Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

5 Mayıs 2022 Perşembe

Büyük İleri Atılım - Dört Haşere kampanyası - Köyde Kolay Çelik Üretimi - Büyük Çin Kıtlığı

 

     Komünist Çin’in kuruluşunda Yahudilerin büyük katkısını ele aldığımız yazıda, Mao Zedong’un, 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti adındaki ülkenin baş yöneticisi olarak, ipleri eline aldığını yazmıştık. Sonra araya, tüm dünyada etkili olan ve en basit bir insanın bile, yaşama-hayatını idame ettirme alışkanlıklarını değiştiren COVID-19 salgını hepimizi esir etti. Çin menşeili bu salgınla birlikte, Asya Kıtasının en göze batan ülkesinin yakın tarihine daha yakından bakma ihtiyacı hasıl olunca, koca koca hanlar hanedanlar döneminden, komünizme geçişte, ne akla hafsalaya sığmayan şeyler yaşandığı meydana çıkıyor. Bu yazıda da, insanlık tarihinin en geniş çaplı ve acımasız katliamlarından birini inceleyeceğiz; 1959-1962 “Büyük İleri Atılım” görünümlü Büyük Kıtlık.

     Çin ve Komünizm ile alakalı bütün yaldızlı sıfatların sahibi ve 1949-1976 arasında, Çin’in tartışmasız lideri olan Mao, bir türlü istediği seviyede gelişemeyen ülkesinde, bir atılım hamlesi başlatmak istiyordu. Yalan-dolan-talan üzerine kurulu her sosyalist düzen gibi, kurulan rejimin bir “yeryüzü cenneti” olduğunu dünyaya duyurma gayreti ve hayranı olduğu Stalin’in benzer yönde çabaları, Mao’nun ağzını sulandırıyordu. Ne de olsa Çin, onun gözünde, gelişmemiş, hanedanlar tarafında istismar edilmiş, halkı pasifize edilmiş, modası geçmiş bir toprak parçasıydı.

    Savaştan yeni çıkan Çin’in durumu ortadaydı ve Mao’un hayallerini süsleyen atılımı yapabilmesi için, haliyle para ve maddi yardım lazım olacaktı. 1950’lerin her hayalperest komünisti gibi, gözünü büyük ortağı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine çevirdi. Paranoyak Stalin, kendisini pek iplemese de, Mao bir şekilde yardım sözü aldı. Fabrikalar, modern tarım ve endüstriye geçişi hızlandıracak ekipman ve makine yardımı yağacaktı... Ama öyle bedavaya değil tabi! Bunların hepsi borçtu ve tam da Stalin’in istediği gibi, "gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını çalar" sözünün mücessem hali şeklinde olacaktı.

Mao hedefi gösteriyor: Büyük Atılım

    50’lerin ilk yıllarında, Goebbels’in tırnaklarını kemirmesine sebep olacak propaganda yöntemleri eşliğinde, topyekün bir kalkınma! başladı. Kolektivizasyon diye bilinen yolla, biricik Komünist Partinin yöneticileri ve biraz okumuş tayfa hariç, neredeyse her Çinlinin, kolektif tarımın parçası olarak, birer ırgata döndüğü dönüşüm yaşanıyordu. Elbette ki, bu dönüşümün ilk ayağı olarak, hala elinde toprak parçası bulunduralanlar, ağır şekilde cezalandırlıp öldürüldü!

    Parti içindeki muarızlarını, çeşitli bahanelerle saf dışı etmeyi başaran Mao, etrafında sadece şakşakçıların kalmasıyla, artık Büyük İleri Atılıma gözünü dikmişti. 1958’e gelindiğinde, herkes yılmadan usanmadan çalışıyor görünüyor ve ülke devasa bir şantiyeye dönüyordu. Ancak parti tabakasının tuzu kuru yöneticileri, öyle yüksek hedefler koyuyordu ki, bunların gerçekleşmesi mümkün değildi. Toplanan mahsül sayılarından, hayata geçirilen yapılara kadar her şey, yukarıdakilerin gözüne girmek ve cezalandırılmamak için olabildiğince şişirildi.

    Ambarlara giren hububatla, kağıtta yazılanlar arasındaki uçurumlar açığa çıkmaya başlayınca, enteresan bir kalkışma yaşandı: “Dört Haşere Kampanyası”! Büyük düşman "Kapitalizm" falan derken, fare, sinek, sivri sinek ve serçeler düşman bellenmişti şimdi de! Hadi diğerleri neyse de, serçeleri hedef alan faaliyetler, tarihin en ahmak ve cahilce işlerinden biriydi şüphesiz. İnternette de görülebileceği üzere, tarlada yetişen mahsülleri yediği iddia edilen zavallı hayvanlar, milyonlarca insanın, onları tarım alanlarına kondurmama, yumurta ve yuvalarını dağıtma çabaları neticesinde, ülkedeki neredeyse tüm serçe popülasyonu yok edildi. En çok serçe itlaf edenlere ödüller vaat eden propagandaları gözünüzde canlandırabilir veya ufak bir online araştırma ile bulabilirsiniz! Dengesi ile yaklaşık iki seneye yakın bir zaman oyanan tabiatın intikamı acı oldu. Kendilerini yiyecek serçelerden kurtulan zararlı böcekler, çekirgeler, tarlaları esir alıp, ne var ne yoksa kemirdi. Engin kuş bilimci! Mao, serçelerin aslında düşman olmadığını anladığında, iş işten çoktan geçmişti.

en çok serçe öldürene ödül var

    Büyük Atılım hülyalarından vaz geçmek gibi bir niyeti olmayan Mao, yine aynı yıllarda, başka bir insanlık ve ahlak düşmanı proje daha devreye soktu; “Halk Komünleri” Bu büyük ölçekli kooperatifler, eşler arasındaki mahremiyeti dahi ortadan kaldıran büyük bir çalışma kampıydı esasında. “Sosyalizmin yıldızını parlatma” peşindeki kadroların köleleri olarak işçiler, gün doğumundan gece yarılarına kadar, bilaücret çalıştırıldı. Bu komünlerde, kendi başına fertlik yapmak, aile olmak, özel hayat gibi şeyler yoktu. Evdeki kap kacağa varana kadar her şeye el konularak, insanlar komünlere mahkum edildi. Kadınlar, kendileri ile “eşit” oldukları söylenen erkekler gibi en ağır işlere koşturuluyordu. Nazilerin “Lebensborn” tarzının komünist bir tezahürü olarak görülebilecek yuvalarda, çocuklar anne sevgisi ve şefkatinden uzak, sosyalizmin kanlı çarkına girecek birer dişli olarak yetiştirildi.

    Filhakika bu hamle de akim kaldı. Üretim bir türlü istenilen seviyeye çıkmıyordu. Mao’nun komün rüyası yarıda kalacak değildi elbette ve yine sosyalist memleketlerde tatbik edilegelen başka bir usül uygulandı. Komünler birbiri ile yarışacak ve en yüksek verim alanlar ödüllendirilecekti. Yalan, iltimas, evrakta sahtecilik… Türlü metotlarla sayılar şişti de şişti ama ambarlar tam dolmak bilmiyordu bir türlü!

