Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

13 Mart 2021 Cumartesi

İTÜ'lü Üç Mühendisin Siyasetle İmtihanı: Demirel, Erbakan, Özal

    Yahu, bir ülke düşünün... Daha tazecik, kırk beş yaşında var yok... Bir tane de teknik üniversite düşünün, içinden üç tane mühendis, hepsi de aynı dönemde okuyor... Hepsi de, o körpe memleketin siyasetine, otuz-otuz beş sene damga üstüne damga vuruyor... Hani Ferhan Şensoy'un deyimiyle; "tesadüfün iğne deliği" gerçekten!

İnşaat Motor ve Elektrik Mühendisleri
inşaat, motor ve elektrik mühendisleri

Bu mühendisler malum: Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal. Üçü de parlak olan bu talebelerin bir müşterek tarafı daha var; hepsi muhafazakar ve sağ görüşlü. Ve günü geliyor, hepsi teker teker siyasete atılıyor. 

    En erken davranan Demirel oldu. Rahmetli Adnan Menderes'in yadigarı Demokrat Partinin mirasçısı konumundaki Adalet Partisinde yaşanan belirsizlik ve çekişmenin de tesiriyle, daha kırk yaşında iken parti başkanı olurken, bir sene sonra, yani 1965'te başbakan oldu... Hem de koalisyonsuz. Ve böylece başlayan siyasi bir kariyer, "şu kadar kere gittim ama bu kadar kere de geldim" sözüyle özdeşleşti. 

    Necmettin Erbakan ise birkaç sene sonra, 1969'da, Demirel'in başında olduğu Adalet Partisinden aday olmaya kalkıştı ancak Demirel'den veto yedi. Aralarındaki husumet daha baştan belli olmuştu lakin Erbakan pes edecek bir karaktere sahip değildi ve Konya'dan bağımsız aday olarak meclise girdi. 

    En geç Özal girdi siyasete. 1977 senesinde, Erbakan'ın Milli Selamet Partisi adayı olsa da, seçilemedi. Yolu ancak 80 Darbesinden sonra açıldı. Rahmetli geç açılmış olsa da, 80'lere tek başına iktidar olarak damga vurdu.  

    Neyse bunlar zaten bilinen şeyler, sadece özet babında girmiş olalım. Bizi esas ilgilendiren, bu akranların her birinin, millet ve mukaddesata yaklaşım usulleri. 

Süleyman Demirel

    Evvel siyasete atılandan başlayacak olursak: Şimdi, Süleyman Demirel'in herhangi bir döneminden, bir video izlediğinizde, bir mitingini dinlediğinizde veya demecini okuduğunuzda, aklı başında bir insanın dikkatini çekecek ilk şey şu: "Ya bu adam çok konuşuyor, çok şey anlatıyormuş gibi görünüyor ama esasında hiçbir şey söylemiyor". Hakikaten iyice bakıldığı zaman, Demirel'in bir "laf ebesi" olduğu ve lafı gezdirip dolandırıp, doğru dürüst hiçbir şey anlatmadığı hemen anlaşılır. Ama sadece bu kadar da değil. Kendisi, sağdaki muazzam boşluğu görüp, bu karlı boşluğu doldurmak için muhafazakar kesimin hasretini çektiği kelime ve deyimleri, kendi yaptığı laf salatalarına ekleyip, üstüne de renkli hitabetini ekleyince, mitingleri dolup taşmaya başladı. Siyasi hayatı darbelerle çakışıp, "mağdurum" silahı da cephanesine eklenince, politik hayatımızın otuz beş senesinde şöyle ya da böyle rol oynayacak bir aktör peyda oldu. 

    Peki, neden bir laf ebesi bir laf cambazı bu kadar alaka gördü? Aziz Nesin'in aynı isimli romanından uyarlanmış "Zübük" filmin başrolündeki karakterin üç aşağı beş yukarısı (Demirel-Erbakan karışımı demek daha doğru olur) olan bu politikacı neden bu kadar tuttu? 

