Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

14 Haziran 2014 Cumartesi

Azalan Beyaz Irkın Toplum Mühendisliği: Öjeni Teorisi - 1


     Tahammülsüz, hoşgörüsüz ve kibirli insanın, kendini "Yaratıcı" pozisyonuna sokarak, işine yarayacak nesiller yetiştirme çabasına "Eugenics" demiş ecnebiler. Şairin "dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi" tarifindeki cahiliye vahşetinin, kendine modern, hatta "post modern" diyen toplumlara yansımasıdır. Hristiyanlık boyunduruğundan kurtulup, bilim ve fende coşan Batı'nın, dünyanın ve insanlığın efendiliğine soyunmasıdır.

"Öjeni, insanın kendi evrimini
yönlendirmesidir" konulu köklü ağaç
     Öjeni ya da Öjenik, genetik biliminin yardımıyla, hastalıklı ve sakat nesilleri yok ederek, sağlıklı ve işe yarayacak nesiller yetiştirme projesidir. Kendine (çeşitli efsane ve bazen de uydurmalarla) üstünlük atfeden bir kavim ya da milletin, gelişen teknolojinin de yardımıyla, düşman ya da alçak seviyede gördüğü kavim ve toplulukları asimile ve hatta yok etme çabasının, biraz daha zararsız ve masum sebeplerle tezahür eden ön safhasıdır.

Darwin'in "hık demiş burnundan
düşmüş" yeğeni Galton
     Çok eski felsefeci ve toplum mühendisliğine soyunanların hayallerini süsleyen ve hatta primitif tekniklerle zaman zaman pratiğe geçirilen "üstün ırk" yetiştirme faaliyetlerinin modern manada ilk dillendiricisi, şu meşhur İngiliz amatör biyolog Charles Darwin'in, birçok bilim dalında çalışmalar yapmış, uçuk-kaçık kuzeni Francis Galton'dur. Galton, amcası Darwin'in evrimle ve "doğal seleksiyon"la ilgili fikirlerinin de tesiriyle, "saf ırk" oluşturma, onu ıslah etme ve bu ırkı devam ettirebilme yönünde girişimlerde bulundu. Bu çatlak bilim adamı, bazı insanların alt sınıf olduğunu (bunlardan biri tabi ki Zencilerdir) ve sadece üst sınıf insanların çoğalmasına izin verilmesi gerektiğini söyler. Zekilerin çiftleştirilmesinden, daha kaliteli ve akıllı evlatlar yetiştirilebileceğini savunur.

     Zaten rüzgar Semavi Dinlerin karşısına geçmişti ve Hristiyanlık görünümlü Ateizm artıştaydı, dolayısıyla tabii seleksiyonun bir adım ötesine geçip, insan eliyle vücuda getirilecek bir "sun'i seleksiyon" ürünü insan çalışmaları da hızlandı. Öyle ya, damızlık ve iyi hayvanlar birbirleri ile çiftleştirilip kaliteli nesiller meydana getiriliyor da, insan niye bu yolla ıslah edilmesin? Francis Galton'a, Herbert Spencer ve Thomas Malthus'un bu yöndeki fikir ve teşvikleri da katıldı, pratikteki denemelerin yanında, hemen teorik düzlem de oluşmaya başladı. Öjeni, "insanın kendi evrimini kontrol altına alıp yönlendirmesi" kıvamına getirildi.