    Bitti mi… Bitmedi! Zira Mao, sonradan sızan ve gerçekleri gösteren raporlara ragmen, SSCB’ye olan borcunu ödemek için, tarlalardan ne çıkıyorsa toplatmak istiyordu… Çinli parti kadrolarına yeterince ayırdıktan sonra haliyle! Kayıtlara geçen ve gerçekte elde edilen ürün arasında çok fark olduğu ve vergi adıyla kesilen pay, kayıtlara göre tanzim edildiğinden, çiftçilerin eline neredeyse hiçbir şey geçmiyordu.

    Bütün bu cürümlerin üzerine, gerçek bir sosyalist kalkınmanın olmazsa olmazı; çeliği koyun! Elbette Mao’nun Çin’i, çelik üretiminde de rekor üstüne rekor kırmalıydı! Dolayısıyla, Büyük Sıçrayış’ın endüstriyel ayağı da devreye girdi. Ne var ki, çelik üretimi yapan fabrikalar beklenenin çok altında üretiyordu. Çin Komünist Partisinin başındaki semizlemiş Mao’nun parlak bir fikri daha vardı… Neden serçe kovalamış, tarlada ırgatlık yapmış, açlıktan kök kemirerek komünde “yaşayan” 35 kiloluk Çinli köylüler, çelik üretmesindi ki? Olacak şey değildi doğrusu! Hemen komünlerde maden eritme fırınları kuruldu ve köylülerin ellerinde hala kalabilmiş, metale benzeyen ne varsa bu fırınlara atıldı. Tüm bunlar karışınca, erimiş metallerden gıcır gıcır çelik çıkması umuluyordu fakat hay aksi… Fırınlardan sızan “şey”, çelikten başka her şeye benziyordu.

köy tandırda taze çelik... tabi yersen

    Haliyle, tüm bu büyük sıçrama tahayyülatının ortasında, Çin’deki durum şöyleydi: Gittikçe zenginleşip, her tür dolandırıcılık ve insanlık suçunda uzmanlaşmış, şişmanlamış, ahlaksızlaşmış Komünist Parti kadrosu... Zararlı haşeratın kıskacında buğday ve pirinç tarlaları... Yarısı elindeki süpürgeyle serçe kovalayan, yarısı “metalürji”de ihtisas yapma gayretinde, kendine ait hiçbir şeyi kalmayan köylüler… Tam da şu güzelim atılımı yapacakken, kıtlık çıkması, olacak şey değildi doğrusu!

    Çin, esasında kıtlığa yabancı bir ülke değil. Tarihine bakıldığında, ciddi olarak görülebilecek birçok açlık ve yokluk dönemi dikkat çekiyor. Misal olarak, 2. Dünya Savaşı esnasında, Japonların Çin'i işgal etme planları devam ederken, Henan eyaletinde yaşanan kıtlıkta, üç milyona yakın insanın telef olduğu biliiniyor. Lakin 1959-1961 yılları arasındaki kıtlık, kuraklık ve diğer faktörlerin çok ötesinde, bile isteye, kasten, “insan” denilen mahlukların elinden çıkmıştı. Geçmişin demir perde hüviyeti ile yüzleşmek isteyen çevrelerin gün yüzüne çıkardığı vesikalar, Komünist Parti idaresinin, her nekadar halktan kopuk da olsa, arazideki vaziyeti bir şekilde gördüğü fakat "birkaç milyon insan telefinin pek de mühimsenmemesi gerektiği" kanaatinde olduğunu gösteriyor! Devlete ait silolar hububat ile dolu olduğu halde, bunların önlerinde, açlıktan ölmek üzere olan ve bir parça yiyecek için yalvaran işçilere hiçbir şey verilmemesi de, bu gaddar politikanın bir parçası olsa gerek.

açlıktan kıvranan zavallılar


    Çaresiz insanlar, karada yürüyen havada uçan ne varsa kökünü kazıdı, sonra ağaç kökleri, kabukları, süpürge ve çamur yedi. Bunlar yetmeyince, mezarlardaki nispeten taze cesetler ve nihayetinde komşularının bebekleri ve çocukları dahi, bu büyük açlığın kurbanı oldu. Kendi çocuklarını yiyip, sonra da intihar edenler dahi vardı. Son yıllardaki araştırmalar, bazı bölgelerde, nüfusun onda birinden fazlasının, bu kıtlık sebebiyle, acı içinde kıvranarak can verdiğini gözler önüne seriyor. Tüm sayılar alt alta toplandığında, 50 milyon civarında Çinlinin,  açlık nedeniyle bu dönemde öldüğü korkunç gerçeği ortaya çıkıyor. Ülkenin toplam nüfusu ise o zamanlar için, 650 milyon denilmektedir.


9 Mayıs 2021 Pazar

Dünyayı Değiştiren Kitap: Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye

 

     Başlık fazla iddialı görülebilir belki ama, kastımız günümüz dünyası. Haliyle "dünya" derken, dünyayı mesken belleyip, "ölümden sonra bir şey yok, ne yaparsan bu dünyada" kafasındakiler için değil, dünyayı "geçilecek bir köprü" ve "ahiretin tarlası" olarak görenlerin bir kısmı için, kelimenin tam manasıyla dünyayı değiştiren bir kitap!



    Tabi söylenecek ilk şey şu: Seadet-i Ebediyye kitabı, piyasada bulunabilecek en farklı en kendine has kitaptır... Bunu, esere düşmanlık edenler de, en az sahip çıkanlar kadar teslim ediyor. Bir diğer husus; bu kitaba ucundan kıyısından bulaşanlar, ona karşı kayıtsız kalamaz... Ya sever ya da nefret eder! Nefret edenler ekseriyet olduğu için, Hanefi fıkıh kitapları sayılırken, haliyle hiç esamesi okunmaz!

     Peki, Hanefi Mezhebine göre hazırlanmış olan ve hazırlayan zatın, yani Hüseyin Hilmi Işık'ın, kendi görüş ve fikirlerine değil, tamamen mehazlardan alınan bilgilere ve nakle dayanarak derlenen bu kitabı diğerlerinden faklı kılan hususlar nelerdir bir bakalım:

    * En başta zikredilmesi gerekenlerden birisi de, bu kitap, bu zor ahır zamanda yaşamak durumunda kalan bir Müslüman için, zaruri gerekli olan malumatı, lafı dolandırmadan, laf salatası yapmadan doğrudan ve ehemmiyet sırasına göre verir. Farzları yapmakta bile sıkıntı yaşayan gençleri, nafile yapmak için sıkıştıran çevrelerin aksine, evvela haramlardan sakınmaya ve farzları yapmaya teşvik eder. Ahiret gününde hüsrana uğramamanın kilit noktasının bun noktada olduğunu belirtir.  Şu haliyle, adeta "nihayetin bidayete yerleştirildiği" bir hazinedir. 

    * Bir kere, Tam İlmihal'in dili, kelime seçimleri ve dağarcığı, piyasadaki din kitaplarının hepsinden fersah fersah ileride, zengin ve dini literatüre tam uygundur. 1250 sayfalık ilmihalde, son 100 senedir dilimize sokulmaya çalışılan, "amaç, sonuç, uyarı, kanıt, soru" ve buna benzer sonradan uydurulmuş kelimeler yer almazken, kadim zengin lisana işaret eden muadilleri kullanılmıştır. Şu haliyle, sadece bir din kitabı olmayıp, Türklerin asil geçmişlerinin lisanı ile yeni nesiller arasında bir köprü vazifesi görmektedir.

