Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

16 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 2 (Dinlerarası Diyalog)


     Hicri bin yılından sonra İslamiyet zayıflamaya başladı. Osmanlı Devleti duraklama evresine girerken, Batı Dünyası da giderek gelişmeye başladı. 17. yüzyıldan sonra aradaki makas kapanmaya yüz tuttu. İngilizlerin uluslararası ilişkilerde etkin rol almasıyla Osmanlı'nın boşalttığı alanlar, Batı tarafından hemen dolduruluyordu. Milliyet esasına dayalı küçük ülkeler, çok kültürlü imparatorlukların tahtına oturmaya adaydı.

     19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun daha uzun süre ayakta kalamayacağı artık herkesin malumuydu. Batılı ajanlar, ülkede ve otoritenin eridiği bölgelerde cirit atıyordu. Bir yandan kendi değerlerine sırt çevirmiş ve yabancılaşmış bir nesil yetiştiriliyor, bir taraftan da Sanayi Devriminin hammadde ihtiyacı için araştırmalar hızla artıyordu. Bu maksatla Arabistan yarımadasında Vahhabiliği tesis eden ve adeta atın çağını yaşayan Britanya İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin idaresini "uzaktan kumandayla" istediği tarafa yönlendirmekteydi.

     Afrika Kıtası, Avrupalı devletler tarafından adeta kapışıldı. El kadar Belçika'nın bile kocaman bir sömürgesi vardı artık. Ortadoğu, rezervleri kadar etnik ve dini bölünmüşlüğü de bol bir bölgeydi ve bu haliyle iştah kabartıyordu, üstelik bu bölünmüşlüğe şimdi Bahailer de katılmıştı.

     Haçlı Seferleri... Osmanlı karşısında alınan seri mağlubiyetler... Rönesans... Fransız İhtilali... Aydınlanma... Sanayi Devrimi... Batılılar, düşmanı altetmenin daha ucuz ve efektif yollarını biliyordu artık; "şirin görün, sözde dost ol, borç para ve beyin gücü ver, kafalı gençleri kendi ülkende eğit ve onları ait olduğu memleketin değerlerine düşman et, din adamlarını bol para ve malla satın al, etnik grupları ve mezhebleri birbirine düşür." Bu "ince" planların hepsi iyi işledi ve Osmanlı İmparatorluğu nihayet çöktü. Dünya Müslümanlarının hamisi artık yoktu. Osmanlı'nın yıkılması, aynı zamanda ülkenin temel dinamiği ve özü olan Sünni İslam'ın da neredeyse yok olması demekti.

     Daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, yeni dünyanın hakimi İngilizler ve ortalığı hepten bunlara bırakmaya niyeti olmayan Fransızlar, Sykes-Picot adı ile bilinen gizli bir anlaşma vesilesiyle, babalarından kalan mirası paylaşan kardeşler rahatlığında, Ortadoğu'ya masa üstünde biçip-kesip sahiplendiler. Ortadoğu'dan çar-naçar çekilen Osmanlı'dan sonra ortalık yangın yerine döndü. Filistinliler, daha ne olduğunu anlamadan, karşılarında İngiliz tüfeklerinin parlayan süngülerini gördüler. İttihad ve Terakki mensupları eliyle itibardan düşürülen Şerif Hüseyin çaresizdi. Daha güneyde, Vahhabi emirleri kurulacak ülkeleri için geri sayımdaydı.

     1950'lere gelmeden, neredeyse bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "İslam Devleti" ya da "Arab Cumhuriyeti" diye geçinen ülkelerin başlarına satılmış devlet başkanları getirildi. Bütün bu hengamenin ortasında, "bizim soyumuz kırılıyor, bize bi yer verin de oraya sığınalım" iddiasındaki Yahudiler, aşağı yukarı ikibin yıl sonra, tekrar Arz-ı Mevud'a geri döndü.

     Yirminci yüzyılın başlamasıyla, ortada Müslümanlara ya da İslam alemine sahip çıkacak bir devlet ya da kuvvet kalmadı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular ve Babürlüler yoktu ortalıkta. Şimdi artık, baş komutanlığını bizzat Kraliçenin yaptığı Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisinden mezun olan Arabistan yarımadasındaki "fellah" yöneticiler, "uzaktan kumandalı diktatörler", Müslümanları Batı'da pis, iğrenç, geri kafalı, şehvet düşkünü, dünya işlerinden anlamaz göstermeye çalışanlar, "dini bidatlerden arındırıyoruz,eski safa haline döndürüyoruz... çağa göre tefsir lazım... mevdu hadislerin peşindeyiz" gibi söz ve faaliyetlerle dini düzeltmeye! çalışan din adamları kalmıştı.