     Galton'dan sonra bayrağı, Amerikalı biyolog ve Öjenist (tabi abi artık bilim oldu ne de olsa) Charles
sarışın ve mavi gözlü
nesiller hayali kuran Davenport
Davenport aldı ve 20. yüzyılın hemen başlarında, bilinçli ve güdümlü propagandalarla, Öjeni Kuramı, ilk somut meyvelerini vermek üzere Vahşi Kapitalizmin pençesindeki Amerika Birleşik Devletlerinde hayata geçirildi. Amerika'nın (ve haliyle dünyanın) en zenginlerinden Rockefeller ve Carnegie'lerin  maddi yardımları ile enstitüler, laboratuvarlar kuruldu, bir yığın konferanslar verildi, dünyadaki çeşitli hükumetler dürtüldü. Çok fazla maddiyat ve arkasından gelen güç, en çılgınca, en uygulanamaz fikir ve faaliyetleri, karşınıza bir anda eleştiri kabul etmez tabular şeklinde çıkarıveriyor tabiatıyla. Bilimsel ve çağdaş manada Öjeni'nin babası sayılabilecek Davenport'un erken dönem açıklamalarından bazıları çok enteresandır: "Dejenere ve hastalıklı protoplazmaları besleyen kaynakları kurutmamız lazım... Toplum, kendini, kötü protoplazmaların saldırılarından korumalı ve onları yok etmelidir."

     Birinci Dünya Savaşı, tam da bu Öjenist tayfanın işine yaradı çünki savaştan sonra şehir banliyöleri, kırsal kesimlerden gelen ve kendine bakmakta zorlanan, eğitim düzeyi düşük, çoğu dilencilikle ve hırsızlıkla geçinen insanlarla dolmaya başladı. Charles Benedict Davenport ve sağ kolu Harry Laughlin, Long Island'da yaptırılan devasa tesiste, çok sayıdaki genç asistanın yardımı ile, birçok maddeden oluşan ve insanları kategorize eden kayıtlar tutma işine girişti ve kısa sürede yüz binlerce insan tasnif edildi. İnsanlar, sanki ruhsuz birer hayvanmışçasına sınıflandırıldı. Maksat ulviydi; kötü tohumları yok etmek ve sağlıklı, iyi tohumlarla geleceği garantiye almak! Kullandıkları terimler dahi, o zamanın acımasız Vahşi Kapitalizmine uygundu: "breeding" (hayvan yetiştiriciliği için kullanılan kelime)! Yok edilmesi ya da en azından çoğalmasının engellenmesi gerekenler için birkaç yöntem belirlendi.

     İnsanların kendi eline bırakılamayacak kadar mühim! önlemler hemen alınmalıydı, dolayısıyla federal eyaletlerde lobiler hızlandı. İlk önerilen yol, "gaz odaları" idi. 1908 yılında Ohio eyaletinde, dünyada ilk defa olarak, toplu ötanazi yasaları teklif edildi ancak bu yöntem tutmadı. Bunun yerine "cebri sterilizasyon" modeli gündeme geldi. Virginia eyaletinde, "geri zekalı" olduğu iddia edilen Carrie Buck adlı kadın, yargı kararı ile, "zorunlu sterilizasyon"a tabi tutuldu ve böylece yol açılmış oldu; toplumun sırtına maddi ve manevi yük olan insanların, en azından üremesi durdurulmalıydı! Bu maksatla, 60 binin üzerinde kadın, siyah ya da fakir ya da işe yaramaz oldukları için sterilize edildi yani Türkçesi ile doğurmaktan ve çocuk sahibi olmaktan men edildi, kısırlaştırıldı. Bu uygulamalar birçok eyalette yasalaştı ve hayata geçirildi. Bazı vakalar hiç kayda geçirilmedi, bazı vakalarda ise, insanlara yalan söylenilerek imza attırıldı.
tescilli ırkçı ama
"aktivist" Sanger

     Ar-ge ve lobi için paralar artıyordu... tıpkı artan ırkçılık gibi. Öjeni çalışmalarının bir yeni parçası olarak
sahneye "Zenciler hiç doğmamalı, onlara kürtaj müstehaktır" türü ırkçı sözleri ve Ku Klux Klan katılımları ile bilinen hemşire Margaret Sanger çıktı ve "aile planlaması" kavramı, masum niyetlerle piyasadaki yerini aldı. İşin enteresan yanı, bu kadın, estirilen rüzgarla, "kadın hakları savunucusu" bir aktivist olarak tanıtıldı.