    Herhalde bu suale, bir ana maddeye bağlı olan birkaç maddeyle cevap vermek gerekecektir. Tabi ki en mühim dinamik ve ana madde; Osmanlı'ya ve Osmanlı hanedanına sırtını çevirmekle, CHP zulmüne ve din düşmanlığına duçar olan, tekrar maneviyata sarılmaya çalışmakla pişmanlığını izhar eden Türk muhafazakarının kurtuluş umudu olması. Demirel'in Cumhuriyet Halk Fırkasına verip veriştirmesi ve daha fazla demokrasi çıkışları, sandıkta karşılığını bir şekilde gördü. Bu ana maddeye bağlı olan diğer cevapları ise şöyle sıralayabiliriz: "Söz, sihir gibi tesir eder" düsturundan hareketle, renkli, bol vaatli ve coşkulu hitabetinin, kendisini hiç boş çevirmemesi. 

    Ispartalı Süleyman'ın çok tutmasının sebeplerinden birisi de, müsait zemini bulunca tekrar yeşermeye, çoğalamaya başlayan cemaatlerle olan ilişkisi. Bu ilişki hiç de yadsınacak gibi değildir, zira çeşitli cemaatlerin kendisi ile teması olması bir yana, kendisi bunları manipüle etmeyi çok iyi becermiştir. Hatta doğruluk payı çok yüksek olan bir anekdot paylaşmak yerinde olacaktır: Bir seçim arifesinde, kendi cemaatlerinden hangi adayın olup olmayacağı hususu tartışılırken, cemaat mensuplarının; "bizden kimse yok listede" demesi üzerine, Demirel'in çekmecesinden, o cemaatin önde gelen kitaplarından birisini çıkarıp göstermesi ve "e ben varım ya" sözleri, durumun geldiği noktayı gayet iyi özetliyor. 

    Dolayısıyla esasa baktığımızda, Süleyman Demirel denilen siyasetçinin Türk milleti nezdindeki kabulü, "kerhen" ve mecburiyetten olmuştur ekseriyetle. CHP karşısında duruyor görünmesi ve kendi sahasında alternatifinin olmaması, senelerce "Demirel aşağı, Demirel yukarı" goygoyu dinlememizin ana nedenidir.

Necmettin Erbakan

    Gelelim, bu akranlardan ikinci olarak siyasetin parıltısına kapılan kişiye: Necmettin Erbakan'ın yetişme ve siyaset yapma tarzı göz önüne alındığında hemen söylenebilecek şey; kendisinin, o karanlık dönemde yetişen bir muhafazakardan beklenildiği üzere, Necip Fazıl gibi, bu topraklarda yetişen fikir adamlarından beslenmek yerine, dış ve bilhassa Mısır ekolünden etkilenmiş olması. Yoğun Osmanlı müdafi sözleri çok ise de, Mısırlı türedi din adamlarının tesiri daha ağır basıyordu konuşmalarında. Bu açıkça bir kavram kargaşasıydı aslında çünki Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani gibi zındıklara hoca ve üstad diyen bu Mısırlılar, Osmanlı'ya bir şekilde düşmandı. Ama Erbakan ve çevresi bunu tasnif edecek donanıma sahip olmak bir tarafa, bu zihniyetin Türkiye'ye yayılmasına ön ayak oldu.

 

Milliyetçi Cephe denilen koalisyonun ortakları

  Erbakan'ın Demirel'in partisine sokulmamasının ardından, bağımsız aday olması ve etrafındakilerle Milli Nizam Partisini tesis etmesi, Hasan el Benna'nın kurduğu "Müslüman Kardeşler" (İhvan-ül Müslimin) örgütünün çileli yıllarına denk geliyordu. Askeri bir darbe ile Mısır'da yönetimi ele geçiren Cemal Abdünnasır idaresi, nasyonel-sosyalist bir zeminde siyaset yürütünce, İhvan zihniyeti ile ters düştü. İhvan-ül Müslimin idaresinin yangına körükle gitmesi ve bilhassa dini bilgisi zayıf fakat heyecanlı yazıları ile kardeşi kardeşe düşman etmeyi başaran Seyyid Kutub'un İslam coğrafyasında akis bulan "Yoldaki İşaretler" adlı kitabının yayınlanması ve Kutb'un Nasır tarafında idamı, Türkiye'de aksiyona geçmek için bekleyen gençler için bir kıvılcım oldu.