     Batılıların yüzyıllar süren çabaları netice verir gibi olmuştu. Rahat bir nefes alma zamanı gelmişti. Ancak bütün bu çabalara rağmen, dünyadaki Müslüman sayısı artmaya devam ediyordu. Buna bir dur denilmeliydi. Önceden tecrübeliler, zaten sıvalı konumdaki kollarını biraz daha yukarı çekip işe koyuldular:

SELEFİLİK - DİNLERARASI DİYALOG - ILIMLI İSLAM:

     Peki nereden başlamak lazımdı... çok basit... modern dünyanın medeni! insanı neden korkar? Tabi ki şiddetten, terörden, can ve mal emniyetinin inkisara uğramasından. Öyleyse hareket noktası ne olmalıdır? Evet bildiniz; Cihad! İslam dininin temellerinden biri olan cihadı yozlaştırırsanız, "cihad" kelimesini ortalama manasından ifrat ve tefrite çekersiniz, onu bir yandan terör haline sokup, diğer yandan da tamamen kaldırırsanız, alın size bal gibi bir strateji, yepyeni bir paradigma! 

Amerika'ya kök! söktüren
Usame bin Ladin
     1940'lı ve 50'li yıllardan sonra, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'un attığı "reformcu tohumlar" Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Ebu'l ala Mevdudi gibi karakterler, İslam dünyasının teorisyenleri, şekillendiricileri olarak arz-ı endam ettiler. Özellikle Kutub'un ateşli ve heyecanlı yazıları, gençlere büyük ölçüde tesir etti ve bu "pratisyen" gençler, Cemal Abdünnasır'da mütecessim hale gelmiş "tağuti idareler" kavramına savaş açtı. "Zalim hükümdarlara isyan etmek lazımdır, onlara itaat uygun olmaz, bakın Hac suresinin 39. ayeti bunu emrediyor" gibi retoriklerle, Batılıların İslamiyet'le olan mücadelesinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Sudan'dan, Afganistan'a, Yemen'den Irak'a, neredeyse bütün İslam coğrafyasında, kendini uçurmaya meraklı, kendinden başka herkesten ölesiye nefret eden, gözünü kırpmadan ve neticesini düşünmeden masum ve sivilleri dahi patlatabilen, Müslümanlara "terörist" kılıfını giydirmekte mahir gruplar zuhur etti. Meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations)" teorisi ve talebesi Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man)" kitabındaki bazı iddiaları, bu stratejiyi açıkça göstermektedir.


Papayla el ele!
     Bunlar cereyan ederken, bir taraftan da bizzat Vatikan'daki Papalığın önderlik ve finanse ettiği Dinlerarası Diyalog" çalışmaları başladı. "Misyonerliğin postmodernize edilmiş hali" olarak özetlenebilecek bu çalışmaların gayesi, Papa 2. Jean Paul'un ifadesiyle, "şimdiye kadar İncil'le ve İsa Mesih'le tanışmamış kitlelere ulaşmak ve onları kiliseye döndürmek"ti. Türkiye'de ve genel olarak İslam Dünyasında ise, işin bu tarafını duymamış olanlar, "Dinlerarası Diyalog" kavramı ile 90'ların sonuna doğru tanıştı. "Hristiyan ve Yahudilerle, yani Ehl-i Kitapla zaten Hz. İbrahim'de birleşiyoruz, onlarla diyalog yapmak ve hoşgörülü olmak suretiyle onların kalplerini İslamiyete ısındırıyoruz, Hz. Peygamber'in gözünde onlar zaten farklıydı" gibi masum! ifadelerle, bir yığın yazılar ve gazete makaleleri yazıldı, böyle bir kalkışmaya asla rıza göstermeyecek ortalama Müslümanların rızası alınmaya çalışıldı. Bu faaliyet kapsamında, bizzat diyalog projesinin mimarı ve lideri görünümlüler Papa'yı ziyaret etti, onu övdü, "kelime-i tevhidin ikinci kısmı (yani Muhammedün Resulullah) söylenmese da iman olur, böyle inanan Ehl-i Kitab da cennete gidecektir" iddialarını gündeme getirdi. 

