Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

2 Şubat 2014 Pazar

İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı


     Özellikle son yüz senedir din düşmanlarının en çok ümit bağladığı konulardan biri Evrim. Birkaç amatör ve bilimsel yaklaşımdan uzak kimsenin önderliğinde, sanayi devriminin, Hristiyanlığın Batılıların hayatından el etek çekmesi (dolayısıyla Ateizmin revaç bulması) ve Materyalist felsefenin çeşitli zuhurlarının uygun ortam bulması ve üç aşağı beş yukarı aynı yolun yolcusu olması, evrim teorisinin neşvü nemâ bulmasına sebebiyet verdi.

     Evrim, Vikipedi denilen modern ve online ansiklopedide, “biyolojide canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanma sürecidir” diye açıklanmış ve “Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve dünyadaki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırdedilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur” diye devam edilmiş. Aslında gayet masum gibi görünen bu açıklamanın evveliyatına gidelim:

Gözün yapısını gördükçe
tepesi atan biyolog Charles Darwin
     Fransız doktor Lamarck, ondokuzuncu asrın hemen başında, canlıların tek bir türden türemiş olabileceğini ve canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini yazdı. Sonra ise, amatör bir biyolog olan Charles Darwin, 1859 yılında basılan “Türlerin Kökeni” (The Origin of Spicies) kitabında, canlıların, çevrelerine intibak etmek için mücadele ettiklerini, bu mücadelede güçlü olanları hayatta kaldığını, zayıfların ise yok olduğunu (doğal seleksiyon) yazdı. İnsan dahil bütün canlıların, tek ya da birkaç atadan gelmiş olabileceğini söyledi. İnsan ve maymunun aynı atadadan (primat) geldiği iddiaları gün yüzüne çıktı. Bunların akabinde Hollandalı nebatatçı ve biyolog Hugo de Vries yirminci yüzyılın başlarında “mutasyon teorisi”ni gündeme getirdi. Semavi Dinlere gıcığı olan, özellikle Hristiyanlıktan bezmiş, intikam peşindeki “fen adamı” görünümlü yobazların önüne mükemmel bir “orta” gelmişti! Bu “orta”yı “gol” yapabilmek için de var güçleri ile sarıldılar... ama bilim ve fenne değil... hayal dünyalarına! Bol paralarla fonlar, enstitüler, laboratuvarlar kuruldu. Metodolojiler, usuller, kaideler belirlendi. Kelli felli, bol ünvanlı kimseler, insanın maymundan ya da daha masum görüntüsüyle ”maymunla aynı atadan” geldiğini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Sağda-solda yapılan kazılarda buldukları domuz, maymun, at vs... kemiklerini “evrim zincirinin kayıp halkası”nı oluşturan doneler olarak, satın aldıkları gazete ve mecmualarda çarşaf-çarşaf yayınladılar. Yirminci yüzyılla birlikte, teorik platformdan çıkıp, pratikte “Sosyalist” ve "Komünist” devletler olarak vücut bulan, temelde Marksist ve Ateist zeminler, bu Evrim Teorisine can havliyle sarıldı. Darwinizm, Ateizm ve Evrim Teorisi el ele vererek ortaya büyük bir tabu çıkardı. Zamanla bu öyle bir hal aldı ki, “fen adamı”, “bilim insanı” kılıklılar, işi “evrim olmazsa, çağdaş bilim olmaz” kademesine getirdiler.

     Peki maksat neydi? Neden bu kadar gayet aklı başında ve çağdaş görünen insanlar bu teoriye ve ne olup bittiğinden habersiz “maymun”lara sarıldılar. Cevabı da yazmaya çalışalım:

     Kendine "fen adamı" süsü vermiş kompleksli birisi kalkıp da "canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarla veya milyarlarla sene evvel denizlerde kendi kendine var olup, zamanla deniz bitkileri ve deniz hayvanları, sonra da kara hayvanları ve en nihayet insan haline dönüşmüştür. İlk insanlar cahildi, mağaralarda yaşıyordu, dabağlanmamış deriden paçavralara sarınıyordu, insanlık sıfırdan gelişti... Taş Devri, Tunç Devri..." diyorsa, bu açıkca ilk insanın Hz. Adem olduğunu inkar etmektir ve Kur'an-ı Kerim ve diğer mukaddes kitapların palavra olduğunu ve o ilk hücreyi yaratan bir Yaratıcı olmadığını iddia etmektir. İslamiyet ve diğer semavi dinler, ilk insanın balçıktan yaratıldığını defaatle ve kesin olarak bildiriyor. buna inanmak “zaruriyat-ı dinden”dir. Kısacası, İslamiyet’in (ve dolayısıyla bozulmamış haliyle bütün Semavi dinlerin) bu konudaki kırmızı çizgileri şunlardır:

1. "İlk canlı denizde veya başka yerde tesadüfen oluşmuştur" demek. Ne bilim ne de din böyle bir "mükemmel tesadüf"ü kabul eder!

2. "Türler arasında geçiş vardır" ve hatta daha da alakasızı "insan hayvandan gelmiş ve gelişmiştir" demek.

Meşhur "işte maymundan geliyoruz" şeması
     Yani, bir fen adamı, "insan, maymundan veya başka bir hayvandan evrimleşmiş, gelişmiştir, insanın atası maymundur..." gibi sözler söylüyorsa, bu adam bir "fen adamı" değil, fen adamı perdesinin altına gizlenmiş cahildir ve aklı başındaki bütün fen adamları böyle bir cahile güler. Başka bir fen adamı da "maddeler, hücreler, varlıklar yok iken sonradan var olmuşlardır" derse, bu sözü hem fen hem de din sahasında kabul görür. İslam alimleri, canlıların yapısında, basitten mükemmele doğru bir "gelişme"nin varlığından söz etmişler ve bunları kitaplarına geçirmişlerdir fakat bu "bir türden başka bir türe" tekamül, gelişim, evrim vardır demek değildir!

     Dinimiz, bitkilerin ve hayvanların ne şekilde yaratıldığını bildirmiyor. İlk yaradılıştan sonrası, ister denizlerde tesadüfen, isterse de başka türlü meydana gelsin, bunlar islamiyete zarar vermez, bilakis kuvvetlendirir.

     Son yıllarda, bu Evrim teorisinden nemalananlar kısmına yepyeni bir katılım oldu... ama Evrimcilerin karşısına geçerek (olayın içyüzü tam bilemeyenler için en azından böyle görünüyor). Türlerin kendi içindeki gelişmelerini kabul etmeyen, bitki ve hayvanların yaratılması hadisesini kafasına göre yorumlayan, ilk yaratılışı kabul edip, geri kalan teferruatta İslamiyetin ihtilaf etmediği mevzularda sıkıntısı olan ve bu konuları, önyargısız bir şekilde idrak edecek kapasiteden yoksun kimseler, güya "dini" savunuyor gibi görünüp, kendilerince gündem oluşturmaya çalıştılar ve nereden geldiği belli olmayan maddi yardımlarla, kuşe kağıda baskılı, mükemmel görünümlü atlaslar, kitaplar, broşürler bastırdılar ve her yere dağıttılar.

Evrim Teorisi ve İslamiyet ile alakalı kısa bir animasyon da mevcut:

19 Ekim 2013 Cumartesi

Slavoj Zizek'in İstanbul Ziyareti Üzerine

   
     Slovenya'nın meşhur Marksist felsefeci, sosyolog, sinema eleştirmeni ve psikanalisti Slavoj Zizek ve Fransız felsefeci Alain Badiou'nun katılmcı olduğu ve Monokl Yayınları ile Bakırköy Belediyesinin düzenlediği "Küreselleşme ve Yeni Sol" konulu konferans 11-12 Ekim 2013 tarihlerinde, Bakırköy Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Konferansın ikinci gününde Slavoj Zizek vardı ve dolayısıyla kendisini dinleyebilmek amacıyla kültür merkezinde yerimizi aldık. Ancak mekanın küçük olması ve dinleyicilerin çok olması hasebiyle, salon hınca hınç doluydu, hatta bizim gibi geç gelenler sahnede, Zizek ve Badiou'nun hemen yanında ve arkasında yerini aldı.