    Türkiye Cumhuriyetinin temel iki yöneticisi olan CHP ve asker için, uzun zamandır görmediği kadar sert bir üslupla kurulmuştu Milli Nizam. Osmanlı'nın mirasına sahip çıkma ve Osmanlı'yı canlandırma isteklerinin açıktan dile getirilmesi, İslam alimlerinin kitaplarındaki, "fitne" kelimesinin tam karşılığı idi. Zira fitne, bir kişinin ya da bir zümrenin hareket ve söylemleri yüzünden, tüm müslümanların zarar görmesi demektir. Ne yazık ki, Mısırlı dengesizlerin etkisinde kalan genç Milli Nizamcılar (Milli Selametçiler), onların ayak izinden gitmek suretiyle, kardeşi kardeşe düşman etmeye başladılar. Tıpkı Mısır'daki veya dünyanın çeşitli yerlerinde neşv-ü nema bulmaya başlayan muadil ve muasırları gibi, tepeden, yukarıdan gelme bir inisiyatifle, insanları ve bulundukları toplumları değiştirebileceklerini sandılar. Erbakan maalesef bu hırs ve hayalperestliği ölene kadar muhafaza etti.

 

Elijah Muhammed denilen herifi "peygamber" olarak
tanıyan Muhammed Ali ve Erbakan

  Milli Nizam hareketinin, Anadolu topraklarındaki muhafazakar insanlara verdiği zararları başlıca iki başlıkta toplayabiliriz. İlk, yukarıda saydığımız gibi, aslında hiçbir gerçek İslam aliminin kitabında olmadığı gibi, dini bir söylemle siyasete atılmaları, milli manevi hissiyatı istismar ederek iktidara gelmeye çalışmaları. Ehl-i sünnet itikadının itidal ve fitneden uzak durma düsturu, bu gibi oluşumlara çok "pasif" geliyordu. Esasında kendilerine sorsanız, iktidara gelmek istemelerini tamamen halis niyetlerle millete hizmet edebilmek, insanları refaha kavuşturmak için olduğunu söyleyeceklerdir ama böyle bir metodoloji ne kadar işe yaramış ve yarayacak, bunu akl-ı selim olanlara bırakmak lazım! 

    Necmettin Erbakan'ın başlattığı çığırın ikinci büyük zararı, Nizam Dağıtım ile birlikte dünyada "Siyasal İslam" ile özdeşleşmiş, nevzuhur 20. yüzyıl reformistlerin kitap ve fikirlerinin tercüme edilip, temiz Anadolu evlatlarının önüne sürülmesi oldu. Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Mevdudi, Muhammed İkbal gibi reformcu isimler, yaldızlı sözlerle gençlere tanıtıldı. 

     Yukarıda esas kısmı sayılan zararların tesirini göstermesi uzun sürmedi zira Erbakan, hayalci ve ayağı yere basmayan üslubunu sertleştirdikçe, derin devletin cevapları da bir o kadar sert oldu. Sinoplu makine mühendisi, devleti doğru olarak tanımamakta ısrar ettikçe, daha çok müslüman zarar görüyordu. 

    Milli Görüş geleneğinden gelmekle kalmayıp, aynı hocası gibi sert ve usturupsuz sözleri ile tanınan Recep Tayip Erdoğan'ın, 28 Şubat sonrasında üslubunu yumuşatıp, hırçın ve zedeleyici yaklaşımını törpülemesi, aslında istenen muhafazakar liderin nasıl olması gerektiğini ve halkımızın böyle bir lidere  teveccühünü açıkça gösteriyor. 

                                                       Turgut Özal

        Siyasete en geç atılan isim Özal'dı bu üçlüden. Hatta şansını Milli Selamet'ten denemesine rağmen, o iş olmadı. Ve iyi ki de olmamış çünki bundan sonraki dönem kendisi için hayırlı oldu. 80 Darbesi akabinde oluşan kabineye girdi. Bunu, Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı evresinde, Anavatan Partisini kurması takip etti. Filhakika bu yaşananlara bakıldığında akla şu sual geliyor: MSP'den adaylık koyacak kadar muhafazakar olduğu bilinen birisi, dine mesafesi olan insanlarla nasıl bir araya geldi? İşte burada, eşi Semra Özal devreye giriyor, zira Kenan Evren'in önyargılarını, Turgut Özal'ın eşinin kırdığı biliniyor. 