    * Yukarıdaki maddeye ek olarak şunu eklemek lazım, kitaptaki kelimeler, günümüzdeki veya zamanla değişen halleriyle değil, Osmanlıca, Arapça, Farsça asıllarına tam uygun olarak yazılmıştır (kitabı ilk olarak eline alan bir kimsenin evvela dikkatini çeken şey de budur). Bunun yanında, kesme işareti "ayn" harfini veya "hemze"yi belirtmek için kullanılırken, Arapça'daki iki-üç çeşit "t, s, h ve d"lerin doğru olarak söylenebilmesi için, sesli harfler ona göre dizilir. Mesela "Allahü teala" diye yazar çünki "Allahu" şeklinde yazılsa, bunun Arabi yazılışını bilmeyen birisi, buradaki h'yi hırıltılı veya boğazdan gelen h olarak, yanlış şekilde okuyabilir. Arapça ve Osmanlıca asıllarına en yakın olacak şekilde yazılan kelimeler çok olmakla birlikte, en sık kullanılanları yazalım: "temam, fekat, nemaz, zeman, se'adet, mü'min, ebediyye, halal (zaten bunu helal şeklinde okuyunca kelime değişiyor) mes'ud, ni'met, müsliman, Hüseyn, kitab, tesavvuf, san'at, ahıret, Şi'i, cum'a, Ramezan, nefs, akl, zikr, keşf, mu'cize, İslamiyyet, Ka'be, kabr, hüceyre, iştiha, mutbah, zehr, şi'r, küfr..."

    * Seadet-i Ebediyye kitabında tek bir boş sayfa şöyle dursun, yarım ya da çeyrek halde boş kalan, yazı yazılmadık herhangi bir sayfa yoktur (cildi sayfalara tutturmak için olan ilk ve son kalın sayfaları saymazsak, ki onların bile iç tarafları yazı doludur).

    * Kitabın alamet-i farikalarından birisi, ki adamakıllı ve önyargısız okuyan kişiyi derinden etkilemesi gereken bir nokta, tarihlerin yazılışında Hicri kameri takvimin esas alınması, parantez içinde ve ikinci olarak Miladi takvimin eklenmesi. Burada verilen mesaj gayet açık ve yerindedir: Bir Müslüman için öncelik Hicri takvimdedir (diğerinin yanlış olduğu zaten vesikalarla ispat edilmekte muhtevasında). Bu incelik, piyasadaki hiçbir Latin harfleriyle basılı kitapta yer almaz. Peşinen mağlubiyeti kabul eden tüm kitapların aksine, hicri sene ve aylar her zaman öndedir.

    * Piyasada en çok baskısı yapılan kitaplardan birisi ve muhtemelen büyük hacimli kitaplar içerisinde en çok basılanıdır. Elan 200. baskıya yaklaşmıştır. 

    * Kitabın hazırlanmasında, mehaz olarak alınan eserlerin olduğu kısmı karıştıran bir kitap kurdunun, dehşet ve hayrete düşmemesi imkansızdır zira üç-beş bilemedin on tane kaynaktan tercüme yapılan kitaplara inat, Seadet-i Ebediyye kitabında alıntı yapılan kitapların sayısı binden (sayı ile 1000) fazladır (bu sayıya cevap verilen kitaplar da dahil). Bazen, maksadı anlatan bir ifade için, bir kitabın sadece bir cümlesi alınmıştır. Bu faaliyetlerin günlerce kütüphane karıştırmaktan ibaret olduğunu bilenler için, kocaman bir kitaptan sadece bir cümle almak gayretiyle çaba sarf etmek ve hele de binlerle kitabı karıştırıp, gerekli bilgileri derleyip, bu muazzam malumatı başı sonu ve muhtevası gayet açık olan bir eser haline getirmek, insanüstü bir çabanın neticesidir.

    * Bu kitapta, saygı ifade eden kalıplardan kaçınma yoktur. Bilakis ısrarla söylenir ve okuyucuların da bundan kaçınmaması istenir. Kendilerini ve üstatlarını övmek için sayfalar dolusu yazı yazanların, Allah'ın ve Peygamber Efendimizin isimlerini yazınca, C.C. ve S.A.V. gibi kısaltmalar kullanmalarının çirkinliği bilhassa vurgulanır.

    * Tam İlmihal'in belki de en mühim özelliği, daha ilk sayfasının ilk satırından itibaren, okuyanı bir istikamete sokma gayretidir. O istikamet de, "Ehl-i sünnet vel cemaat" olarak bilinen İslamiyet'in özüdür. Bu minvalde, mezhebsizlik ve ibadetteki dört mezhebin dışına çıkma teşebbüsleri, sahih kaynaklardan yapılan bitmez tükenmez alıntılarla zemmedilir.

    * İlmihalin en çok eleştirilen kısımlarından belki de en göze batanı, Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Humeyni, Muhammed bin Abdülvehhab, Ebul Ala Mevdudi, Muhammed Hamidullah, Ahmet Didat, Hamdi Akseki, Ömer Rıza Doğrul, Mehmet Akif, Musa Carullah Bigiyef, Nasiruddin Albani, Şevkani, Abdülaziz bin Baz... Gibi "şehit", "büyük alim",  "müctehid", "asrın müceddidi" sıfatları ile övülen kimselerin ipliğini pazara çıkarması ve bunların İslamiyet'e verdiği zararları tek tek, şüpheye yer bırakmaksızın açıklaması. Burada verilmek istenen özet bilgi şudur: Bir bidat sahibi alim, herhangi bir misyoner ya da açık din düşmanından kat kat fazla zarar verir Müslümanlara çünki payesi, yaldızlı sözleri, cüppesi ve sakalı ile onları aldatması çok rahat olur. Haliyle, kitabın özetlerinden birisi şu çizgide belirir: Kimi seveceğiz, kimi sevmeyeceğiz!

    *Seadet-i Ebediyye, modern çağın hastalıklarından birisi olan Vahhabilik ve biraz daha “light” haliyle Selefilik belasını, kelimenin tam manasıyla yere seriyor. Petrol ve nafile hac, umre paraları ile milyarlar harcanarak desteklenen Selefilik propagandası, İslam alimlerinin sayısız kitabından yapılan mükemmel nokta atışları ile, hiçbir açık yer kalmayacak şekilde çürütülüyor.

     * Modern zamanlarda, Müslümanların en temel meselelerinden birisi, dine mesafeli hatta din düşmanı devletlerin çatısı altında İslamiyet'i yaşamaya çalışmak. Bu da, cihad, emr-i bil maruf, nehy-i anil münker gibi, dinimizde sıkça teşvik edilen ancak doğru yapılmadığı zaman, dine çok zarar verebilen tatbikatların hayata geçirilmesinde kafa karışıklığına ve fitneye sebebiyet vermesi. İşte burada, Seadet-i Ebediyye'nin farkı ortaya çıkıyor. Bilhassa 20. yüzyıl ile birlikte, din cahili kimselerin, çeşitli ülkelerde, bu kelimeleri istismar ederek, siyasete bulaşması, yaldızlı sözlerle gençleri isyana teşvik etmesi, binlerle gencin telef olmasına, daha fazlasının hapishanelerde çürümesine yol açtı. Oysa burada yapılması gereken şey gayet basit iken, bu yolu tutan çok ama çok az. O yüzden ilmihalin birçok yerinde, Müslümanın siyasete bulaşmaktan korunması gerektiği, silah ile cihadı ancak hükumetlerin yapabileceği, bunun dışındaki kalkışmaların anarşi ve çapulculuk olacağı, tekrar tekrar bildiriliyor. Sünni bir Müslümanın duruşu gayet açıktır: Kanuna uyar suç işlemez, dinine uyar günah işlemez!