     Önce, yirmi dakika kadar Alain Badiou, şimdiye kadar duymadığım ağır bir Fransız aksanıyla yoğrulmuş İngilizcesi ile konuştu, sonra sözü Zizek'e verdi. Zizek yine, Perşembe Pazarından alınmış izlenimi veren tişörtü ve her zamanki eğlenceli, akıcı ve derin uslübu ile sazı eline aldı ve bir ara Badiou ile paslaşsa da, oturumun yarısından çoğunda konuştu, "son on and so on"lar havada uçuştu! Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen ve CHP milletvekillerinden (DİSK eski genel başkanı) Süleyman Çelebi de dinleyici olarak oradaydı. Dinleyicilerden bir kısmı, böyle bir organizasyonda bile protokol olmasını protesto etmeye çalıştı ve oturumun soru-cevap kısmı hem protestolar, hem de kalitesiz ve farklı amaçlı sorular yüzünden oldukça ateşli geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, kalitesiz, reklam amaçlı ve güdümlü sorular yüzünden, oturumun ikinci yani soru-cevap kısmı bayağı bir kalitesiz geçti çünki bir konferansın ya da bu tip soru-cevaplı bir organizasyonun seviyesini belirleyen, biraz da dinleyicilerdir.

     Neyse, gelelim hiperaktif ve modern zamanların sıkıcı olmayan felsefecisi Slavoj Zizek'in açıklamalarından bir bölümüne:

Zizek, daha sözü Alain Badiou'dan alırken, Komünist ve Faşist liderlerin alkışlanma ve alkışlama farkından bahis açarak ortalığı şenlendirdi, işte o kısım:


Sovyetler ve omletten bahsettiği kısım:



"True Master":


Meşhur Fransız Cumhurbaşkanı general Charles de Gaulle'un siyasi duruşu üzerine:


İngilizlerin Hindistan'ı sömürgeleştirmesi ve Malcolm X'in "x"i hakkında:


Dinleyen Solcuların acayibine giden, Sol'un "solcu" Margaret Thatcher ihtiyacı üzerine:


Alman bir bankacından alıntıladığı, demokrasi, seçimler ve piyasa dalgalanmalarının ilişkisi ile alakalı açıklaması:


Kur'an-ı Kerim'in Haiti Devrimine olan etkisini anlattığı ve ilk defa duyduğum kısım:


Yeni Zelanda yerlileri Maorilerin fırsatçılığı ve modayı takibi hakkında:


Komünistlerin "münazara"ya yaklaşımı ile ilgili sözleri çok güldürdü:


Kızılderililerin, "Soluk benizli" Amerikalıların ahmaklığını hatırlatan sözleri ile ilgili kısım:


Hiyerarşinin zorunluluğu ve Anarşi üzerine:



Slavoj Zizek'in bazı farklı enteresan videoları da var... misal "The Pervert's Guide to Cinema"nın taa en sonunda yer alan şu video gibi:


Ve... "The Pervert's Guide to Ideology"de, "kola"nın neden en mükemmel ticari meta olduğunu izah ettiği yer... tabi elinde Coca Cola ile:




1 Eylül 2013 Pazar

Müslümanlar Bilimde Neden Geri Kaldı ya da...Hiç İleri Gitmiş miydi ki?


     Biri, yek diğerinden ağır bu iki suale cevap lazım...evet "hiç ileri gitmiş miydi ki"? İkinci sorunun cevabının başına, kalın ve içi dolu, okkalı bir "EVET" koyabiliriz ama devamı gelmezse havada kalır elbet!