 

Askerin karşısında eşofmanla
müthiş bir mesaj... tabi anlayana!

  Milletin, Özal'ın tam da aradığı muhafazakar lider olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çünki ne Demirel gibi sözü ve fiili çelişen bir karakteri vardı ne de Erbakan gibi öküzü alnından dürtme sevdasındaydı. Dolayısıyla siyasete geç başlaması, ders alması açısından faydalı oldu. Turgut Özal, ülkenin Kuzey Kore görünümünden kurtuluşunun tek çaresinin dışarıya açılmak olduğunu farkındaydı ve çabalarının bir kısmını o tarafa verdi. Bu çabaları netice verdi ve yabancı sermayenin akmaya başlamasıyla, altmış küsür senelik karanlık duvarlar aşınmaya başladı. Daha çok şeyler yapmak niyetindeydi ancak ne ortam ne de kadrosu, yapabildiklerinden daha fazlasına yapmasına müsait değildi. 

     Hülasa, İTÜ'nün dersliklerini aynı zamanlarda aşındıran üç dönem arkadaşı mühendisin siyaset maceralarını birkaç ifade ile özetlemek gerekirse şayet: Süleyman Demirel'in içinin dışına benzememekliği, münafıklık alameti. Necmettin Erbakan, bilerek veya bilmeyerek fitne çıkarmaktan hiç geri durmadı. Turgut Özal ise, ifrat ve tefritten sakınarak, devleti iyi tanıyarak, adeta "fincancı katırlarını ürkütmeden" halkına hizmet etmeye gayret etti.

3 Ocak 2021 Pazar

Tarihçilerle Yıldızı Barışmayan Soy: Emeviler ve Emevi Halifeleri

 

     Hulefa-i Raşidin olarak bilinen dönem, "İslamiyet değirmeni 35 veya 37 sene devam edecektir" hadisinin işaret ettiği zamanın 30 senesi ile tamamlandıktan sonra (Hz. Hasan'ın birkaç ay süren halifeliği de dahil), geriye kalan beş veya yedi yıllık dilimi, Hz. Muaviye'nin hilafeti ile nihayet buldu. Emevi veya Beni Ümeyye soyunun iktidarı da, bundan sonra başlar. 

     Hz. Ali ve Hz. Hasan'ın hilafetleri zamanında da, azledilmeden Şam valiliğine devam eden ve Hz. Hasan'ın gönül rızası ile halifeliği kendisine bırakması akabinde, Hz. Muaviye'nin idaresi ile başlayan dönem. hicretin 41. senesinde, islam topraklarında bulunanların rızasıyla halife oldu. Bu seneye "âm-ül cemaa" denir bu sebeple. Peygamber efendimizin işaretleri, bilhassa da "Ya rabbi, Muaviye'yi her yerde hakim et" duasının bereketi ile fütühatı, hemen kaldığı yerden devam ettirdi. Afrika içlerinden Buhara'ya, Yemen'den İstanbul'a kadar, İslam askeri her yere yayıldı. Çin'de çok çetin muharebeler yaşandı. Kıbrıs'ın fethine bizzat katıldı.

en geniş döneminde
Emevi İmparatorluğu

     Yönetimi altındaki halkın refah seviyesinin yükselmesi için birçok atılım yaptı. "Sosyal devlet" olarak şimdilerde bilinen kavramın içini dolduran ilklerden birisi idi. Şehirlerarası posta teşkilatı ve birçok ictimai müessese onun zamanında temellendirildi. Hz. Osman'ın şehadeti ile birlikte yaşanan çalkantılı devrin akabinde, islam devletinin tam olarak tesis edildiği bir zaman dilimi oldu.


    Hz. Muaviye hilmi ve sabrı ile meşhurdu. Batı demokrasilerine hayran olanlar için bir de not düşelim: Bir gün huzuruna birisi gelip, çok çirkin ve ağır sözler söylemesine rağmen, hiç cevap vermedi. "Bu sözlere de mi sabredeceksiniz" diye sorulunca; "Biz, mülkümüze saldırmayanların sözüne ilişmeyiz" şeklinde cevap vermiştir. Vefatından sonra gelen halifeler de şu şekilde:

     2. Yezid bin Muaviye: Kendisi hakkkında geniş malumat vermiştik zaten.

     3. Muaviye bin Yezid: Çok dindar ve muttaki olduğu için, halife olur olmaz hilafetten affını istedi ve ibadet ile meşgul oldu.