    * Aslında dikkatlice okunduğunda, İslam'ın beş şartından hepsiyle bir şekilde oynandığı ve üzerinde değişiklikler yapıldığı su yüzüne çıkar. Mesela diş dolgusu ile kaplamanın gusül abdestine mani olup olmaması konusu, uzun zamandır tartışılıyor... Ama bildiğin hiç yere! Çünki Hanefi kitaplarının hepsi gayet açıktır ve ağzın içine gusle mani olan bir tabakanın girmesi guslün sıhhatini doğrudan etkiler. Ancak bu açık hükme rağmen, birilileri ısrarla dolgu ve kaplamanın gusle mani olmadığını, hiçbir haklı vesikaya dayanmadan diretmeye devam eder. Oysa bu mevzu Tam İlmihal'de, yedi sayfada inceden inceye işlenmiş ve hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde vesikaları ile izah edilmiştir. Çözüm de gayet basittir; Gusül, abdest ve namazda, Hanefi Mezhebine en yakın mezheb olan Maliki'yi taklit etmek.

    * Ezanda ve cemaatle kılınan namazlarda, mikrofon ve hoparlör sistemi kullanımının, çirkin bir bid'at olması dışında, namazın sıhhatini doğrudan bozduğu, hiç şüpheye mahal bırakmayacak biçimde izah edilir. 

    * Namazın sıhhati ile alakalı bir diğer mühim başlık da namaz vakitleri. Aslında bu kısım, Seadet-i Ebediyye'deki inanılmaz bölümlerinden birisidir zira tam tamına 26 sayfa boyunca, namaz vakitleri o kadar ince ele alınmıştır ki, hayran olmamak elde değil. Bunun dışında, sıradan bir kişinin yapabileceği hesaplamalar, temkin ve ihtiyat gibi unutulmaya yüz tutan bilgiler ile çok temel coğrafya ve astronomi malumatı yer alır. Bilhassa 1983 senesi ve sonrasındaki Diyanet temelli takvimlerde, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının vakitlerinin öne çekildiği, imsak vakti ile ise, orucu tehlikeye atacak kadar oynandığı çok basit olarak gösterilir.

    * İlmihalde dikkat çeken unutulmuş bir sünnet daha var; rükuda topuk kemiklerini birleştirmek. Bu da yine neredeyse hiçbir Latin harfleriyle yazılmış kitapta geçmez. 

    * Günümüz Müslümanının en büyük sıkıntılarından birisi olan, kaza namazlarının nasıl bir an önce bitirileceği mevzuu ise, kılı kırk yararcasına derlenen ve birazcık fıkıh ve usul-i fıkıh bilenleri ağzı açık bırakacak tam 16 sayfalık bir şaheser ile açıklanır. Peki açıklanan nedir: Vaktin farzı dışında, farzın yanında kılınan sünnetlere, "farz kazası" olarak niyet edilmesinin, zamanla yarışan kişiler için en uygun çözüm olması. Konunun özeti ise aslında gayet basit ve anlaşılır; vaktin farzı dışında kılınan sünnetler, farz kazası niyeti ile kılınınca, kazaların tamamlanmasında çok hızlı yol aldırırken, ayrıca vaktin farzından başka olarak kılınan namazlar oldukları için de, aslında vaktin sünnetleri olarak dahi geçerli olur çünki burada asıl olan, farzdan başka bir namaz daha kılmaktır.

    * Teşehhüdde otururken parmak kaldırmanın yanlış olacağını anlatan kısım ise, tam bir fıkıh dersidir. Zira, onlarca kitaptan yapılan alıntıların neticesinde, "eşhedü en la..." derken parmak kaldırmamanın, haberlere daha uygun olduğu, gayet ince olarak açıklanır.

    * İslam'ın şartlarından bozulmuş olan iki mevzu da zekat bahsinde var. İlki, zekat nisabının Hanefi Mezhebinde, yaygın bilinen duruma göre 80 gram değil, 96 gram olduğudur. Hatta bu kısımda, kitabın müelleifi, yani Hüseyin Hilmi Işık, bizzat kendisinin, Hanefi'ye uygun olarak, miskal ve kırat- şeri ile, kuru arpalar kullanarak yaptığı hassas tecrübesini aktarıyor ve böylece altın nisabının, 20 miskal ve 96 gram olduğunu bildiriyor.

    * Zekatla alakalı bir diğer konu ise çok çok mühim ama bir o kadar göz ardı edilmiş veya ettirilmiş. O da; kağıt paraların zekatının nasıl verilmesi gerektiği. Bu konu da, başlına başına muazzam bir çalışmadır ve neredeyse hiçbirimizin aklına gelmeyecek bir şeyi mükemmel bir şekilde izah eder: Zekat, ayn olan yani elde bulunan veya değeri kendiliğinden olan (altın ve gümüş gibi) maldan verilir, deyn olan maldan yani borç olarak sınıflandırılan veya değeri kendiliğinden olmayıp, hükumet ve devletlerin belirlediği itibari kıymete sahip mallardan (kağıt para gibi) verilemez. Zamanımızda her yerde geçer akçe olan kağıt paraların aslında altının karşılığı olarak verilen senetler olduğu ve kendi kendilerine herhangi bir kıymet taşımadıkları, hükumetlerin istedikleri zaman bu kağıt paraların değerlerini değiştirdikleri, gayet açık bir şekilde izah ediliyor. Dolayısıyla, din gayreti olan bir Müslümanın, zekatını verirken, kağıt paralarını hesaplayıp bunları altın cinsinden vermesi, en doğru ve şüphesiz yoldur. 

    * İslam'ın üçüncü şartı olan orucun sıhhati mebzu bahis olunca, Seadet-i Ebediyye'nin en çok üstünde durduğu yer, yukarıda da değindiğimiz gibi; yanlış takvimler. İmsak vakti, 1983'e kadar, İslam alimlerinin bildirdiği şekilde -19 derecede kabul edilirken, bir anda alınan kararla, imsaklardaki temkin ve ihtiyat zamanları kaldırılırken, imsak da -18 dereceye çekildi. Bu ise, imsaktan 15-20 dakika sonraya kadar yiyip içmeye devam edenler için büyük bir tehlike. 

    * Ramazan orucu başlığında, günümüzde neredeyse unutulmuş lakin bir o kadar önemli bir başlık daha var ki, o da Ramazan ve Hac günlerinin anlaşılmasında, takvimlerin değil, yeni hilalin görülmesinin muteber ve ölçü olması. Yani, takvimlere uyarak Ramazan orucuna başlayan birinin, Ramazan ayı çıktıktan sonra, şüpheli olan giriş ve çıkış günleri için iki gün kaza orucu tutmasının en ihtiyatlı yol olduğu, bu bahiste ayrıntılı olarak izah ediliyor. Her şeyi takvime göre yapma kolaylığı varken, bu kitabın sünneti yaşatmak için gösterdiği çaba, uzun uzun düşünmeği gerektirse gerektir!