     Yükselen Irkçılığın paralelinde, Avrupa'ya sıçrayan Öjeni çalışmalarının Hitler güdümlü Nazi ayağı ve günümüz uzantıları

   

1 Haziran 2014 Pazar

Heat Filmi ve Özellikle de Sonu Hakkında

     Chicago'lu yönetmen Michael Mann'in "şaheseri" olarak adlandırılabilecek, uzun ama izlenmesi gereken filmi Heat, herhalde sinemanın başına gelen en güzel şeylerden biridir. Yaşayan en başarılı, muhtemelen ilk beş aktörden ikisi olan Robert De Niro ve Al Pacino'yu ihtiva etmesi, "şaheserlik" tanımındaki en mühim faktör elbette. Basit bir polis-hırsız kovalamacasının çok çok ilerisine geçip, sinema sektörünün önde gelen prodüksiyonlarından biri olduğu, birçok organizasyon, dergi ve eleştirmen tarafından söylenen bu filmin, çok beğenilmesinin başka sebepleri de var tabi. Bunlardan birisi, başarılı yan karakterlerle destekleniyor olması... mesela:

Tam bir işkolik olan eşinden (Polis Teğmen Vincent Hanna) gerekli ilgiyi görmeyen ve onu, istemeyerek de olsa ve hatta inadına aldatan, ilk eşinden olma büluğ çağında bir kızla baş etmeye çalışan yalnız bir kadını,

ebeveyni ayrılmış ve her ikisinden de gerekli ilgiyi göremeyen, intihar etmeye yeltenen bir kızı,

gönlünü, sonradan hırsız olduğunu anladığı birine (Neil McCauley) kaptıran, tek başına yaşayan genç bir kadını,

çete liderine (Neil McCauley) kayıtsız-şartsız biat eden ve ne olursa olsun peşinden giden fakat kumar ve alkol bağımlılığından bir türlü kurtulamayan ve bu sebeple beraber olduğu çete liderinin kız kardeşi tarafından aldatılan profesyonel  bir hırsızı,

hapishaneden çıkar-çıkmaz tekrar eski işine yani hırsızlığa dönen ve patronuna (Neil McCauley) tam bir sadakatle bağlı eski bir mahkumu,

hapishaneden şartlı tahliye ile çıkıp, bir lokantada iş bulan ve tam bir baş belası olan patronundan çok çeken genç bir adamı ve sevgilisini,

kocasından fazla ilgi göremediği için, onu bir içki satıcısı ile aldatan, tek çocuklu bir eşi.

Bu yukarıdan zikredilen karakterleri ve diğer yan rolleri canlandırması için kadroya alınan oyuncuların hepsi de kalburüstü sayılabilecek oyuncular:

Val Kilmer, Tom Sizemore, Natalie Portman, Ashley Judd, Jon Voight, Hank Azaria, Danny Trejo.



Filmi uzun-uzadıya anlatmaya gerek yok elbette, zaten her şey yazılmış. Filmin sonuna, yani De Niro ile Al Pacino'nun baş başa kalıp hesaplaştıkları anlara odaklanalım biraz ve iki ana karakterin iç seslerine kulak verelim:

Meçhul ama bir o kadar da malum sona doğru yaklaşılırken, her iki karakter de az sonra gerçekleşmesi kaçınılmaz olan düelloya hazırlanmaktadır. Polis, bir suçluyu daha kodese atma peşindedir ve son derece hırslı ve bu hırsa yenilmeyecek kadar da dikkatlidir. Hırsız, az önce otelin bir köşesinde bıraktığı sevdiceğini düşünmek şöyle dursun, onu buraya sürükleyen durumu, özgürlük uçağına varmaya ramak kalmışken, intikam ve hırsının tuzağına düşüşünü hatırlamak dahi istememektedir. Çok kısa bir zaman sonra, her iki karakter de, artık saniyeler kalan son için, en ufak bir hatayı bile kaldırmayacak derecede dikkatlerini son haddine çıkarmıştır. Polis, sanki biraz daha cüretkardır... polislik hayatı boyunca hep böyle değil miydi zaten? Her zaman öne atılan, gözünü budaktan sakınmayan, özel hayatını zindana çeviren cüretkarlıkta, cesarette ve işkoliklikte değil miydi zaten? Son derece güçlü olan altıncı hissine güveninden, siperleri bile tam manası ile kullanmamaktadır. O, av kokusu almış bir yırtıcı kaplandır artık!

Hırsız, sanki biraz daha defanstadır, biraz daha olayların karşı taraftan gelişimini beklemektedir. Kim bilir, belki de o iç hesaplaşmalar, o kıvır kıvır saçlı, taze yarin ağlamaklı hali gelmiştir aklına. Ama profesyonel biridir o, böyle kritik bir anda, böyle şeyler ancak saniyeler uçuşabilir kafasında... o yine, o eski acımasız ve işini bilen suçludur.

Derken... her iki profesyoneli tongaya düşürecek, dikkatlerini dağıtıp, belki de düello planlarını temelli değiştirecek bir gelişme olur; bir uçak hava alanına inmek üzeredir ve aniden çok güçlü ışıklar, düello alanını gündüze çevirir. Sinir bozucudur bu, "karanlık her şeye rağmen daha iyiydi, ama elden ne gelir". Planlar anında gözden geçirilir, durum tespiti yapılır, tekrar nihai hedefe kilitlenilir. Her iki kahraman da, biraz önceki konsantrasyondadır tekrar, onları için bunlar çocuk oyuncağı, bir anlık bir dikkat dağılması sadece...böyle durumlarla kaç kere karşılaştılar kim bilir?

Ancak her ikisi çok garip başka bir duygunun, daha evvel belki de tatmadıkları bir hissiyatın içindedirler: "Niye içimde, sanki bu sonmuş gibi geliyor, niye sanki çok takdir ettiğim bir meslektaşımı ve hatta hayran olduğum birini, hatta sanki kardeşimi öldürecekmişim gibi bir his var ki içimde? Çok garip... bunların yeri değil ama şimdi, önce görevimi yerine getirmeliyim... öncelikli görevim de hayatta kalmak!

Yönetmen, hafifçe müziği devreye sokar... sanki polis de tekrar devreye girmiş ve yine o eski cesur haliyle siperi bir tarafa bırakıp ileriye atılmıştır... "artık son çok yakın, tek bir siper kaldı, bunun arkasından başka bir yerde olamaz."

Hırsız yine savunmada, "bu ayak sesleri kesinlikle onun, hadi artık hamle yap!"

Polisin altıncı hissi ve tecrübeleri tek bir noktada!

Ama hayır! yine bir uçak ve uçak demek, tekrar ortalığın gündüz olması demek!

Hırsızın içini kemiren iç hesaplaşması durdurulamaz bir haldedir: "Nasıl olur da katı kuralları olan ben, aşık olabilirim, nasıl olur da sevdiğim kadını terkedecek alçaklığı gösterebilirim? Nasıl olur da özgürlüğe sadece dakikalar kalmışken, hırsıma yenik düşerim... hayır! Ben artık yaşamayı hak etmiyorum! Takdir ettiğim bu polisi öldürürsem, zaten vicdan azabından yaşayamam!" Hırsız, saliseler bile sürmeyecek bir zaman diliminde stratejisini tamamen değiştirir, saklandığı yerden çıkar.

İkisi de artık korumasızdır, ilk ateş eden mutlaka düelloyu kazanacaktır... bu rakipler öyle ıskalayacak adamlar değildir!