     Evet, inanması zor ama bir zamanlar, sarıklı, sakallı, cübbeli insanlar ilimde, fende, teknikte, ahlakta ve her türlü gelişmişlik sayılan değerde ileride idi. İslam Devletlerinde rasathaneler, atölyeler, üniversiteler, akademisyenler, araştırmacılar, ar-ge'ciler, laboratuvarlar, uzay bilimcileri vardı. Bu devletlerin halkları, hastahaneler, su kemerleri, mektepler, kervansaraylar...gibi imkanların içinde müreffeh bir hayat yaşıyordu. Avrupa Ortaçağı, batıl inançların, her türlü iğrençliğin, salgın hastalıkların, kilise diktatoryasının, derebeyleri sultasının, ilkelliğin, önyargının, bitmek bilmeyen düşmanlık ve savaşların, derme-çatma kulüblerde yaşayıp dabağılanmamış deriler giyen, bitli saçı sakalı birbirine karışmış, ortalama ömrü 30-35'i geçmeyen vahşi insanların çağı iken, İslam Dünyasının Ortaçağı, ilim ve bilimi sürekli geliştirenlerin, yeni keşif ve buluşlar yapanların, eski Yunan eserlerinin ve felsefecilerinin görüşlerinin dikkatlice değerlendirilip, işe yarayan kısımlarının bilimsel gelişmelerde kullananların, hamamlı, helalı ve güneş gören, büyük ve temiz evlerde oturanların, pamuk ve ketenden elbiseler giyenlerin, idaresi altındaki gayri müslimlerle sıkıntısız yaşayanların, İslamiyeti ve yaşadıkları dünyayı tam ve komplekssiz olarak idrak edenlerin çağıdır. Konuyu derinlemesine araştıran önyargısız bilim adamları için şu gerçek yadsınamaz bir gerçektir; Batı Dünyası, fen ve bilimdeki gelişmelerin ve buluşların temelini İslam Medeniyetinden almıştır.

     Her sahada gelişmemeyi bir tarafa bırakalım, yerinde saymayı dahi, "helekel musevvifûn" düsturu gereği hoş görmeyen Müslümanlar, "medeniyet, tamir-i bilad ve terfih-i ibad"dır mottosuyla, daha ilk zamanlardan itibaren, şehirler, yerleşim yerleri kurmaya, insanların can emniyeti ve refah içinde yaşaması için bulundukları beldeleri kalkındırmaya çalıştılar. Tarık bin Ziyad komutasındaki Emevi ordusunun Endülüsü fethinden sonra, Akdeniz'in iki ucunda, aynı kaynaktan beslenen ve insanlığa ışık tutan, Ortaçağ karanlığının içinde adeta denez feneri gibi duran medeniyet merkezleri kuruldu. Müslüman bilim adamları, Hristiyan, putperest, dinsiz ayrımı yapmadan, Antik Yunan, Roma, Hint, İran, Çin medeniyetlerinin eserlerini incelemek için bunların lisanlarını öğrendiler, "hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alsın" ve "ilim Çin'de de olsa alınız" hadislerine harfiyen uyarak, büyük bir titizlikle bu mirası bütün dünyaya hediye ettiler. Astronomi, matematik, geometri, edebiyat, fizik, biyoloji, tıp, coğrafya başta olmak üzere yüzlerce ana ve yan dalda kitaplar yazdılar ve kütüphaneleri doldurdular. Özelde Bağdat, (Beyt-ül Hikme de burada idi) Kahire, Kurtuba, Gırnata...genelde ise, Müslümanların idaresindeki yerler her bakımdan kalkındı. O zamanın Batı Avrupası ile İslam toprakları arasındaki farka değinecek olsak, şimdilerin gelişmiş dünyası ile, Amazon Ormanlarında yaşayan vahşiler arasındaki kadar desek her halde abartı olmaz.

     Ancak somut örnekler göstermeden söylenecekler havada kalır, dolayısıyla özele girmek, isimler vermek elzemdir:

Nureddin Batruci, Endülüs Üniversitesinde astronomi profesörü idi. Yazdıkları ve ortaya koydukları Galile ve Kopernik gibi yüzlerce sene sonra geleceklere ışık tutmuştur.

İbn-i Sina, bazı hastalıkların sebebini, insan vücudundaki "kurtçuklar" (yani bildiğimiz mikroplar) olduğunu yazmıştır.

Ebu Bekr-i Razi, namı çağları aşan ilklerin doktorudur. İlk göz ameliyatını yapan, kızamık ve çiçek hastalıklarının faklı olduğunu ortaya koyan, ilk defa ağrı kesicileri kullanan tabiptir.

Trigonometriyi bulan ve bildiğimiz manadaki astronominin belki de babası Harranlı Battani'dir. 900'lu yıllarda gözlemevi kurmuş, ayın, dünyanın, güneşin hareketlerini izlemiş ve çeşitli hesaplamalar yapmıştır.

