Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

12 Mart 2017 Pazar

Kadın Hakları Ütopyası Ne Zaman Gerçekleşir?


     "Kadınlar siyasette daha aktif rol almalı"... "Kadın çalışan sayısı hala istediğimiz seviyede değil"... "Çağdaş bir kadın olarak, kendi ayaklarım üstünde durmak istiyorum"... "İşten geç saate çıkan genç kadın, kendisini takip eden sapık tarafından tecavüze uğradı"... "Toplu taşımada istismara uğradığını iddia eden kız öğrenci sinir krizi geçirdi..." İşvereni tarafından taciz edilen iki çocuk sahibi dul kadın intihar etti".... Ve daha bir sürü haber başlığı! Her ne kadar uzak gibi görünse de, birbirine inecik bir çizgi ile bağlı birkaç başlık! "Erkekle eşit" diye gaz verilen ve her gazı aldığında başına bir şeyler gelen kadınlar bunlar. Peki nasıl oluyor da bu iki başlık bir araya gelebiliyor?

     Aslında temel mesele, Batı Dünyasının teknoloji ve fende öne geçip (hile hurda, çalma
fonksiyonları yerinde iki karşı cins
ve işten başka yere harcanan vakit ve enerji
çırpma soyma işleriyle de olsa), oyunun kurallarını kendisinin koymaya başlamasıyla ortaya çıktı. Üç semavi dinde de kadın, genel mana itibariyle erkeklerin bulunduğu ortamlardan uzaktır ve kendi alanı vardır. Hristiyanlıkta da bu başlangıçta böyleydi. Fakat 19. yüzyıl sonlarına doğru, sanayi devrimi vs derken, daha önce insan hayatında olmayan şeyler çıktı; karışık okullar, karışık toplu iş yerleri. Bu karışık mektep ve toplu iş yerleri, erkek ve kadının yan yana bulunması demekti. Kapitalist Batı, erkek kadın demeden herkesi, işin ağırlığı gözetilmeksizin çalışmaya zorluyordu. Karl Marx önderliğinde ortaya çıkan ve çok geçmeden ilk devlet teşekkülünü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak gerçekleştiren Sosyalizm ise, Kapitalizm'e her alanda ateş püskürürken, bir alanda hiçbir değişikliğe gitmedi... Kadın erkek demeden herkese "eşit" muamele gösterip, madenlere, ağır sanayi işletmelerine herhangi bir ayrım gözetmeden doldurdu bu iki cinsi. 

     Kapitalist Batıda ve Komünist Doğuda kadın, şimdi cemiyet hayatında erkekle beraber
Sovyet Komünizminin en büyük kazanımlarından biri
en ağır işlerde erkeklerle beraber çalışan kadınlar
yarışıyordu. Yani paranın babaları, ateşle barutu aynı kabını içine tıkıştırıyordu. Peki bu açgözlü, uçkur düşkünü, çıkarı için önüne gelen her şeyi yok etmeye yeminli, gözü dolar dolar bakan herifler, erkeği ve bilhassa kadını tanımıyor muydu? Bu iki cinsin kontrolsüz olarak karşı karşıya getirilmesinin neticesini kestiremiyor muydu? Tanıyordu ve neticesini biliyordu elbette ama diyelim ki başka tedbirlerle işi halletmeye kalkıştı. 

     Kadının cemiyet ve iş hayatına bodoslama girişi, erkeği ve kadını tarif edilemeyecek derecede yozlaştırdı. Çalışan kadının dengesi, ahlakı, dini dejenere oldu, erkeklerle yarışır oldu. Erkekler ise, "medeni" görünmek için fizyolojik isteklerine gem vurmaya, bazı şeylerin üstünü örtmeye çalıştı... Ama bazen beceremedi ve az bir aldanmanın neticesinde, her iki taraftan da aileler yıkıldı, çocuklar boşanmış ana babaların kurbanı oldu. Neden peki? Çünki bu ikisi bir arada oldu mu, mutlaka ahlaksız, fuhuş, zina yaşanacak. Yaşanmaması tabiata aykırı olurdu. 

     Şimdi dünyanın dört bir yanında kadınlar, çeşitli günler ve bahaneler vesilesiyle şöyle şeyler dile getiriyor: "Kadınlara daha çok fırsat verilmeli, kadınların önü açılmalı, kadınlar her alanda artmalı, iş sahasının her alanında olmalı". Bunlar böyle bağıra dursun, çeşitli görüntülü ve yazılı iletişim vasıtalarında, kadınlara yönelik istismarın, her geçen gün arttığı ve tehlikeleştiği yazılıp çiziliyor. 

     Alın taze bir misal, Al Jazeera'den bir makale: "Toplu taşımalarda taciz edilen kızların sayısı inanılmaz boyutlarda". Kim peki bu taciz edilenler; etekleri dizlerinin üstünü geçeli bir hayli olmuş, toplu taşıma kullanan ortaokullu, liseli kızlar. Bu ve buna benzer haberlerdeki alt metni dikkatle incelediğimizde ne görüyoruz peki: Açık saçık giyinen kızlar, sıkışık otobüs ve metrolarda okula veya işe gidiyor. Okulda taciz ediliyor, iş yerlerinde üstleri tarafından taciz ve daha ötesi ediliyor. Bir haber daha, Deutsche Welle: "Her üç kadından biri taciz mağduru"

     Şimdi de gelelim, sözüm ona, kadınları korumaya çalışanların ileri sürdükleri şeylere: "Kadınlar daha cesur olup, taciz edenleri şikayet etmeli, sessiz kalmamalı, bu işlere kalkışan erkeklere daha sert cezalar ve yaptırımlar uygulanmalı." Yani erkeklerin olduğu mektep ve iş yerlerine gitmeyin falan demiyor haa, tam tersini ısrarla itelemeye çalışıyor. 

     Ey kadınları koruduğunu sanan feministler, kadın hakları örgütleri vs..! Sizin tahtalarınız mı eksik yoksa o beyin denilen şeyin içinde bir şeyler kısa devreden kurtulamıyor mu? Savunduğunuzu iddia ettiğiniz kadın cinsine böylesine bir cürmü nasıl işlersiniz! Yani siz apaçık, kadınlar ısrarla erkeklerin arasına karışsın, her türlü istismar, taciz ve tecavüze açık olarak hayatlarına devam etmelerini mi istiyorsunuz? Çünkü ileri sürdüklerinizin hepsi, yalnızca ve yalnızca bu hedefe hizmet eder.

     Peki, kadınlar nasıl korunacak, nasıl halas bulacak bu taciz ve saldırılardan. Cevabın en alasını, en mükemmelini her konuda olduğu gibi, bu konuda da İslam Dini veriyor.

     Bir kere İslamiyette, kadının örtünmesine yani tesettür kavramına son derece ehemmiyet veriliyor. Yani kadın, mahrem olmayanların olduğu bir çevreye çıkmak mecburiyetinde kaldığında, başını kalın başörtüsü, vücudunu kalın, bol ve topuklara kadar uzun pardesü ve kalın çorap ile örtünür. 

     Yeri gelmişken burayı, örtülü olduğunu zannedip kendini ve çevresini aldatan ya da aldattığını sanan ve şu anda toplu taşımalarda, iş yerlerinde gördüğümüz "yarım" veya  "zayıf" örtülülerden bahsedelim. Aslında tesettür iki şeyden oluşur; ilki yabancı erkeklerin olduğu yerlerden uzak durmak ve ikincisi, onların olduğu bir ortama gitmek zorunda kalındığında, "tam" bir şekilde örtülü olmak. Dolayısıyla, kendi kendini kandıran bu yarım örtülüler, erkeklerin bulunduğu mekanlara zaruretsiz gidip karıştıkları ve doğru dürüst örtünmedikleri için, tesettürün iki şartını da ihlal etmektedirler. 

     Ancak bundan daha da öte, sebep oldukları bir şey daha var ki, işte bunun cürmü, cezası
örtülü... mü?
ve etkisi, yukarıda sayılanlardan çok daha ileridedir. O da; "kötü çığır açmak" ve başkalarının bu günahları işlemelerine ön ayak olmak ve teşvikçi olmak. Bunların böylece, sadece kafalarının üstünde yarım yamalak bir başörtüsü ile sözüm ona "özgür" takıldıklarını gören genç kızlar, "demek ki örtünmek için illa pardesüye, kalın bir örtüye ve erkeklerden kaçmaya gerek yokmuş" deyip onların peşinden giderler. Zaten zayıf örtülülerin her sene kapıldıkları moda akımlarına bakıldığında iki şey hemen dikkat çeker: Örtülüleri dejenere eden moda akımları çok çabuk yayılır ve bu şekilde örtündüğünü sanan zavallı genç kızlar her sene daha da çok artar.

bu da örtü...
tabi yersen!

     Evet, ilk kural dediğimiz gibi "tam örtülü" olmak, yani tesettüre riayet etmek. İkinci kural ise, erkelerin (namahrem olanların tabi) olduğu mektep, iş yeri vs. yerlerden uzak durmak. İslamiyette, kadına en yakın akrabası (babası, kocası) bakmak zorundadır, yani üzerine farzdır. Kadın dışarıya çıkıp çalışmak, yorulmak zorunda değildir. Yani her şey kadının ayağına gelir. Şayet kadının bakacak kimsesi yoksa ve devlet de yardım etmiyorsa, erkeklerin olmadığı yerlerde, örtüsüne gayet dikkat ederek çalışabilir. Misal, hastanelerde yalnız kadın hastalara bakar. 

     Yani işin çözümü çok kolay ve etkilidir esasında ama bunu hiçbir batılı veya batılı hayranı söyleyemez, dile getiremez çünki hemen "gerici, yobaz" yaftalarını yer. Tabiri caizse, kesilmesi gereken zararlı ağacı kökü kazınmalıyken, ısrarla ağacın dalları ve yaprakları üzerinden, neticesiz goygoy yapılır ve tüm problemler çözülmek yerine, her geçen sene daha da artar.

     Burada, feministlerin İslamiyete çatmak için kullandığı argümanlardan birine daha değinmek lazım. O da, doğu toplumlarına sıklıkla isnat ettikleri, aile içi şiddet. Bunlar tabi ki belirli maksatlar uğruna yapılır. Gözden kaçırılan şey ise, cehaletin bedelinin İslam dinine ödetilmesi. Yani dinden habersiz veya dinini yarım bilen bir yobaz kafalı, eşini dövdüğünde, ceza hemen İslamiyete kesilir. Oysa cehaletin olduğu yerden, İslamiyet hızla uzaklaşıp kaçar. 

     

5 Eylül 2016 Pazartesi

15 Temmuz Darbe Kalkışmasının Kahramanları ve Kırılma Anları

   
   
     21. yüzyıldayız hatta 2016 yılındayız diye rahat rahat işimize gücümüze bakarken, Temmuz ayının sıcak ve nemli bir cuma gecesinde, uzun seneler hafızalardan silinmeyecek bir darbe girişimi yaşandı, 14. yılını tamamlayan AK Parti idaresindeki Türkiye'de. Tamamı veya bir kısmı Pensilvanya'daki "röntgenci" ve "tiyatrocu" bozuk din adamı Fethullah Gülen ile alakalı olduğu neredeyse kesin olan bir kısım rütbeli general ve subayın önderliğinde (Yurtta Sulh Konseyi adı altında), sabıklarından birçok farklar barındıran bir asker kalkışması idi bu. Askerin idareyi ele aldığı ihtilallerin hiçbirinde, savunmasız ve silahsız vatandaşlar doğrudan hedef alınarak vurulmamıştı daha evvel bu topraklarda. Dahası meclis bombalandı, istihbarat teşkilatında çatışmalar yaşandı. Ama biraz erkene ve aceleye geldiği belliydi ve elhamdülillah ki ayakları birbirine dolandı da ucuz atlatmış olduk.

     Tabi ki bu kalkışma hakkında çok yazıldı çizildi ancak bizim daha ağırlıkta durmak istediğimiz tarafı, bu kalkışmanın halk lehine dönmesine neden olan kırılma noktaları ve o kırılma anlarını millet ve devlet lehine dönüştüren halk kahramanlarıdır (herhangi bir kronolojik ve/veya önem sırası gözetmeksizin):

 * Özel Kuvvetler Karargahında olmayan Zekai Aksakallı'yı arayan Kışla Koruma Astsubayı
Darbenin seyrini değiştiren ve belki de
ilk kurşunu atan kişi
Piyade Astsubay Kıdemli Başçavuş Ömer Halisdemir, Tuğgeneral Semih Terzi'nin oraya geldiğini ve oranın komutasını alacağını söylüyor. Tümgeneral Aksakallı ise, orayı kesinlikle teslim etmemesini ve hemen oraya hareket edeceğini söylüyor. Bu emri cuntacılara söylüyor astsubay ve ortalık gerilmeye başlayınca, tereddüt etmeden tabancasını çıkarıp Semih Terzi'yi alnından vuruyor ve haliyle çıkan çatışmada şehit ediliyor. Bu fedakarlık, sabah doğru 03:00'da başlaması planlanan harekatın, hiç planlamadıkları erken bir saate çekilmesine de sebep oldu. Şüphesiz bu hareket olmasa, olayların seyri çok farklı ve kötü olabilirdi. 


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, CNN Türk canlı yayınına bir görüntülü iletişim aplikasyonuyla katılması, bu vesileyle hayatta olduğunun anlaşılması ve kendisinin halkı meydanlara çıkıp darbecilere karşı yekvücut olmaya çağırması. Zira bu davet üzerine insanlar çok yoğun olarak sokağa çıkmaya başlarken, bilhassa cuntacı askerlerin kullandığı güzergahlarda milletin fiili olarak mukavemet ve müdahalesi arttı. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanının canlı yayına çıkmadığı, kendisinden haber alınamadığı veya kendisinin ne yapacağını bilmez ve telaşlı bir halde olduğu bir manzara, bizi çok kötü ve başıboş bir kaos haline itebilirdi.

* Aslında darbe girişimi gecenin 3'ünde olacakken, 

* Polis Teşkilatının mukavemeti: Kalkışmanın daha ilk anlarından itibaren, Polis Teşkilatı çok ciddi bir şekilde cuntacılara karşılık verdi ve halkla omuz omuza onları püskürttü. Asker kılıklı kansızların saldırdığı hemen her noktada şehitler verildi bu durumun neticesi olarak.

* Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, kalkışmanın daha ilk evresinde, seçilmiş hükumetin ve demokrasinin yanında ve ne türlü olursa olsun darbe girişiminin karşısında olduğunu ilan etmesi. Bu hareket, toplumda nispeten eski sayılabilecek Ülkücü damarın da sokağa çıkıp direnmesinin teorik zeminiydi aslında ve bu da hemen pratiğe döküldü.

* Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve genelde bu şemsiye altına sığınıp çoğunluk ve birlik olarak arz-ı endam etmeye çalışan ve mesela en yakın olarak Gezi kalkışması sürecinde gördüğümüz tayfa, aslına bakılırsa bir süre bekledi. Muhtemelen darbecilere destek vermekten vazgeçip, demokrasi ve dayanışma hamaseti yapmaya başlamalarının en mühim nedeni, cuntacıların kendi vatandaşlarına ateş edebilmesi ve hatta öldürmesiydi. Dolayısıyla, böyle bir ortamda darbecilerin yanında olmak, en azından kendi öz değerleri ile çatışacağından, bir süre sonra darbeyi ve cuntayı kınayan açıklamalar gelmeye başladı.

* Ankara'nın Kazan ilçesindeki çiftçilerden birisinin, tarlasındaki samanları yakmak ve yoğun duman çıkarmak suretiyle, Akıncılar Üssünden kalkmaya çalışan F-16 jetlerini, kendi imkanları ile durdurmaya çalışması.

Boğaziçi Köprüsünü kapatan tanklı ve ağır silahlı askerlerin üstüne, tek başına gidip
Darbecilere ders ve nasihat
deren abla: Safiye Bayat
ders veren ve onları ikna etmeye çalışan inanılmaz abla.

* TRT Ankara binası önünde, silahı dolu ve her an ateş etmeye çalışan askerlere mukavemet eden çalışanlar.

* Kadıköy Acıbadem semtindeki Türk Telekom binasına girip, televizyon yayınlarını kesmek niyetindeki hainlere karşılık veren personel ve bina dışında, mahalle muhtarı başta olmak üzere, cuntacılara karşı duran vatandaşlar.

* NTV ve CNN Türk başta olmak üzere, neredeyse bütün televizyon kanallarının, hadi o kadar da saf olmayalım, ilk başlarda haberci iştiyakıyla hareket ederken, olayın ciddileşmesi üzerine, darbe kalkışmasına açık bir şekilde karşı koymaları ve bu süreçte, hem Cumhurbaşkanının konuşmasını ve demeçlerini an be an paylaşmaları ve en az onun kadar kritik bir gelişme olarak, Kuvvet Komutanlarını teker teker canlı yayına alıp, darbeye kalkışanların, emir komuta zinciri dışına çıkan bir azınlık olduğunu dahası bunun Fethullah Gülen yapılanmasının bir organizsayonu olduğunu ve onlarla mücadelet etmekte kararlı oduklarını söylemeleri. İşte bu faaliyet, gerçekten çok tesirliydi çünki bu yayınları izleyenler, hem ordunun büyük kısmının darbecilere karşı durduğunu gördüler hem de Cumhurbaşkanının FETÖ uyarısının, orduda da karşılık bulduğunu müşahede ettiler. 
Kamyon sürmenin hakkını veren
halk kahramanı: Şerife Boz

* Tankın önüne yatan halk kahramanları. Bu kahramanlar, öyle sanal sahte Hollywood kahramancığı değil, öleceğini kesin olarak bilen kahramanlardır. Şehit olacağını bilen, buna razı olan, ne rızası, bundan memnuniyet duyan, evden çıkmadan abdestini alıp, namazını kılıp çoluk çocuk ve efradıyla helalleşen ve akabinde sokağa çıkan saf kan millet çocuklarıydı.

* Kamyonun direksiyonuna geçip, Taksim'e çıkan kadın kahraman. 

* Milli İstihbarat Teşkilatını hedef alan helikopter ve ağır silahlara sonuna kadar mukavemet gösteren personel ve polisler.

* Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın, en yakınındaki hainlerin (yaveri dahil) "gel bu işin başına sen geç" gibi sözlerine aldırmayıp karşı durması ve akabinde rehin alınması. 

* İstanbul'da bulunan 1. Ordu Komutanı Ümit Dündar'ın, vaziyetin vehametini anlar anlamaz Cumhurbaşkanını arayıp, "Efendim buraya gelin, ben sizi korurum" diye cesur bir çıkış yapması. 
Darbenin seyrini değiştirenlerden
biri daha: Org. Ümit Dündar


Tank önüne yatıp hayatını
hiçe sayan bir kahraman: Metin Doğan


23 Temmuz 2016 Cumartesi

Aydın Yabancılaşmasının Mücessem ve "Müstesna" Karakterleri

     "Aydın" denilen ve kitleleri etkileyip peşinden sürükleyebilen okumuş tayfanın bir topluma nasıl derinlemesine zararlar verebileceğini ve bu zararın nasıl nesiller boyu silinmez yaralar bırakabileceğini tarih bize açıkça gösteriyor. Bir önceki yazıda değinilen teorik bilgilere istinaden biraz pratik yapalım ve hem içinden çıktığı millete hem de o milletin mukaddesatına yabancılaşmış hatta düşmanlaşmış zatlara misaller verelim. Aşağıdakiler, zikredilmesi gereken zevattan pek az bir kısmını teşkil etse de, hem temsil ettikleri dönem ve fikri gün ışığına çıkarması hem de ardından bıraktıkları tahribatların pek büyük olması nedeniyle seçilmiştir. Kemal Sunal filmlerinin Türk aile yapısına ve ahlaka verdiği zararın arka planını fikren ve bilerek dolduran senarist ve yönetmen tayfasına tabi ki daha çok yer ayırdık ki, millet bu "film" diye yutturulan ahlak aşındırıcılarını iyi tanısın:  

Mustafa Reşit Paşa: Osmanlı'nın eksenini  kaydıran ve yörüngesinden çıkaran en mühim aktörlerden biridir. Londra sefaretinde mason olmuştu. İngilizlerle beraber tasarladıkları Tanzimat Fermanı denilen garabeti devreye soktu. Medreselerden fen dersleri kaldırılarak, din adamları cahil bırakılmaya çalışıldı. 19. yüzyılın ikinci yarısının bozulması ve devletin esas yozlaşmasının mimarlarındandır.

Namık Kemal: Babası Yenişehirli Mustafa Asım Beydir. Dedesi Abdüllatif Paşa, annesinin babasıdır ve Namık Kemal yanında ve tesirinde kalmıştır. Dedesinin Bektaşi bulaşıklığı tabi olarak kendisine de geçmiştir. Mason olduğu bilinmektedir. Rakı ile münasebeti fazlacadır. İki tarafı keskin bıçak gibi bir sağa bir sola saldırmışlığı vardır. Hatta arkadaşı olduğunu iddia ettiği Ziya Paşa'yı da jurnallemiştir.

İbrahim Temo: İttihad ve Terakki’nin kurucu beyin ve motorlarından biridir. Bütün Müslümanların Halifesi 2. Abdülhamit Han düşmanıdır haliyle.

Şemsettin Günaltay: Din Tarihi müderrisi iken, sonradan Cumhuriyet Halk Fırkasından mebus olmuştur. 

Ebcioğulları: Bu soyadını genelde müzik ve yazarlıktan (Hikmet Münir ve Fecri kardeşler) tanırız ama bu soyisimde başka kişiler de var. Aslı terzi olan ve Tercüman gazetesinde gazetecilik yapan Enver Ebcioğlu’nun Paris’teki yeri Bektaşilerin ve dolayısıyla masonların toplanma yerlerinden biri. Attila İlhan kendisini hayırla! yad eder.

Muhsin Ertuğrul: “Moskova, uyanan dünyanın yeni Kabesidir, ben yaptığım bu hacda yeni imanımın ışıklarını buldum.” gibi sözler sarfeden ve Nazım Hikmet'in yakın arkadaşı tiyatrocu. 1922-1939 yılları arasında memlekette “tek” film çeken de bu imiş!


Nereden yozlaştıracağını iyi bilen
öncülerden biri Hasan Ali Yücel
Hasan Ali Yücel: “Köy Enstitüleri” ve “çağdaşlaşma” başlıkları altında, Anadolu çocuklarını yozlaştırmak politikasının ileri gelenlerindendir. Hem mason hem Mevlevidir. “Babaya bak da oğlunu al” dememişler gerçi ama, mahdumu Can Yücel için fazla bir şey söylemeye gerek yok herhalde. Aslında Hasan Ali karakteri, Kemal Sunal filmlerindeki laik, dine uzak ve dini dindarlardan daha iyi bildiğini sanan ve “çağdaş” esas oğlanın ta kendisidir. Bunun tam karşısındaki kötü karakter kim biliyorsunuz zaten... “geri ve örümcek kafalı irticacılar”!

Oktay Rifat: Meşhur şair, yazar ve “Garip” akımının başlatıcılarından olmasının yanı sıra, Nazım Hikmet’in de kuzenidir. Eserlerinde içki “su” gibi akar ve kendini “sosyalist” olarak tanımlar. Babası Samih Rıfat (Yalnızgil) ve amcası Alı Rıfat Çağatay’dır. Ali Rıfat musikicidir ve Bektaşi meşrep olarak bilinmektedir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Bektaşi tekkesi müdavimlerinden.

Abdülbaki Gölpınarlı: Ashaptan bazılarına düşmanlığı ile tanınan meşhur bir Mevlevi çığır açıcılardandır. Tarif ettiği Mevlana ve tasavvuf ile gerçek Mevlana ve tasavvuf arasında dağlardan daha büyük farklar vardır. Gel gör ki akademisyendir, lafı dinlenir. 

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı): Robert Kolej’de tahsil görmüş desek.

Hakkı Devrim: İçindekilerini bir programda kaçırıveren, bu topraklara ve insanlarına çok uzak kişilerden sadece biri.

Memduh Ün: Kanlı Nigar gibi, İslam düşmanlığının ve dini değerle açıkça dalga geçmenin su üstünde açıkça göründüğü filmlerin senarist, prodüktör ve yönetmenlerinden biri.

Ertem Eğilmez: Şaban’lı, Ramazan’lı, Apti’li filmlerin yönetmeni.

İhsan Yüce: Kibar Feyzo adlıhakaret gibi filmin senaristi. Sunal’ın ve bu tayfanın birçok filminde rol almış, “hacı” veya biraz daha muhafazakar ve kötü tiplemeleri milletin gözüne sokmuştur. Senarist kimliği vardır ve şairdir bir yandan da. Türk toplumunun dejenerasyonunda unutulmaz katkıları vardır. 

Atıf Yılmaz: Kibar Feyzo ve Dolap Beygiri gibi ahlaksız yapımların yönetmenidir. Vedat Türkali'nin kızı Deniz Türkali idi son eşi. 

Cumhuriyet Gazetesinin şişirmelerinden
sadece biri; Rıfat Ilgaz
Rıfat Ilgaz: Bir zamanların mahalle baskısı başlatıcısı yayın organı Cumhuriyet gazetesinin arkasında durduğu, Aziz Nesin ve Vedat Türkali’nin “yol” arkadaşlarından biri. “Hababam Sınıfı” adlı eserinden tanınır genelde.