Her tarafı aydınlatan ışıklar bir an için polisin dikkatini dağıtır gibi olur... ki arka tarafın ışıkları, birden hedefin gölgesini ayaklarına kadar getirir.

Uçak gürültüsü giderek yaklaşır. Yönetmen müziği tamamen kaldırmıştır. Bir el ateş... işte sonun başlangıcı... ikinci el... hemen ardından üçüncü el, sonra dördüncü... bu dördüncü emniyet atışı mıydı acaba?

Polisin gözlerinde önce sarsılmaz bir bakış; "sabret, bitti sayılır, sakın dikkatini dağıtma, karşındaki tam bir profesyonel... evet bitti... fakat... bu duygular da ne... şu an seviniyor olmam gerekirdi!"

Hırsız, öldürücü noktalara gelen dört el ateşten sonra bir yere çökmüş fakat daha ölmemiştir. Uçağın sesi şimdi yok. Polis rahatlıkla hırsızın yanına doğru gitmeye başlar, artık tehlike geçti!

Çok ama çok hafif bir piyano sesi gelmeye başlar... polis, hırsıza yaklaştıkça piyanonun sesi artmaya başlar. Polis, kurbanını daha yakından görür. Yüzünde ve gözlerinde, zafer kazanmış, büyük bir hırsız ve çete reisini haklamış görev adamının gözlerinde görülmeye alışık olunan ifadeden eser yoktur.

Hırsız ölmek üzeredir, ama tuhaf bir şekilde rahat ve huzurludur; "yaptıklarımın cezasını buldum... sen, büyük adam... evet sen... yaşamayı hak ediyorsun... senin gibi birine yenilmek bir şereftir, bir onurdur benim için.... iyi ki sen kazandın kardeşim!"

Polisi garip duygular kemirmektedir; "keşke bu vurduğum adam, o eskiden vurduğum suçlular gibi olsaydı, keşke bunları hissetmeseydim.... ah kardeşim, görevimi yapmak zorundayım biliyorsun... ama, keşke bunlar hiç yaşanmasaydı, keşke biz dost olsaydık!"

Moby etkinliğini iyiden iyiye artırmaya başlamıştır... "artık senden önceki o rutin hayatıma nasıl dönerim kardeşim, benden kocaman bir parçayı alıp götürdün! Senden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Niye karşıma çıktın ki?! Keşke farklı bir şekilde karşılaşsaydık... keşke!"

Moby devam eder, birçok kötü yanı da olan "iyi" kazanmıştır... birçok iyi yanı da olan "kötü" kaybetmiştir... biraz önce uçağın geldiği gibi, bir yazı belirir: Michael Mann!




18 Mayıs 2014 Pazar

21. Yüzyılda Bir Masallar Diyarı: Kuzey Kore - 2


     Neyse... şaka bir yana, 21. yüzyılda Kuzey Kore diye bir ülke var ve her şeyi ile tam manasıyla bir fenomen. Hakkındaki kısıtlı haberler ve daha da kısıtlı haber kaynakları, bu fenomeni daha da merak edilir hale sokuyor. Dünyanın büyük kısmı, bu ülkede çok ciddi insan hakları ihlalleri yapıldığı ve insanlara adeta "Ortaçağ" yaşatıldığı konusunda hemfikir iken, bir kısım Sol, Komünist ve Stalinist fraksiyonlar (yani dünya gerçeklerinden bihaber, ayakları yere basmayan, ütopik hayaller peşindekiler) "Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti"ni (daha bir havalı oldu sanki) Emperyalizmle mücadele eden, Kapitalizme karşı duran hatta Amerika'nın uykularını kaçıran numune bir devlet olarak övüyor. Nedir peki bu "Demokratik Halk Cumhuriyeti" makyajlı ülke, bir bakalım:

Ülkenin kurucusu, diktatörü ve her şeyi
46 sene krallar gibi takılan Kim il Sung
     Japon işgali ve İkinci Dünya Savaşı sonrası bazı coğrafyalarda şahit olduğumuz, Sovyet Sosyalist Cuhuriyetler Birliği tarzı maddi ve manevi işgale uğrayan yerlerden biri de Kore Yarımadasının kuzey kısmıydı
(güneyini kim baştan çıkardı tahmin edin). Ülkenin kurucusu ve ülkeyi 46 (yazıyla da yazsan hakikaten çok uzun bir süre) sene boyunca idare eden kişi, birçok sıfatlarla halkı tarafından övülmüş (gulaglarda açlık ve işkence içinde ölme korkusu var mıdır bu sıfatları takanlarda bilmiyorum) ve "yarı tanrı" mesabesinde tazim edilen, Büyük ve Ebedi Lider Kim il Sung idi. Kendisi, büyük abileri Sovyet Rusya ve Mao Zedong liderliğinde Kültür Devrimi denilen "garabeti" gerçekleştiren Komünist Çin'in sponsorluğu ve güdümünde, George Orwell'in meşhur eseri "1984"teki gibi bir açık hapishane inşa etti. "Juche" diye bilinen (kendi kendine yetip kimseye muhtaç olmama prensibine dayalı) Marksist-Leninist (hatta daha ziyade Stalinist) bir ideoloji, ülkenin resmi dini oldu (tabi ki ideoloji ama dinin yasak olduğu yerde bu boşluğu yaldızlı sözlerle, felsefelerle ve propagandalarla kapatmak zorundasınız).

     1994'te "Ebedi Şef'in beklenmedik! ölümünden sonra idare,
"Kendisini alkışlayan kitleyi alkışlama" Komünist
adetini bozmayan, ülkenin ikinci sahibi Kim Jong-il
monarşilerde gördüğümüz ve Komünist ve Sosyalist düzenlerde görmediğimiz bir usulle "Sevilen Lider" lakaplı, koca gözlüklü ve psikopat (i mean it yani) oğlu Kim Jong-il'e geçti. Kore halkının bu yüksek topuklu, iri gözlüklü büyük aşkı, babasından geriye kalmadı elbet ve "aman Emperyalistler geliyor, Amerikalılar kapıda, Güney ve üvey kardeş bize saldırdı-saldıracak" gibi propagandalarla düzeni sağlama aldı. Ekonomik durum giderek kötüleşiyordu ama. En baş sponsor Sovyetler Birliğinin yokluk ve perişanlık içerisinde çökmesi, kendisine hayran olan uydu devletçikleri "tamamen duygusal!" krizlere sürükledi. Kore'nin kuzeyi de en çok etkilenen yerlerden biriydi. Ancak, bel büken açlık ve kıtlığa rağmen ülke, nükleer silahlanma hedefinden vazgeçmedi.

     Kim Jong-il, babası kadar iktidarda kalamadan 2011'in sonlarında ölünce, yerine apar-topar oğlu Kim Jong-un  geçti. Bu, daha 30'una bile gelmemiş tombiş oğlan, iktidarı alır-almaz hemen ortama uyum sağladı. Yazılı ve görsel medyayı da iyi kullanarak, kah ortadirek ailelere çat kapı ziyaretler yaptı, kah cephede "ordular, ilk hedefiniz Emperyalist Amerika'dır, ileri" pozlarına büründü, kah nükleer tesislerde "ben bu işi doğuştan biliyom olm" havası verdi. Ancak asıl sansasyon, çatlaklık konusunda kendisi ile yarışabilecek ender isimlerden biri olan Denis Rodman ile sıradışı arkadaşlığı oldu. Hatta Denis Rodman, eski ve tanınmış NBA oyuncularından derlediği bir takım ile Pyongyang'da gösteri maçı falan yaptı.

Ordular ilk hedefiniz...