     "Cihad" kavramının neredeyse tamamen silinmesi yönündeki gayretlerin, Dinlerarası Diyalog'la kolkola ve biraz daha siyasi ve devlet yönetimine müteallik kısmına ise "Ilımlı İslam" ismi verildi. Dersine çalışmamış, üstüne üstlük yaramazlık yapan ve haliyle tahta önünde tek ayak üstünde cezasını çeken, başını önüne eğmiş, haylaz talebenin "Valla bi daha yapmiycam... şeytana uyduk bi kere... söz daha yapmam" savunmasındaki, mahcubiyetten yanakları kızarmış halidir "Ilımlı İslam"!

Nereden nereye... ve kim bilir daha nereye..!

 


9 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 1


     İslam Dini, daha yayılmaya başladığı ilk dönemden itibaren, “Batı Dünyası” olarak bilinen dünya ile, taa kıyamete kadar sürecek gibi duran, sonu gelmez ve amansız bir mücadelenin içine girdi. İslamiyetin Medine’de tutunmaya ve gelişmeye başlaması ile ilk önce, vadedilen Peygamberin kendilerinden değil de, amcaoğulları Araplardan çıkması sebebiyle Yahudiler, özellikle uzmanı oldukları “bel altı” çalışmalarla Mekkeli müşriklerle bir olarak, taze kurulmuş olan İslam devletini, en hafif tabiriyle “yıpratmaya” uğraştılar. Düşmanların bertaraf edilmesi ve devletin büyümesi, sınırların, zamanın en büyük iki gücüne dayanmasına neden oldu: Doğuda pagan Zerdüşti Pers-Sasani Devleti, kuzey ve batıda ise Roma İmparatorluğunun doğudaki varisi, “Ehl-i Kitab görünümlü” Bizans İmparatorluğu. Görünümlü diyoruz çünki 325 yılında, daha yeni Hristiyan olan İmparator Konstantin’in başkanlığında toplanan İznik Konsilinden sonra Nasranilik, Semavi Din ve Ehl-i Kitab sınıfından çıkıp, Hristiyanlık yani pagan ya da puta tapmacılık dini oldu. Eflatun’un (Platon) Teslis ya da Trinite inancı resmen kabul edilip, Aryus ve taraftarları ile Barnabas İnciline tabi olanlar tard edildi. İslam Devleti, her iki büyük kuvveti yenmeyi başardı ve doğudaki pagan Perslerin –kendi çapında pasta sayılabilecek- Sasani Devletini yeryüzünden tamamen silerken, Bizans’ın sınırlarını küçülttü.

     Batı Dünyası, Kurun-ı Vusta ya da diğer bir deyişle Ortaçağ’da, pisliğin, vahşiliğin, vebanın, her türlü ahlaksızlık ve batıl inancın içinde debelenirken, İslam Dünyası sadece dini ilimlerde değil, astronomi, matematik, geometri, tıb, biyoloji, kimya ve daha nice fen sahasında ilerlemesine devam etti. Bu ilerlerleme ve tabii olarak gelen zenginlik, Avrupa’da dilden dile efsaneler şekilnde yayılmaya başladı. Doğudaki “şeytana tapınan Müslümanlar” zengin olmuştu ve kutsal şehir Kudüs onların elindeydi... gayretli bir Hristiyanın bunlara katlanması mümkün değildi elbet!  Çekişme ve birbirileriyle çatışmadan başını kaldıramayan derebeyleri, krallar, dükler, arşidükler... Papaların çok yoğun faaliyetleri, gaza getirmeleri ve tahrikleri ile büyük ordular meydana getirdi. Ordu dedikse, öyle düzenli ya da en azından eser miktarda düzenli bir şeyler beklemeyin. Bildiğin, “Kudüsü kafirlerden geri alma” kılıfının içine gizli, Doğunun zenginliğine sahip olma hülyaları ile yola çıkmış çapulcular sürüsü.  Bu sürüler, yollardaki yağma ve yıkmalarından sonra, genellikle günümüzde “Anadolu toprakları” olarak bilinen coğrafyamızdan geçip, yine günümüz tabiri ile “Ortadoğu”ya ulaşırlardı.

