Sinemanın endüstri haline dönüşmesi ve dünyadaki en etkin propaganda silahlarından biri haline gelmesi, dolayısıyla haftalık hatta günlük bazda hayatımıza doğrudan girmesi, 20. yüzyılın bir "hediyesi" (21. yüzyılda Netflix'le metrobüse kadar girdi tabi bir de ama o ayrı). Bu endüstrinin en önde gideni, bayrak sallayanı ise "Hollywood" diye, Mısır'daki sağır sultanın dahi bildiği ve bir şekilde etkisine maruz kaldığı sinema karteli. Daha 1900'lerin başında şekillenmeye başlayan, sağdan soldan gelen Yahudi göçmenlerin sektöre el atmasıyla, Avrupa 1. Dünya Savaşını yaşarken, zirveye yerleşen bir kartel. 2. Dünya Savaşının galiplerinden birisi olması hasebiyle, gelişen film projeksiyonu ve dağıtım imkanlarının kolaylaşması ile, zaman içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinin gayri resmi bir temsilcisi olarak, hemen her ülkeye "sızan" bir yapıdan bahsediyoruz yani.
4 Yahudi kardeşin kurduğu; Warner Bros |
Şimdi bir kaç dakikalığına, bu Hollywood denilen şeyin filmlerinin hayatınızda olmadığını veya ayda yılda izlediğiniz Kore filmleri kadar olduğunu düşünün. Gençlerin yatak odası duvarlarını süsleyen aktör ve aktrislerin isimlerini hiç bilmediğinizi hatta bilmek dahi istemediğinizi tahayyül edin... Çok zor değil mi? Oyuncusuyla, yönetmeniyle, esinlediği kitabıyla, çekim tekniğiyle, ağza oturan sloganlarıyla, beraberinde sunduğu türlü ıvır zıvırla, bu filmler hayatımızın birer parçası... İstesek de istemesek de, bu böyle. Ve uzun bir müddet de böyle olacağa benzer.
Bu başlıkta söylenecek, yazılacak kitaplar dolusu malzeme var ancak bizim bakacağımız, birkaç zaviye var... Bunlardan ilki de, şüphesiz "Amerikan rüyası" imajı. Bu rüya öylesine güzel,etkili, bazen gayet derinden bazen de açıktan öylesine gümbür gümbür verilir ki, bilhassa bizim gibi fazla gelişmemiş ülkelerin insanları bundan fazlasıyla etkilenir. Çok basit bir örnek olması açısından, Ronald Reagan'ın başkanlığı döneminde (yani taa 1982) çekilen bir filmde, gayet sıradan gibi duran ancak asgari ücretle, 60 metrekarelik eve sıkışıp kalmış birisini tatlı lakin neticesiz hülyalara daldıracak detaylara bakalım (bunların hepsi topu topu birkaç dakikada görünüyor peşinen söyleyelim). Filmin adı Poltergeist ve aslı üzere, korku tarzında:
Şahane görünüşlü yatay mimarisi göze sokulan yerleşim yeri, bahçeli müstakil ev, her evin önüne park etmiş veya edecek olan devasa otomatik vitesli arabalar, geniş ve ferah caddeler, BMX bisikletleri ile fütursuzca dolaşan çocuklar, uzaktan kumandalı çocuk oyuncakları, çim biçme makinesi, amerikan futbolu maçını beraberce, uzaktan kumandalı televizyonda izleyen ve maça kumar oynayabilecek risk iştahına sahip komşular, su gibi giden bira, ebeveynlerinden ayrı ve bayağı uzak (tercihen başka katta), geniş odalarda kalan çocuklar, yine ayrı bir odada tek başına hayatını yaşayan ergen kız, o dönemin amerikan ihracat pazarlama harikası film ve sporcu posterleri, oyuncakları vs, puro, istisnasız hemen her ferdin alt bölgesine hitap eden kot pantolonlar, mısır gevreği ve bununla yapılan kahvaltı, evin her yerine 7/24 ulaşım sağlayabilen köpek, beyzbol takım taklavatı, evin yatak odası dahil kritik her noktasına yerleştirilmiş televizyonlar, yatak odasında kitap okuyan ya da yatmadan evvel bir şeyler seyreden yetişkinler, evde yemek olmayınca zerre gam duymadan pizzacıya (Pizza Hut tabi ki) gidip yiyebilme özgürlüğü, havuz veya en azından havuza sahip olabilme kapasitesi ve en önemlisi, neredeyse her şeye ama her şeye para harcayabilecek "cep derinliği"ne malik olmak... ama işte en korkunç kısmı; bu malik olabilme potansiyeline, öyle üst düzey birisi olarak, yönetici, CEO olarak değil, neredeyse herkesin olabileceği bir meslek grubunda iken erişmek.
müstakil evler, evlerin önünde arabalar neşe içerisinde çocuklar ve komşular |
Bu ve buna benzer filmlerin genellikle açılış sahnelerindeki benzer sekansların, sinema severler ve tutkunları için manası başka olsa da, bilinçaltına verilen mesaj çok açık ve travmatiktir: Amerika büyük bir ülkedir, imkanları sınırsızdır, rüyalar ülkesidir. Bunlara istersen sen de sahip olabilirsin. Bunlara sahip olmak için ise, ağzınla kuş tutmak zorunda değilsin. Bu mesajı alan ve ancak rüyasında görebileceği refah seviyesini damardan alan bir genç için, Amerika'nın statüsü tartışılmaz olur.