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş
Nükleer bizim işimiz

Genç kızların yeni sevgilisi
tom oğlan tombul oğlan Kim Jong-un 

Kuzey Kore Denince İlk Akla Gelenler:

 * Bir kere, isminde "demokratik halk cumhuriyeti" gibi şeyler yazan devlet gördünüz mü, bilin ki orada büyük bir "tiyatro" dönüyordur. Nitekim, Şekspir'i kıskandıracak tiyatro ve senaryolar vardır bu topraklarda.

Az ağlarsan işin yaş, ne kadar
çok yırtınırsan o kadar  iyi

* Dış ülkelerden turist olarak gelenlerin, önce bütün iletişim kaynaklarına ülkeden çıkasıya kadar el konuluyor. Tepenize en az bir rehber (ya da rehber görünümlü ajan adayı) ve bir "besbelli" ajan (sivil polis)
Rehber ve polis olmadan adım dahi
atamayan cevval muhabirimiz
dikilir. Bu "besbelli" ajan, sadece yabancıyı değil, aynı zamanda yamuk yapma ihtimaline karşılık o rehber kılıklıyı da denetler. Nereye gidileceği, nereler ziyaret edileceği önceden bellidir ve sizin bu planlamanın dışına çıkmanız imkansızdır. Öyle bir şey ki, Vice'ın meşhur ve cevval elemanlarından Shane Smith bile süt dökmüş kediye döndü, bir tane halktan insanla görüşemeden ve doğru dürüst bir fotoğraf bile çekemeden döndü. Halktan birileri ile görüşmek ve konuşmak yasaktır. Çok kurnazca ve zekice hazırlanmış planları vardır her zaman; sizin görüşeceğiniz, fikrini alacağınız ya da okulda temas edeceğiniz her kişi, her talebe önceden ayarlanmış bir papağandır. Burada, yerellerle olan ve olacak hiçbir temas tesadüfe kalmaz. Turist ve gazetecileri, devyarasa bir otele yerleştirirler ki, bomboş olduğu ve makyaj maksatlı olduğu gayet barizdir.

*  Kuzey Koreliler, dış dünyadan tam manası ile izoledir. Cep telefonu, internet gibi iletişim vasıtaları yasaktır. Devletin koyu propagandası, George Orwell'in mezkur 1984'ünü aratmaz. Millet, özellikle ABD ve Güney Kore'nin, ülkelerini mahvetmek için var gücü ile çalıştığına inanır, hatta Amerikalıların açlıktan kırıldığı ve canlarının çıkmak üzere olduğu kanaati yaygındır.

Emperyalist Amerika'nın canını çıkarırken

* Ülke açlığın pençesinde ve her sene kıtlıkla mücadele ediyor. Çocukların çoğu yetersiz besleniyor.

* "Her Koreli asker doğar" mottosuyla dünyanın en militarize olmuş toplumudur. Nükleer ve her türlü silahlanma, GSMH'nın çok mühim bir kısmını yer bitirir.

* Her Komünist idarede olduğu gibi spor ve sportif faaliyetler çok önemlidir. Böylelikle, hem dış düşmanlarını bu sahada yenecek gençler yetiştirirler, hem de onları, "herhangi bir şey"i düşünme ihtimaline karşın meşgul ederler.

* Hep bir kutlama ve milli bir gün vardır. Mutlaka bir boş meydanda çocuklar ya da askerler büyük bir ciddiyetle prova yaparlar... olur ya, birisi ispikler falan!


Talebeler yine provada
Kore'nin kuzeyinde askerlik hiç bitmez

* Spor faaliyetlerinde bulunulan yerlerde, dev ekran ve hoparlörler hiç durmadan Emperyalizm karşıtı gaza getirici marşlar çalarlar.

* Ha, bir de dantele bayılırlar, bizim 30 yıllık evvelki tutkularımız, Korelilerin vazgeçilmezi sanki. "Büyük Liderleri"nin oturduğu koltuklara bile iliştirmişler bu süsü!

     Kısacası... her şeyiyle acayip ve garaip bir memleket!