     Sayıları onu bulan Haçlı Seferleri, henüz entrikaya, adam satın almaya ve kullanmaya tam olarak kafası basmayan Katolik Hristiyan dünyasının, işleri kaba kuvvetle halletme çabasıdır (üstelik bu kontrolsüz kuvvetten Mihail Kirolarius önderliğinde Katolik Kilisesinden ayrılma cesareti gösteren Ortdokslar da nasibini almıştır). Geçen zamanla ve Türklerin giderek daha da batıya nüfuz etmesi ile Batılılar, yavaş yavaş işlerin kuvvetle halledilemeyeceğini anlamaya ve yukarıda sayılan fiilleri, özellikle “Doğu” ile alakalı dış siyasetlerini şekillendiren ana unsurlar olarak belirlemeye başladılar.

     15. yüzyılda, Endülüs’teki İslam Medeniyeti tam olarak yıkıldıktan sonra, Avrupa topraklarında tek bir rakip kalmıştı: Osmanlı Türkleri. Bunları sadece kaba kuvvetle altetme girişimleri netice vermeyecek gibi görünüyordu. Ancak Avrupa’da bu çağlarda başlayan Rönesans ve Aydınlanma Çağı diye bilinen süreçlerle birlikte, dengeleri tamamen değiştirecek olaylar kaçınılmazdı.

     Avrupa, gelişmeye ve ilerlemeye çalışırken, Türkler de Viyana kapılarına gelmişti. Eğer Viyana alınacak olursa, Batı Avrupa’nın da düşeceği korkusu, Avrupalıları çabuk ve etkin neticeler aldıracak faaliyetlere yöneltti. Bir an önce tedbirler alınmazsa, Osmanlılar bütün Avrupa’yı ele geçirecekti. İstanbul’daki bir İngiliz elçinin, bir gece yarısı uykusunu kaçıran düşünceleri, İslam Dünyasını alaşağı etme yöntemlerinin temellerini teşkil edecekti. İngilizler, Enderun ve medreselerde yetişen zeki gençlerin yozlaştırılmasının, bu medeniyeti yıkmanın temel anahtarı olacağını tespit etmişlerdi. Niketim, fazla zaman geçmeden Sömürge Bakanlığı kuruldu ve faaliyetler başladı. Gideceği memleketin dinini, dilini, örf ve adetlerini iyi bilip hiç açık vermeyecek şekilde yetiştirilen casuslar yetiştirildi ve ilk “yerleştirmeler” yapıldı. “İyilik meleği” görünümlü Misyonerler, dünyanın her tarafında cirit atar oldu. Osmanlı topraklarında tespit edilen kapasiteli gençler, Mason merkezlerinde yetiştirilmeye ve ülkelerine “başarılı diplomat ve devlet adamı” sıfatlarıyla geri gönderilmeye başlandı.

     İngilizler bu işte ustalaşıyordu. Arabistan Yarımadasının doğusundaki Necd bölgesinin Deriyye ahalisinden, meşhur olmaya çok istekli ve hırslı bir genç (Muhammed bin Abdülvahhab) vasıta ile Vahhabilik Dinini kurdurdu. Kendilerinden olmayanların kafir olması ve haliyle eşlerinin ve mallarının yağmalanacak olması gibi “lezzetli” bir ihtimali değerlendirme sevdasındaki bir başka Necdli (Muhammed bin Suud) sayesinde de, bu din sonradan bir devlet halini aldı.

"Öyle silahla felan cihad
olmaz" diyen Kadıyani
     Hindistan’ı hedef seçtiler ve “sizinle ticaret yapmak istiyoruz, bize birazcık ticari imtiyazlar tanıyıverin” gibi masum ricalarla, parçalanmaya çok müsait bu topraklara yerleştiler. O sırada Hindistan’da Timur Han’ın soyundan olanların kurduğu Babür (Gürganiye) İmparatorluğu hüküm sürüyordu. İngilizler, planlı bir çalışma ile Müslüman ve Hinduları birbirine düşürmeyi başarıp, kısa sürede bu İslam devletini tarih sahnesinden sildi. Silmekle de kalmadı, Kadıyani (ya da Ahmedi) denilen ve Mirza Gulam Ahmed adındaki biri vasıtasıyla tesis etikleri din ile Hint Müslümanlarını yozlaştırmaya çalıştılar.