    * Bir evvelki madde ile doğrudan bağlantılı olarak, İslam'ın beşinci şartı olan Haccın da, yine takvimlere uyarak nasıl basitçe "turistik seyahat"e dönüştüğü, Suudi idarecilerin her sene, hilali gördük bahanesi ile, Zilhicce ayının başlangıcını hatalı olarak söylemeleri ile görülüyor. Milyonlarca hacı adayı, Zilhicce ayının 9. günü, yani Arefe günü Arafat'ta vakfeye durma farzını, Suudi Vehhabi hükumetinin yönlendirmesi ile, ya bir gün öne ya da bir gün sonra çekiyor ki, vakfenin farz olduğu düşünülürse, koskocaman ve ömürde çoğu zaman sadece bir kere nasip olan bir farz ıskalanıyor.

    *Hacla ilgili bir diğer önemli nokta, nafile hac ve umre yapmanın, birçok farzın gecikmesine ve hatta terkine neden olması hasebiyle, yapılmamasının daha iyi olduğudur. Nafile yapacağım derken, farzları tehlikeye atan bir şeyin ibadet değil, bilakis günah olduğunun üstünde durulur. Bu ve genel anlamda, nafile ibadetler peşinde koşarken, geciken ve hatta önemsenmeyen farzların ehemmiyetini tekrar tekrar anlatan başka kitap bulmak çok zordur.

    * Bir yukarıdaki madde ile doğrudan bağlantılı olarak, bilhassa günümüzde bazı tarikatçılarının düştüğü hatalardan biri de, gayet açık bir şekilde izah edilir. Peygamber Efendimizin ibadet olarak değil de, adet olarak yaptıklarına sünnet-i zevaid denir. Giyiniş şekli de bu sünnete dahildir. Hala bu şekilde giyinmenin cari olduğu bir ülkede, bu sünnetleri yapmak lazımdır fakat İslam düşmanlığının ayyuka çıktığı, gençlerin dinden soğuyarak büyüdüğü ve bu soğumanın da giderek arttığı böyle bir çağda ve ülkede, bu sünnetleri uygulamaya çalışmak, fitne çıkmasına ve Müslümanların zorda kalmasına yol açar. Oysa Müslüman, ne alıp ne verdiğini bilen akıllı birisidir. Hesabı dahi sorulmayacak bir sünnet icra edeyim derken, İslam düşmanlığını körüklemek, kendi ve etrafındakileri zora sokmak, en önemlisi de, gençleri dinden soğutmak hiç de akıllıca bir hareket sayılmaz zira. 

    * Kendi kafasına göre fetva verme hastalığına düşmüş olanlar ve tütün karşıtı propagandanın çok fazla tesirinde kalanlar için, Seadet-i Ebediyye'nin "Tütün günah mıdır" bahsi nefret uyandırabilir ve uyandırıyor da. Ne var ki, her konuda olduğu gibi, İslam alimlerinin birçok kitabından yapılan tercümelerin işaret ettiği bir gerçek, kitapta, on sayfa boyunca ve yine inanılmaz derece ince çizgilerle izaha kavuşur; tütün ve tütün mamülleri, sıhhati tehlikeye atmayacak seviyede kullanıldığında mübahtır ve buna "haram" diyenler, dini açıdan kendilerini müşkül duruma sokarlar. Hatta, tütün aslı üzere mekruh ve haram olmadığı gibi, buna bağlı olarak kendisine verilen para da israf olmaz.

     * Alkollü içkiler bahsinde, insanlığın başına bela olan, her sene milyonlarca insanı doğrudan veya dolaylı olarak öldüren alkol türleri ve nasıl elde edildikleri çok ince şekilde, madde madde bildirilirken, içilmesi mübah olan içeceklerin hangi hallerde alkole döndüğü ve Hanefi mezhebinin bu mevzudaki fetvaları ince şekilde naklediliyor.

     * Birçok dini kitabın, zamane insanının gazabına uğramamak, etliye sütlüye fazla dokunup müşteri kaybetmemek için uzak durmaya çalıştığı bir mevzu olan müzik de, aynı şekilde didik didik edilerek, çalgı ve müziğin haramlığı, olduğu gibi kayda düşülüyor. Dahası, sima (veya sema) ve gına gibi terimler gayet açık olarak izah ediliyor.

    * Yine Latince hiçbir eserde yer almayan bir başlık; felsefeci Eflatun (Platon) ve Hz. İsa'nın aynı dönemde yaşamış olmaları. Wikipedia ve Google'dan ve temel olarak Hristiyan batının bakış açısını yansıtan bilgilerle beslenenler için adamakıllı bir sürpriz ama hem iki resul arasında geçen zamanın aşağı yukarı bin (1000) sene olması durumu hem de İslam Alimlerinin kitaplarında bildirilen gerçekler, farklı bir duruma işaret ediyor. Bu bilginin alt yapısı ise, Hz. İsa'nın yaşadığı dönemde, kendisine iman edenlerin az olması ve tarihinin bulanık olması, Eflatun'un ise, meşhur ve çok talebesi olmakla, yaşadığı devrin tam olarak bilinmesidir. Dolayısıyla Miladi Takvim, 300 seneden fazla olarak yanlıştır.

    * Tam İlmihal'in selamlaşmak bölümünde, hiç kimsenin, hiçbir yerde yazmadığı, unutulmuş bir şey var ki, o da sünnete uygun olan musafahanın nasıl yapılacağı. Parmakları tutarak avuçlara koymak şeklindeki uygulamanın yanlış olduğu, doğru olanın ise; avuç içlerini birbirine yapıştırırken, iki başparmağın yanlarını değdirmek biçiminde olduğu yazıyor. 

    * En dikkat çekici ve üzerinde ihtimamla durulan başka bir mevzu ise, Hz. İbrahim'in babasının putperest olan Azer değil, Taruh adındaki mümin zatın olduğudur. Azer amcası ve sonradan üvey babası olmuştu. Peki bu konu üzerinden neden bu kadar ince durulur? Çünki işin ucu, soyunun temizliği ve neslindeki herbir ferdin mümin olmaklığı ile övünen Peygamber Efendimizin ecdadına, şirk pisliği bulaştırmaya kadar varır. Esasında pek öyle abartılacak bir şey değilmiş gibi dursa da, netice ve vebalinin nerelere varacağını bilen hakiki İslam alimleri için, açıklanması elzem olan konular arasındadır. 

    * Vefat eden kimsenin malının kimlere verileceği ve nasıl dağıtılacağını öğreten "Feraiz" ilmi, ilmihalde mufassal olarak yer alır. Kur'an-ı kerimde en açık ve en geniş olarak bildirilen bu bilgileri günümüzde bilen neredeyse kalmamış iken, feraiz hesaplamaları, Tam İlmihal'de on sayfa olarak ve örnekler üzerinden giderek izah edilir. 

     * Kabir taşlarının üzerine yazılanlar konusunda ise, asırlardır, neredeyse tüm kabir taşlarını süsleyen bid'atler ile alakalı bilgi mühimdir. kabir taşlarına sadece isim ve hicri ölüm senesi yazılabileceği nakledilir. nitekim, hocalarının mezarlarını türlü bid'at yazılarla dolduranlara mukabil, hem kitabın müellifi hem de sevdiği damadının`:enver ören` kabirlerinde, ilk isimleri ve hicri vefat seneleri haricinde hiçbir şey yazmaz.

    * Fıkhın dört bölüğünden biri olan "Ukubat", neredeyse feraiz hesaplamaları gibi unutulan ve haliye Seadet-i Ebediyye tarafında hatırlatılan geniş bir sahadır. Had, tazir ve kısas şeklinde, üç başlık olarak bilinen ukubat biglileri, İslamiyet'in suçlara karşılık olarak verdiği cezalardır. Bu hassas malumat, yirmi sayfanın üzerinde ve ince olarak işlenir.