Ebu Reyhan el Biruni, gelmiş-geçmiş en büyük alimlerden biridir. Çalışmadığı, eser vermediği alan neredeyse yoktur. Modern bilim eğer varsa, Biruni bunun temel taşlarından biri olmalıdır. Hatta, "İslam" sıfatı olmasa biyografisinde, dünyanın en büyük bilgini olacağını söylemek abartı kaçmazdı muhtemelen! Yerçekimi ve dünyanın döndüğü gibi şeyleri yüzyıllar evvel bulan, kitaplarına geçiren kişidir.

Cabir bin Hayyan, modern kimyanın babasıdır. Eserleri, Avrupa'da yıllarca okutulmuştur. Tıpkı Biruni gibi çok yönlü bir bilgindir. Atomun içindeki muazzam kudretten bahsedecek kadar "ileri" gitmiştir!

Ebul Vefa el Buzcani, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.

Farabi, sesin fizikteki tarifini ilk olarak yapan kişidir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk defa ondalık kesir sistemini kullanan kişidir.

İbni Cessar, cüzzamlıları tedavi etmiştir.

Abbas ibni Firnas, ilk uçan aracı yapıp, uçmayı beceren kişidir.

İbni Haldun, tarih ve sosyoloji bilimlerinin kurucularındandır.

Abbas Vesim, verem mikrobunu, Avrupa'dan bir buçuk asır evvel bulmuştur.

İbn-ün Nefs, küçük kan dolaşımını bulan hekimdir.

Piri Reis ve haritası hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten.

Muhammed bin Musa el Harezmi, 0 (sıfır) sayısını bulan, cebir (algebra) ilmini kuran alimdir. "Algoritma" kelimesi de isminden gelir.

Demiri, ciltler dolusu zooloji ansiklopedisi hazırlamıştır.

İbni Heysem, Optik ilmin kurucusudur. Gözlük, mikroskop, teleskop yapmaya çalışanların yol göstericisidir.

      İkinci sorunun cevabı aslında, ilkinden daha kolay. İlk soru çok daha karışık, göreceli ve can sıkıcı: İslam Medeniyetinin ilk asırları her alanda gelişmişliğin, kalkınmanın, aydınlanmanın adresidir. Fakat bu gelişmişlik ve zenginlik beraberinde azgınlığı da getirince, önce Akdeniz'in doğusu, görünürde Cengiz askerinin eliyle, kuvvetli bir tokat yedi ve mirasının büyük kısmını Dicle'nin sularına bırakarak merkezinden savruldu. Aynısı, iki asır sonra Endülüs'te oldu ve bundan sonra neredeyse tek kuvvet Osmanlı Devleti kaldı. Ancak, hicri birinci asırdan sonra (yani 1600'lerden sonra) İslam Dünyası, önce duraklamaya, sonra da hızlı bir düşüşe doğru geçti. Her türlü gelişmenin ayağına takılan, tahrif edilmiş Hristiyanlık ve din bezirganlığından geçinen kilisenin boyunduruğundan kurtulan, İslam eserlerini incelemeye ve temel almaya başlayan Avrupa, karşı konulamaz bir hızla kalkınmaya tanıklık etti. 1800'lere gelindiğinde, durdurulamaz bir ivme kazanan (Afrika'yı tam manasıyla sömürmek gibi "bel altı" çalışmalarının katkısı yadsınamaz) Avrupa, makası iyice açtı ve şimdilerde gıpta ile baktığımız Batı Medeniyeti zirveye yerleşti. İslam topraklarında cirit atmaya başlayan ajanları ve maşaları, önce medreselerden "din adamına fen bilgisi lazım değildir" deyip fen bilgilerini kaldırdılar, cahil din adamları yetiştirilmesini sağladılar, sonra da "İslamiyet terakkiye manidir" yaygarasını bastılar. Yani basitçe işi şöyle formülize etmek hakkı teslim etmek olacaktır; Müslümanlar, dinlerine sıkı sıkıya sarıldıkları, emirlerine harfiyen tabi oldukları sürece ilerlediler, Hristiyanlar ise dinlerine sırt çevirip, bu kamburdan kurtulmayı başardıklarında ilerlemeyi gerçekleştirdiler.