     Geriye kalan tek hedef Osmanlı Devleti idi. Burada da işler fena gitmiyordu. Pek şefkatli İngiliz Devleti, Kırım Savaşında nakit sıkıntısı çeken Osmanlı’ya, şirinlik muskası çift örgülü Polyanna gülücüğü ile “ne demek mirim, biz boşuna mı duruyoruz burada, benim param senin paran” diyerek bol miktara yardım görünümlü borç verdi.  Fakat “borç alan emir alır” atasözünün gereği olarak, İngiliz güdümlü siyaset,
Osmanlı’da idareyi ele aldı. İşbaşına getirilen Mason yöneticiler, “Osmanlı’nın itibarını düzeltiyoruz, insan hakları...” gibi “ulvi” gayelerle, Tanzimat Fermanından sonra Islahat Fermanını da yürürlüğe soktular.

Tanzimat Fermanını okuyan
Koca Mustafa Reşit Paşa
     İngiliz zihniyetinden ilham alan diğer Batılılar da faaliyetlerini artırdı haliyle. Osmanlı çökmek üzereydi...    









    

5 Şubat 2014 Çarşamba

İlk İnsanlar Mağaralarda Yaşayan Vahşiler Miydi?

     Yirminci ve haliyle yirmibirinci yüzyılın başında, nüfusun kahir eseriyetinin Müslüman olduğu iddia edilen Türkiye'nin herhangi bir yerinde, bir ortamekteb talebesi, sırasıyla tarih ve din bilgisi derslerine girse, karşılaşacağı manzara aşağı yukarı şu şekilde olacaktır:

"Ağaçtan meyve toplayacağız derken
boyu da bayağı uzattık, iyi şekil oldu!" 
     Tarih dersinde muallim, ilk insanların mağaralarda yaşayan, dabağlanmamış derilerle örtünmeye çalışan, ihtiyaçlar karşısında ateşi ve tekerleği bulan, yaşadıkları mağaraların duvarlarına resimler çizen vahşiler olduğunu anlatacaktır. Bu tarih dersinde çocuk, maymundan evrilen atalarının, dört ayak üzerinde takılırken, zamanla ağaçlardaki meyveleri toplayabilmek için iki ayak üzerinde durmayı öğrendiğini ve her şeye sıfırdan başladığını öğrenir. "Tarih Öncesi” diye, daha yazının bulunmadığı bir dönemi olduğunu, bu tarih öncesindeki dönemlerin de çeşitli kısımlara ayrıldığını görür. Çocukken çizgi filmini izlediğimiz “Taş Devri”nde “avcı” ve “toplayıcı” sıfatlarından başka bir becerisi olmayan “maymunsu” insanların, vahşi hayvanlardan korunmak ve onların etlerinden istifade edebilmek için taşları yontmaya ve biçimlendirmeye çalıştığını anlar. Hatta tarih dersi muallimi , insanoğlunun ilk inanışlarının, tabiat olayları ve devyarasa hayvanlar karşısındaki ilk pagan kıpraşmalarının bu çağda başladığını, mağaralara resimler ve çeşitli şekiller çizdiklerini, heykelcikler yapmaya başladıklarını kendinden gayet emin bir şekilde çocukların körpe dimağlarına yerleştirecektir. Tarih dersi, Paleolitik, Epipaleolitik Çağ, Eski Taş, Yontma Taş Çağı, Kabataş Devri, Bakır Çağı, Kalkolitik Çağ, Maden, Tunç Çağı vs... gibi -bak bunları senin gibi cahiller için tasnif ettik kıymetini bil tadında- bir yığın “cilalı” ama saçma sapan isimlerle gençlerin kafası meşgul eder. Şu haliyle çocuğun aldığı “tarih” dersi, zihniyet olarak taban tabana zıt olduğumuz ileri sürülen Sovyet SosyalistCumhuriyetler Birliği zamanında anlatılan “tarih” ile birebir örtüşmektedir.

     Talebenin bu dersten sonraki durağı ise, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersidir. Din Bilgisi muallimi, sanki yukarıda vasıfları sayılan Tarih dersine inat, ilk insanın, aynı zamanda ilk peygamber olduğunu, Hz. Adem’in ve çocuklarının okuma yazma bildiğini, yerleşim yerlerinde yaşadığını, kumaş dokumak,  çiftçilik yapmak... gibi meziyetleri olduğunu ve Hz. Adem’e 50 suhuf ( 4 büyük kitap haricindeki küçük kitaplara verilen isim) gönderildiğini anlatır.  