    * Seadet-i Ebediyye isimli kitabı sıra dışı yapan çok başlık var ancak bir tanesi gerçekten sıradışı. O da, bir din kitabında görmeye alışık olmadığımız kadar fen bilgilerine ve fen alanındaki keşiflere sayfalarca yer ayırması. Bir din kitabı düşünün ki, muhtevasında bir atom bombasının nasıl yapıldığı, nasıl çalıştığı, atom gücünün müspet menfi taraflarının ne olduğu, etraflıca işlenmiş. İlmihali hazırlayan zatın, Türkiye'nin ilk kimya yüksek mühendisi ve tescilli bir fen adamı olduğu malumatından hareketle, uranyum, radar, radyo aktivite, röntgen, periyodik sistem, atomun yapısı, nükleer enerji ve nasıl kullanılacağı başlıkları ayrı ayrı ve basit bir insanın anlayacağı şekilde anlatılır.

    * Yine aynı bağlamda, "Müslümanlar niçin geri kaldı" ayrı bir başlık olarak işlenir ve İslam dünyasının fen alanındaki her türlü ilerlemenin de beşiği ve başlatıcısı olduğunun altı çizilir, örnekler verilir. Buradaki parola gayet basittir: Hristiyanlar dinden uzaklaştıkça ilerliyor, Müslümanlar dinden uzaklaştıkça geriliyor.

    * İslam kadınının tam olarak nasıl örtünmesi gerektiğinin, hiçbir boşluk bırakılmadan, detaylı olarak yazılması, muasırı olan kitaplardan bir farkı daha. Tessettürün ayaklar altına alındığı ve neredeyse hiçbir ağırlığının kalmadığı günümüz gençlerinin uygulamalarının ne kadar tehlikeli ve yozlaştırıcı olduğu, ayrıca kadınların cemiyetteki yerlerini bilmeden, erkeklere yarışmasının nasıl ölümcül neticelere yol açacağı da, üstüne basa basa belirtilmiş. Burada şunu da söylemek lazım, ilmihalin tamamı göz önüne alındığında, en sık tekrar eden ve en çok tembih edilen kısımlarından birisi, kadınların örtünmesi bahsidir.

     * Tıpkı tesettür konusunun çok sık tekrar etmesi gibi, hükumet ve yöneticilerin, düşmanlardaki silahları ve hatta daha üstünlerini yapmalarını teşvik eden madde de tekrar edilir. Çünki zayıf bir devlet, her zaman için ezilecek ve dolayısıyla Müslümanlar zor durumda kalacaktır. 

    * Modern tıbbın babalarının Müslümanlar olduğu ve Müslümanların beden ve ruh sağlığına titizlikle dikkat etmesi gerektiği hususu, ilmihaldeki, "hasta yemekleri ve bazı hastalıkların tedavisi" başlığı altında incelenir. Birçoğumuzun doktor doktor dolaşıp çare bulamadığı hastalıkların ilacı bildirilir. Hem de, öyle yeni bulunmuş, kimyasal bulaşık ilaçlar değil, yüzlerce hatta bin senelik birikimin eseri, tedavisi çok kerele tecrübe edilmiş devalar. 

    * İslam kadınının tam olarak nasıl örtünmesi gerektiğinin, hiçbir boşluk bırakılmadan, detaylı olarak yazılması, muasırı olan kitaplardan bir farkı daha. Tessettürün ayaklar altına alındığı ve neredeyse hiçbir ağırlığının kalmadığı günümüz gençlerinin uygulamalarının ne kadar tehlikeli ve yozlaştırıcı olduğu, ayrıca kadınların cemiyetteki yerlerini bilmeden, erkeklere yarışmasının nasıl ölümcül neticelere yol açacağı da, üstüne basa basa belirtilmiş. Burada şunu da söylemek lazım, ilmihalin tamamı göz önüne alındığında, en sık tekrar eden ve en çok tembih edilen kısımlarından birisi, kadınların örtünmesi bahsidir. 

    * Alışveriş bilgileri, muadili sayılabilecek hiçbir kitapta olmadığı kadar hatta kıyas dahi kabul etmeyecek şekilde geniş ve hacimlidir. Oysa günlük hayatımızın birçok faaliyetinde bu ahkam caridir ve insan bilmeden burada, haram olan şeylere rahatlıkla düşebilir. İşte, Müslümanların bu müşkülünü çözmek adına, ilmihalin neredeyse yüz sayfası, bu ince alışveriş bilgilerine ayrılmıştır. Banka, şirket kurma, senet tahsil etme, kiraya verme, vekil tayin etme hatta çok basit gibi görülen bakkal-pazar alışverişleri dahi mercek altına alınır ve insanı harama götürecek söz ve akitler açıklanır. 

    * Buraya kadar birçok madde sayıldı ancak Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabını, İslamiyetin iyice garip olmaya başladığı son 100-150 senelik dilimde yazılan diğer tüm din kitaplarından farklı kılan en önemli özelliklerinden birisini en sona bıraktık. O da şu; fıkıh ve tasavvufu bir araya getirmek... hem de hiçbir şekilde tarikatçılık yapmadan! Bu da hiç şüphesiz, ikinci bin yılın müceddidi olmakla, kendi ve kendinden sonraki asırları aydınlatan, bid'atlere savaş açan, aynı şekilde fıkıh ve tasavvufu birleştirmekle "Sıla" ismini almış olan Ahmed Faruki Serhendi veya bilinen adıyla İmam-ı Rabbani'nin mektuplarının ilmihalde sık sık, hatta neredeyse her ana maddenin ayrılmaz bir bütünü olarak yer alması bereketiyledir. Filhakika tasavvufun esas tanımlarından birisinin, bedenle yapılan ibadetlerin, öyle kuru kuruya değil, zevkle ve seve seve eda edilmesini teşvik etmesi olarak düşünecek olursak, bu ikilinin bir araya gelmesinin ne kadar mühim ve kaçınılmaz olduğu hemen anlaşılır. Hele de zamanımızın sadece nefsi besleyen, her şeyin mekanikleştiren, kötü alışkanlıkları körükleyen, şehevi duyguları tatmin etmeyi her şeyin üstünde gören alışkanlıklarının, Müslümanları da nasıl esir ettiği dikkate alınırsa, tüm bunlardan sıyrılıp, ihlas ve samimiyetle ibadet yapmanın hazzına varmanın ancak fıkıh ve tasavvufun bir araya gelmesiyle olacağı hemen anlaşılır.

     *İlmihalin son sözü, ahir zamanda işleri çok ama çok zor olacak olan Müslümanlara, gayet mühim nihai bir nasihat hüviyetindedir. Artık velilerin, yol göstericilerin neredeyse hiç olmayacağı hakikatinden hareketle, bunun yerine vefat etmiş olan velilerden birinin eserleri okunarak, o alim ve veliye rabıta yapmanın ehemmiyeti üzerinde durulur. Yani küfür, bid'at ve günah pisliklerinden kurtulmak için, geçmişten bir velinin `üveysi`si olarak, o velinin kalbinden feyz almak ve bu şekilde bir güçle, karanlık kuvvetlere karşı koruma sağlamanın çok tesirli olacağı ve muhakkak fayda hasıl edeceği bildiriliyor.

