Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

25 Şubat 2024 Pazar

İsrail-Filistin Kavgasının Dünü ve Bugünü


    7 Ekim 2023 tarihinden bu yana, Filistin topraklarında gerçekleşen acı ve tarifi zor hadiselere şahitlik ediyoruz. Bugünlerde sıkça duyduğumuz bir tabirle, “gözümüzün önünde, büyük bir katliam yaşanıyor”. Peki bu mevzu ile alakalı ne kadar şey biliyoruz veya daha doğrusu şöyle diyelim, bildiklerimizin ne kadarı, hakikat olmasa bile, hakikate en yakın?

    Yahudilerin tarihini genişçe ele aldığımız yazılarda, Hazreti Yusuf, Hazreti Musa, Yahudilerin Mısır’dan çıkışı, Arz-ı mev’uda gelişleri, 2000 sene sürecek sürgün dönemleri incelenmişti. Oradan devam edecek olursak...

    Roma İmparatorluğunun, Kudüs’ü yerle bir etmesi akabinde, dünyanın her tarafına dağılmış olan Yahudiler, maddi olarak kuvvetlenmeleri ile birlikte, Siyonizm hareketi ve artan nüfuzlarını devreye sokarak, yeniden vaad edilmiş topraklara dönüş telaşına girdi. Dile kolay, 20 asır sonra, atalarının yurduna yerleşmeye çok az kalmıştı. Her şey onların lehine işliyor gibiydi: Sultan 2. Abdülhamid tahttan indirilmiş, İttihat ve Terakki işbaşına gelmiş, Araplar bölünmüş ve Osmanlı’ya baş kaldırmış, Balfour Deklarasyonu imzalanmış, hatta Osmanlı 7. Ordusu, akla havsalaya sığmayacak bir şekilde, silahlarını dahi kullanmadan, ta Şam'a kadar yüzlerce kilometre geri çekilmişti. 

Birinci Cihan Harbi ve Sonrası

    Balfour vaadi ve ile birlikte, Kudüs ve civarındaki Yahudi nüfusta artış görüldü. Yahudiler yerleşip, çoğaldıkça da, Filistin bölgesinde huzursuzluk arttı. İngilizler, hem Yahudilere hem de Araplar içerisindeki gruplara, ayrı ayrı vaatler vermişti. Hepsi de kendilerine verilen sözlerin peşine düşmüştü. Yahudi nüfusun yerleşecek toprağa ihtiyacı vardı ve çoğunun cebi şişkindi. Yerel Filistinliler (daha doğrusu Filistin diye bilinen sahada yaşayan Araplar) ise umumiyetle fakir çiftçilerdi ve hasat zamanlarında türlü zahmetlerle karşı karşıya kalıyordu. Dolayısıyla toprakların el değiştirmesi, şöyle veya böyle kaçınılmazdı. Topraklar el değiştirdikçe, Filistin’de yaşayan Araplar daha da fakirleşti ve iyice köşeye sıkıştı. 1920’lere gelindiğinde, yeni yerleşen Yahudiler, Haganah denilen ve yarı askeri hüviyet taşıyan silahlı teşkilatı kurdu. Zaten İngiliz Mandası, sükuneti muhafaza etmekte isteksiz davranıyordu. Kudüs ve Yafa’da isyanlar baş göstermişti. 1929’da ise büyük çapta bir Filistinli ayaklanması başladı. Filistinliler, daha fazla Yahudi’nin gelmesini istemiyordu. 

Haganah paramiliter grubu

    
Filistin topraklarında bir kaos vardı ve durum daha da kötüye gidecekti çünki Avrupa’da yükselen Faşizm fikriyatı, Yahudilerden pek hoşlanmıyordu. Elbetteki bu durum, daha fazla Yahudi’nin göçü demekti. Üstelik şimdi, yeni bir silahlı Yahudi organizasyon daha vardı: Irgun. 1936’da ise, Araplar, müstakil devlet kurma heyecanıyla İngiliz idaresine isyan etti ise de, bir neticeye varılamadı. Kudüs Müftüsü Emin el- Hüseyni’nin Hitler ve Nazilere yanlaması da, düşünüldüğü gibi işlemedi. 

    İngilizler, durumun kendi kontrollerinden çıktığını çoktan fark etmiş ve pişman olmuştu. İkinci Cihan Harbinden galip çıkmış gibi görünseler de, esasında savaş İngiliz İmparatorluğuna çok zarar vermişti. Hem de artık meskun Yahudiler, açıktan onları hedef almaya başlamıştı. 1946’nın Temmuz ayında, Irgun teşkilatının üyeleri, Britanya yöneticilerinin bulunduğu King David Otelini patlattı... İçerisinde Yahudiler de olduğu halde! Bu olay artık bardağı taşırmıştı. Taze kurulan Birleşmiş Milletler müdahil olunca, İngilizler Filistin topraklarından çekilmeye başladı. 

Birleşmiş Milletler Filistin Taksim Planı ve Tepilen Fırsat

    Gelelim işin en can alıcı noktalarından birine: 1947 senesinin nihayetlerinde, BM bir paylaştırma plan ortaya attı. Buna göre; Arap Devleti, Kudüs etrafındaki arazinin %42’sine, Yahudi Devleti de %56’sına sahip olacaktı. % 2’lik kısım ise (Kudüs ve Beytüllahim de içinde) beynelmilel bir vesayete terk edilecekti. Yahudiler bunu kabul ederken, Araplar karşı çıktı. Günümüz İsrail-Filistin çıkmazının en büyük sebeplerinden birisi bu oldu. Zira Filistin’de yaşayanlar, tarihin hiçbir döneminde müstakil bir devlet kurmamış iken, kendilerine adeta bahşedilen bu fırsatı, çevredeki diğer Arap ülkelerin de tazyikiyle reddetti. Durduk yere bir Yahudi devletin kurulmasını istememekle, belki de kendi ayaklarına sıkıyorlardı! 

Taksim Teklifi

1948 Arap-İsrail Savaşı

    Taksim Planının ardından, huzursuzluk iyice arttı ve savaş başladı. Bu, Filistinliler için tam bir felaket oldu. Bugün bile en çok atıf yapılan terimlerden birisi olan “nekbe” işte bu harbin ağır mirasıdır. Sürekli takviye edilen modern silahlarla donanımlı Yahudi kuvvetleri, ekseriyeti çiftçi olan Arapları mağlup etti. Daha birkaç ay evvel, devlet kurmalarına ramak kalmışken, buna sırt çeviren Filistinliler, şimdi yerlerinden silah zoruyla ediliyordu. Bu gürültü-patırtı arasında, İngilizler bölgeyi boşaltınca, İsrail Devleti de kuruluverdi. Etraftaki Arap Devletlerin müdahale etmesi üzerine, Arap-İsrail Savaşlarının ilki cereyan eder oldu. Savaş devam ederken, her taraftan silah ve yeni yeni yerleşimci-savaşçı Yahudi akın ediyordu bölgeye. Rakiplerini küçümseyen Arap Devletleri okkalı bir tokat yerken, yeni kurulmuş İsrail’in sadece kendine güveni gelmedi, topraklarını da arttırdı. Her yandan duyduğumuz “Filistinli mülteci” tabiri de, bu dönemin acı bir neticesidir. Akdeniz kıyısındaki Gazze, Mısır’ın ve kontrolüne geçerken, Kudüs’ün doğusunda kalan Batı Şeria, Ürdün nüfuzuna geçti. Yurtsuz kalan çok sayıda Filistinli, bu bölgelerdeki kamplarda yaşamaya başladı. 1949’da tesis edilen “Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı” ta günümüze kadar, bu mıntıkalardaki ahaliye yardım ulaştırmakta. Daha savaş bitmeden, Gazze kısmında, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni liderliğinde, “Umum Filistin Hükumeti” kuruldu. Yahudiler ise diğer yandan, hayallerinden birini daha gerçekleştirdi ve Kudüs’e girmek de bu harbin akabinde kabil oldu. Batı Kudüs resmen onların eline geçti. 

Filistinlilerin Mücadeleleri ve Altı Gün Savaşı

    İsrail, kendi ayakları üzerinde durma istidadını gösterince, 1950’de Kudüs’ü resmen başşehir ilan etti. Muhacirler de akın akın geliyordu. İsrail’in etrafındaki Arap Devletleri, kendilerine meydan okuyan bu yeni devleti bir türlü kabul etmedi. Filistinliler de, bir şekilde silahlı mücadele yapmak maksadıyla, bir araya gelmeye çalışıyordu. Bu gaye ile kurulan teşkilatlardan birisi “Filistin Fedaileri” idi. Bölgede hakim olmaya başlayan sosyalist rüzgarın da tesiriyle, sol bir insiyakla hareket eden teşkilat, genelde hudut mıntıkalarından İsrail Silahlı Kuvvetlerini hedef almaya çalışsa da, sivilleri de vuruyordu. 

    1956’da, İsrail, Süveyş Krizi yaşanırken Gazze’yi işgal etti. Dört aylık bu işgal, bine yakın ölü geride bıraktı. 1959’da, bundan sonraki aşamalarda sıkça ismi duyulan Yaser Arafat öncülüğünde, sol zihniyete sahip El-Fetih ve 1964’te ise, birçok Marksist-Leninist organizasyona şemsiye vazifesi görecek Filistin Kurtuluş Örgütü tesis edildi. Bu teşkilatlar, bilhassa 1970’lerde, sivil-asker göz etmeden birçok yeri kan gölüne çevirdi. Bizdeki meşhur Deniz Gezmiş ve tayfası da, Yaser Arafat’la aynı kamplarda eğitim görmüş ve aynı solcu-ateist kafa yapısını paylaşmıştır.

    Bölgedeki tansiyon hiç düşmeyince, 1948’teki harbin ardından daha 20 sene bile geçmeden, tekrar savaş patlak verdi. Yıllarca süreceği düşünülürken, Pazartesi günü başlayıp, Sebt günü, İsrail’in rakiplerini tam manasıyla ezmesiyle neticelendi. Yalnız 6 gün istimrar eden harbin akabinde, İsrail topraklarını 4 katına çıkarırken, Sina Yarımadasını, Golan Tepelerini, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı ele geçirmiştir. Arap Devletleri, bu savaştan sonra seslerini kesmeye başlamış ve artık İsrail’in haritadan silinemeyeceğini anlamışlardı. Savaş başında umutlarını yeşerten göçebe Filistinlileri ise, daha da karanlık günler bekliyordu. Filhakika, çeşitli isimlerle zuhur eden teşkilatların, sağda-solda bombalı faaliyetleri artırması, bu harpten sonradır. 

Arafat ve İsrailli İzak Rabin

FKÖ, Hamas, Kassam Tugayları ve 21. Asırdaki durum

    Sonraki senelerde Arafat ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı çok aktifti. FKÖ’nün, rahatlıkla “terör” olarak tanımlanabilecek faaliyetleri çoğalırken, işleri kendilerine acıyıp yer açan Ürdün’de asayişi bozmaya kadar vardırınca, Melik Hüseyin tarafından basıldılar ve Ürdün’den sürüldüler. Bir müddet sonra, Melik Hüseyin, Batı Şeria’ya yönelik koruyucu bağlarını da kesti.

    1973’te yine harp başladı. Yom Kippur Savaşı olarak tarihe geçen çatışma uzun sürmedi. Arap Devletleri yine saldırmış, İsrail de bir şekilde saldırıyı bertaraf etmişti. 1967’deki Altı Gün Savaşının yirminci senesinde, İsrail işgali altındaki sahada, “Birinci İntifada” olarak bilinen hadiseler başlaı. Bu ateş, Oslo Anlaşması’na (1993) kadar devam etti. 

    Bu intifada başladığında ise, (Şeyh) Ahmet Yasin ve birkaç arkadaşı, Hamas'ı (İslami Direniş hareketi) kurdu. Mısır'da ortaya çıkan İhvan ül-Müslimin teşkilatı ilişkisi vardı ve şimdiye kadarki ağır sol-sosyalist organizasyonlara mukabil, İslami bir çizgiye vurguyu yapılıyordu. Tabi ki İhvan bağlantısı, bu teşkilatlanmanın Selefi bir temelde olduğunun açık belirtisi. Oslo'daki görüşmeler neticesinde, FKÖ, İsrail'i devlet olarak tanıdığını ilan etti. Hamas ise, bu konuda katı idi ve İsrail'i ortadan kaldırmak için savaşacağını bildiriyordu. 

    1991'de ise bu sahneye, "İzzeddin el-Kassam Tugayları" da çıktı. Bu teşkilatlanma, Hamas'ın askeri kanadı olarak tanındı. İzzeddin el-Kassam, Osmanlı'nın sön dönemlerinde doğmuş ve Muhammed Abduh denilen reformcu-masonun talebesi ve hatta bunun çömezi mezhepsiz Reşid Rıza'nın arkadaşı olmakla, bu şahısların fikriyatını benimsemişti.  

    2000'de başlayan İkinci İntifada 2005'te, İsrail kuvvetlerinin Gazze'den çekilmesiyle bitti. Hamas ve El-Fetih, Gazze'de iktidar mücadelesine girişti ve Arafat'ın ölümünden sonra kan kaybetmeye başlayan sol tanzim, 2006 senesindeki seçimlerde, yerini Hamas'a bıraktı. O günden bu yana, Gazze'de hükumet hep onlarda. Zaten, hareketin lideri Yasin'in 2004'te öldürülmesi, Hamas'ı daha da çok bilemişti. 2007'de de bu sefer, Filistin davası güttüğünü iddia eden taraflar (Hamas-Fetih) birbirine girdi ve 700'e yakın Filistinli bu çatışmalarda can verdi.

    Hamas'ın iktidarı ile birlikte Gazze, bir açık hava hapishanesi haline geldi. İsrail, hudutları iyice tahkim etti. Gazze'de yaşayanlar, büyük oranda dışarıdan gelecek yardımlara bağımlı hale geldi. İşsizlik ve sefalet çok yüksek düzeye çıktı. Haberleşme vasıtalarının çoğalması neticesinde, sağda-solda şahit olduğumuz haberler genelde şu minvalde oluyordu: "Gazze Şeridinden fırlatılan 3 füze, iki İsraillinin yaralanmasına sebep oldu. İsrail Kuvvetleri de buna mukabil, içerisinde sivil ve çocukların da bulunduğu binayı hedef aldı! Çok sayıda ölü ve yaralı var." Basitçe söylemek gerekirse;  Hamas ve Kassam elemanlarının herhangi bir şeyle İsrail tarafına saldırması, çocuk-kadın-yaşlı demeden, en az 5-10 misli Filistinlinin ölmesi demek!

    2008 nihayetinde, orada olup bitenlerin özeti sayılabilecek bir harp daha yaşandı. Hamas, İsrail tarafına roket attı ve İsrailli sivil öldürüldü. Bunun üzerine İsrail Askeri, Gazze tarafına operasyon başlattı. Bir aydan kısa süren bu süpürme harekatı neticesinde ölenler dağılımı şu şekilde oldu: İsrail 3 ölü, Gazze 1200'den fazla!

    2014'te yine geniş çaplı bir operasyon gerçekleşti. 3 İsrailli gencin kaçırılıp öldürülmesi üzerine yine harekat başladı ve Hamas'ın diğer tarafa attığı roketlerden 3-5 kişi ölürken, Gazze'de 2000'den ziyade insanın hayatı son buldu! Hem de bu sefer Hamas, "İsrail işbirlikçisi" diye yaftaladığı 20'den fazla Filistinliyi, bizzat kendisi katletti!

7 Ekim 2023 ve Sonrasında Yaşananlar

    İrili-ufaklı çatışmalar, eksik olmuyordu elbette ama daha birkaç ay evvel başlayan büyük hadiseler, şimdiye kadar yaşananları bile gölgede bırakacak cinstendi. 7 Ekim 2023 Cumartesi sabahı, Hamas ve El-Kassam Tugayları elemanlarının "El-Aksa Tufanı" adını verdikleri saldırı başladı. Nasıl olduğu tam olarak anlaşılamamakla birlikte, 3bin civarında kişi, sınırları aşıp, İsrail mıntıkasına geçti ve burada, çocuk-kadın-yaşlı demeden binden fazla sivili katletti. 200'den fazlasını da esir alıp, Gazze tarafına çekildi. İsrail bu durum karşısında, Hamas'a resmen savaş  açtı ve kara-hava saldırısına geçti. Şu güne kadar, resmi bilgilere göre, en azından 30bin Filistinli öldürüldü.

İsrail vatandaşı Araplar ve Mecelle

    Şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne. İsrail devleti teşekkül ederken, hudutları içerisinde 150bin kadar Arap nüfusu kaldı. Bu nüfusun soylarından gelenler, şu anda İsrail nüfusunun neredeyse 1/4'üne denk gelmektedir. Bunlarından da yüzde 80'den fazlası Müslümandır. Arapları Knesset'te (İsrail parlamentosu) temsil eden mebusları vardır. 2018'e kadar Arapça iki resmi dilden biriydi. Hala da şu anda yarı-resmi sayılır. Kendi dillerinde eğitim hakları vardır. Dahası, Osmanlı Devletinin dünyaya miras bıraktığı, numune hukuk kitabı Mecelle, şu anda hala tatbik edilmektedir. Müslüman bir Arap, şayet talep ederse, şer'i mahkemede Mecelle ahkamına göre yargılanma hakkına sahiptir!


İsrail Yüksek Mahkemesi üyesi
Arap Halid Kebub

Medyanın Hali ve Boykot Mantığı

    7 Ekimden sonra medyamız, ara vermeden Gazze'den ölüm haberleri veriyor. Vuku bulan protestoları ve tel'in mesajlarını döndürüp duruyor. Sabahtan akşama kadar verilen şeyleri özeti şu cümle: "İsrail masumları öldürüyor, lanetliyoruz!" Peki bunları söyleyince, İsrail tarafında bi geri çekilme alameti var mı? Tabi ki yok! Bir de, hangi kaynaklardan yayıldığı belli olmayan, "İsrail mallarını boykot" sesleri yükselince, çok acayip bir manzara çıktı ortaya. Örnek verecek olursak, Gazze'de fabrikası bulunan ve yerel Filistinlilere istihdam sağlayan Coca-Cola, Yahudi sermayesi diye her vesile ile protesto ediliyor!  

Hülasa

Birçok farklı noktadan bakmaya çalıştığımız "İsrail-Filistin" konulu yazının özetini çıkaracak olursak şayet, şu acımasız satırları yazmak mecburiyetindeyiz:

1. Filistin diye bir devlet, hatta Filistinli diye bir tabir, 20. asra kadar hiç olmadı. Filistinliler, ayaklarına kadar gelen, hem de milletlerarası camia tarafından peşinen tanınacak devlet olabilme fırsatını 1948'de tepmiş oldu. Bundan sonraki geçen her senede, ıstırap ve dertleri arttı.

2. Gazze'deki Filistinlilerin, bir an önce Hamas ve uzantısı, savaş ve çatışmadan beslenen yapılardan uzaklaşması gerekir. Bu teşkilatlar, masum insanların hayatını daha da çekilmez hale sokuyor. Arkasında ABD, İngiltere, Almanya gibi kuvvetlerin olduğu bir İsrail'i, "yeryüzünden sileceğiz" tarzında yaklaşımlar, realiteyle hiç bağdaşmıyor. 

3. İsrail'in 7 ekim sonrasında başlattığı harp, bir din savaşı değildir. Yani Yahudiler, Müslümanları toptan katletmek için sahada değiller. Öyle olsa önce kendi topraklarındaki Müslümanları öldürürlerdi. Birkaç tane sivri tipin "tüm Araplara ölüm" naralarını alıp umuma mâl etmek yanlış olur, zira Yahudiler çok fazla fırkaya bölünmüş durumda.

4. Müslümanların, sol bir fiiliyat olan "boykot" gibi şeylere kalkışması, acz ve zavallılıklarını göstermekten başka bir şey değil! Aklı selim bir Müslüman, bazı söylentilerin peşine takılıp, muvakkat bir lanetleme ve boykot işine girişmez. Dostunu-düşmanını iyi tanır ve tüm hayatını ona göre bina eder!


27 Temmuz 2022 Çarşamba

AK Parti ile 20 Senede Ne Kazandık Ne Kaybettik?


      AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan'a değindiğimiz yazıların üstünden hayli zaman geçti ve Türkiye'de bir ilk gerçekleşerek, bir siyasi iktidar, tam 20 yıl boyunca tek başına iktidar oldu. Türkiye gibi, çok kırılgan ve olağanüstü şartlarda Osmanlı  Devletinin coğrafyasından arta kalanlara oturan bir ülkede, hele de geçmişindeki her türden siyasi buhranı da eklersek, 20 senelik tek parti iktidarı gerçekten inanılması zor bir başarı. İnanılmasının zor olması ise, esasında rejimin, kendisine düşman olarak bellediği kitlenin bu kadar uzun bir süre tek başına memleketi idare etmesi. Diğer bir deyişle, 80 senedir, öz topraklarında kendini dışlanmış, hor görülmüş, Necip Fazıl Kısakürek'in ifade ettiği gibi "parya"olarak görülen muhafazakarların bir nevi intikamıydı, milenyumun başında yaşananlar. AK Partinin iktidara gelmesi, kuruluşunun sadece birinci senesinde olması ise, olayı daha da enteresan hale getiriyor. 28 Şubat'ın tesiri, muhafazakar kesimden bir türlü istenilen kapasitede liderin uzun süredir çıkmaması ve bir süredir denenen partilerin istikrar getirememesinin, 2002'deki seçimleri derinden etkilediği de bir gerçek.

2002 seçim manşetleri

     Siyasi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın yasağının kalkması akabinde, başbakan koltuğuna oturması ile birlikte, esas tek başına iktidar dönemi başladı. Erdoğan hükumeti, ilk yıllarında sık sık Avrupa Birliği vurgusu yaptı ve bazı liberal çevrelerin de desteğini aldı. Ülkemiz bir refah dönemine giriyordu. Dışarıdan gelen sıcak paranın da tesiriyle, ilk seneler nispi bir rahatlama içerisinde geçildi. Üstelik bu gelişmeler, Ahmet Necdet Sezer denilen ve Türk milletinin gelişmesinin karşısında duran zihniyeti temsil eden cumhurbaşkanına rağmen oldu. Sonraki senelerde gelişmenin hız kazanması beklenirken, 2008 dünya ölçekli ekonomik kriz, her ne kadar dışarıdaki kadar etkili olmasa da, iç piyasaya da menfi yansıdı. 2013 yılının yaz başında, Gezi Olayları olarak bilinen kalkışma neticesinde ise, bilhassa dış basında, Recep Tayyip Erdoğan’ın baskıcı hatta diktatör bir lider olduğu imajı ön plana çıkmaya başladı. Ardından, bu sefer de çok ciddi bir iç tehdit olan Fethullahçı Terör Örgütü devreye girdi ve enerjinin başka yerlere harcanmasıyla, işler yerinde saymaya başladı. Fakat her şeye ragmen, AK Parti, her girdiği seçimden lider olarak çıkıyordu.

     Şöyle ya da böyle, AK Parti iktidarı 20. senesini doldururken, faydalı ve zararlı yanlarına bir bakalım, faydalı taraflardan başlamak suretiyle:

* Asker ve Halk Fırkasına dirsek: AK Parti ve Tayyip Erdoğan, başka hiçbir şey yapmamış olsa, sadece şu başlık için bile takdir ve hayırla yad edilmeyi hak ediyor. 2. Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesi ile başlayan ve doğrudan ya da dolaylı biçimde neredeyse 100 senedir devam eden İttihat ve Terakki hegemonyası en sağlam tokadı bu devirde yedi. Rahmetli Menderes’in cılız çabaları, rahmetli Özal’ın da gayretleri sayesinde millet kısmen de olsa ferahlarken, tam manada kafi olmamakla birlikte, geniş çapta ferahlama Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık ve riyaseti zamanında oldu. Kendisinin özelliklerine yakından baktığımız yazıda da belirttiğimiz gibi, asker ve şürekasından çok çekmiş bir zihniyetin temsilcisi olarak dik ve tavizsiz duruşu, milyonların teveccüh ve duasına mazhar oldu.

* Savunma sanayi: "İster isen sulh-ü salah, hazır ol cenge" düsturundan hareketle, hükumetin yaptığı en doğru ve en yerinde işlerinden biri. Tartışılacak hiçbir yanı olmayan müthiş bir kararlılık ve azmin neticesi!

* Ekonomide istikrar: Her ne kadar son birkaç senedir iktisadi olarak bir daralma söz konusu olsa da, genel olarak AK Parti iktidarı, ekonomik istikrarın hakim olduğu bir dönem oldu. Üstelik bu istikrar, bazı konvansiyonel metodlar bir tarafa bırakılarak gerçekleştirildi.

* Altyapı ve yollar: Medeniyet denilen şeyi, tamir-i bilad ve terfih-i ibad olarak düşünürsek, 20 yıllık iktidarın en çok yaptığı şey, insanları rahata kavuşturacak yapılar ve birbirlerine daha kolay ve rahat ulaşmalarını sağlayacak yollar, köprüler, tünellerdir. Tek şeritli, gidiş-gelişli tehlikeli yolların yerini, neredeyse her yerde, en azından bölünmüş yollar aldı. Tünnel ve köprüler sayesinde, mesafeler çok kısaldı.

"Ferhat gibi dağları delmek

* Sağlık alanındaki ferahlama: Hem hastane hem de doktor ve yatak sayılarındaki artış, dar ve orta gelirli vatandaşlar için çok büyük fayda sağladı ve sağlamaya devam ediyor. 90’lı yılların SSK ve devlet hastaneleri zulmünü yaşamış olanlar için, bunun ne demek olduğu gayet aşikar.

* FETÖ ile mücadele: 1970’lerden itibaren, giderek büyüyen bir ivme ile Türkiye kamuoyuna giren Fetullah Gülen Hareketi, devletin bütün kılcal damarlarına sızarken, AK Parti hükumetinin ilk senelerinde de etkinliğini sürdürdü. Naif ve iyi niyetli yaklaşımların, hatta maddi-manevi yardımların bunda payı vardı şüphesiz. Dış güçlerin kontrolündeki terör örgütü, dişini çıkarmaya başlayınca, parti de uyanmaya başladı. Neyse ki, Dersane krizi, 17-25 Aralık, Gezi Olayları ve en son da 15 Temmuz Darbe Kalkışması neticesinde, temel dini konularu değiştirecek kadar ileri giden örgütün kolu kanadı kırıldı ve memleket çok büyük bir felaketin kenarından döndü.

     AK Parti şayet saydıklarımız ve daha saymadığımız icraat ve yenilikleri ile vatandaşa “sosyal devlet” rahatlığını yaşatma gayreti içerisinde olan bir liberal parti olsaydı, muhtemelen aşağıda sayacağımız menfi özelliklere fazla girmezdik ancak “Milli Görüş” denilen zihniyetten geliyor olmanın ve muhafazakar reylere talip olmanın neticeleri olacaktır!

* Dinde yozlaşma: Bu konu maalesef, AK Parti iktidarının en menfi ve sıkıntılı kısmı. Daha genişçe bu mevzuya değinmiştik ancak görünen o ki, hasar gün geçtikçe artıyor. İslamiyet’in özü olan Ehl-i sünnet vel Cemaat itikadından uzaklaşmalar son sürat devam ederken, gençler Deizm, Agnostisizm ve Ateizmin pençesinde günden güne yitip gidiyor. FETÖ vesilesiyle, tasavvuftan çekinmeye başlayan ve giderek Selefileşen yaklaşımları da eklersek, AK Parti’nin dine yanlış müdahalelerinin vebalinin hiç durmadan arttığını görürüz. Zaten yanlış temelle kurulan Diyanet’in bu vebaldeki katkısı ise elbette çok büyük! Örtü ve tesettür kavramlarının ayak altına alınması da hakeza.

* Genel olarak yozlaşma: Her ne kadar, AK Parti zamanında, müslümanlar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten, kısmen kurtulmuş olsa da, refah seviyesi yükselenleri bekleyen tuzaklar geçikmedi. Filhakika, ülke insanı, belki de hiç olmadığı kadar, olabilecek her yönden yozlaşma ve cahilleşme batağına çekiliyor. Cepleri biraz para gören ailelerin çocukları, edebi-ahlaki bir temelden yoksun olarak, kibir ve hedonizmin pençesinde, kendilerinden ve keyiflerinden başka bir şeyi umursamadan hayatlarına devam ediyor. Bu nesillerin ne kendilerine ne de ülkelerine bir faydası var. Reis-i cumhur çok defa yeni jenerasyon ve yeni tarihli hedefler koymuş olsa da, sokakta dolaşan gençlerin ekseriyetine bakıldığında, bu hedefleri gerçekleştitrmenin hayal olduğu gayet bariz. Bunlarla birlikte, adam kayırmacılık ve liyakatsizliğin kol gezmesi, vaziyeti daha da vahim hale getiriyor. 

*Eğitim zaiyatı: “Milli Eğitim” diye yutturulmaya çalışılan şeyi, “eğitim zaiyatı” olarak ansak, fazla yanılmış olmayız zira 20 senedir iktidarda kalan partinin, gerçekten “milli” bir eğitim vermekten fersah fersah uzak olduğu herkesin malumu. Daha fazla derslik, İmam-Hatip ve dini ders koymakla mesele çözülmüyor çünki ne muallimler ehil ne de talebeler öğrenmeye meyyal.

*Cezai müeyyidelerin kifayetsizliği: Pekçok sahada karşımıza çıkmakla birlikte, özellikle trafik ve vasıta kullanmada canımızı, gerçek manada çok yakan bir eksiklik. Yanlış yapanların, fiillerinin yanlarına kar kalması, affedilmez bir kabahat ve vebal. Kanunlar suçlu olan "parmağı" kesmeyince, işin ucunu almak giderek zorlaşıyor. 

*Kadın hakları ve etrafında dönen tabular: 28 Şubat zulmünün akabinde halkın teveccühünü kazanan AK Partinin ölçüyü kaçırdığı şeylerden birisi de bu oldu. İslamiyet’in kadına verdiği hakları sindirememiş, üstelik de Batı özentiliğine saplanan zengin muhafazakarımızın savrulması acayip oldu! Realiteden uzak hukuki düzenlemeler, “İstanbul Sözleşmesi” gibi garabetler, kadın istismarı ve cinayetlerini önlemek şöyle dursun, körükledi. Parti idarecileri ve bakanların bu problemi, yabancılar tarafından sürekli kaşınan metotlarla çözmeye kalkması, çok veballi bir basiretsizlik numunesi! Gelinen nokta ise, yeni yeni tabular üretmek!

 

7 Temmuz 2022 Perşembe

Endülüs Emevi Devletinin Kuruluşu ve I. Abdurrahman'ın Kaçış Hikayesi


     Bir insan ömrü denilebilecek süre içerisinde teşekkül edip yıkılan Emevi İmparatorluğu, Beni Ümeyye soyunu, çoluk çocuk demeden katletme teşebbüsü ile tarih sahnesinden silinince, Abbasiler Hilafeti başlamış oldu. Bu dönem başlarken de, bir asra yakın devleti idare etmiş olan Emevi soyundan olanlar, tabiri caizse kaçacak delik arar oldular. Zira yeni gelen idare, hiç merhamet göstermeksiniz katliama girişmişti. 

    Ancak tarih öyle garip cilvelere gebe ki, 16-17 yaşlarında bir genç, can korkusu ile boğuşurken, soluğu Endülüs'te alıyor ve Avrupa'nın ve dolayısıyla dünyanın çehresini değiştirecek bir devlet kurucusuna dönüşebiliyor. Bu genç, aksiyon filmlerini aratmayacak cinsten kaçış ile: Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam

     Abdurrahman, onuncu Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik'in torunu. Hicri 113. yılında (m. 731) tevellüt etti. 19 yaşındayken, büyük kuzenlerinden II. Mervan'ın halifeliği sırasında, büyüyen Abbasi tazyiki neticesinde gerçekleşen Zap Suyu Muharebesi dengeleri değiştirince, Emeviler için karanlık günler başladı. Sadece bu muharebede bile, 300'e yakın Beni Ümeyye öldürüldü. Halife Mervan bin Muhammed muharebe meydanından sağ kurtuldu ancak kaçmak zorundaydı ve Şam'dan çıkarak Mısır'a ulaşmayı becerdi. Fakat kaçışının üzerinde geçen yedinci ayda yakalandı ve öldürüldü. Bu, Emevi Hilafeti'nin nihayeti demekti. Şehzadeler Ubeydullah ve Abdullah Habeşistan'a kaçsa da, Abdullah orada çarpışmada katledildi. Emevi soyundan olanların hemen hepsi de aynı sonu paylaştı. 

     Fakat genç Abdurrahman'ın yaşayacağı macera, daha yeni başlıyordu. İçinde kendisi, birkaç kardeşi ve oğlu da bulunan ufak bir grup, Şam'dan gizlice çıkarak, evvela Fırat Nehri kıyısında küçük bir köye sığındı. Haliyle Abbasi kuvvetleri, her yerde sâbık idarenin üyelerini arıyordu. Atlı birlikler, köyleri dahi didik didik ediyordu. Askerlerin nefesini ensesinde hisseden Abdurrahman, küçük oğlu Süleyman ve kız kardeşlerini burada bırakıp, yanında sadece ağabeyi Yahya ve azatlı kölesi olduğu halde, zor bela oradan çıktı. Fırat’ın akıntısı ağır gelince, kıyıdan kendilerine doğru bağıran ve zarar verilmeyeceği teminat veren atlılara kanan Yahya, geri dönüp teslim oldu. Küçük kardeş Abdurrahman ise, yanında sadece kölesi Bedr olduğu halde, karşı tarafa ulaştı. Abbasi kuvvetleri, teslim olmuş Yahya bin Muaviye’ye merhamet göstermek şöyle dursun, başını bedeninden ayırdı ve onu orada çürümeye terk etti.

     Ölümü ensesinde hisseden genç, güneye Filistin’e, oradan da Sina Yarımadasından Mısır’a vasıl oldu. Annesinin memleketi olan Batı Afrika’ya kadar gidip, gözlerden ırak olmaya çalışıyordu belli ki. Kuzey Afrika kıyılarından giderken, bugünkü Tunus’un bulunduğu Afrikıyye (ya da İfrikiyye) bölgesinde, onu oyalayacak meseleler yaşansa da, gecikmeli olarak yolculuğuna devam etti. Nihayet, miladi 755’te, Afrika’nın İber Yarımadasına en yakın noktalarından birisine, Septe’ye vardı.

     Endülüs, Tarık bin Ziyad tarafından, kırk sene kadar evvel alınmıştı ancak mevcut durumda, yarımadada karışıklık hakimdi. Bu yüzden genç Abdurrahman, karşıya geçip geçmemekte tereddüt etti. Sadık kölesi Bedr’i, Ümeyyeoğullarına hala sadık olabileceğini zannettiği komutanlarla görüşmek için, Cebelitarık Boğazı üzerinden gönderdi. Şam’lı komutanlar yakın durunca, Abdurrahman da Endülüs topraklarına ayak bastı. Sayıları bine dahi varmayan bir topluluk onu karşılamış olsa da, bir Emevi soylusunun Endülüs’te ortaya çıkma hadisesi, ortalığı çalkalamaya yetti.

     Endülüs valisi, güneyden gelen tehdidi sezmişti ve tedbir almak istiyordu ki, yarımadanın kuzeyinde başgösteren bir ayaklanma, onu başka tarafa itti. Böylece oluşan askeri boşlukta, Abdurrahman ve emrindeki az sayıda Emevi askeri, Sevilla’ya vardı ve şehri 756’da aldı. Artan nüfuzu ile birlikte, ordusu da sayıca çoğaldı. Gelinen noktada, çarpışma kaçınılmazdı ve Vadi el Kebir (Guadalquivir) Nehri kıyısında, Kurtuba yakınlarında, mevcut ve yükselişteki iki güç yüz yüze geldi. Yüz yüze geldi ancak bir süre sadece karşı kıyılardan birbirlerini seyretmek zorunda kaldılar çünkü nehrin suyu, hiç olmadığı kadar yükselmişti, son taşkınlar sebebiyle. Sonra bir müddet yazışmalar mevzubahis oldu. Netice çıkmayınca, 25 yaşındaki Abdurrahman, karşı tarafa hücüm ederek, kesin bir zafer kazandı. Bu zaferle birlikte, Endülüs Emevi Devletinin ilk adımı atılmış oldu.

Endülüs Emevileri haritası

     Devletinin tesisi, İslam Medeniyetinin neşv-ü nema bulması için de atılan ilk adımdı. Zira Endülüs, uzun yıllar aydınlanmanın beşiği oldu. Bilhassa Sultan III. Abdurrahman zamanı, tarihin gördüğü nadir refah ve gelişmişlik zamanlarından biriydi. Endülüs Müslümanlarının tuttuğu ışık, Avrupa’daki Rönesans ıslahatın da temel taşıdır. Bilindiği üzere, İber Yarımadasındaki kalkınmayı gören kabiliyetli bazı Avrupalıların, İslam alimlerinin kitaplarını Avrupa lisanlarına tercüme etmesi, Avrupa’da o sıralarda maddi ve manevi anlamda pislik içinde yaşayan cahil halkın uyanışının temel taşı oldu. 

Dünyanın en muhteşem eserlerinden biri iken
vahşi Batılılar tarafından darmadağın edilen
Kurtuba Cami

     Ancak refah seviyesinin artması ve zenginlik, Müslümanlar için genelde iyi neticelenmez... Endülüs örneğinde de aynı şekilde oldu ve önce İbn-i Hazm, sonra da İbn-i Rüşd gibi faal felsefecilerin fikirleri her yere yayılmaya başlayınca, Endülüs eski günleri arar oldu ve vahşi İspanyolların elinden cezasını bularak, tarih sahnesinden silindi.