     4. Mervan bin Hakem: II. Muaviye'nin iktidardan çekilmesiyle, devlette hakim olan soyda bir kayma yaşandı. Hz. Muaviye'nin babası Hz. Ebu Sufyan bin Harb'in amcasının büyük torunu, Mervan halife oldu. Bir yıl civarında halifelik yaptı. Zalimdi, siyasi hayatı karışık ve karanlıktı fakat diğer yandan da fakih ve alim birisiydi.

     5. Abdülmelik bin Mervan: En uzun süre hilafet yapandır. Meşhur Haccac bin Yusuf Sekafi bunun komutanlarından birisiydi. Kabe'nin bir duvarını yıktırıp, Hacer-ül esved taşını eski yerine koydurdu. Ehl-i beytten Zeynelabidin Ali bin Hüseyin'i kelepçeletmiş ve başına bekçi koymuştu. Bu işlere kalkışırken, bir yandan da Kudüs ve Mescid-i Aksa'yı yeniden inşa ediyordu. Meşhur komutan Mesleme bunun oğludur. Minarelerden ezan okunması da, yine bu halifenin zamanına denk gelir. Fıkıh alimiydi. İsyan eden "kadrolu asi" Muhtar-ı Sekafi'yi öldürmekle, çok büyük hizmeti oldu.

     6. Velid bin Abdülmelik: Mescid-i Nebevi'yi genişletti. Kardeşi Mesleme'yi Anadolu seferine gönderdi. Bu ordu İstanbul'a kadar geldi. Diğer kardeşi Süleyman da deniz yoluyla buraya ulaştı. Arap Cami bu zamanda yapıldı. Şam'daki meşhur Emevi Camii'ni (Ümeyye Cami) yaptırdı. İyilik yapmayı severdi. İlk defa olarak imaret ve hastane, onun zamanında yapılmıştır. EndülüsSemerkant, Ankara gibi yerler, yine onun hilafetinde alındı. Ünlü Kuteybe bin Müslim onun komutanlarındandı. Türklerin İslam dini ile geniş çapta ilk karşılaşmasıydı. Kuteybe, Buhara'yı Türklerden barış yoluyla aldı. Anlı şanlı kumandan Tarık bin Ziyad'ın Endülüs'ün kapılarını açması da, yine Velid iktidarında vuku buldu.

Şam'da Ümeyye Camii

     7. Süleyman bin Abdülmelik: Alim ve hayırsever birisi olarak, adil olmaya dikkat ederdi.

     8. Ömer bin Abdülaziz: Mervan bin Hakem'in torunu. Annesi tarafında soyu Hz. Ömer'e ulaşır. Zaten lakabı da İkinci Ömer idi. Amcası oğlu Süleyman vefat edince, onun yerine, hicri 99 yılında halife oldu. Hz. Muaviye'nin vefatı sonrası, hutbelerde ehl-i beyte lanet okutulması çirkin işini hemen kaldırdı. Daha 41 yaşındayken, kölesi tarafından zehirlendi.

     9. Yezid bin Abdülmelik: Önceleri nefsine düşkün iken, halife olunca tövbe etti edip adalet üzere bulunmaya gayret etti.

     10. Hişam bin Abdülmelik: İyilik etmeye ve adil davranmaya çalıştı. Hz. Hüseyin'in torunu, Zeyd bin Zeynelabidin Kufelilerin tahrikiyle orada halifeliğini ilan edince, Irak valisi Yusuf bin Amir'in ordusu ile çarpıştı. Tabi kaypak, çapulcu ve yalancı Kufeliler, tıpkı Kerbela'da yaptıkları gibi, yine Ehl-i beyte ihanet etti ve bu zat şehit oldu.

     11. Velid bin Yezid: Bir sene kadar iktidarda kaldıktan sonra, Kur'an-ı Kerim okurken öldürüldü.

     12. Yezid bin Velid: Dinine bağlı birisiydi.

     13. İbrahim bin Velid: Sadece 70 gün halifelik yaptı. O zaman dilimi de, Mervan bin Muhammed ile mücadelede geçti.

