Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

11 Temmuz 2019 Perşembe

İngiliz Sömürge Bakanlığı ve İslam Coğrafyasında İngiliz İstihbaratı

 
     Daha ziyade Avrupalı devletlerin, kendi küçük topraklarından çıkıp, yer altı zenginlikleri yoğun olan ve mevcut zenginlikleri kullanma konusunda zaafiyet yaşayan ülkeleri sömürmesi olarak anladığımız sömürgecilik kavramını düşündüğümüzde, akla hemen Birleşik Krallık, Britanya ya da kısaca İngiltere olarak tanıdığımız ada ülkesi gelir. Sömürmek kelimesi, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, gayet kötü bir mana çağrıştırır. Çağrıştırdığı bu olumsuz anlamda, tüm Batı ülkeleri şöyle veya böyle ortak iken, İspanyol ve Portekizliler gibi erken dönem sömürgecilerden sonra açılan İngiliz kafası, sömürgecilik kavramını her açıdan geliştiren, bunu emperyalizme, sonra da yine globalleşme adı verilen masum kelimenin gölgesinde, dev şirketler vasıtasıyla eviren ve sürdüren kafadır.

     Sefalet, pislik, batıl inançlar, hastalık, kara cehalet içinde yaşayan Ortaçağ Avrupası'nın Müslümanlardan aldığı bilgilerle Rönesansa girip toparlanmaya başlaması, akabinde Merkantilizm denilen iktisadi kavramın getirdiği altın ve gümüş toplama hırsı, Osmanlı Devletinin dünyanın merkezini işgal ediyor olmasıyla birleşince, batılılar Afrika, Amerika ve Uzak Asya'daki bakir topraklara açılmaya gayret etti. Konu zaten geneliyle bilindik ancak üzerinde durulması tarafı, İngilizlerin bu alandaki olağanüstü becerisi. Sadece maddi olarak sömürmek değil kasıt elbette, her buşundukları bölgeyi manevi olarak da yozlaştırmayı ve karıştırabilmeleri esas sıkıntılı olan kısmı.

     Resmi tarihe bakıldığında, eskilerin Müstemlekeler Nezareti dediği bakanlığın, 18 yüzyıl sonlarında, o sıralarda Britanya hegemonyası altındaki Kuzey Amerika ile uğraşmak için tesis edildiği yazılsa da, gerçekte bu fikrin altında bir korku yatar; İslam Dini korkusu.

     Filhakika, Osmanlı kuvvetlerinin Viyana kapılarını iki kez çalıyor oluşu, Avrupalıları ölümüne korkutmuş ve her türlü tedbiri almaya itmişti. Osmanlı ve dolayısıyla İslamiyeti'in Eski Kıtayı ele geçirmesine ramak kalmıştı artık. 17. yüzyılın sonu, Osmanlı'nın dışarıdan ve silahla mağlup edilemeyeceğinin anlaşıldığı, bel altı diye tabir edebileceğimiz tedbirlerin alınmaya başladığı zamandır. Osmanlı Devletinde ve haliyle Müslümanların hakim olduğu her coğrafyada, bol altın ve şaşalı mevkilerle kandırılıp satın alınan kişilerin çeşitli kademelere yerleştirilmesi, casusların İslam coğrafyasında cirit atmaya faaliyetleri, 18. yüzyılın bidayeti ile birlikte hızla yayılır. Sömürgelerden akan kıymetli mallarla beslenen İngiliz İmparatorluğu, yozlaştırma çalışmalarının meyve verdiğini müşahede ettikçe, strateji ve adımlarını sağlamlaştırmaya, kurumsallaştırmaya gayret etti.
emperyalist İngiltere'nin
her yere uzanan sömürgeci kolları