    Bütün bu sayılanlar, dinini kayıran, gayretli bir Müslümanın dünyasını tamamen değiştirmeye yeter de artar. Zaten, kitabın ilk basılmaya başladığı 1956 yılından bu yanaki tecrübeler, müşahedeler ve dünyanın dört bir yanından gelen bilgiler şunu gösteriyor ki, her kim samimiyet ve ihlasla dinini doğru olarak öğrenmek istese, bu eser bir şekilde eline geçiyor. Yani, Afrika'nın ortasında, hayatında ne elektrik ne telefon ne internet görmüş bir çoban, ellerini açıp gözyaşı ve samimiyetle dua etse, doğruyu öğrenmek arzu etse, bu kitap bir yolunu bulur ve ona ulaşır! 

13 Mart 2021 Cumartesi

İTÜ'lü Üç Mühendisin Siyasetle İmtihanı: Demirel, Erbakan, Özal

    Yahu, bir ülke düşünün... Daha tazecik, kırk beş yaşında var yok... Bir tane de teknik üniversite düşünün, içinden üç tane mühendis, hepsi de aynı dönemde okuyor... Hepsi de, o körpe memleketin siyasetine, otuz-otuz beş sene damga üstüne damga vuruyor... Hani Ferhan Şensoy'un deyimiyle; "tesadüfün iğne deliği" gerçekten!

İnşaat Motor ve Elektrik Mühendisleri
inşaat, motor ve elektrik mühendisleri

Bu mühendisler malum: Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal. Üçü de parlak olan bu talebelerin bir müşterek tarafı daha var; hepsi muhafazakar ve sağ görüşlü. Ve günü geliyor, hepsi teker teker siyasete atılıyor. 

    En erken davranan Demirel oldu. Rahmetli Adnan Menderes'in yadigarı Demokrat Partinin mirasçısı konumundaki Adalet Partisinde yaşanan belirsizlik ve çekişmenin de tesiriyle, daha kırk yaşında iken parti başkanı olurken, bir sene sonra, yani 1965'te başbakan oldu... Hem de koalisyonsuz. Ve böylece başlayan siyasi bir kariyer, "şu kadar kere gittim ama bu kadar kere de geldim" sözüyle özdeşleşti. 

    Necmettin Erbakan ise birkaç sene sonra, 1969'da, Demirel'in başında olduğu Adalet Partisinden aday olmaya kalkıştı ancak Demirel'den veto yedi. Aralarındaki husumet daha baştan belli olmuştu lakin Erbakan pes edecek bir karaktere sahip değildi ve Konya'dan bağımsız aday olarak meclise girdi. 

    En geç Özal girdi siyasete. 1977 senesinde, Erbakan'ın Milli Selamet Partisi adayı olsa da, seçilemedi. Yolu ancak 80 Darbesinden sonra açıldı. Rahmetli geç açılmış olsa da, 80'lere tek başına iktidar olarak damga vurdu.  

    Neyse bunlar zaten bilinen şeyler, sadece özet babında girmiş olalım. Bizi esas ilgilendiren, bu akranların her birinin, millet ve mukaddesata yaklaşım usulleri. 

Süleyman Demirel

    Evvel siyasete atılandan başlayacak olursak: Şimdi, Süleyman Demirel'in herhangi bir döneminden, bir video izlediğinizde, bir mitingini dinlediğinizde veya demecini okuduğunuzda, aklı başında bir insanın dikkatini çekecek ilk şey şu: "Ya bu adam çok konuşuyor, çok şey anlatıyormuş gibi görünüyor ama esasında hiçbir şey söylemiyor". Hakikaten iyice bakıldığı zaman, Demirel'in bir "laf ebesi" olduğu ve lafı gezdirip dolandırıp, doğru dürüst hiçbir şey anlatmadığı hemen anlaşılır. Ama sadece bu kadar da değil. Kendisi, sağdaki muazzam boşluğu görüp, bu karlı boşluğu doldurmak için muhafazakar kesimin hasretini çektiği kelime ve deyimleri, kendi yaptığı laf salatalarına ekleyip, üstüne de renkli hitabetini ekleyince, mitingleri dolup taşmaya başladı. Siyasi hayatı darbelerle çakışıp, "mağdurum" silahı da cephanesine eklenince, politik hayatımızın otuz beş senesinde şöyle ya da böyle rol oynayacak bir aktör peyda oldu. 

    Peki, neden bir laf ebesi bir laf cambazı bu kadar alaka gördü? Aziz Nesin'in aynı isimli romanından uyarlanmış "Zübük" filmin başrolündeki karakterin üç aşağı beş yukarısı (Demirel-Erbakan karışımı demek daha doğru olur) olan bu politikacı neden bu kadar tuttu? 

    Herhalde bu suale, bir ana maddeye bağlı olan birkaç maddeyle cevap vermek gerekecektir. Tabi ki en mühim dinamik ve ana madde; Osmanlı'ya ve Osmanlı hanedanına sırtını çevirmekle, CHP zulmüne ve din düşmanlığına duçar olan, tekrar maneviyata sarılmaya çalışmakla pişmanlığını izhar eden Türk muhafazakarının kurtuluş umudu olması. Demirel'in Cumhuriyet Halk Fırkasına verip veriştirmesi ve daha fazla demokrasi çıkışları, sandıkta karşılığını bir şekilde gördü. Bu ana maddeye bağlı olan diğer cevapları ise şöyle sıralayabiliriz: "Söz, sihir gibi tesir eder" düsturundan hareketle, renkli, bol vaatli ve coşkulu hitabetinin, kendisini hiç boş çevirmemesi. 

    Ispartalı Süleyman'ın çok tutmasının sebeplerinden birisi de, müsait zemini bulunca tekrar yeşermeye, çoğalamaya başlayan cemaatlerle olan ilişkisi. Bu ilişki hiç de yadsınacak gibi değildir, zira çeşitli cemaatlerin kendisi ile teması olması bir yana, kendisi bunları manipüle etmeyi çok iyi becermiştir. Hatta doğruluk payı çok yüksek olan bir anekdot paylaşmak yerinde olacaktır: Bir seçim arifesinde, kendi cemaatlerinden hangi adayın olup olmayacağı hususu tartışılırken, cemaat mensuplarının; "bizden kimse yok listede" demesi üzerine, Demirel'in çekmecesinden, o cemaatin önde gelen kitaplarından birisini çıkarıp göstermesi ve "e ben varım ya" sözleri, durumun geldiği noktayı gayet iyi özetliyor. 

    Dolayısıyla esasa baktığımızda, Süleyman Demirel denilen siyasetçinin Türk milleti nezdindeki kabulü, "kerhen" ve mecburiyetten olmuştur ekseriyetle. CHP karşısında duruyor görünmesi ve kendi sahasında alternatifinin olmaması, senelerce "Demirel aşağı, Demirel yukarı" goygoyu dinlememizin ana nedenidir.

Necmettin Erbakan

    Gelelim, bu akranlardan ikinci olarak siyasetin parıltısına kapılan kişiye: Necmettin Erbakan'ın yetişme ve siyaset yapma tarzı göz önüne alındığında hemen söylenebilecek şey; kendisinin, o karanlık dönemde yetişen bir muhafazakardan beklenildiği üzere, Necip Fazıl gibi, bu topraklarda yetişen fikir adamlarından beslenmek yerine, dış ve bilhassa Mısır ekolünden etkilenmiş olması. Yoğun Osmanlı müdafi sözleri çok ise de, Mısırlı türedi din adamlarının tesiri daha ağır basıyordu konuşmalarında. Bu açıkça bir kavram kargaşasıydı aslında çünki Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani gibi zındıklara hoca ve üstad diyen bu Mısırlılar, Osmanlı'ya bir şekilde düşmandı. Ama Erbakan ve çevresi bunu tasnif edecek donanıma sahip olmak bir tarafa, bu zihniyetin Türkiye'ye yayılmasına ön ayak oldu.