Kartal Tibet: “Tarkan Filmleri” diye bilinen ucube ve zerre orjinallik taşımayan eserlerin başrol oyuncusu olarak tanınsa da, genelde Şalvar Davası, Zübük, Şark Bülbülü gibi, milli değerlerimizle pek örtüşmeyen filmlerde, yönetmen sıfatıyla anılmıştır.

Zeki Müren: Milletimizin kallavi sese ve ağdalı konuşanlara duyduğu hayranlığın ispatlarından biri. Normalde bu görünüşte birinin, ülkemizde herhangi bir sahada barınması mümkün değil iken, Müren istisnalardan biri olmuş, istisna da ne kelime, doğrudan doğruya dokunulmaz bir “tabu” oluvermiştir. Aslında herkes iyi kötü düşünmüştür, nasıl bir şey olduğu konusunda ama “Sanat Güneşi”, büyük sanatçı gibi mahalle baskısı kokan sert müdahaleler altında, olduğu gibi kabul edilme yöntemi tercih edilegelmiştir. Bir de... kendisi “çok yoğun şöhret zehirlenmesi” yaşayan meşhurlardan biridir.
Zeki Müren, Müzeyyen Senar, rakı ve TSM
hem içki hem de müzik "Milli" olunca
oluşabilecek tahribatın farkında mısınız?

Müzeyyen Senar: Osmanlı’dan çıkan bir milletin önünde çıkıp, dünyevi aşklar ve karşı cinse kavuşmak üzerine şarkı söyleyen, rakıyla özdeşleşmiş muganniyelerden biri. Böyle bir tahribatı milyon tane misyoner bir araya gelse gerçekleştiremez, “muhafazakar” diye geçinen bir topluma. Türk Sanat Musikisi nâm şeyi daha dinlemeden sadece ismini duysanız bile, bazı kesimlere “rakı” çağırışımı yapması nasıl bir “milli”liktir anlamak mümkün değil zaten! Rakı ile özdeşleşmiş bu müzik türünün bestecisi, güftecisi ve icracısı, bu eserleri vücuda getirirken, paralel bir zamanlama ile Tasavvuf Müziğine de katkı! vermişlerdir.

Haldun Taner: Kabarenin Türkiye’deki öncülerinden. Kaleme aldığı bu kabarelerini çoğunlukla Zeki Alasya, Metin Akpınar ve o dönemlerin dinle alay edebilme kapasitesi en yüksek oyuncuları sergilemiştir. Bilhassa bu kadro ile sahnelenen her komedi oyunu, İslamiyet’e ince ince laf sokmak ve dinle alay etmek detayları taşır.

Yine hacı ve yine üçkağıtçı
yardımcısı da kim tahmin edin
Ali Şen: Komedi filmleri adı altında muhafazakar diye geçinen kanallarda dahi yayınlanan filmlerin kapitalist ve çok zaman “dinci” karakteri. Birçok rolünde isminin önünde “Hacı” ibaresi izleyicinin kulağına ve gözüne ısrarla sokulur. Düzenini bozdurmamak için dini, mukaddesatı ne varsa kullanır bunun tiplemeleri. Tahribatı olabildiğince vermek isteyen senarist ve yönetmenlerin "alter ego"sudur adeta.

Metin Akpınar – Zeki Alasya: Bu ikiliyi filmleri ve kabarelerinden tanıyoruz. Filmleri bu açıdan fazla kayda değer olmasa da, kabare tarzı oyunlarında, inanılmaz bir dejenerasyon faaliyeti dikkat çeker. Bilhassa Akpınar bu işte çok ustadır. Dini bilgilere de olan hakimiyeti sebebiyle, hemen hemen her oyunda İslam’ın tazim etmesini emrettiği bir şeyi tahkir, tahkir edilmesi emrettiği şeyleri de tazim eder. Hasılı, Akpınar-Alasya önderliğinde karşınıza çıkan kabare tarzı bir şeyler varsa, komedi adı altında, farklı taraflara kanalize etme fikriyatına hazır olun.

Alasya dini siyasete alet eden bir siyasetçi
Akpınar da modern dindar "tiyatrosu"yla
her oyunda İslamiyet'le alay etmeye devam 

Belki daha eklemeler olur...