Amerikan filmlerinin diğer bir algı yönetimi, eşcinselliğin gayet sıradan ve hayatın tabii bir parçası olduğu propagandasıdır. Bu propaganda her geçen gün çığ gibi artarak devam ediyor. En sıradan gibi duran yapımlarda bile, en az bir karakterin eşcinsel eğilimli olması ve toplumun kendisine karşı, güya, anlayışsız, önyargılı olması izleyicilerin gözüne sokularak, bu sapıklığı toplumlar nezdinde meşrulaştırma çabası dikkat çekiyor. Bunun karşısında duran ve çoğu zaman dini referanslar kullananlar ise, homofobik ve "örümcek kafalı" diye yaftalanır.
Hollywood yapımı film ve dizilerinin başka bir yönü, WASP yani beyaz, Anglo-Sakson, Protestan olarak bilinen, ABD'nin en ayrıcalıklı sınıfının özellikle "beyaz" bölümünün, hedef kitlenin bilincine, "biraz daha eşit" olduğunu hissettirecek şekilde yerleştirilmesidir. Beyaz ırkın ötesindeki renkler biraz daha aşağıdadır. Bu "renkliliğin" yanına, İslam gibi nefret edilen bir dinin mensubu da eklendi mi, antagonist kavramının içi daha da bir "dolgun" oluyor haliyle.
Amerikan sinemasının İslam düşmanlığı zaten bilinen ve çokça dillendirilen bir konu. Ancak bu düşmanlığın çok bilinen yüzü dışında, daha sinsi ve yıkıcı bir yönü daha var, o da şu: Diyelim ki filmde, "iyi" olarak tasvir edilmek istenen bir Müslüman öne çıkarılmak isteniyor (bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü durumu yani). Bunu yaparken, o sözüm ona Müslüman, bildiğimiz manada "Müslüman" karakterinden bayağı bir uzaklaşıyor. Evet, İslamiyet ile alakalı emareler bulunduruyor ve İslami bir çevreden geldiği hemen izleyiciye iletiliyor ancak biraz dikkatle baktığınızda, bu karakter namaz dahil hiçbir ibadetle bağdaştırılmıyor. Dinin bir emri olmasına mukabil, kendisi veya eşi, hiçbir şekilde tesettüre riayet etmiyor. "Aydın", "ilerici" olarak tasvir edilmeye çalışılan tipleme, seyircinin algısı ile oynayarak, felsefi hatta pozitivist görüşlerini, din diye empoze etmeye girişiyor.
Gelelim Amerikan filmlerinin, doğrudan imani esaslara tesir eden kısımlardan en çok kullanılanına: Bilhassa felaket, olmadık yere haksızlığa uğrama, bir şekilde aile üyelerinden birisinin veya çok sevilen birisinin hırsızlar, eşkıyalar tarafından öldürülmesi filmlerinde, bir durum izleyicinin adeta bilinçaltına işlenir... O da esas oğlanın, uğradığı bela, afet veya eş, çocuk gibi sevilen birinin kaybı neticesinde, Tanrı'ya olan inancını yitrmesi, hatta ona düşman olması. Şu sahneyi bir filmden mutlaka hatırlarsınız:
- Hey John, sakin ol artık! Tanrı'nın isteği böyleymiş, sabretmekten başka çare yok!
+ Tanrı, dünyada en çok sevdiğim kişiyi, kızımı aldı benden! Hayır, hayır... Tanrı diye bir şey yok... Ben ona inanmıyorum!
baba çocuğunu kaybeder ve ilk iş olarak Tanrı'yı savaş açar (Prisoners) |
Bu ve benzer ifadeler, filmin protagonisti tarafından dile getirildiğinde, bu oyunculara ve filmlere her şeyleriyle hayranlık duyanları çok kolay etkiler. Hadi diyelim, Hristiyanlık gibi saçma sapan hale dönmüş bir dine mensup olanlar veya mensup olduğunu sananlar, küfür ve "din dışılık" konularında zaten hassas değildir ve inanmayı gösteren kelime ilee ifadeleri rahatlıkla dile getirirler, hatta bunlar günlük hayatlarının bir rutini haline gelmiştir. Ancak İslamiyet gibi, hemen her konuda belli kuralları olan, hele de imanı bozacak ifadelerin kullanılmamasına son derece ehemmiyet gösteren bir dine iman etmiş olanların, yukarıdakilere benzer kelimeler kullanmaları son derece tehlikelidir. Dolayısıyla Hollywood filmlerinin, itikat ve Allah'a iman konularındaki dejenerasyonu ortadadır ve giderek artmaktadır.
Hülasa, İslam Dini ile doğrudan alakalı olsun olmasın, Amerikan sinemasından bir temsilci ile "karşı karşıya oturmak", bilhassa cahil ve "gözü dışarıda" gençleri çok ama çok kötü etkiliyor.