Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

14 Temmuz 2016 Perşembe

Aydın Yabancılaşmasından Kemal Sunal'a Giderken "Sağ"da bir 15 Dk Mola Vereydik!

        Söz, Kemal Sunal filmlerinin İslamiyet'e ve Müslümanlara verdiği zarardan açılınca, "argüman" demeye pek dilin varamayacağı enteresan kontra çıkışlar yaşandı. Kimi "olur mu öyle şey" deyip okuma zahmetine girmeden laf sokma derdine girişti. Kimi sövmek için zemin arıyordu, onu dile getirip, biraz olsun rahatladı. Kimi “ölünün arkasından konuşulmaz” dedi ki, “ölülerinizi hayırla yad ediniz” hadisinin tezahürüdür bu söz, orası tamam. Ama İslamiyet’e zarar veren, Müslümanları yozlaştırmaya çalışanların faaliyetlerini açığa çıkarmamak veya görmezden gelmek, başka bir hadisin korkunç tehdidi ile karşı karşıya getirir akıl sahiplerini ki; “hakkı bildiği halde söylemeyen ve haksızlığa susan, dilsiz şeytandır” mealindedir. Kimi tırnak içerisindeki ifadeleri anlamaktan acizdi ve tamamen başka bir tarafa yöneldi. Kimi "o sadece oyuncu, senaristlere bakın" gibisinden, oldukça saf sayılabilecek çıkışlar yaptı (o senaristlere de değineceğiz zaten). 

Dine mesafeli olan ve dinini iyi bilmeyen zevat ise, "dine zarar vermiyor, aksine..." gibi mantık ilmi açısından pek sıhhatli sayılamayacak argümanlar üretme derdine düştü. Peki neden her zaman için bu çıkarcı ve üçkağıtçı “dinci”nin karşısına dinle pek alakası olmayan kahramanlar çıkıyor. Bunların karşısına dinine uyan ve aynı zamanda insan haklarına ve kul hakkına çok dikkat eden birini çıkartmıyorlar desen cevap olacak mı peki... hiç sanmam! Üstüne bir de "Arkadaş, sen dini iyi bilmediğin için, ona zarar veya yarar veren şeyi bilemiyor olabilir misin acaba?" diyecek olsan, iş daha da büyüyecek (Ahmet Çakar da anılmış oldu bu vesileyle).

Gerçi mevzu biraz daha uzayacak ama Kemal Sunal’la özdeşleşen bu filmleri tahlil ederken başka şeyler de akla gelmiyor değil. Mesela bu ufak çaplı “halk kahraman”ımız zina yapar, adı “çapkınlık” olur, sarhoş olur ama “çakırkeyif” diye taltif edilir, dedikodu, gıybet cinsi bütün dil afetlerini pervasızca söyler, “içini döktü” denir, kumarın dibine dibine vurur, adını “şans” koyarlar. Yani bu kahramanımız yanlış yaparken dahi karakteri cilalı ve hata yapmazdır.

     Madem bu kadar uzadı, hadi biraz daha! Bir kıyas var ki, milletimizin imanına tasallut ile günaha sokma arasındaki farkı bilmediğini açıkça gösteriyor. İddia şu, "Kemal Sunal tamam da ya şimdiki dizi, yarışma ve TV şovları. Bunlar onun filmlerinden daha ziyade zarar veriyor". Tamam bu iddia bir yere kadar doğru, yani ikisi de zararlı. ama şöyle kocaman bir fark var; Kemal Sunal ve buna benzer kadrolu ve maksatlı filmlerde, insanı doğrudan küfre sokacak, başka bir deyişle, gülünse veya onaylansa dinden çıkaracak sahneler var. Nedir buna neden olan kaide; İslamiyet'in tazim edilmesini emrettiği şeyleri tahkir ve tahkir edilmesini emrettiği şeyleri tazim etmek küfürdür. Buradaki alçaklık çok daha büyük, bilinçli ve bir gaye uğruna yapılıyor. Bu filmleri yapan, yazan, yöneten tayfanın büyük çoğunluğu nereden saldıracağını bilenlerden oluşuyor.

     Gelelim zararlı olan ve reyting uğruna sahnelenen dizi, yarışma ve televizyon şovlarına. Evet, bunların da bir kısmında yukarıda sayılan güdümlü ve maksatlı çalışanlar yok değil. Ama büyük kısmı reyting ve dolayısıyla para kazanmak için, genelde din cahili olan kişiler tarafından hazırlanan gösteriler. Bu gösteriler insanı günaha sokabilir ama küfre düşmek yanında günaha girmek, kıyas kabul edecek bir şey bile değildir. 

     Zaten televizyon denilen şey bir eğlence vasıtasıdır. Bu zamanda bunun sağlayacağı eğlenceye kendini kaptırırsan (ki onların istediği de bu) muhakkak bir ziyana uğrayacaksındır. Bu yukarıda sayılan iki zarardan, bilinçli bir şekilde kaçabilen babayiğit de gelsin, başımın üstündeki yerine otursun elbet!

Neyse... gelelim sadede. Yukarıda açıklanan konuya paralel olan, daha doğrusu biraz derini olan bir mevzuya değinmek, hem Kemal Sunal'lı, Şener Şen'li, İlyas Salman'lı, Adile Naşit'li, Münir Özkul'lu, Müjde Ar'lı (soyisimdeki ironiye bak)  filmleri hem de bu filmleri vücuda getirmekte çok ısrarcı olan güruhunu daha yakından tanımak için iyi bir fırsat sunacaktır.

Yazar Mahmut Çetin'in mühim eseri
"Aydın Yabancılaşması"
O da; Osmanlı'nın tarih sahnesinden silinmesine aşağı yukarı 80-100 evvelinden başlayıp, yıkılmasıyla hız kazanıp, önüne geleni taşkın sel gibi silip süpüren, yazar ve araştırmacı Mahmut Çetin'in deyimiyle "üstseçkin heterodoksi" yani "Aydın Yabancılaşması" ve bunun gerçek isimler üzerinden incelenmesi konusu. (Erkenden altını çizmek lazım, aşağıdaki yazının bir kısmı, kendisinin "AydınYabancılaşması" isimli kitabından esinlenecektir).

     Pek fazla geriye gitmeden, çok basit, etkili ve neticesi belli olan şu formül bize ışık tutacaktır yol boyunca: Bu topraklardaki çürüme, erozyon, kayma ve sapma eğilimlerinin temelinde, 
Sünni İslam'ı (yani Ehl-i Sünnet vel Cemaat) beğenmemek, İslamiyetin emirlerini, tatbik etmek açısından ağır bulmak ve haramlardan sakınmak istememek gelmektedir. Bu akılda bulundurulduğunda, problemleri çözüvermek gayet basittir. Sünnilik zor tabi, ibadet yapacaksın, haramlardan sakınacaksın... hem ruhunu teslim etmen hem de bedenini günlük, haftalık, aylık ve yıllık talimlerle ruhuna yakınlaştırman lazım. “Dünyaya bir kere” gelenler için çok sıkıcı işler haliyle. Timur Han'ın kovaladığı Hurufilerin Anadolu topraklarına ve Bektaşi tekkelerine sızması da, bu kayma ve çözülmeyi tetikleyen etkenlerden biridir. Osmanlı yıkılırken ve yeni devlet tesis edilirken de BektaşiMevlevi (Mevlevi derken sakın bunların büyük İslam alimi ve veli Mevlana Celaleddin-i Rumi ile karıştırmayın zira son 150 senin Mevleviliği ile o büyük isim arasında, itikat dahil hiçbir benzerlik yoktur), Melami ve Kalenderi görüştekiler, "asli unsur" olmuştu.
Koskoca devletin canına okuyan
Enver-Talat-Cemal Paşalar

     Çok ayrıntılı olan konunun devamında, biraz kestirmeden gidip şöyle diyebiliriz: Çeşitli vesilelerle
yabancılaşan aydınlar, önlerindeki en büyük engel olan Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ellerindeki silahlarla toplumu istedikleri gibi şekillendirmek için kolları sıvadı. Devlet-i Ali Osmani'yi parça pinçik eden İttihad ve Terakki Cemiyetinin Bektaşilik ve Masonluk ile sıkı fıkı olduğu zaten malum. Yeni devletin teşekkülü ile birlikte, “Fransız mürebbiyelerin” ellerinde büyüyen elit tabaka hemen yeni düzene ayak uydurdu. Şeyh, paşa, vali, alim hatta şeyhülislam çocukları, seküler aydınlanmanın öncüleri olarak, şair, romancı, tiyatrocuressam, heykeltıraş, senaristyönetmenkanaat önderibesteci, müzisyenaktör hatta meşhur siyasetçiler olarak arz-ı endam etti. Peki, yabancılaşmış ve yabancılaşmaya devam eden aydınımızın elinde ne vardı: Aslında müthiş enstrümanlar sunuyordu 20. yüzyıl; tiyatro, müzikal, spor, sinema, müzik, edebiyat, heykel, resim, kabare, temsil... hasılı, güzel sanatlar diye yutturulmaya çalışılan şeylerin her biri.

      Artık bir kadın, erkek-kadın karışık bir topluluğun karşısına geçip, dünyevi aşklardan ve aşığa kavuşmaktan, hatta daha da mahrem şeyler hakkında, çeşitli vesilelerle yabancılaşmış müzisyenlerin beste ve güftelerini icra edebiliyordu. Bir adım daha ilerisine geçelim; Tasavvuf Musikisi diye, dindarları tavlama maksatlı tuzaklar kuruldu. Sinema filmlerinde dindar tiplemeler kötü, örümcek kafalı, onların tam tersi olan iyi karakter de, olabildiğince dinden uzak (en azından Sünni İslam’dan) gösteriliyordu. Resim ve heykel adı altında, en müstehcen ve yozlaştırıcı eserler milletin gözüne sokuluyordu. Kabare ve müzikal adı altında, kadın haklarına çok riayet ettiğini iddia eden maskeli sekülerler, hem onları alçalttı hem de türlü türlü ahlaksızlığı milletin ve hatta onların çocuklarının önüne sundu.

      Bu dejenerasyon ve tepeden inme kalıba sokma faaliyeti milenyuma kadar devam etti. Milenyum başlarken, bütün çabalara, bütün gayretlere rağmen Türk Milleti, mukaddesatına tasallut olan bu çapulcu parazitlere okkalı bir sille patlattı. Şimdilerde bu zararların izleri çok yavaş da olsa, silinmeye, her tarafa bulaşmış pislikler temizlenmeye çalışılıyor.



1 Mayıs 2016 Pazar

Tedbirli Müslüman ile Tedbirsiz Olanı Arasındaki Uçurumlar - 3

önceki konulardan 

devam edecek olursak...


     12. Tedbirli Müslüman, Seferilik mesafesinin Hanefi Mezhebinde 104 kilometre olduğunu bilir ve ona göre davranır: Hanefi Mehebinde sefer mesafesi yaygın genel kanaatin aksine 90 km. değil, 104 kilometredir. Diğer üç mezhebde ise 80 km.dir. Yani Hanefi'de üç günlük yol olan 18 fersahtır ki, 1 fersah 6 km civarıdır. Dolayısıyla seferiliği 90 km alanlar, namazların kasrı konusunda ciddi sıkıntılar yaşamakta ve yaşayacaklardır.

     13. Tedbirli Müslüman, zekat nisabının 96 gram olduğunu bilir: Hanefi'de zekat nisabı 20 miskal altın yani doğru hesaplama ile 96 gramdır. Yanlış hesapla 80 gramdır demek yanlış olur ve nisap miktarı yerine getirilmediği için, farz yerine getirilmez, nafile olan sadaka verilmiş olur. Ve malum olduğu üzere, dünya kadar sadaka verilse, farz olan zekatın yerini tutmaz, borç yerine getirilmiş olmaz.

daha düne kadar 6 sıfırı vardı
şimdi façası alındı sadece "1" oldu
     14. Tedbirli Müslüman, zekatını kağıt para cinsinden vermez, tedbirsiz olanı ise, "bu zamanda öyle şey mi olurmuş" diye, bir de itiraz eder: Kağıt paraların (aynı çek ve hisse senetleri gibi) değerleri itibaridir yani hükumet veya devletin belirlediği değerdir. Altın ve gümüş gibi kıymeti kendinden değildir. Devletin sahip olduğu altın miktarının karşılığı olarak basılan ve üzerine rakamlar konulan kağıtlardır. Fıkıh kitaplarında, altın ve gümüş dışında, her ne kadar geçer akçe olsa da bakır veya başka herhangi bir akçe ile zekat verilemeyeceği, bunların değeri kadar altın ve gümüşle verileceği yazıyor. Zekat ya altın ve gümüşle veya ticaret yapılan maldan verilir. Yani, dinini kayıran ve ona uymaya çalışan bir müslüman, elindeki kağıt paraların zekatını altın olarak fakire verir ve böylece Allah'ın emrini, İslam Alimlerinin bildirdiği şekle uygun olarak yerine getirir ve bir büyük günaha girme ihtimalinden kaçar.

durun hemen kaçmayın yahu
zuhr-i ahir n'olacak?
     15. Tedbirli Müslüman, Cuma Namazının farzını kıldıktan sonra, dört rekat da zuhr-i ahir namazı kılar, tedbirsiz olanı ise farzı kılar kılmaz camiden çıkmak için koşturur: Malum olduğu üzere, Cuma Namazının birçok eda ve vücub şartları vardır. Bunlardan biri veya birkaçı olmadığında, namaz sahih olmayabilir. Asr-ı Saadette ve Hulefa-i Raşidin döneminde, Cuma Namazı hep tek bir mecitte kılınırdı. Bu uygulama uzun bir süre devam etmiş ve birden fazla camide kılınmaya başladıktan sonra, eskiden beri uygulanagelen sünnet olan şeklin terki korkusu ile fıkıh alimleri çare aramış ve "zuhr-i ahir" yani, Cumanın Namazından sonra, o vaktin henüz çıkmamış öğle namazı farzı da kılınması ihtiyat olur denilmiştir. Zaten eğer Cuma Namazı tek mescitte kılınmış ve kabul olmuşsa, sonradan kılınan, eğer o cinsten bir kazası varsa, herhangi bir kaza namazı yerine geçeceği veya en azından nafile olacağı için, herhangi bir kayıp söz konusu değildir.

     16. Tedbirli Müslüman, ölüleri için iskat yaptırır, tedbirsiz olanın ise iskattan haberi yoktur veya namaz için iskatı inkar eder: Vefat eden müslümanlar için iskat yaptırmaktan kaçınmamak ve bunu muhakkak yerine getirmek, her işini ihtiyatla yapan bir müslüman için vazifedir. Zira çok kıymetli fıkıh kitaplarında, bu mevzu bir gereklilik olarak yerini bulmuştur.

kaza yap sana verelim
yoksa verdiklerin hep bizde kalır
     17. Tedbirli Müslüman hayat, kaza gibi sigortalara bulaşmaz, tedbirsiz olanı ise, sigortanın dindeki yerinden haberi yoktur: Hayatımıza, 20. yüzyılla (en azından batıdan ithal ettiğimiz diyelim) birlikte giren yeniliklerden biri daha. Esasında İslamiyet'in tam manasıyla tatbik edildiği yerlerde, böyle bir oluşuma ihtiyaç yoktur. Çünkü Beyt-ül Mal, zekat, uşur ve vakıflar gibi müessesler bu işi görmeye yetiyor. Ancak gelinen noktada, sigorta denilen şey, birçok şekle girerek, her sahada karşımıza çıkıyor. Mesela bunlardan biri olan "hayat sigortası" veya "ferdi kaza sigortası" adı altında peyda olan şeyler, muhtemel olan bir tehlikeye bağlanan akitler oldukları için (kumar gibi yani) Dar-ül İslam'da haramdır. Yani potansiyel bir tehlike karşılığında, "bak biz senden her ay düzenli para alalım, eğer sen kaza geçirir veya ölürsen bu parayı sana veya ailene veririz, hiçbir şey olmazsa da para zaten bizde kalacak" yapılan bir anlaşmadır ki, şu haliyle bir kumardır.

devamı...



9 Mart 2016 Çarşamba

Tedbirli Müslüman ile Tedbirsiz Olanı Arasındaki Uçurumlar - 2


     7. Tedbirli Müslüman, müzik ve şarkıların nefis üzerindeki etkisine aldanmamaya çalışır, tedbirsiz olanı ise müziğin bir kısmını helal kategorisine sokmaya çalışarak, kendini tehlikeli bir duruma düşürür: Günümüzün en büyük ve yaygın uyuşturucu tiplerinden biri müzik. Her gün herkes şöyle veya böyle alıyor bu uyuşturucudan. Fakat bu uyuşturucu, bir tabu haline geldiğinden, dokunmaya dahi kalkamıyorsunuz. Dindarı dinsizi hiç kimse bu tabuya dokundurtmuyor. Hatta "müzik ruhun gıdasıdır" gibi ulvi makamlara çıkarılıyor. Oysa işin aslı çok farklı. Asılları bozulmaya başlayan eski dinler, inanlarının üzerindeki etkisini kaybetmeye başlayınca yani insanların ruhuna hitap etmede sıkıntı yaşamaya başlayınca, çalgı ve müzikle, onların nefislerine hitap etmeye ve onları, müziğin tesiri ile kendinden geçirmeye başladı.  Endüstriyel müziğin kaynağı da hakeza kilise müziğinin evrimleşmiş halidir. Oysa İslamiyet'in, müziğin insan nefisini uyuşturan, kendinden geçiren tesirine ihtiyacı olmadığı ve nefse değil ruha hitap ettiği için diğer bozuk dinlerden farklıdır. Dolayısıyla çalgı ve müziğe ihtiyacı yoktur.

     8. Tedbirli Müslüman, Hz. İbrahim'in babası olarak putperest Azer'i değil, Müslüman olan Taruh'u bilir: Kur'an-ı kerimde, En'am suresinin 74. ayetinde mealen, "İbrahim, babası Azer'e dediği zaman..." buyuruluyor. Bu ayete, açık olan manası verildiği zaman, Hz. İbrahim'in babası, müşrik olan Azer anlaşılır. Oysa bu ayetin, "Azer'e dediği zaman" veya "Babasına dediği zaman" şekillerinde olması, manayı vermek açısından yetişirdi. İcaz, fesahat ve belagat açısından "babası"kelimesi fazla olmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim iki kişiye "baba" demektedir; birisi öz babası, birisi de amcası Azer (zira Azer amcasıdır). Tefsir alimlerinin de belirttiği gibi, "Azer" kelimesi, "babası" kelimesinin atf-ı beyanıdır (yani iki şeyden meşhur olanı, meşhur olmayanı açıklamak için kullanılmıştır). Bazı toplumlarda amcaya "baba" demek gelenek haline gelmiştir. Burada da aynısı öz konusu. Hz. İbrahim, hem kendi babasına hem de amcası olan Azer'e "baba" demektedir (zaten amcası olan Azer, babasının vefatından sonra Hz. İbrahim'in annesi ile evlenmek suretiyle üvey baba da olmuştur). Yani kısacası; Hz. İbrahim'in babası putperest değil, müslümandır. Bu konunun üzerinde ehemmiyetle durulmasının sebebi ise, Peygamber Efendimiz'in soyunun ta Hz. Adem'e kadar tertemiz olduğunu beyan eden hadislerin doğrulunun teyididir.

     9. Tedbirli Müslüman, "Tasavvuf Müziği" denilen şeyden ve çalgılı ilahilerden kaçar, tedbirsiz olanı ise bunları ayırt edebilecek idrakte değildir: Ruhun değil, nefsin gıdası olan müziğin, Müslümanların hayatına girmesinin ve çalgılara karşı koyulması gereken mesafenin ortadan kalkmasının kaçınılmaz neticesidir. Tasavvuf müziği denilen garabet hakkında daha ayrıntılı bilgiler bu başlıkta var.

     10. Tedbirli Müslüman, vacip olan kurbanını, takvimle başlanılan bayram günlerinin ikincisinde keser, tedbirsiz olanın ise bazı mühim ibadetlerin hilalin görülmesi ile başladığından haberdar dahi değildir: Aynen Ramazan ayında ve Haccın ifasında olduğu gibi, Kurban Bayramında vacip olan kurban ibadetinin yerine getirilmesinde, o ayın hilalinin görülmesi çok önemlidir. Bu açıdan, Zilhicce ayının hilalinin gökte görülmesi hem Haccın sahih olması hem de Kurban ibadetinin yerine gelmesi bakımından gözetilmelidir. Yani burada da tedbirli olan müslüman, hilalin görülüp-görülmemesi şüphesi üzerine, çok basit bir yol bulur ve ne olur ne olmaz diye, vacip olan kurbanını takvimle başlanan günlerin ikincisinde keserek, hem ibadetini hiçbir haram veya mekruha girmeden yerine getirir hem de takvim dolayısıyla hasıl olabilecek ve yıl boyu beklenen bir ibadeti boşa çıkarmamış olur.
   
cahillerin aklını başından alan
10 cm.lik baş belası
     11. Tedbirli Müslüman, tütün ve tütün ürünlerine ve sigaraya haram ve mekruh gibi şeyler söylemez, tedbirsiz olan için ise, sigaraya haram demek boynunun borcudur ve şarttır: Günümüz hayatının en büyük açmazlarından ve alışkanlıklarından biri; tütün mamulleri ve özelliklesigara! Öyle bir şey ki, ne okumuş ne cahil ne dindar ne de dinsiz gözetip, bulabildiği herkesi peşine takıyor. Tütünün endüstriyel bir hal alıp, sigaraya dönüşerek tüketiminin kolaylaşması, dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılması ve devasa reklam kampanyaları ve reklam yüzleri ile en sıradan insanın hayatına doğrudan sokulması neticesinde, sigara kullanımını inanılmaz boyutlara taşıdı. İlk önce her şey yolundaydı ancak sonradan yapılan tetkiklerde tütün ürünlerinin aşırı kullanımında, vücutta yaptığı tahribat ortaya çıkınca ve çok geniş bir kamuoyu oluşunca, bizim dindar diye geçinen tayfa da hemen bu sele uyum sağlayarak (hatta hadisler de uydurarak) sigaraya mekruh ve haram deme yarışına girdi. Oysa temelde, tütün ve tütünden imal edilen şeylere, dini bakımdan haram veya mekruh diyebilmenin hiçbir yolu yoktu çünkü ne asr-ı saadette ne de müctehid alimlerin yaşadığı ilk dört yüzyılda bilinen bir şey değildi tütün. Üstelik tütün tüketilmeye başladığı zamandan sonra, birçok İslam alimi bu konuyu yakından ele almış ve çeşitli kitap ve risaleler yazmışlardır. Bu eserlerden çıkan ön yargısız ve insaflı neticeye göre, tütün ve sigaraya çalakalem haram mekruh demek, hem dini kaynaklara hem fıkha açıkça muhalefet olmaktadır. Bunun ötesinde, tütüne haram demek, helale haram demek olacağı için, kişiyi imanî bakımdan da tehlikeli bir duruma düşürür.


     12. Tedbirli bir Müslüman, Batı tarzı yaşamın hakim olduğu yerlerde yaşarken sakal, sarık ve cübbe sünnetlerini yerine getirmekten sakınır, tedbirsiz müslüman ise bu sünnetleri yerine getirirken, İslamiyete zarar verdiğinin farkına varmaz: Ayrıntılısı burada
   
zamane insanına göre
her şey "mucize"
     13. Tedbirli Müslüman, "Mucize, yaratmak, icad etmek" gibi kelimelerii İslamiyet'in bildirdiği yerler haricinde kullanmaz, tedbirsiz müslüman ise, kalabalığa uyarak hayatına sokar: Zamanımız insanının diline dolanan bu üç kelime, kullanıldığı vakit, kullanılan kimse için dalga geçmek gibi bir şeydir çünki bu kelimeler, gündelik hayatımızda kullandığımız kelimeleri her bakımdan "döver", daha doğrusu günlük hayatımız bu kelimeleri kaldırabilecek çapta değildir. Gelelim bunların manalarına: "Mucize"; Allah'ın izniyle Peygamberlerden sadır olan ve kafirlere açık bir meydan okuma olarak telakki edilen olağanüstü hallerdir ki... buraya dikkat... sadece ve sadece Peygamberler için kullanılır. Yani günlük hayatta kullanıldığında, kullanılan kişiye Peygamberlik isnad edilmiş olur. "Yaratmak" kelimesi, yoktan var etme manasına gelir ki, herhangi bir yaratılmışın bu dereceye ermesi ne şimdi ne de geçmişte mümkün değildir. "İcad" kelimesi de yaratmak manasındadır. Hülasa, bu üç kelimeyi dini anlamları dışında kullanmak, kişiyi imanî bakımdan bayağı bir tehlikeye sokar.
 

devam ediyor...