Söz, Kemal
Sunal filmlerinin İslamiyet'e ve Müslümanlara verdiği zarardan
açılınca, "argüman" demeye pek dilin varamayacağı
enteresan kontra çıkışlar yaşandı. Kimi "olur mu öyle
şey" deyip okuma zahmetine girmeden laf sokma derdine girişti.
Kimi sövmek için zemin arıyordu, onu dile getirip, biraz olsun
rahatladı. Kimi “ölünün
arkasından konuşulmaz” dedi ki,
“ölülerinizi hayırla yad ediniz” hadisinin tezahürüdür bu
söz, orası tamam. Ama İslamiyet’e zarar veren, Müslümanları
yozlaştırmaya çalışanların faaliyetlerini açığa çıkarmamak
veya görmezden gelmek, başka bir hadisin korkunç tehdidi ile karşı
karşıya getirir akıl sahiplerini ki; “hakkı bildiği halde
söylemeyen ve haksızlığa susan, dilsiz
şeytandır” mealindedir. Kimi
tırnak içerisindeki ifadeleri anlamaktan acizdi ve tamamen başka
bir tarafa yöneldi. Kimi "o sadece oyuncu, senaristlere bakın" gibisinden, oldukça saf sayılabilecek çıkışlar yaptı (o senaristlere de değineceğiz zaten).
Dine
mesafeli olan ve dinini iyi bilmeyen zevat ise, "dine zarar
vermiyor, aksine..." gibi mantık ilmi açısından pek sıhhatli
sayılamayacak argümanlar üretme derdine düştü. Peki neden her
zaman için bu çıkarcı ve üçkağıtçı “dinci”nin
karşısına dinle pek alakası olmayan kahramanlar çıkıyor.
Bunların karşısına dinine uyan ve aynı zamanda insan haklarına
ve kul hakkına çok dikkat eden birini çıkartmıyorlar desen cevap
olacak mı peki... hiç sanmam! Üstüne bir de "Arkadaş, sen
dini iyi bilmediğin için, ona zarar veya yarar veren şeyi
bilemiyor olabilir misin acaba?" diyecek olsan, iş daha da
büyüyecek (Ahmet Çakar da
anılmış oldu bu vesileyle).
Gerçi
mevzu biraz daha uzayacak ama Kemal Sunal’la özdeşleşen bu
filmleri tahlil ederken başka şeyler de akla gelmiyor değil.
Mesela bu ufak çaplı “halk kahraman”ımız zina yapar, adı
“çapkınlık” olur, sarhoş olur ama “çakırkeyif” diye
taltif edilir, dedikodu, gıybet cinsi bütün dil afetlerini
pervasızca söyler, “içini döktü” denir, kumarın dibine
dibine vurur, adını “şans” koyarlar. Yani bu kahramanımız
yanlış yaparken dahi karakteri cilalı ve hata yapmazdır.
Madem bu kadar uzadı, hadi biraz daha! Bir kıyas var ki, milletimizin imanına tasallut ile günaha sokma arasındaki farkı bilmediğini açıkça gösteriyor. İddia şu, "Kemal Sunal tamam da ya şimdiki dizi, yarışma ve TV şovları. Bunlar onun filmlerinden daha ziyade zarar veriyor". Tamam bu iddia bir yere kadar doğru, yani ikisi de zararlı. ama şöyle kocaman bir fark var; Kemal Sunal ve buna benzer kadrolu ve maksatlı filmlerde, insanı doğrudan küfre sokacak, başka bir deyişle, gülünse veya onaylansa dinden çıkaracak sahneler var. Nedir buna neden olan kaide; İslamiyet'in tazim edilmesini emrettiği şeyleri tahkir ve tahkir edilmesini emrettiği şeyleri tazim etmek küfürdür. Buradaki alçaklık çok daha büyük, bilinçli ve bir gaye uğruna yapılıyor. Bu filmleri yapan, yazan, yöneten tayfanın büyük çoğunluğu nereden saldıracağını bilenlerden oluşuyor.