     Şimdi bu talebe, ilk insanları, Tarih dersinde anlatılan haliyle kabul etse, çok açık bir şekilde, mensubu olduğunu iddia ettiği İslam Dinine karşı gelmiş olacak, Din dersine inansa, “örümcek kafalı” ve “gerici” olacaktır.  Daha körpecikken karşılaşılan şu içinden çıkılmaz durum bir bakın!

     Pekii... işin arkasında ne var? Hangi düşünce ve hangi kuvvet, tabiri caizse, “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya” çalışıyor, ona bakalım?

     Her şey aslında, “İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı” yazısında da belirtildiği gibi, hayal dünyası en az cepleri kadar şişkin olan, “din” kelimesini duyunca kulaklarından dumanlar çıkaran ve din muhalifliği söz konusu olunca hemencecik organize oluveren ve mal varlıklarını bu uğurda akıtıveren çevrelerin, “Evrim” diye bir şeyi duymasıyla başladı.

     Fransız biyolog Jean Baptiste Lamarck’ın iddiaları, ardından bu fikriyata esas zemini hazırlayacak olan İngiliz amatör biyolog Charles Darwin’in çalışmaları ve eserleri, Semavi Dinlerden pek hazzetmeyen ve yukarıda sıfatlarının bir kısmı sıralanmış olan çevrelerin iyi teşkilatlanması ve gayretli çalışması ile kısa zamanda netice verdi ve yirminci yüzyılın hemen başlarında şekillenmeye başlayan Marksist zeminli, Sosyalist ya da Komünist görünümlü Ateist zuhurlarla yasal platformunu buldu.

     Artık “laikleşmiş” mekteplerde talebelere, ilk insanların, maymunlardan ya da en azından maymunlarla aynı ortak atadan geldiği, yarı maymun yarı insansı mahlukların zamanla geliştiği ve dinlerin de, bu insansı formların tabiat güçleri karşısındaki puta tapıcılığından zamanla tek tanrılı dinlere evrildiği öğretiliyordu. Yani daha basit ifadesiyle, “yaradılış diye bir şey yoktur”, “ilk insanın ilk peygamber inancı bir safsatadır”, dolayısıyla “bir Yaratıcı” kavramı boş bir hurafedir.

     Oysa İslam dini,  Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde defaatle bildirdiği üzere, ilk insanın çamurdan (ya da balçık) yani yoktan yaratıldığını kesin olarak bildirir. İlk insan aynı zamanda ilk Peygamberdir ve bütün isimler kendisine öğretilmiştir, nesli okuma ve yazma bilir, “Tarih Öncesi” diye “yazı”dan hâli bir dönem yoktur.

     Bütün bu bilgilerden ve İslam alimlerinin bildirdiklerinden anlaşılıyor ki, medeniyet ya da gelişmişlik ya da gelişmişlik olarak telakkli edilecek şeyler sürekli bir yukarı ivme göstermemiştir. Bazı medeniyetler, o zamanın Peygamberinin liderliğinde gelişmiş, sonrasında ise sönmüştür (zaten dünyanın  çeşitli yerlerinde bulunan ve elindeki tabletle ya da akıllı diye geçinen cep telefonuyla harikalar yaptığını sanan zamane insanının ağzını açık bırakan çok eski medeniyet kalıntıları da bunu ispatlar durumda). Bazı bölgeler de hiç gelişmemiştir. Şu anda bile hala, Papua’da veya balta girmemiş Amazon Ormanlarında (hep bu ifadeyi kullanmak istemişmdir, nasib bugüneymiş!) giyinmekten bihaber, ormanlarda yaşayan, ve hiçbir gelişmişlik emaresi göstermeyen bir sürü yer var. Böyle yerlerin olması ve buralarda yaşayanların, tam manasıyla “vahşi” bir yaşam sürmesi, medeni dünya için bir gelişmemişlik parametresi sayılabilir mi? Hala bu vahşilerin var olması, günümüz dünyasını “İlk Çağ” ya da “Taş Devri” olarak adlandırmaya sebep midir? Elbette hayır. 

Videosu da var üstelik: