Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

16 Ağustos 2014 Cumartesi

İslam Tarihindeki Bazı Tartışmalı İsimler: Yezid, İbni Ziyad, Haccac, Mervan


     İslam tarihinde bazı şahsiyetler, çok uzun süreden beri alevli tartışmaların odağında yer almıştır. Mısır'dan toplaşıp gelen azgın Kıptilerin, Medine'yi basması ve Hz. Osman'ın şehid edilmesinin ardından, daha Hicri 35'li yıllarda, olaylara hissi yaklaşan, tarafsızlıktan uzak ve çıkarcı kimi tarihçilerin de yangına körükle gitmesiyle, ileride çok daha derin uçurum ve düşmanlıklara sebebiyet verecek üzücü hadiseler yaşanmaya başlandı. "İnsanların, Peygamberlerden sonra en üstünleri" olarak methedilen ve "Sahabe-i Kiram" gibi üstün bir sıfatla bilinen zatların arasında vuku bulan, doğru okunmadığında ise "iman"ın kendisini dahi tehlikeye sürükleyecek muharebeler, araya giren çeşitli fitnebazların gayretleri ile inananları bölmek ve aralarında husumet çıkarmak için kullanıldı. Cemel ve Sıffin vakaları, sonrasında ise Kerbela Faciası, bunlar arasında en bilindik ve en çok istismar edilen başlıklar arasındadır. Bu olaylara fiilen katılan ve "ictihad etmeleri", doğru olanı ortaya çıkarma çalışmaları neticesinde karşı karşıya gelen Eshab'ın Büyükleri, sanki mevki ve makam hırsı ile hareket ediyor ve biri yekdiğerini katletmeye çalışıyor olarak resmedilmek istendi. Şöhret ve mal peşindeki yaltakçı tarihçilerin, EmevileriAbbasi idarecilerine kötü gösterme gayretleri de üstüne eklenince, işler iyice "rockçı saçına" döndü. Özellikle Şii ve Rafızilerin, olayları dramatize edişi ve ajitasyon dolu yaklaşımları, kantarın topuzunu iyice kaçırdığı için, özellikle Emevi Devletinin tarihinde mühim yer etmiş birkaç şahsiyete yakından bakmak lazım:

     1. Yezid bin Muaviye: Kerbela Faciası ve Hz. Hüseyin'in şehadeti sebebiyle, en çok anılan kişilerden biridir (aslında en az onun kadar babası Hz. Muaviye de anılmaktadır ama kendisi Eshaptan ve hatta vahiy katiplerinden biri olduğu, hadislerle övüldüğü ve İslam Alimleri kendisinden hadisler naklettiği için hakkında ileri geri konuşmak aklı başında bir Müslüman için akıl kârı değildir). Yezid'e karşı (İran'daki komik düzenin bekçileri ona en çok sövene hediye falan mı dağıtıyor anlayabilmek mümkün değil) inanılmaz bir linç kampanyasıdır gidiyor ve buna maalesef, çok sayıda Sünni de alet oluyor.
 
     Yezid, Hicretin 26. yılında Şam'da doğdu, 34 yaşında Emevi Halifelerinin ikincisi oldu ve dört sene sonra vefat etti. Ancak daha öncesinde, babasının emri ile, daha 24 yaşında ordu komutanlarından biri olarak, Ebu Eyyüb el Ensari ismi ile bilinen Halid bin Zeyd ve daha birçok Sahabinin de dahil olduğu (Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Abbas gibi) askerle, İstanbul'u fethetmek gayesi ile sefere çıktı. Bilindiği üzere Hz. Ebu Eyyüb, İstanbul önlerinde 90 yaşını geçkin olarak şehid oldu.

     Babası, vefat etmeden evvel yaptığı istişareler neticesinde, oğlunun kendinden sonra halife olmasına ikna oldu ve ona çok nasihat etti. Eshabın büyüklerinden Abdullah bin Ömer ve Mugire bin Şube dahil, eshaptan o zamanda sağ olan bazıları da, birlik olması ve ayrılık, fitne çıkmaması için (daha birkaç sene önce yaşanan kanlı olayları ve neticelerini de hesaba katarak) ona biat etti.

günümüz Necefinden bir görüntü
     Kerbela ve Hz. Hüseyin'in şehid edilmesine gelince: Yezid'in, Hz Hüseyin'i öldürme emri vermediği, Şii kitaplarında da gayet açıktır. Yezid'in gayesi, çıkması kaçınılmaz olan fitneyi önlemek ve düzeni sağlamak idi. Emirler Ubeydullah bin Ziyad'a gelince, o da Ömer bin Sad bin Ebi Vakkas komutasında bir ordu gönderdi ve İslam tarihindeki en üzücü vakalardan biri meydana geldi. Ancak Hz. Hüseyin'i tam olarak kimin katlettiği belli olmadı. Yezid'in "öldürün" gibi bir emri olmadığı, Ubeydullah bin Ziyad'ın fiilen orada olmadığı, Ömer bin Sad'ın da İmam Hüseyin'e "geri dön" çağrısında bulunduğu bir ortam var. Ama ne yazık ki arada, bir sürü fitneci ayak takımı var!
   
     Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin'in mübarek başı huzuruna getirildikte, "Allah İbni Mercane'ye lanet etsin, Hüseyin bana gelseydi ona affederdim, istediklerini yerine getirirdim" gibi, üzgün olduğunu bildiren sözler söyledi ve ağladı. Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin (ki kendisi 12 imamın dördüncüsü olur), saraydan ayrılana kadar kendisi ile birlikte yedi ve ikramlarından istifade etti. Ehl-i Beyt'in geri kalanları da sarayda misafir olarak ağırlandı. Birkaç gün sonra, çok sayıda hediye, altın ve bir maiyet ile Medine'ye döndüler.

     Hakkında, bazı alimler tarafından "Yezid bî devlet" (yani nasipsiz) ve fasık gibi kelimeler kullanılmıştır"Şarap içtiği" yönündeki iddialar kesin olmamakla birlikte, namazlarını kıldığı bilinmektedir. Yezid'e ve diğer bazılarına lanet etmek uygun değildir, zaten İslam dininde "lanet etmek" bir ibadet değildir ve ancak bazı vakalarda müsaade edilmiştir.

     2. Ubeydullah bin Ziyad bin Ebu Süfyan bin Harp: Medine'nin Fethi günü iman eden ve Sahabeden olan Hz. Ebu Süfyan'ın torunudur. Kendisine İbni Sümeyye ve İbni Mercane de denirdi. Genç yaşta Emevilerin Horasan Valisi oldu. Daha sonra Buhara'yı aldı ve ardından Basra Valisi oldu. Hakem Olayından sonra zuhur eden Haricilere, bu bölgede ağır darbe indirdi. Kerbela Vakası olduğunda ise Küfe'de valiydi. Aşere-i Mübeşşereden olan Sad bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer'i, Hz. Hüseyin'in de içinde bulunduğu topluluğa karşı göndererek facianın yaşanmasına sebep oldu fakat doğrudan Hz. Hüseyin'in şehadetine bir dahli yoktur, onu teslim alıp getirmelerini emretmişti. Sonraları, yaşanan siyasi çekişmeler ve karışan ortalık neticesinde, Ehl-i Beyt'i çok sevdiğini ve Hüseyin bin Ali'nin intikamını alma peşinde olduğunu iddia eden ve Emevilere karşı isyan tertipleyen Muhtar Sekafi'nin gönderdiği ordu tarafından mağlup edildi ve öldürüldü.

     3. Haccac bin Yusuf Sekafi: Haccac-ı Zalim olarak da bilinen bu idarecinin, 120 binden fazla kişinin kanına girdiği söylenir. Halife Abdülmelik'in komutanı olarak, Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam'ın, cesareti ile meşhur oğlu Abdullah'ı, Şam'a itaat etmediği için Mekke'de şehid etti. Hicaz ve Irak Valiliklerinde bulundu. Haricilere karşı savaştı ve taa Hindistan'a kadar olan bölgelere İslamiyeti yaydı. Zalim ve gaddar olduğu kadar da İslamiyet'e faydası dokundu. Bugün, onlar olmadan Kur'an-ı Kerim'i düzgün okuyamadığımız, hareke denilen işaretleri koydurmuştur. Ayrıca Kabe'nin şu andaki hali, kendisinin eseridir.

     4. Mervan bin Hakem bin Ebil'as bin Ümeyye: Emevi Devletinin dördüncü halifesi. Mekke'nin Fethinde imana gelenlerden biriydi fakat Eshaptan olamadı. Hz. Osman bin Affan amcasıdır ve sonradan kendisinin katipliğini ve yardımcılığını yapmış, hatta ona damat olmuştur. Zalimliği kadar ilmi ve zekası da çoktu. Önceleri Hicaz ve Medine valiliği görevinde bulunmuştu.

     Şimdi, genelde bu konulara ballandıra ballandıra bulaşırken fazlaca yapmadığımız bir şeyi yapalım; empati:

100 sene bile dayanamayan Emevilerin
İslamiyeti yaydığı bölgeler ve devletin büyüklüğü
Yukarıda zikredilenler ya halife ya vali (ordu komutanlığı da içinde haliyle) gibi üst düzey yöneticilerdir. O zamanki Emevi Devletini düşünün bir kere; hem büyük hem de sürekli bir fütuhatla devamlı büyüyor. Bir taraftan devlet meseleleri ile uğraşılırken, diğer taraftan da at sırtında aylarca süren seferler gerçekleştiriliyor. Bir taraftan, dışarıda karşılaşılan gayri müslimlere İslamiyet doğru olarak anlatılmak ve İslam ahlakı tam olarak tecelli ettirilmek zorunda, diğer taraftan da, sürekli bir fitne ve kalkışma halinde içerisindeki taşkın Şiiler ve inatçı Hariciler terbiyeye muhtaç. Bu karışık fitne ortamında adaleti gözetmek çok zordur (bunu becerebilenler olmadı değil elbette). Evet, zikredilen isimlerin çoğu zalimdi fakat zalim oldukları kadar da alim ve fakih idiler, İslam düşmanı değildiler ve İslamiyeti değiştirmeye ya da yıkmaya çalışmadılar. Eshab-ı Kiramın da olduğu bir coğrafyada yetiştiler ve yönetici oldular. Kendilerine karşı çıkanları veya tehdit olarak gördüklerini, dini duruşları sebebiyle değil, en basit haliyle, kendi düzenlerine gelebilecek zarar ihtimali le imha ettiler (yapılanları mazur göstermez o ayrı). Yanlışlıkla ve ölçüyü, haddi aşarak öldürdükleri insan sayısı da az değildir.

     Aslında yapılacak en iyi iş bunlara karşı "nötr" olmaya çalışmak, bu isimler anıldığında nabzı yükseltmemektir. Onları sevmek şart olmadığı gibi, günümüze realiteden uzak bir şekilde aktarılan üzücü hadiseler sebebiyle lanet etmek de doğru değildir. Bu konular geçtiğinde "siyah veya beyaz" olmak yerine "gri"ye bürünmek, yapılabilecek belki en ihtiyatlı duruş olacaktır!

27 Temmuz 2014 Pazar

Tasavvufsuz İslam vs İslamiyetsiz Tasavvuf


     Dini ve manevi hissiyatların çok hızlı değişip çeşitli formlara girdiği günümüzde, "tasavvuf"a yaklaşımların da değişmemesi imkansız elbette. Popüler olan yaklaşımlardan biri; tasavvufun (ki bu tasavvuf düşmanları ona Sufizm falan derler) İslamiyet'in özü ile bağdaşmadığı ve diğer bazı felsefe ve düşüncelerden, en basit haliyle, bir "esinlenme" olduğu yönündedir. Ama bunun yanında bir yığın gayrimüslim de, çeşitli "meditasyon" yöntemleri ile tasavvufa yakınlık göstermektedir. Bu yaklaşımlara yakından bakmadan evvel, "tasavvuf" kavramının İslam Dinindeki yerine bakmak lazım (İslam derken, özünü yani Ehl-i Sünneti kastediyoruz haliyle).

TASAVVUFUN TARİFİ ve DİNDEKİ YERİ

     Tasavvufla alakalı; "fena, beka, sofi..." gibi kelime, kavram ve usuller sonradan ortaya çıkmış olsa da, muhteviyatlarının de sonradan ortaya çıktığını düşünmek yanlış olur. Tasavvufun haliyle yüzlerce tarifi vardır, bunlardan birkaçını sıralayalım:
Tasavvuf, kalb ve ruhun temizlenmesinin yollarını gösteren "ilm-i ahlaktır".
Tasavvuf, kalbi "saf" yapmak, yani onu kötü huylardan arındırmaktır.
Tasavvuf, beden ile yapılan ibadetlerin, insana ağır gelmeden, aşk ve şevk ile seve seve yapılmasını sağlar.
Tasavvuf, edeptir.
Tasavvuf, insanlarla iyi geçinmek, onlardan gelen eziyetlere sabretmektir.
Tasavvuf, "her şeyin Allah rızası için yapılması" demek olan "ihlas"ı elde etmektir.
Tasavvuf, kalp hastalıklarını tedavi etmektir.
Hatta daha da özel ve güzel açıklamaları var, şunun gibi:
Tasavvuf ızdıraptır, sükun (yani ızdırapsızlık ve rahat) gelince tasavvuf kalmaz.
Şu haliyle tasavvuf, İslamiyet'in ta kendisidir. Beden, İslam Ahkamının gerektirdiği emir ve yasakları tatbik ederken, kalp ve ruh da, bu emir ve yasakların kolayca tatbik edilmesini için gerekli olan manevi aşkı tadar, kendini ölümden sonrasına alıştırıp, kadere rızaya ve Allah'tan her geleni severek kabul etmeyi ve Allah'ın kulları ile iyi geçinmeyi elde eder ve Kur'an-ı kerimin emri olan zikri yapar. Fıkıh ve tasavvuf arasındaki dengeyi belirtmesi açısından İmam-ı Malik'in şu sözünü hatırlamakta fayda var: "Fıkhı bilmeden tasavvufla meşgul olan dinden çıkar, fıkhı bilip tasavvuftan haberi olmayan da bid'at sahibi olur. Her ikisini de bilen hakikate erişir."

     Tasavvuf yolları da, tıpkı tarifi gibi çok ve farklı farklıdır ancak hepsinin dağılmasında iki ana kaynak vardır; Hz. Ebu Bekir-i Sıddık ve Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir, "nübuvvet" yolunun önderi iken, "vilayet" yolunun imamı ise Hz. Ali'dir. Ancak her ikisinin de kaynağı tektir, o da Resulullah Efendimizdir. Sonradan teşekkül etmeye başlayan ve temel dini bilgilerin yanında tasavvufu da anlatan ve talim eden "tarikat"lerin çeşitli isimlere sahip olması, başka başka yollar oldukları manasına gelmez. Genellikle, aynı tasavvuf alimine bağlı olanlar hocaları ile övünmek ve birbirlerini tanımak için, ait olduğunu hissettikleri yollara, üstatlarının ismini vermişlerdir (Kadiri, Çeşti, Rıfai, Şazili, Mevlevi, hak olan Bektaşi, Halveti, Gülşeni, Cerrahi, Uşaki, Ticani... gibi).

     Tarikatler de esas olarak ikiye ayrılırlar: "Zikr-i hafi" (sessiz zikir) yapanlar ve "Zikr-i cehri" (yüksek sesle zikir) yapanlar. "Sessiz zikir" Hz. Ebu Bekir'den gelirken, "yüksek sesle zikir" yapanların yolu ise Hz. Ali ve "On iki imam" vasıtasıyla gelmektedir.

     Her şeyde ve olayda olduğu gibi, tarikatlerde de zamanla bazı bozulmalar oldu, asılları gitti, kötü birer çakmaları kaldı. Kimilerine doğudan gelen "Hurufiler" dadandı, kimilerinde dinin emirleri ağır geldiği için "light"laştırma faaliyetleri başladı, kimilerinin üstadı diye geçinen fırsatçılar; "ben artık erdim, bizim dereceye varanlar için namaz falan yok, gelin kızlar elimi öpün bakayım" demeye başladı. Esas manada, tasavvuf üstatları azaldığı için de, keçilere "efendi" denilmeye başlandı. Günümüzde, eski büyük üstatların isimlerini kullanarak hala faal olan tarikat ve tekkelerin neredeyse tamamı, bir şekilde bozulma yaşamış ve cahillerin eline düşmüştür. Şimdilerde, büyük İslam alimi ve mutsavvıfların izinden gitmek isteyenlerin, onların doğru bir şekilde tercüme edilmiş kitaplarını okumaktan başka çaresi yoktur.

TASAVVUFSUZ İSLAM ÇABALARI 

Vahhabilerin Anayasası
hükmündeki Feth-ül Mecid
Tarikat ve tekkelerdeki deformasyon devam ederken, bir de piyasaya, İngiliz parası ve silahı ile 19. yüzyılın başlarında, Arabistan Yarımadasının doğusundan, Vahhabilik yayılmaya başladı. Bu yolun kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab'ın bozuk fikirlerinden biri de, tasavvufa olan düşmanlığı idi. İstigase, vesile, şefaat, istimdat gibi kelimelere ve ihtiva ettiği manalara gıcıklık, Vahhabiliğin anayası hükmündeki "Keşf-üş Şübuhat" ve "Kitab-üt tevhid"in şerhi olan Feth-ül Mecid adındaki kitapların ana konularından biridir. Dolayısıyla bu hal, Vahhabiliğin legalize olma çabalarını temsil eden Selefilik akımının da temel taşlarındandır. Vahhabi ve Selefiler, İslam dünyasının "şirk" içinde yüzdüğünü, insanların Tevhidden ayrılıp, şeyh ve mürşitlere taptığını, ölmüşlerden (buna Peygamberler de dahil) ve uzaktakilerden istimdat etmenin Allah'a şirk koşmak olacağını, tasavvufun kendisinin "Hint Mistisizmi" ve eski "Yunan Felsefesi"nden alınma olduğunu, Peygamber Efendimizi medh eden şiir ve yazıların küfür dolu olduğunu, türbelerin hemen yıkılması gerektiğini, mezheb imamlarına uymanın sapıklık olduğunu, ölüler için adak yapmak ve hayvan kesmenin şirk olduğunu söylerler. Selefi tayfanın, taş kalpli, katı ve terörizme meyyal olması, bu nefret dolu söylemler yüzünden midir acaba?

     Selefi-Vahhabi zihniyet, Ehl-i Sünnet'in vazgeçilmez bir parçası olan tasavvufu ve tasavvufçuları, "Sufi" ve Sufizm gibi kelimelerle, çeşitli forum ve yabancı kaynaklarda aşağılamaya ve sanki İslamiyet'ten bir parça değilmiş gibi göstermeye çalışıyor. Tasavvufa meyl eden kişileri, "pasifizm" ve uyuşuklukla suçlamaya ve tasavvufi mertebe ve olgunlukları, gençlerin gözünde değersizleştirme çabasına kalkışıyor. Dolayısıyla bu kaynak ve sitelerde dolaşan gençler, tasavvufun, İslam Dinine sonradan yamanmış ve kendisine girenleri uyuşuk ve miskin kişiliklere dönüştüren bir bid'at olduğu izlenimine kapılıyor.

İSLAMİYETSİZ TASAVVUF

     Bu garip durum özellikle Batı Dünyasının, yalnızlaştırılmış, manevi ve dini duygulardan uzaklaştırılıp, maddiyat peşinde koşmaya teşvik edilmiş insanının, ruhundaki yangına bir çare bulmak veya (işi iyice eğlenceye döndürenler için) sadece, "hercai bir gönül eğlendirme" çabalarının tezahürüdür (İslamiyet'siz olanına tasavvuf denilmeyeceğini belirtmeye mahal yok herhalde). Bu eğilimin neredeyse tek kaynağı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'dir (bazı durumlarda da yine Mevlana gibi bazı konularda çok yanlış anlaşılan Muhyiddin-i Arabi'in söz ve eserleri de devreye girer). Bu büyük mutasavvıf ve İslam aliminin çağları aşan sözleri, modern dünyanın tüketime endeksli, belli kalıplara sıkışmış, "sığ kafalı" insanında değişik "çağrışımlar" yaptı. "Gel, ne olursan ol gel" sözünün esas ve derin manasına inmekten ziyade, sağa-sola çekmeye müsait zahir anlamı ile, bir takım değerleri yozlaştırma niyetindekilerin emelleri birleşti ve ortaya, ney çalan, dans eden ve felsefe yapan bir "hoşgörü timsali Mevlana" çıkıverdi! Mesnevisini ve sözlerini anlamaktan aciz kafalar, bu alimi dünyaya bu şekilde yaymaya çalıştı. Ortaya çıkan şeyler ise son derece enteresan: sahte Mevleviler gibi dönmeye çalışan ama İslam deyince tüyleri diken diken ecnebiler, kendini sağa-sola vurup cehri zikir yaptığını zannedenler, maddiyat ve tüketimle dolmuş kafaları, eski üstatların (onların hayatına benzemeye zerre ehemmiyet göstermeden tabi ki) talim ettirdiği zikirlerle boşaltacağını sananlar...  ve daha nicesi!



19 Temmuz 2014 Cumartesi

İslamiyet'le Yeni Tanışanlarda Yaşanan Dengesizlikler ya da... "Orta"yı Iskalamak


     "Cenk Erdem"in Erdemi, Erdem Uygan vakasındaki tuhaflıklar ve dengesizlikler, İslamiyet ile sonradan müşerref olanlar (İslamiyeti bir öncelik ve hayat biçimi haline getirmekten söz ediyoruz) ile alakalı akla şu suali getiriyor: "Neden İslam'a yönelen insanlarda ve hele de bazı meşhurlarda, özellikle ilk dönemlerde bazı dengesizlikler hatta travmalar zuhur ediyor?" İslamiyet'in her alanı kapsayıcı hükümleri ve inananlarını bir "aksiyon adamı" haline getiren düsturları, daha taze olan tanışmanın verdiği keskinlik ve "başı dönmüşlük"  ile birlikte ele alarak, bu duruma bir bakalım:

     1. Meal sevdası: İslamiyet ile ilk olarak tanışma vesilelerinden biri "meal"lerdir tabi olarak. Mukaddes kitabın neler içerdiğini görmek ve o andaki "susuzluğunu" gidermek için hemen herkesin başvurduğu bir yöntemdir. Dahası, Kur'an-ı Kerim'in eşsiz belagat ve fesahati, insanın aklını başından alıp, en pasif ve sıradan insanı bile harekete geçirir (en baştan savma mealde bile bu kendini gösterir)... bunda bir şey yok. Esas sıkıntı bundan sonraki adımda, hayatına yepyeni bir şekil verirken, hala meal referanslı olarak devam etmeye çalışmak. Çünki meal dediğimiz şey (ki günümüz kullanım manasına baktığımızda buna tercüme demek daha doğru olur), herhangi bir kişinin (genellikle para kazanmak için) kapasitesi kadar anladığı kısımları o dile aktarmasıdır. Dahası, bu meal görünümlü tercümeler ehil olmayan kimselerin akımına kapılmaya ve bazı sure ve ayetlerin gerçeğin tam tersi manada anlaşılmasına sebebiyet verir ki bunun yol açacağı şey malumdur. Maalesef birçok yeni Müslüman, gayet iyi ve saf niyetlerle başladıkları yolculuklarını, sığ meal sularında ve bataklıklarında nihayetlendirmektedir. İşin en acı tarafı ise, bundan hiç haberdar olmamaları ve "ben İslamı kaynağından öğreniyorum zaten, başka bir şeye ihtiyacım yok" noktasıdır ki, bilindiği üzere cehl-i mürekkebin herhangi bir devası yoktur, "ben biliyorum" davasındaki kişiye bir şeyler anlatmak neredeyse imkansızdır.

  Bunun bir diğer yönü, IŞİD belası ile birlikte daha da açık şekilde göz önüne geldi. Batı dünyası, bu eşkıyalara katılmaya koşa koşa giden gençlerle meşgul olmuştu bir ara. İnsanlar, güya "cihad"a giden bu gençlerin anlamıyordu. Oysa, çoğu daha yeni mühtedi olan bu gençler, ellerine sıkıştırılan alalade bir mealdeki cihad ayetlerini okuyup çarpıldılar. Etraflarında onlara doğru yolu gösterecek kimseleri bir kenara bırakın, kendileri gibi şaşkın ve yönsüz güruhların tazyiki ile, aklı başında olan hiçkimsenin kalkışmayacağı işlere giriştiler. Kafirlerle cihad ediliyor diye, bir yolunu bulup soluğu Ortadoğu'da aldılar ve birçoğu, İslamiyeti doğru dürüst öğrenemeden ölüp gitti.

     2. Sakal bırakmak ve Kılık kıyafette ortalamayı ve yer ve zaman mefhumunu ıskalamak: İslam'ı, hayat düsturu edinme ve O'na tam olarak ittiba etme gayretindekilerin çoğunun, bir diğer "ortalama"yı ıskalama sahası "sakal"dır (bazı daha ileri durumlarda sarık ve cübbe eğilimi de baş gösterir ama bütün bunları bu maddede özetleyebiliriz herhalde). Gayet saf niyetlerle, Peygamber Efendimizin yol gösterici olarak seçilmesinin ve ona tam olarak uyma isteğinin bir tezahürüdür. Ancak burada içine düşülen hata, sakalın İslam ahkamındaki yerinin tam olarak bilinmemesi ve bilinse dahi, taze Müslüman olmanın vermiş olduğu o keskinlik ve ele geçirilen nimeti hemencecik herkese yayma çabasıdır. Bu iyi niyetli çaba ve keskinlikler, hele bir de birinci maddede değindiğimiz "mealden din öğrenmeye kalkışma" fiili ile harmanlanırsa, o zaman, "ortalama"nın bayağı bir uzağına savrulma ihtimali vardır. Şu yazıda da değindiğimiz üzere, İslam ve Arap Ülkesi diye geçinen ülkelerin dışında kalan devletlerde ve hele de Batı Dünyasında (bu alanda Türkiye de kapsama girer kaçınılmaz olarak) hele hele 11 Eylül Hadiselerinden sonra, sakal-sarık-cübbe veya en azından sakal ile insanların içinde aktif olarak bulunmaya çalışmak, beraberinde birçok sıkıntı ve yanlış anlaşılmaları getirecektir. Potansiyel terörist, öcü, örümcek kafalı veya en azından kirli ve pasaklı gözü ile görülen ve çeşit çeşit önyargı pencerelerinden bakılmak suretiyle temas bile kurulmak istenmeyen "Müslüman" kimliğini, bir sünnet-i zevaidi yapma gayreti ile şüpheli ve alt sınıf olarak göstermek, pek de akıl karı bir iş olmasa gerektir. Yanlış anlaşılma olmaması açısından buraya izah edelim: Elbette ki Resulullah Efendimizin her sünnetine uymak çok sevaptır ancak Kıyamet Gününde hesabı dahi sorulmayacak, adetlerle ilgili sünnetleri yapacağım derken, sakal-cübbe-sarık ile dalga geçilmesine meydan vermek, gençlerin İslamiyet'ten soğumasına ve hatta İslam düşmanı olmasına vesile olmak, hiç de hayırlı bir iş değildir.

     3. Çevre ile münasebetlerdeki kırılmalar: Genellikle dini yaşantısı sınırlı ya da "o taraklarda hiç bezi olmayan" bir muhitte bulunan ve İslam'a yönelen gençlerde beliren dengesizliktir. Bu dengesizlik, iki taraf açısından da giderek gerilir ve çoğu vakada sert kopma ve ayrılmalar yaşanır (bunların bir kısmı sonradan normale döner ama "kalp kırma"nın acısı öyle kolay geçmez tabi).

     4. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yapma aceleciliği: "İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma" olarak tarif edilebilicek, meşhur 54 farzdan biri olan bu prensip, İslamiyet'in her ferde, kapasitesine göre yüklediği bir vazifedir. Fakat Emr-i maruf yapmanın bazı şartları vardır ve bu şartlar yerinde değil iken bu vazifeyi yapmaya kalkışmak, faydadan ziyade zarar getirir. Ayrıca bu konu, birinci maddede incelediğimiz "meal sevdası" ile de doğrudan alakalıdır. Çünkü meal okuyanlarda emr-i maruf ve nehy-i münker olgusunu dengeye oturtacak istidat pek olmaz.

     5. Yanlış kişilere uyma: Özellikle günümüzde, kendini çok hissettiren bir faktördür. Zamanımızın ağzı bol laf yapan ve yaldızlı sözlerle gençleri tuzaklarına düşüren alimler eli ile zuhur eder ve Hak Din ile yeni tanışmış kalbi yanık gençleri hedef alır. Sahte tarikatçılar, hayatları sözlerine hiç uymayan pespaye kişilikler, para ve şöhret kazanmak için çalakalem meal ve tefsir yazma hevesindekiler, çok güzel yazılan yazıların arasına zehrini akıtan art niyetliler... ve daha bir yığın "değişik renkte" kimselerin tuzaklarına düşen gençler, çok ağır zehirlenme vakalarının mağduru olurlar!

Kıbrıslı Nazım denilen kişinin
etkisinde kalan Yusuf İslam
     Bu dengesizliklerin hemen hepsini, mesela Yusuf İslam'da ve tarih olarak yakın olmaları hasebiyle, Yaşar Alptekin, Erdem Uygan ve hatta daha yeni, Sinnead O'Connor'da (Shuhada' Davitt) görebilirsiniz. Yusuf İslam'nın kılık kıyafet ve söylemlerindeki değişim, bu konuda tam bir örnektir mesela: İlk olarak Müslüman olduğunda, müziği tamamen bırakmış ve çevresinden kopmuş birisi iken, zamanla tekrar piyasaya geri dönmüş, sarığı çıkarmış, sakalı kısaltmış ve gitarı tekrar eline almıştır.
gel zaman git zaman, yine gitar elinde.
o eski halinden eser yok şimdi!


Mustafa İslamoğlu ve Abdülaziz Bayındır'ın
peşine takılan Erdem Uygan

şirazesi kayanlardan biri daha
eski oyuncu Yaşar Alptekin
dengesiz hareketleri ile bilinen O'Connor
başını örttü ama şarkı söylemeye devam ediyor

     Peki bu dengesizliklerin bir çaresi var mı? Var elbette ama Hz. Ömer'in şu sözlerinde saklı:

Arkadaşım ayıbıma uyardı beni,
Kardeşlik sünnetinin budur temeli!

     Hatta İmam-ı Şafii'nin şu sözlerinde:

Sadık dost ve halis kimya,
Az bulunur, hiç arama!

     Mühim not: Bu yazıda geçen "orta" ve "ortalama" kelimelerinden kasıt elbetteki İslamiyet'in özü olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat'tır!