Gelelim zararlı olan ve reyting uğruna sahnelenen dizi, yarışma ve televizyon şovlarına. Evet, bunların da bir kısmında yukarıda sayılan güdümlü ve maksatlı çalışanlar yok değil. Ama büyük kısmı reyting ve dolayısıyla para kazanmak için, genelde din cahili olan kişiler tarafından hazırlanan gösteriler. Bu gösteriler insanı günaha sokabilir ama küfre düşmek yanında günaha girmek, kıyas kabul edecek bir şey bile değildir.
Zaten televizyon denilen şey bir eğlence vasıtasıdır. Bu zamanda bunun sağlayacağı eğlenceye kendini kaptırırsan (ki onların istediği de bu) muhakkak bir ziyana uğrayacaksındır. Bu yukarıda sayılan iki zarardan, bilinçli bir şekilde kaçabilen babayiğit de gelsin, başımın üstündeki yerine otursun elbet!
Madem bu kadar uzadı, hadi biraz daha! Bir kıyas var ki, milletimizin imanına tasallut ile günaha sokma arasındaki farkı bilmediğini açıkça gösteriyor. İddia şu, "Kemal Sunal tamam da ya şimdiki dizi, yarışma ve TV şovları. Bunlar onun filmlerinden daha ziyade zarar veriyor". Tamam bu iddia bir yere kadar doğru, yani ikisi de zararlı. ama şöyle kocaman bir fark var; Kemal Sunal ve buna benzer kadrolu ve maksatlı filmlerde, insanı doğrudan küfre sokacak, başka bir deyişle, gülünse veya onaylansa dinden çıkaracak sahneler var. Nedir buna neden olan kaide; İslamiyet'in tazim edilmesini emrettiği şeyleri tahkir ve tahkir edilmesini emrettiği şeyleri tazim etmek küfürdür. Buradaki alçaklık çok daha büyük, bilinçli ve bir gaye uğruna yapılıyor. Bu filmleri yapan, yazan, yöneten tayfanın büyük çoğunluğu nereden saldıracağını bilenlerden oluşuyor.
Gelelim zararlı olan ve reyting uğruna sahnelenen dizi, yarışma ve televizyon şovlarına. Evet, bunların da bir kısmında yukarıda sayılan güdümlü ve maksatlı çalışanlar yok değil. Ama büyük kısmı reyting ve dolayısıyla para kazanmak için, genelde din cahili olan kişiler tarafından hazırlanan gösteriler. Bu gösteriler insanı günaha sokabilir ama küfre düşmek yanında günaha girmek, kıyas kabul edecek bir şey bile değildir.
Zaten televizyon denilen şey bir eğlence vasıtasıdır. Bu zamanda bunun sağlayacağı eğlenceye kendini kaptırırsan (ki onların istediği de bu) muhakkak bir ziyana uğrayacaksındır. Bu yukarıda sayılan iki zarardan, bilinçli bir şekilde kaçabilen babayiğit de gelsin, başımın üstündeki yerine otursun elbet!
Neyse...
gelelim sadede. Yukarıda açıklanan konuya paralel olan, daha
doğrusu biraz derini olan bir mevzuya değinmek, hem Kemal
Sunal'lı, Şener
Şen'li, İlyas
Salman'lı, Adile
Naşit'li, Münir
Özkul'lu, Müjde
Ar'lı (soyisimdeki ironiye bak)
filmleri hem de bu filmleri vücuda getirmekte çok ısrarcı
olan güruhunu daha yakından tanımak için iyi bir fırsat
sunacaktır.
Yazar Mahmut Çetin'in mühim eseri "Aydın Yabancılaşması" |
O
da; Osmanlı'nın tarih sahnesinden silinmesine aşağı yukarı
80-100 evvelinden başlayıp, yıkılmasıyla hız kazanıp, önüne
geleni taşkın sel gibi silip süpüren, yazar ve araştırmacı Mahmut
Çetin'in deyimiyle "üstseçkin
heterodoksi" yani "Aydın
Yabancılaşması" ve bunun
gerçek isimler üzerinden incelenmesi konusu. (Erkenden altını
çizmek lazım, aşağıdaki yazının bir kısmı, kendisinin "AydınYabancılaşması" isimli kitabından esinlenecektir).
Pek fazla geriye gitmeden, çok basit, etkili ve neticesi belli olan şu formül bize ışık tutacaktır yol boyunca: Bu topraklardaki çürüme, erozyon, kayma ve sapma eğilimlerinin temelinde, Sünni İslam'ı (yani Ehl-i Sünnet vel Cemaat) beğenmemek, İslamiyetin emirlerini, tatbik etmek açısından ağır bulmak ve haramlardan sakınmak istememek gelmektedir. Bu akılda bulundurulduğunda, problemleri çözüvermek gayet basittir. Sünnilik zor tabi, ibadet yapacaksın, haramlardan sakınacaksın... hem ruhunu teslim etmen hem de bedenini günlük, haftalık, aylık ve yıllık talimlerle ruhuna yakınlaştırman lazım. “Dünyaya bir kere” gelenler için çok sıkıcı işler haliyle. Timur Han'ın kovaladığı Hurufilerin Anadolu topraklarına ve Bektaşi tekkelerine sızması da, bu kayma ve çözülmeyi tetikleyen etkenlerden biridir. Osmanlı yıkılırken ve yeni devlet tesis edilirken de Bektaşi, Mevlevi (Mevlevi derken sakın bunların büyük İslam alimi ve veli Mevlana Celaleddin-i Rumi ile karıştırmayın zira son 150 senin Mevleviliği ile o büyük isim arasında, itikat dahil hiçbir benzerlik yoktur), Melami ve Kalenderi görüştekiler, "asli unsur" olmuştu.
Koskoca devletin canına okuyan Enver-Talat-Cemal Paşalar |
Çok ayrıntılı olan konunun devamında, biraz kestirmeden gidip şöyle diyebiliriz: Çeşitli vesilelerle yabancılaşan aydınlar, önlerindeki en büyük engel olan Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ellerindeki silahlarla toplumu istedikleri gibi şekillendirmek için kolları sıvadı. Devlet-i Ali Osmani'yi parça pinçik eden İttihad ve Terakki Cemiyetinin Bektaşilik ve Masonluk ile sıkı fıkı olduğu zaten malum. Yeni devletin teşekkülü ile birlikte, “Fransız mürebbiyelerin” ellerinde büyüyen elit tabaka hemen yeni düzene ayak uydurdu. Şeyh, paşa, vali, alim hatta şeyhülislam çocukları, seküler aydınlanmanın öncüleri olarak, şair, romancı, tiyatrocu, ressam, heykeltıraş, senarist, yönetmen, kanaat önderi, besteci, müzisyen, aktör hatta meşhur siyasetçiler olarak arz-ı endam etti. Peki, yabancılaşmış ve yabancılaşmaya devam eden aydınımızın elinde ne vardı: Aslında müthiş enstrümanlar sunuyordu 20. yüzyıl; tiyatro, müzikal, spor, sinema, müzik, edebiyat, heykel, resim, kabare, temsil... hasılı, güzel sanatlar diye yutturulmaya çalışılan şeylerin her biri.
Artık bir kadın, erkek-kadın karışık bir topluluğun karşısına
geçip, dünyevi aşklardan ve aşığa kavuşmaktan, hatta daha da
mahrem şeyler hakkında, çeşitli vesilelerle yabancılaşmış
müzisyenlerin beste ve güftelerini icra edebiliyordu.
Bir adım daha ilerisine geçelim; Tasavvuf
Musikisi diye, dindarları tavlama
maksatlı tuzaklar kuruldu. Sinema filmlerinde dindar tiplemeler
kötü, örümcek kafalı, onların tam tersi olan iyi karakter de,
olabildiğince dinden uzak (en azından Sünni İslam’dan)
gösteriliyordu. Resim ve heykel adı altında, en müstehcen ve
yozlaştırıcı eserler milletin gözüne sokuluyordu. Kabare ve
müzikal adı altında, kadın
haklarına çok riayet ettiğini
iddia eden maskeli sekülerler, hem onları alçalttı hem de türlü türlü
ahlaksızlığı milletin ve hatta onların çocuklarının önüne sundu.
Bu dejenerasyon
ve tepeden inme kalıba sokma faaliyeti milenyuma kadar devam etti.
Milenyum başlarken, bütün çabalara, bütün gayretlere rağmen
Türk Milleti, mukaddesatına tasallut olan bu çapulcu parazitlere
okkalı bir sille patlattı. Şimdilerde bu zararların izleri çok
yavaş da olsa, silinmeye, her tarafa bulaşmış pislikler
temizlenmeye çalışılıyor.