     İngilizlerin sömürgelerinde ve etki alanlarındaki stratejisi çok basitti esasında; böl ve yönet! Yani azınlıkları kaşı ve besle, merkezi otoriteyi kuvvetsiz hale getir ve bu istikrarsız durumu sonuna kadar kullan. Nitekim Müslümanların nüfus olarak fazla ve egemen olduğu Hindistan'ın bölünüp Pakistan'ın ayrılması, bu politikanın en verimli ve göze batan örneğidir. Esasında, İngilizlerin Hind Yarımadasını sömürgeleştirmesi, tam bir ibret vesikasıdır. Ticari imtiyaz gibi masum bir adımla başlayan işgal harereketi, özellikle Hindu- Müslüman çatışmasının körüklenmesi ile, koskoca bir devletin nefes alamaz hale gelmesine kadar vardı ve yıkıcı etkileri de günümüze kadar capcanlı bir şekilde devam ediyor.

     Riyad ve Necid taraflarından çıkıp gelen Suudi eşkıyalarına yaptıkları yardımlar ve kışkırtmaların, Arabistan Yarımadasını Osmanlı'dan koparması ve hülasa, Ortadoğu denilen bölgenin saçma sapan hudutlar ve istikrarsız bir geleceğe sürüklenmesi de, hep bu İngiliz kafasının mahsulüdür. Tüm bu yaptıklarının yanında ve aynı zamanda, İngilizler çoğu zaman dost olarak görünüyor, hatta bazen borç bile veriyorlardı. Nitekim 1854 yılı Kırım Savaşında, İngiltere'nin Osmanlı'ya yardım ediyor hatta borç veriyor görüntüsü hilafeti yok etmek için yaptığı hilelerden birisi idi. Kendi adamları olan Mustafa Reşid Paşa parlatıldı ve Osmanlı'nın çöküşünü hızlandıran adımlar hızlıca atıldı.

     Ahır zamanın zulmeti ile birlikte, giderek yozlaşan İslam dünyası, İngilizlerin isteklerini bir bir gerçekleştiriyordu: Hindistan'daki Babür-Gürganiye İmparatorluğu çökertilip, Hind yarımadası tamamen müstemleke haline getirilmiş, Osmanlı Devleti yıkılmış, Hilafet kadırılmış, Ortadoğu ve Afrika kıtası tamamen istikrarsızlaştırılmış, Osmanlı'nın çekilmesiyle oluşturulan ülkelere çeşitli kukla diktatörler yerleştirilmişti. Şu haliyle İngiliz Sömürge Bakanlığı ve dolayısıyla Britanya İmparatorluğu 20. yüzyıl başında istediklerinin hemen hepsini elde etmişti.

     Ancak 2. Dünya Savaşının başlamasıyla, İngilizlerin, "üzerinde güneş batmayan" imparatorluğu çözülmeye başladı. Amerikan kuvvetlerinin savaşa müdahale etmesine kadar, İngilizler adeta sığınacak delik aradı. Sömürgelerini kaybetti. Bu açıdan bakıldığında, 2. Dünya Savaşının esas mağlubu, Britanya olmuştur.

     Bunlar bir tarafa, özellikle İslam coğrafyasında cirit atmış ve bir şekilde Birleşik Krallık çıkarları için faaliyet göstermiş birkaç isme bakalım:

     1. Hempher: Erken dönem ve belki de en "verimli" casuslardan birisi. Zira 18. yüzyıl başlarında, Necidli sivri tıfıl Muhammed bin Abdülvehhab'ı avlamak ve onun vasıtasıyla, İslam Dininde büyük bir fitne ve yara açmıştır. Vehhabilik olarak bildiğimiz akım, bu ikilinin eseri olarak yeşermiştir.

     2. Thomas Edward Lawrence: İttihatçıların elinde oyuncağa dönen Osmanlı'ya karşı ayaklanan Arapların akıl hocalarından birisi. Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'a yakınlık kurmuştur.
İttihat Terakki'den dolayı Osmanlı'ya soğuyan
Şerif Hüseyin'in oğlu ve hemen arkasında Lawrence

     3. Gertrude Bell: Arkeolog ayağına, casusluk yapan bir Oxford mezunu kadın. Bu da Osmanlı karşıtı cephede yer aldı. Ortadoğu'yu karış karış dolaşmış ve bu dolaşmaları İngiliz istihbaratı tarafından gayet iyi değerlendirlmiştir. Irak sınırının çizilmesinde doğrudan katkısı vardır.
Gertrude Bell ve "manevi oğlum"
dediği T. E. Lawrence

     4. John Philby: Tam ismi Harry St John Bridger Philby. Cambridge mezunu bir kaşif ama Ortadoğu'da 20. yüzyıl başlarında dolaşan her İngiliz gibi bariz casus. Müslüman olduğunu iddia edip, "Osmanlı yıkılıyor, hadi ne duruyorsunuz" diye, Sududileri kışkırtan ve hatta İbni Suud'un müşaviri olan birisidir.
John Philby Müslüman pozlarında

     5. Freya Stark: Gertrude Bell'in açtığı çığırdan giden bir başka gezgin... Tabi yersen! O da kadim toprakları arşın arşın dolaşmış, 2. Dünya Savaşı öncesinde, İngiliz istihbaratı ve Sömürgeler Bakanlığını memnun ve tatmin etmiştir.
Arap topraklarının aşığı
Freya Stark!

     6. Jane Digby: Arapça öğrenip, Bedevilerin arasında yaşamış başka bir İngiliz kadın.
Kimler yok ki! Abdülaziz bin Suud,
Gertrude Bell, T.E. Lawrence, Sir Percy Cox

     7. Aubrey Herbert: Al sana inanılmaz bir Oryantalist karakter... Türkçe, Arapça, Fransızca, Arnavutça, İtalyanca, Almanca ve dahi Yunanca bildiğini de hesaba katarsanız, çok tehlikeli bir İngilizle dans ediyorsunuz demektir! Lawrence'ın yakın arkadaşı ve 1916'da kurulan Arap Bürosunun müdavimi. Arap dünyasındaki faaliyetleri ve bilhassa Osmanlı'dan kurtulmak isteyen zihniyete akıl hocalığı yapması ile tanınır. Arnavultluk'a kadar uzanmıştır elleri. Hakkında daha çok malumata sahip olmak için, İngiliz Derviş isimli kitaba müracaat etmek gerek.

     Bu saydığımız isimlerin çok önemli bir ortak özelliği var. Hepsi de, Osmanlı Devletinin sahip olduğu topraklarda dolaşıp, dinine ve halifeye bağlılıkları zayıf olan, bir şekilde etrafındakilere önderlik yapabilecek kapasitedekileri bulup, onların hem dinlerini bozmak hem de Osmanlı'ya karşı isyana teşvik etmek. Bunu yaparken de, Britanya'dan gelen maddi yardımlar rüşvet olarak kullanılır.


   

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Tedbirli Müslüman ile Tedbirsiz Olanı Arasındaki Uçurumlar - 4


     Birinci, ikinci ve üçüncü yazıdan sonrası.

       Tedbirli Müslüman, Hz. İsa'nın Eflatun denillen felsefeci ile çağdaş olduğunu bilir. İşte bu çok garip değil mi? Tarihler, ansiklopediler, Googlelar, Hz. İsa ile Eflatun (Platon veya Plato) arasında en azından 350 sene olduğunu iddia etse de, durum hiç öyle değildir.

Eflatun diye pazarlanan heykel
     Platon, yaptığı mücahede ve riyazetler neticesinde, kendinde hasıl olan hali görünce, peygamberlere uymak lazım olmadığını sandı. hatta dedi ki; "biz temizlenmiş, olgun insanlarız. temizleyicilere, bize doğru yolu gösterecek kimselere ihtiyacımız yok". Oysa reddettiği kişi, ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açıyor, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyordu. Yani kendi bilgi ve tecrübesinin ötesinde, hatta normal bir insanın yapması imkansız olan şeyleri yapıyor diye işittiği bir kimseyi, gidip görmesi, halini incelemesi gerekirken, görmeden, anlamadan böyle cevab verdi ve o peygambere inanmadı. Peki hangi peygambere diyor bunu? Çağdaşı olduğu hz. İsa'ya.

     Tabi olarak şu soru akla gelir hemen herkeste: "Hz. İsa ile Eflatun arasında neredeyse 400 sene var" Evet avrupalılar öyle diyor ama dümeni, takvimi bozuk Avrupalılar öyle dedi diye, buna olduğu gibi inanacak halimiz yok. İslam alimlerinin kitaplarında, mesela meşhur "Burhan-ı Kâtı" lügat kitabında, ismi zikredilen şahısların aynı zaman diliminde yaşadıkları belirtilir. Ancak ondan çok daha önemlisi, İslam Dininin en büyük alimlerinden birisi olan İmam-ı Rabbani, çeşitli zatlara gönderdiği mektupların derlemesinden oluşan Mektubat kitabında, bunu açıkca ve birkaç kere zikreder. Orada kısaca şöyle denilmektedir:

     Bu yunan felsefecinin hayatı ve dersleri meşhur olduğundan, ölüm zamanına inanılır, bunda bir sıkıntı yok. Esas sıkıntı bundan sonrasında. Zira hz. İsa, dünyaya gizli geldiği ve dünyada az kaldığı ve kendisini ancak çok az kişi bildiği, İsevi olanlar az ve asrlarca gizli yaşadığından, milat yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Haliyle Miladi takvim, günleri ve daha da önemlisi seneleri ile şüpheli ve yanlıştır.

     İkinci olarak da şunu söylemek lazım ki; hz. Adem'den bu yana, her bin senede bir, resul denilen ve yeni din getiren peygamberler gönderilmiştir. hz. İsa ile hz. Muhammed sadece resul değil, aynı zamanda ulü'l-azm peygamber idiler. dolayısıyla, aralarında bin seneden az bir müddet olması mümkün değil. Zaten bazı dini kitaplarda, aralarında 963 sene olduğu bilgisi verilmektedir.


      Tedbirli Müslüman nafile olan umreye gitmez: Bilindiği üzere, İngilizlerin Ortadoğu ve Arabistan'a oralarda bulunan maşaları vasıtasıyla çöreklenmesi neticesinde, Arabistan yarımadasında, Sünni ve Şii Müslümanlara "kafir" diyecek kadar alçalan Vehhabi zihniyette bir devlet kuruldu ve Haremeyn-i Şerifeyn maalesef bunların kontrolü altına girdi. Dolayısıyla İslam'ın farzlarından birisi olan Hac ibadetini ve nafile bir ibadet olan Umre ve farz olan Hac dışındaki nafile hac yapmak için, Müslümanların bu devlete bir takım ücretler ödemesi gerekiyor. Bu ücretler de çoğu zaman fahiş ve bir kısmı da düpedüz rüşvet ve ayakbastı kıvamında.

     Hali vakti yerinde olan Müslümana, ömründe bir kere Hac yapmak farz olduğu için, tüm bu ücret ve haraçları ödemekte sıkıntı yok ancak işin diğer kısmında büyük bir cahillik ve israf söz konusu. Nafile olan, yani hesabı neredeyse hiç sorulmayacak bir ibadeti yerine getirmek için, her sene inanılmaz boyutlarda paralar, Suudi eşkıyalarının eline geçiyor. Bunun yanında da, yolculuk ve ikamet esnasında, vakit namazı gibi farzlar geciktiriliyor hatta bazen kazaya kalıyor. Şimdi, aklı başında olan bir müminin, şöyle düşünmesi lazım gelmez mi? "Yahu ben kendi helal paramı, bu haydutlara veriyorum. Bunlarda o paralarla, ellerinin uzanabildiği her yeri ifsad ediyor. Bunun üstüne de, farz olan ibadetlerim gecikiyor veya kazaya kalıyor. Filhakika böyle bir işe kalkışmak, neresinden bakarsan bak tam bir basiretsizlik ve cahillik." Yukarıda ismini zikrettiğimiz büyük alim İmam-ı Rabbani de, nafile hac ve umreye gidilmesinin doğru olmadığını bildirmiştir.
    
     Tedbirli Müslüman, avret mahalline ve avret mahallini kapatmaya çok özen gösterir: Maalesef günümüzde, kendisini"dindar" olarak tanımlayan insanların bile avret mahalli kavramı çok zayıfladı. Nedir peki avret mahalli? Bir Müslümanın, başkalarına göstermesi gunah olan vücut kısımları. İslamiyet'te insanların birbirine görünmesi ve bakması dört türlüdür: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadını erkeğe görünmesi. Bu dört halden ortaya çıkan durumlar, en basit haliyle şöyledir: Erkeklerin (ülkenin çoğunluğunun Hanefi olduğu düşünüldüğünde) her halükarda,  başklarının yanında göbek ile diz aralarını örtmesi vaciptir, bu kısımların açık olarak görünmesi haramdır. Oysa bilhassa yazın da dikkatimizi çektiği gibi, giderek artan sayıda genç, insan içine dizleri açık bir halde çıkıyor.

     Kadınlardaki durum ise çok daha vahim tabiyatıyla. Kadınların dışarı çıkarken örtmesi gereken yerleri, el ve yüzleri hariç tüm vücutları iken, mütedeyyin diye geçinen kadınlar bile buna tam manasıyla riayet etmez. Yarım yamalak örtünenler ise, avret mahalli konusunda harama girmeleri bir yana, tesettürü eksik ve yanlış olarak temsil ettikleri için, kötü çığır açmakta ve dine çok büyük zararlar vermektedir.

     Tedbirli Müslüman bir kadın yabancı erkeklerin olduğu yerlere gitmez: Hemen yukarıdaki konu ile doğrudan alakalı başka bir durum. Bilinçli ve bilgili bir hanım, örtünmenin sadece "örtünmek" olmadığını, bunun yanında, kendisine yakın akraba olmayan erkerlerin yanına zaruret olmadıkça gitmesinin ve onlarla konuşmasının da tesettür kapsamında olduğunu bilir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, AK Parti iktidarı bu konuda sınıfta kaldı. Sadece başlarının üstünde birazcık kumaş parçası olan kızlar-kadınlar, yabancı erkeklerin arasında artık pervasızca, hiçbir haram çekincesi olmadan yaşıyor. İslam Dininde kadınlara, babaları, eşleri veya en yakın akrabaları bakmak zorunda olmasına rağmen, hiç ihtiyaçları olmadığı halde (pek azı müstesna), işyerleri kadınlarla dolup taşıyor, toplum hızla ahlaki bir çöküşe do[ru gidiyor. 

     Tedbirli Müslüman dini konularla dalga geçmez ve dini terimleri alaya almaz: Osmanlı'nın son zamanlarında ve sonrasında artarak yaşanan bir durum. Dini bilgilere vukufiyetin hızla azalmasıyla, dinin mukaddes saydığı terimlerle alay edilir oldu. Tazim edilmesi gerekenler tahkir, tahkir edilmesi gerekenler tazim ediliyor. Bu sözler arasında, imanı tehlikeye sokacak olan kelime ve ifadelerin çokluğu dikkate alındığında, bu tür sözlerden kaçınmak ve kullanmamak akl-ı selim icabıdır
çocuğu adeta "yutan" alet,
televizyon

     Tedbirli Müslüman bir aile yozlaştırıcısı ve vakit öldürücüsü olan televizyonu evine sokmaz: Modern ailenin olmazsa olmazlarından gözüyle bakılan ve en süslü odaların en mutena köşesinde kendine mutlaka yer bulan aletin adı televizyon. Bu öyle bir şey ki, kumandasını elinize aldınız mı, saatlerce karşısında oturur, vaktinizi ekran karşısında heba edersiniz. Neden "heba" dedik, çünki televizyon, genel olarak bir eğlence vasıtasıdır. Buradan öğrenilecek şeyler çok kısıtlıdır ve genel manada, kıymetli olan vakti "öldürmek" için tasarlanmıştır.

     Bu kadar ile sınırlı olsa, yine o kadar kötü diyemezsiniz belki ancak televizyonların büyük kısmının İslam düşmanlarının ellerinde olduğunu ve ekranı istedikleri gibi manipüle edebildikleri gerçeğini kabul ettiğinizde, zararın sadece vakti öldürmekle kalmadığı, çok daha kapsamlı, uzun vadeli bir erozyona neden olduğu hemen anlaşılır.

     Tedbirli Müslüman, çocuklarının dini ve ahlaki terbiyesi için son derece gayret gösterir: Zamanlar, devirler neden yozlaşır, neden bir sonraki nesil bir önekini mumla aratır? Cevabı çok basit aslında: eski nesiller, yenilere dini ve ahlaki konuları doğru dürüst aktarmadığı, onların dini eğitimleri ile ilgilenmesi gerektiği gibi ilgilenmediği için. Bu tip insanları her yerde görüyoruz. Peki ne görüyoruz tam olarak? Bariz bir misal olması açısından; başı örtülü bir anneler ve yanında, baliğ olalı seneler olmuş açık saçık bir genç kızlar, Namaz kılan ailesine inat, alnı secdeye gitmeyen evlalar, Dedesi müftü, allame olduğu halde, iman ve İslam'ın şartlarından bihaber torunlar... Bu ve buna benzer numunelerin hepsi, bir sonraki nesilleri zehirlemektir. Ama sayılanlardan çok daha zehirli olanı, çocuklarının bu halini görüp, "aman canım, ne olacakmış, gençliğini yaşasın biraz, büyüyünce kendisi öğrenir, yapar zaten" gibi, aklı başında hiçbir Müslümanın sarf edemeyeceği sözlerle ve bahanelerle, gençliğin kötü gidişatına ses çıkarmak şöyle dursun, adeta saha açmaktır.

     Oysa çocuk eğitiminde son derece hassas olup, iyi yetişmeleri için azami gayret sarf etmek gerekir. Vicadanı biraz rahatlatmak için, yazın birkaç kere Kur'an-ı Kerim kursuna gönderip, sonrasında hiçbir talime tabi tutmak, "bu çocuk niye böyle oldu" pişmanlığından öteye bir şey vermeyecektir.

 

18 Mayıs 2019 Cumartesi

Kraliçe Victoria'nın Avrupa'yı Yöneten Torunları ve Avrupa'da Akraba Krallar Dönemi


     Kraliçe Victoria, 63 sene sürdüğü hükümranlık ile, en uzun süre tahtta kalan monarklardan birisi. İngiliz İmparatorluğu, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" vasfıyla 20. yüzyıla girerken, başında bu kraliçe vardı. Amcası 4. William'ın ölümü nedeniyle, daha 18 yaşında tahta oturdu. Çok geçmeden kuzeni Prens Albert ile evlenip, hemen çoluk çocuğa karışıp, neredeyse bir futbol takımı sayısınca evlat doğurdu. Esas mesele de bundan sonra başlıyor zaten. Genç Kraliçe, uzun ve yıpratıcı savaşların ardından, yeniden şekillenmekte olan Avrupa'da söz sahibi olmayı düşünüyordu. Eşinin kanaati de aynı yöndeydi ve hanedanlar arasındaki evliliklerin Avrupa'ya istikrar, güven ve barış getireceği öngörüsü, çocuklarının 1840'lı yıllarda ard arda doğmaya başlaması ile birlikte, sahaya inmek için gün saymaya başladı. Bu adımlar, "Avrupa'da Akraba Krallar" dönemine zemin hazırlayacaktı.
Kraliçe Victoria çok sevdiği eşi 
Albert Saxe-Coburg-Gotha ile

     İlk adım 1851 yılında geldi. Victoria-Albert çiftinin ziyaretine, Prusya Prensi William ve eşi gelir. Tahtını varislerinden Prens Frederick de vardır kafilede. Kraliçe bu ziyaretten çok etkilenir, zira çiftin gözünde Prusya, tüm Almanya'yı yönetebilecek lokomotifti. Bu ziyaret esnasında, pek bir hoşlandıkları ve geleceğin kralı gözüyle baktıkları "Fritz" ile (Prens Frederick yani), daha henüz 11 yaşındaki en büyük kızları Victoria'nın (Vicky) arasını yapmaya koyulurlar. Frederick'in 1855 yılındaki ziyareti ise, artık işi resmiyete bindirmek adınaydı. Prus idaresinde bu ilişki pek olumlu karşılanmasa da, Victoria-Albert çiftinin büyük memnuniyetiyle, sonradan Birleşik Almanya İmparatoru olacak olan Frederick ve Victoria, 1858'de dünya evine girer. Bu birliktelikten 8 çocuk tevellüt etti. Kraliçe Victoria'nın ilk torunu dünyaya gelmiş oldu böylece: Sonradan Alman İmparatoru vasfıyla 1. Dünya Savaşının önemli figürlerinden birisi olacak olan, 2. Wilhelm.

     Gelelim İngiliz tahtının varisi olacak olan, Victoria'nın ilk oğlu Albert Edward'ın durumuna (ya da kral adıyla 7. Edward): Kendisine, Danimarka Kralı 9. Christian'ın kızı Prenses Alexandra layık görüldü ve çift, 1863'te evlendi. Diğer taraftan ise Alexandra'nın kardeşi, Yunan Kralı 1. George idi.

     Erkek evlatlardan Alfred var bir de tabi. Yine hanedanlar arası evlilik yapıldı ancak İngilizler buna çok soğuk bakıyordu çünki Alfred, Rus Çarı 2. Aleksander'ın kızı Düşes Maria Alexandrovna ile evleniyordu. Tevellüt eden kızlardan Düşes Victoria Feodorovna, Çar 2. Aleksander'ın torunu Dük Kiril Vladimiroviç ile evlendi. Alfred-Maria evliliği iyi gitmedi ve Alfred, annesinin ölümünden 1 sene evvel öldü.

     Alice, Hessen Dükü 4. Louis ile evlendi. Doğan çocuklardan, Düşes Elizabeth Feodorovna, Rus Çarı 2. Aleksander'ın oğlu Dük Sergey Aleksandroviç ile evlendi.

     Victoria-Albert çiftinin en küçük çocuğu Beatrice, Battenberg Prensi Henry'nin zevcesi oldu.

 
bir imparator, bir kral ve tam
 dört tane kraliçe var şu tabloda

     Victoria'nın diğer çocukları; Leopold, Alice, Beatrice, Helena veArthur da, Alman Kraliyet ailesi mensupları ile izdivaca soyundu.

     Kraliçe Victoria'nın bu yukarıda sayılan evlatlarından, 42 torunu vardı ve bunlardan yedisi çeşitli hanedanların tepesinde yer aldı. Şimdi böyle bir tabloya bir de torunları eklediğinizde, acayip bir manzara ortaya çıkıyor:

* Victoria'nın en büyük oğlu 2. Wilhelm, Alman İmparatoru oldu.

* Victoria'nın kızı Sophia, Yunan Kralı 1. Konstantin'in eşi oldu.


* Albert Edward'ın oğlu 5. George, Birleşik Krallık Kralı olurken, kızı Maud, Norveç Kralı 7. Haakon'un eşi idi.


* Alice'in kızı Aleksandra Feodorovna (Alix), son Rus Çarı (imparatoru), Romanov Hanedanından  2. Nikolay'ın eşiydi. 2. Nikolay'ın annesi ise, Albert Edward'ın eşi Prenses Alexandra'nın kız kardeşi Maria Feodorovna (asıl adıyla Dagmar) idi. Dolayısıyla Kral 5. George ile Rus Çarı 2. Nikolay, anne tarafından kuzen olmakla beraber, birbirlerine çok benziyorlardı.
Kral 5. George ve tıpkısının
aynısı kuzen, Çar 2. Nikolay

*  Alfred'in kızı Marie, Romanya Kralı 1. Ferdinand'ın eşiydi. Bunların oğlu 2. Carol sonradan Romanya Kralı olmuştu. Kızları Elizabeth, Yunan Kralı 2. Georgios'un eşi oldu. Diğer kızları Maria ise, Yugoslavya Kralı 1. Aleksandar'ın zevcesiydi. Görüldüğü üzere kendisi, büyükannesi Victoria'nın Balkanlar temsilcisi gibi hareket ederek, "Balkanların Büyükannesi" rolüne soyunmuştur.

* Arthur'un kızı Prenses Margaret, sonradan İsveç Kralı olacak 6. Gustaf Adolf'un ilk eşi olmuştu.

* Beatrice'in kızı Victoria Eugenie, İspanya Kralı 13. Alphonso'nun eşi idi.

     Hülasa, 20. yüzyılın başlarında Avrupa'yı yöneten hanedanlara şöyle bir baktığımızda; Birleşik Krallık, Prusya (Almanya), İsveç, Norveç, Romanya, Yunanistan, İspanya hatta Rusya'nın, bir şekilde akrabalar tarafından yönetildiğini görüyoruz. Yani Kraliçe Victoria'nın rüyası bir manada gerçekleşmiş ve kendisi, "Avrupa'nın Büyükannesi" ünvanını alnının akıyla hak etmiştir.

     Tabi ki kraliçenin niyeti, Avrupa'ya barış ve istikrar getirmekti ancak olaylar, kendisini tüm bu evliliklere pişman ettirecek bir noktaya geldi. Zira ölümünden sadece 13 sene sonra, yani torunları yönetimde iken, dünyanın daha evvel görmediği çapta bir savaş patlak verdi ve Avrupa'dan sıçrayan kıvılcım, tüm dünyada milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdi.

     1. Dünya Savaşı, torunlardan birisi olan Wilhelm'in, kuzeni 5. George ve kuzeni Çariçe Alexandra'ya karşı savaşması anlamına geliyordu bir anlamda. 4 sene süren harbin neticesinde, mutlak monarşi ve imparatorluklar dönemi tarihe karışırken, Victoria'nın torunları darmadağın oldu. Wilhelm, Sophia ve Marie tacı tahtı terk ederken, 1917 Bolşevik İhtilali, Alexandra Feodorovna ve eşi Çar Nikolay'ı canına kastetti.
Victoria'nın kanından gelenler

KRALİÇE VICTORIA'NIN GÜNÜMÜZ TORUNLARI:

     Savaşın ardından monarşilerden bir kısmı devam etti ancak bunlar daha ziyade sembolik, etliye sütlüye karışmayan tarzdaydı. Birleşik Krallık Hükümdarı 5. George (6. George ve 2. Elizabeth de tabi) ve soyu hariç şu an hala ayakta kalan hanedanlarda, Kraliçe Victoria'nın bir şekilde büyük torunu olarak devam eden kral ve kraliçeler şunlar: Norveç Kralı 5. Harald, İspanya Kralı 6. Felipe, İsveç Kralı 16. Carl Gustaf, Danimarka Kraliçesi 2. Margrethe.