     14. Mervan bin Muhammed bin Mervan: Cesur, akıllı ve istidatlı bir idareci idi. Hariciler ile savaştı. Abbasi hücumunda mağlup olup öldürüldü. Son Emevi hükümdarı olarak tarihe geçti. Böylelikle, aşağı-yukarı bir insan ömrü kadar sürmesine rağmen, muhteşem başarılar kazanmış lakin tarihçilerin lanetinden kurtulamayıp, çoğu zaman şerle yad edilen bir imparatorluk, neredeyse tüm soyu katledilmek suretiyle son buldu. 

     Genel ve tarafsız olarak bakıldığında, Emeviler devrine bakılınca, şunlar öne çıkıyor: İslam Devletinin toprakları, çok kısa sürede inanılmaz derecede artıyor. Her tür zihniyetten insan ya Müslüman oluyor ya da Dar-ül İslam'da yaşamayı kabul ediyor. Kimi gönüllü kimi gönülsüz. Gelenler, her türden inancını birlikte getiriyor. Bir yandan hadisler tasnif ediliyor, diğer yandan tabiinden gençler, cihat etmekten oturmaya fırsatı dahi olmayan eshab-ı kiramdan, dinin tüm hükümlerini alıp kitaplara geçirmeye çalışılıyor. İmam-ı azam Ebu Hanife gibi bir zat yetişiyor.

     Bunlar olurken de, her fırsatta ayaklanmaya çalışan Şii ve Harici gruplar, istikrarı bozmaya gayret ediyor. Ehl-i beyti sürekli tahrik edenler çoğalıyor. Kerbela Vakası yaşanıyor ve dahası, buna benzer daha bir yığın planlar yapılıyor. Bir sürü sapık dini grup meydana çıkarken, kendilerine taraftar bulmaya gayret ediyor. Daha da ötesi; Abdullah bin Zübeyr gibi bir yiğit çıkmış, Mekke'de halifeliğini ilan ediyor. Şimdi, böyle bir ortamda iktidar olanların, her ne kadar adil ve dengeli olmaya çalışsa da, ortayı tutturması hakikaten zor bir hadise. Ubeydullah bin Ziyad ve Haccac gibi komutanlarınız ile valileriniz var ve ordular hem içeride hem dışarıda devamlı faaliyette.

     Tabi Beni Ümeyye'nin hükümranlığında geçen bir asırdan az zaman dilimi, bilhassa Abbasi tarihçilerinin, yönetimi yeni ele alanlara yaranmak ve paye kapmak için karaladıkları yalan yanlış bilgiler vesilesiyle, sonra gelen nesillere önyargılı ve bazen gerçeğin tam tersi şeklinde aktarıldı. Zararlı dini grupların, kasten uydurdukları yalanlar da eklenince, bu muazzam imparatorluk, "tu kaka" oldu. 

     Ehl-i beyte düşman oldukları, bu yalanlardan en büyüğü elbette. Oysa dikkatle irdelenildiğinde, devlet - Ehl-i beyt düşmanlığı olarak sunulan şey, tamamen devletin güvenliğini sağlamaya yönelik siyasi hamlelerdi.Yani, Ehl-i beytin önde gelenlerini sürekli kışkırtmaya çalışan gruplar (özellikle Kufeliler) isyan etme ve istikrarı bozma girişimlerinde bulunmasa, günümüze kadar gelen acı hadiseler hiç yaşanmayacaktı.

     Emevi iktidarının "Arap milliyetçisi" olduğu iddiası, kavmiyetçilik davası güttüğü de kocaman bir yalandır. Bu devletin çatısı altında bulunan ve herhangi bir makamda görev almak isteyende aranan şeyler arasında, Arap olmak veya Ümeyye soyunda bulunmak gibi kayırmacılık alameti olan hususlar istenmesi bir yana, liyakat sahibi ve ibadetlerini yerine getiren vali, kumandan ve idarecilerin bu mevkilere getirildiği aşikardır. 

     Türk kamuoyuna, bozuk çevreler tarafından sokulan; Emevilerin "Türk düşmanı" olduğu iddiası da gerçekle pek örtüşmüyor. Talkan Katliamı gibi, Emevi ordularının bilhassa Kuteybe komutasında, Türkleri çoluk-çocuk demeden, adeta omuz üstünde baş bırakmamacasına katlettikleri söylentileri, tarihi veriler ile örtüşmüyor. Hatta Buhara'nın sulh ile, o zamanki Türklerden alındığı biliniyor. 

     Bütün buradan varılabilecek en mühim netice şudur esasında; Emevi halifelerinin hiçbirisi din düşmanı değildi. Din düşmanı olmak şöyle dursun, dini değiştirmeye dahi çalışmadılar. Din sahasına hiç müdahale etmedikleri için esasında, Ehl-i sünnet itikadı olduğu gibi kitaplara geçirildi. Bu zaman dilimi, Eshab-ı kiramın tabiin ile tabiinin de tebe-i tabiin ile karışması, en ufak dini detayların dahi kayıt altına alınması, Peygamber Efendimizin hayatının en ince şekilde öğrenilmesi zeminine ev sahipliği yaptı. Devlet de, bunların hiçbirisinde herhangi bir yönlendirmede bulunmadı.

     Evet, bu idareciler arasında zalim, fasık ve haddi aşanları vardı. Ancak bunlar dahi, devlete isyan eden ve fitne fesat peşinde koşanları sert şekillerde cezalandırmak için uğraştı.



24 Kasım 2020 Salı

Yabancı Yapımlardaki "Türk" Algısını Yıkan Karakter; Ayaz Kobanbay


     Film ve dizi sektörüne aşinalığı olan hemen herkesin rahatlıkla katılacağı bir durum var ki, o da Türkler ve Türk tipini canlandıran karakterlerin, yabancı film ve dizilerde genelde pek itibar görmediği gerçeğidir. Varsa da ya figürandır ve esere pek bir katkısı olmaz ya da kötü karakterdir veya en azından karanlık taraftadır. Birkaç sahnesi veya tamamı Türkiye'de geçen filmlerde ise, bilindiği üzere ülkemiz, genelde pek de parlak bir biçimde tanıtılmaz. Dolayısıyla bu tür yapımları seyredenler, genelde Türk ve Türkiye ile alakalı müspet bir izlenim almazlar... Daha doğrusu aldırılmazlar. 

     Ancak 2020 yılının COVID-19 kısıtlamalarına denk gelen Mayıs ayında, Netflix denilen yayın platformunda gösterime giren bir dizi, Türk imajını bambaşka yerlere taşıdı. "Into The Night" (Gecenin İçinde) dizisini kısaca ve tanımak gerekirse eğer (konuyu ve olayları anlatmakta herhangi bir beis yok çünki hem konu ters yatırmalı bir bilmece değil hem de heyecanından bir şey kaybettirmiyor): Rayından çıkan güneşin radyasyonlu şuaları, önüne gelen her şeyi yok oluşa sürüklerken, bunu haber alan bir avuç insan, geceleri bir uçakta sürekli batıya doğru gitmek zorundadır. Çünki güneşin doğması, hepsinin anında ölümü anlamına geliyor. Ancak uçak, kelimenin tam manasıyla bir Birleşmiş Milletler karmasıdır, zira Fransızından Faslısına, Rusundan Türküne kadar birçok ırk, başrollerde olduğu kadar, yan rollerde de temsil edilmekte. Ve haliyle tüm bu ırklar, helak olmanın eşiğinde, aynı tayyarenin içinde olunca, diziyi birkaç bölüm devam ettirecek bolca malzeme çıkıyor.
Into the Night dizisinin posteri
Ayaz Kobanbay dördüncü
     
     Dizinin baş mimarı Jason George diye, birkaç tane daha Türk dizisinde katkısı bulunan bir yapımcı. iki yönetmen de Belçikalı Inti Calfat ve Dirk Verheye (keza dizi de Belçika yapımı olarak geçer). Bir yığın karakter var lakin konumuz, dizi ve içindeki diğer ırklardan ziyade, Into The Night dizisinin Türk kahramanı; Ayaz Kobanbay (tabi söylenecekler birinci sezon için cari, sonradan raydan çıkarsa o ayrı).

     Evvela şöyle başlamak lazım sanırım; yabancıların yaptığı, şimdiye kadar izlediğim ya da bir vesileyle duyduğum eserlerdeki en iyi tasvir edilmiş "Türk" karakteri bu. "Ayaz" aslında alışılagelmiş bir Türk adı değil fakat eski bir Türkçe kelimedir (Ayaz veya Ayas). Bu rolde, Almanya doğumlu ve daha çok yönetmen Fatih Akın'ın filmlerinden tanıdığımız, Mehmet Kurtuluş var. Kurtuluş'un buradaki performansı gerçekten parlaktır ve teknik olarak üst düzey sayılabilecek bir diziyi, başarılı bir şekilde götüren dört-beş ön karakterden biri ve belki de en dikkat çekici olanıdır. Yani, Leh, Belçikalı ve hatta Bulgar yapımcı, senarist ve yönetmenlerin idaresindeki bir yapımda, "Türk" tiplemesine bu kadar kredi verilmesi gerçekten takdire şayan. Bu diziyi izleyip de, ön yargısı ve kompleksi olmayan bir yabancının, Ayaz Kobanbay'dan müspet olarak etkilenmemesi mümkün değil. Hele de temsil ettiği zihniyeti hesaba katacak olursak... Ki şimdi esas olarak o mevzuya gelelim:
Mehmet Kurtuluş, Ayaz rolünde

     Ayaz Kobanbay, dediğimiz gibi, diziyi sürükleyen baş karakterlerden birisi ve Türk olduğu vurgusu hiç saklanmadan, doğrudan veriliyor. Kendisi ana dilinin yanında, rahat şekilde Almanca, Fransızca ve İngilizce konuşabilen birisi ve değişiklilere süratle intibak etmesi neticesinde, belki de dünya üzerinde hayatta kalan ve kalma umudu olan birkaç insanın arasında yerini almıştır. Bir kere Ayaz, bir Türk milliyetçisi ve muhafazakar bir Anadolu çocuğudur. Rollerin tanıtıldığı anlardan birisinde, kendisine aşağılayıcı bir şekilde "Arap" diye hitap edilmesini hazmedemiyor. Aynı dinden dahi olsa, son yüzyılda iyice kirlenen Arap imajını kabul etmiyor. Bunu da zorunlu olarak belirtmek çabasında giriyor, haklı olarak. Muhafazakar dedikse, piyasadaki ortalamanın üstünde bir muhafazakarlıktan bahsediyoruz. Osmanlı mirasına sahip çıkmakla birlikte, ülkesi için yapmayacağı şey yok gibidir. Son Halife Sultan Vahideddin'in kıymetli taşların ele geçirmek için operasyon yapması bunlardan birisidir (taş olayı gerçek mi değil mi mühim değil tabi). Cenaze defin ve tekfin işlerinden şöyle yada böyle anlar. Merhametli ve affedicidir. Dizinin en can alıcı yerlerinden birisi, sert, inatçı ve cahil bir Hristiyan olan "Rik" denilen Belçikalıyı affetmesi olmuştur. Ancak yeri geldi mi, sert çıkmaktan geri durmaz, gözünü budaktan esirgemez, hakkı söyler. Fedakardır, kendisi yardıma muhtaç olduğu halde, bir masumu kucağına alıp kilometrelerce, başa kakmadan hatta gıkını dahi çıkarmadan taşır.
Ayaz ve diğer karakterler

     Kendisine isnat edilen kötü taraflar da yok değil; kadın satıcılığı ve kaçakçılık. Kaçakçılık dedikleri şeyin, menfi manasını kabartacak bir vaziyet olmadığı az çok belli oluyor. Genelev işletmeciliği konusu ise, muhtemelen ülkesinin çıkarları için gizli şekilde görev alırken, kılıf olarak kullandığı bir organizasyon olarak algılanabilir. Kaldı ki, onun ile alakalı en güzel enstantane, dikkatle bakıldığında, Red Light District'te malum kadınların önünden geçerken, gözlerini başka tarafa çevirmesi ve bu halde bulunmaktan memnun olmadığını hassaten belirtmesidir. 

     Hülasa, hatasıyla sevabıyla kendisini vatanına adamış bir karakter olarak, şunu rahatlıkla belirtebiliriz; bu karakterin Osmanlı'daki karşılığı "akıncı"dır. Biraz daha yakın tarihten örnek verecek olursak da; kendisi 21. yüzyıl Abdullah Çatlısı'dır .