 

Milliyetçi Cephe denilen koalisyonun ortakları

  Erbakan'ın Demirel'in partisine sokulmamasının ardından, bağımsız aday olması ve etrafındakilerle Milli Nizam Partisini tesis etmesi, Hasan el Benna'nın kurduğu "Müslüman Kardeşler" (İhvan-ül Müslimin) örgütünün çileli yıllarına denk geliyordu. Askeri bir darbe ile Mısır'da yönetimi ele geçiren Cemal Abdünnasır idaresi, nasyonel-sosyalist bir zeminde siyaset yürütünce, İhvan zihniyeti ile ters düştü. İhvan-ül Müslimin idaresinin yangına körükle gitmesi ve bilhassa dini bilgisi zayıf fakat heyecanlı yazıları ile kardeşi kardeşe düşman etmeyi başaran Seyyid Kutub'un İslam coğrafyasında akis bulan "Yoldaki İşaretler" adlı kitabının yayınlanması ve Kutb'un Nasır tarafında idamı, Türkiye'de aksiyona geçmek için bekleyen gençler için bir kıvılcım oldu.

    Türkiye Cumhuriyetinin temel iki yöneticisi olan CHP ve asker için, uzun zamandır görmediği kadar sert bir üslupla kurulmuştu Milli Nizam. Osmanlı'nın mirasına sahip çıkma ve Osmanlı'yı canlandırma isteklerinin açıktan dile getirilmesi, İslam alimlerinin kitaplarındaki, "fitne" kelimesinin tam karşılığı idi. Zira fitne, bir kişinin ya da bir zümrenin hareket ve söylemleri yüzünden, tüm müslümanların zarar görmesi demektir. Ne yazık ki, Mısırlı dengesizlerin etkisinde kalan genç Milli Nizamcılar (Milli Selametçiler), onların ayak izinden gitmek suretiyle, kardeşi kardeşe düşman etmeye başladılar. Tıpkı Mısır'daki veya dünyanın çeşitli yerlerinde neşv-ü nema bulmaya başlayan muadil ve muasırları gibi, tepeden, yukarıdan gelme bir inisiyatifle, insanları ve bulundukları toplumları değiştirebileceklerini sandılar. Erbakan maalesef bu hırs ve hayalperestliği ölene kadar muhafaza etti.

 

Elijah Muhammed denilen herifi "peygamber" olarak
tanıyan Muhammed Ali ve Erbakan

  Milli Nizam hareketinin, Anadolu topraklarındaki muhafazakar insanlara verdiği zararları başlıca iki başlıkta toplayabiliriz. İlk, yukarıda saydığımız gibi, aslında hiçbir gerçek İslam aliminin kitabında olmadığı gibi, dini bir söylemle siyasete atılmaları, milli manevi hissiyatı istismar ederek iktidara gelmeye çalışmaları. Ehl-i sünnet itikadının itidal ve fitneden uzak durma düsturu, bu gibi oluşumlara çok "pasif" geliyordu. Esasında kendilerine sorsanız, iktidara gelmek istemelerini tamamen halis niyetlerle millete hizmet edebilmek, insanları refaha kavuşturmak için olduğunu söyleyeceklerdir ama böyle bir metodoloji ne kadar işe yaramış ve yarayacak, bunu akl-ı selim olanlara bırakmak lazım! 

    Necmettin Erbakan'ın başlattığı çığırın ikinci büyük zararı, Nizam Dağıtım ile birlikte dünyada "Siyasal İslam" ile özdeşleşmiş, nevzuhur 20. yüzyıl reformistlerin kitap ve fikirlerinin tercüme edilip, temiz Anadolu evlatlarının önüne sürülmesi oldu. Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Mevdudi, Muhammed İkbal gibi reformcu isimler, yaldızlı sözlerle gençlere tanıtıldı. 

     Yukarıda esas kısmı sayılan zararların tesirini göstermesi uzun sürmedi zira Erbakan, hayalci ve ayağı yere basmayan üslubunu sertleştirdikçe, derin devletin cevapları da bir o kadar sert oldu. Sinoplu makine mühendisi, devleti doğru olarak tanımamakta ısrar ettikçe, daha çok müslüman zarar görüyordu. 

    Milli Görüş geleneğinden gelmekle kalmayıp, aynı hocası gibi sert ve usturupsuz sözleri ile tanınan Recep Tayip Erdoğan'ın, 28 Şubat sonrasında üslubunu yumuşatıp, hırçın ve zedeleyici yaklaşımını törpülemesi, aslında istenen muhafazakar liderin nasıl olması gerektiğini ve halkımızın böyle bir lidere  teveccühünü açıkça gösteriyor. 

                                                       Turgut Özal

        Siyasete en geç atılan isim Özal'dı bu üçlüden. Hatta şansını Milli Selamet'ten denemesine rağmen, o iş olmadı. Ve iyi ki de olmamış çünki bundan sonraki dönem kendisi için hayırlı oldu. 80 Darbesi akabinde oluşan kabineye girdi. Bunu, Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı evresinde, Anavatan Partisini kurması takip etti. Filhakika bu yaşananlara bakıldığında akla şu sual geliyor: MSP'den adaylık koyacak kadar muhafazakar olduğu bilinen birisi, dine mesafesi olan insanlarla nasıl bir araya geldi? İşte burada, eşi Semra Özal devreye giriyor, zira Kenan Evren'in önyargılarını, Turgut Özal'ın eşinin kırdığı biliniyor. 

 

Askerin karşısında eşofmanla
müthiş bir mesaj... tabi anlayana!

  Milletin, Özal'ın tam da aradığı muhafazakar lider olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çünki ne Demirel gibi sözü ve fiili çelişen bir karakteri vardı ne de Erbakan gibi öküzü alnından dürtme sevdasındaydı. Dolayısıyla siyasete geç başlaması, ders alması açısından faydalı oldu. Turgut Özal, ülkenin Kuzey Kore görünümünden kurtuluşunun tek çaresinin dışarıya açılmak olduğunu farkındaydı ve çabalarının bir kısmını o tarafa verdi. Bu çabaları netice verdi ve yabancı sermayenin akmaya başlamasıyla, altmış küsür senelik karanlık duvarlar aşınmaya başladı. Daha çok şeyler yapmak niyetindeydi ancak ne ortam ne de kadrosu, yapabildiklerinden daha fazlasına yapmasına müsait değildi. 

     Hülasa, İTÜ'nün dersliklerini aynı zamanlarda aşındıran üç dönem arkadaşı mühendisin siyaset maceralarını birkaç ifade ile özetlemek gerekirse şayet: Süleyman Demirel'in içinin dışına benzememekliği, münafıklık alameti. Necmettin Erbakan, bilerek veya bilmeyerek fitne çıkarmaktan hiç geri durmadı. Turgut Özal ise, ifrat ve tefritten sakınarak, devleti iyi tanıyarak, adeta "fincancı katırlarını ürkütmeden" halkına hizmet etmeye gayret etti.