafa) Okmeydanı ve Beyoğlu gibi birçok semtte karşılıklı çatışmalara sebep oluyor".

     The Guardian'ın yakın yol arkadaşı The Observer da, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı alçaltma faaliyetinde kardeşinden aşağı kalmıyor. Hükumetin Twitter'ı engelletmesine değindiği 23 Mart 2014 tarihli haberinde kullandığı alçaltıcı ifadelerden bazıları şöyle: "Türkiye'nin abrazif başbakanı, Twitter'ı yasaklatmaya çalışarak (ve tabi ki başaramayarak) komik duruma düştü"... "10 senedir ülkeyi yöneten güçlü lider imajı, Gezi Parkı olaylarından sonra, çok kişi için huysuz bir zorbaya dönüştü"...


     ABD'nin tanınmış gazetelerinden The Washington Post'un editöryal kurulunun (yani gazetenin temel duruş ve görüşünü temsil eden beyin takımının) hazırladığı haberin başlığı şu: "Turkey’s prime minister acts desperately to hold onto his power" yani "Türkiye'nin başbakanı, gücünü devam ettirebilmek için çılgınca davranıyor".  Haberin içeriğindeki bazı detaylar şöyle: "Erdoğan, iktidarda kalabilmek için acımasız bir kampanya yürütüyor"... "inişe geçen siyasi hayatını tekrar yükselişe döndürmek için kaba yöntemlere başvuruyor"... "Yolsuzluk operasyonu sürecinde, adli mekanizma üzerinde baskı kurmaya çalıştı"..."Kendisini eleştiren basın-yayın organlarını sindirmeye ve sessizleştirmeye çalıştı". Yazının son paragrafı ise tam bir ibret vesikası: "Demokrasiye sahip çıkmak şimdi Türk Milletinin elinde. Bu, seçimle olmasa bile, barışçıl gösteri ve direnişle de olabilir! Twitter vakasının da gösterdiği gibi; Erdoğan için, bir uçağın düşürülmesini emretmek, organize olmuş donanımlı bir topluluğu sindirmekten daha kolay"!


     Daha bunlar gibi bir yığın yazı, haber ve makale bulmak mümkün. Verilmek istenen mesajlar ise aşağı-yukarı aynı: "Erdoğan, diktatör, despot, acımasız, kibirli, huysuz, demokrasiden anlamaz..." Suçlamaları tırnak içine alıp "biz demiyoz haa, öle diyolar" mesajları... Bu mesajlarda Abdullah Gül'ün iyi bir "alternatif" olduğu da, makyajlı bir biçimde işleniyor ve hatırlatılıyor ne hikmetse! Kısacası, Osmanlı Hakanı Abdülhamid Han-ı sâni'ye yaptıklarının ve yapmaya çalıştıklarının neredeyse aynısını yapmaya çalışıyorlar: "yaftala, hırpala, itibarsızlaştır, yalnızlaştır, soyutla"!  


22 Nisan 2014 Salı

Çevreci Olmak İçin Solcu ve Ateist mi Olmak Lazım?


     Hepimiz, “Greenpeace” denilen çevreci! örgütün üyelerinden birinin ya da birkaçının yaptığı protestolara bir vesile ile şahid olmuşuzdur. Herhangi bir kampanya çerçevesinde bilmem hangi köprüde  kendini zincirlemeler, önemli ve kalabalık bir toplantı esnasında ortalığı velveleye vermeler, hatta protesto edilecek şahıs veya kurumlara sözlü ve fiili karşı koymalar gibi oldukça agresif sayılabilecek faaliyetler, bu protestolardan sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Peki maksat ne? Maksat gayet masum ve temiz; çevreyi korumak!

     “Çevrecilik” fikriyatı, asrî manada, Sanayi Devrimi ve Endüstrileşme ile başlayan dönemin getirdiklerinden ve neticelerinden biridir (tabii mi yoksa suni mi kararı sizin). Özellikle Büyük Buhrandan sonraki en büyük ekonomik durgunluğun ve krizlerin yaşandığı 70’lerin Batı Dünyasında, çeşitli vesilelerle (Vietnam Savaşı karşıtlığı ve tüm dünyayı saran muhalif gençlik hareketleri vs.) yükselen değerlerden biri de Çevrecilik idi. Bu hareket hem çeşitli formlarda vücut buldu hem de giderek siyasallaştı. “Çevreciler”in birinci dereceden uğraştığı konular; tabiatın hızla kirlenmesi, kaynakların giderek tükenişe doğru gitmesi, soyu tükenme tehlikesi yaşayanlar başta olmak üzere bazı hayvanların (kürklerini ve/veya belli yerlerini elde etmek maksatlı) vahşiçe katledilmesi, nüfus artışı, bilhassa Soğuk Savaşın körüklediği nükleer silahlanma ve en nihayetinde de bu konular ile ilgili, toplumlarda farkındalık oluşturmak görünümünde idi. Yine 70’lerde, “Greenpeace” diye bilinecek bir gönüllüler grubu, yaptıkları protesto faaliyetleri ile isimlerini duyurmaya ve gündem oluşturmaya başladı. 80’lerde ise, şimdilerde alakalı-alakasız her yerde karşımıza çıkan “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” kalıpları filizlendi.

     Giderek artan çevrecilik hareketleri, Kapitalist Batıdan hızla, dünyanın geri kalanına ihraç edilme eğilimine girdi. “İkibin yılından sonra yandık”, “ikibin bilmem kaçta su savaşları yaşanacak”, “pandaları çiftleştirmemiz lazım”, “ay çabuk olun nefes alamıyorum” gibi felaket tellallığı ile güçlendirilmiş ve ajitasyon miktarı yükseltilmiş cümleler, gündelik hayatımıza kadar girdi. Herkes, sorumlu olmaya davet ediliyordu, herkes elini taşın altına koymalıydı! Tamam kardeşim de, bu tabiatı kim sömürüp bu hale getirdi? Birbirine pala sallayan ve açlıktan kırılan Afrikalılar mı? Batılı kukla idarecilerin elinde “gelişmeme nedir ve nasıl yapılır” konusunda tez yazan Ortadoğu mu? Daha yeni yeni günyüzü görmeye başlayan dünyanın geri kalanı mı? Hayır! Vahşi insan gücü kullanımı, kendinden olmayanı sömürme, hızla tüketme ve dünyanın çivisini çıkarma konusunda profesörlük payesi bulunan Postmodern Batının ta kendisi! Başka türlü olması mümkün mü ki? Ama adamların hakkını teslim etmek lazım; bütün dünyayı ipteki cambaza hayran hayran baktıracak zehir gibi çalışmaları var! Dünyayı yaşanmaz
Nükleeri istemezük!
hale getir, suyunu kurut, yerin altını üstüne getir, sonra uyuşturucudan önünü bile göremeyen solcu ve ateist grupları kendine karşı kışkırt “bakın bunlar bizim muhalifimiz, bizim çıkarımıza çalışmıyorlar, bize sövüyorlar, siz bunlara sahip çıkın” tarzı bir makyajla onları dünyaya pazarla, küresel ısınma ve iklim değişikliği araştırmaları yapacak dev araştırma kuruluşları kurmak suretiyle günah çıkarıyormuş gibi yap, Greenpeace’i gelişmekte olan ülkelerde konuşlandır, bu ve buna benzer “istemezük” mantığındaki organlarla o ülkelerin kamuoyunu meşgul et, durmadan protesto yaptır, nükleer tesis kuracaklarına onları bin pişman et, “ulvi gayeler” için savaş verdiğini sanan gençleri gönüllü olarak çalıştır, Taksim’den geçen vicdanlı ve “gönüllü kızları” kıramayacak kadar naif! insanımızın cebinden 5-10 doları kopar!(şaka şaka, o kadar da olmaz canım!)

     Çevreci oluşumlarda dikkat çeken belli-başlı şeyler var. Mesela, rasyonel olmaktan uzak, ütopik ve teorik çözümler, bitmek bilmez felaket senaryoları, ayağı yere basan ve işinde–gücünde insanlardan müteşekkil olmasından ziyade, bol kızlı
Biraz sonra naif! bir delikanlıdan
birkaç dolar koparma kabiliyeti varmış
gibi görünen Greenpeace gönüllüleri
sol örgütlenme tarzı ve meselenin esasına inmekten çok, yüzeysel çözümler peşinde olmaları... gibi. Fakat bunlardan ayrı olarak, dağda veya bir köyde karar kılan, organik tarımla uğraşıp bisiklete binen, tek bir elbise ve ayakkabı ile ömür tüketip para kullanmamaya çalışan, bir daha şehir ve kalabalık yerleşim yerlerine ayak dahi basmayan, kısacası karbon ayak izini minimuma indiren “samimi” çevreciler de yok değil elbette ama onlar da istisnadan öteye gidemiyor. “Farkındalık oluşturmak” ve eylemlere katılmak için benzin ya da mazot yakan arabalar kullanan, sıcakta klima çalıştıran, ayağı Nike’lı, eli iPhone’lu hümanist hatta “hayvanist” çevreci arkadaşlar pek de samimi gelmiyor doğrusu!

     Peki, çevreci olmak için, yani başka bir ifade ile, tabiatı diğerlerinden daha çok önemseyen kimse olmak için illa yukarıda zikredilen tarifte biri mi olmak lazım... elbette hayır! “Çevreci” olmak için bilinçli bir Müslüman olmak yeterlidir (gerçi pratikte gördüğümüz örnekler pek iç açıcı değil ama onlar konumuz dışında). Bir Müslüman evvela israf etmez ve israf etmediği halde kendi ve etrafı temiz olur. İsraf etmemek yani tutumlu ve iktisatlı davranmak ve kaynakları kendine yetecek kadarı kullanmak, tabiatı ve geleceği düşünenler için kilit vazifesi görür. Nitekim, her sene yapılan araştırmalar bunu desteklemektedir. İsraf ve savurganlık Batı Dünyasında (ve ne yazık ki bunları taklid merakındaki bizlerde de) inanılmaz ölçülerdedir. Tek başına sadece bu konu ile mücadele edilse, hem mücadelenin kendisi ucuza gelir, hem de bu mücadelenin sonunda elde edilecek fayda çok yüksek olur. Yeşillendirme, ağaç dikimi ve bakımı, kaynakların idareli ve adil kullanımı, çeşitli vesilelerle kullanılan veya kullanılmayan hayvanlara gösterilecek şefkat ve merhamet, içinde bulunulan ekosistemi korumak gibi, doğrudan “Çevrecilik” ve “çevreyi korumak” sayılacak prensipler, birçok hadis ve haberde medh edilmiştir. Dinini kayıran bir Müslüman, tabiatteki hassas dengeleri bozmaz, ihtiyacı olanı kullanır, eğer hasar gören kısımlar varsa elinden geldiğince onu tamire uğraşır.

     Yani çevreci olmak için felaket tellallığı yapmaya, herhangi bir dış mihraklı örgüte üye olmaya ya da o örgütlere yardım etmeye gerek yok! Muktesid ve dinini bilen ve karbon ayak izi düşük bir Müslüman olmak kafi!