Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

8 Aralık 2012 Cumartesi

Şarkıcıların Kaderle İmtihânı (Arabesk Style)


     Amentünün yani imanın şartlarının altıncısı olan "kadere iman", Allah'ın bir şeyin olmasını ezelde dilemesi demektir. İslamiyetin temel taşlarından biridir ve dolayısıyla kadere iman olmadan iman eksik kalır ve bu iman tam olmaz. Kaza ve kadere iman meselesi (ki bu iki kelime genellikle birbirinin yerine kullanılır) imanın esasları arasında en çok yanlış anlaşılan ya da yanlış anlaşılmak istenen husustur. Zeki kimseleri bile şaşırtmasını bir tarafa bırakalım, İslam dünyasını dahi bu konuda çeşitli yollara ayrılmıştır. İmanın bu şartı, karışık ve girift olduğundan, çoğu zaman yanlış yerlere çekilmiş, bazen de yenilkçi ve reformcu tayfa tarafından (özellikle tevekkülle birlikte anıldığında) Müslümanları aşağılamak için kullanılmıştır. Kimileri, insan kendi kaderini kendi yaratır demiş (Mutezile ya da diğer ismiyle Kaderiyye yolu gibi) diğer bir kısmı ise,insan kaderin elinde rüzgarın önündeki yaprak gibidir, Allah herşeyi zorla yaptırır, günah işlemek de dolayısıyla Cebrîdir, insan mesul olmaz derler (Cebriyye fırkası böyledir). Ehl-i sünnet vel Cemaat olarak bilinen orta yol ise, kader vardır fakat kimseye zorla bir şeyler yaptırmaz der. Muallimin, imtihanın cevaplarını önceden bilmesi gibidir, yani öğretmenin, sınava girecek talebelere dağıttığı kağıtlardaki soruların cevaplarını biliyor olması, hiçbir şekilde talebeleri zorlamaz. Sünni metodolojide kadere iman konusunu kısaca, "cebr-i mütehakkim değil, ilm-i mütekaddimdir" şeklinde formülize edilebilir.

     20. yüzyılla birlikte endüstrileşen müzik sektöründe ise (bilhassa Türkçe şarkılarda) kader meselesi değişik bir forma girdi. Özellikle Arabesk denilen (birçok açıdan Klasik Türk Müziği diye bilinen Sanat Müziğinin devamıdır hatta kader konusunu deforme etmede) ve ayrılık, sevgiliden darbe yeme, hayatta bir baltaya sap olamama ve hayata küsme, itilip kakılma konulu şarkılarda, kader meselesi çok işlenmekte ve hayattaki olumsuzlukların tamamı kadere yüklenilmektedir. Bu tip şarkılardaki "kader", insanların önüne set çeken, onlara, hayattaki en büyük sıkıntılarını yaşatmak için and içmiş, görünmez ve karanlık bir güçtür. Bu insanüstü karanlık güç, her fırsatta şarkıcının ya da şarkıcının şarkısındaki ana karakterin anasından emdiği sütü burnundan getirir. Acı, aldatılma, kayıp, hayata küsme, hayatta hiçbir başarı elde edememe konulu şarkılar ve şarkıcılar için kader, "ben beceremedim değil, çok çalıştım, çok çabaladım ama benden üstün bir kuvvet bunları bana çok gördü, benim karşıma adeta bir duvar gibi dikildi, bakın görüyorsunuz yapacak bir şey kalmadı" sözlerinin kafiyeli ve şiirsel anlatımıdır. Yani, sevdiği kişiye kavuşamayan, sürekli itilip-kakılan ve hayattaki emellerine kavuşamayan kimselerin, rahatlamak için uydurdukları hayali bir düşmandır. Şarkının esas kişisinin, bu açıdan baktığınızda, klasik bir Cebriyye aczi içinde olduğu anlaşılır. Biraz daha derinlerde ise, gönderilen rızıklara ve bu konulardaki rızıkların (ki rızkın sadece ağızdan girenler olmadığı, çok çeşitli rızıklar olduğu malum) azlığına olan isyanı ve dolayısıyla Allah'a inancın zayıflığı çok rahat bir şekilde anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, İmanın altı şartından biri olan "kaza ve kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna iman" ya yok ya da tatile çıkmış, sevgili denilen kişi geri gelince ve fakirlikten kurtulunca tatilden dönecek!

     Ancak kadere sövmenin ya da kadere suçu atmanın, şarkıcılar için, kısa zamanda "üzerinde resimler olan küçük kağıt parçalarına" dönüşme süreci var ki, o da, işte bu hayatta hiçbir isteği gerçekleşmeyen ve kader rüzgarının öünde bir yaprak gibi (arabesk şarkı sözü gibi oldu) olan sözde Cebrî şarkıcının en sevdiği kısımlarından biri. Şarkıyı yazıp söylerken tam bir "Cebrî" ama para ve şöhret kazanma kısmına gelince o Cebrîlikten eser yok! Formül çok basit aslında, acıların çocuğunu oyna, sevgi kelebeği ol, suçu kadere at, arabeskin dibine vur, parayı götür!

     Kader konusunu şarkılara taşımada ve kaderi suçlamada çok bilinen isimler vardır ama bunların içinde biri var ki, neredeyse her şarkısında kaderle kavgalıdır hatta bununla yetinmez, ağzındaki baklayı çıkarır ve "ben Yaratıcı olsaydım şöyle yapardım, bak bu konularda yanlışın var, ara-sıra şu dünyayı durdur da işimize bakalım" diye açık açık Allah'a isyan edebilecek kadar ileriye giden bir şarkıcı var. İşin en enteresan tarafı ise, bu şarkıcının, ortalamanın üstünde bir dindarlık anlayışına (tatbikatta olmasa bile en azından itikad kısmında) sahip Türk toplumu tarafından çok sevilmesi ve üst gelir seviyesine göre daha düşük gelirli ve "dertli" Arabesk seven tayfanın baştacı olması.

     Bütün bu olan biteni, mantıklı bir neden-sonuç ilişkisi ile açıklamak zor olsa gerek ama akla gelenleri yazalım:

1. Kader konusu ve mahiyeti, Sünni Öğretinin yıllarca kalesi olarak görülmüş bu topraklarda iyi bilinmiyor ya da unutulmaya yüz tutmuş ve gençlere aktarılmıyor.

2. Kader konusu iyi biliniyor fakat "aman canım o kadar olur, şarkı nasıl esas ona bak sen" mantığı var.

3. Gençlerin Allah'a imanla ve İslamiyet'le ve kaderle sıkıntısı var fakat mahalle baskısı yüzünden bunu doğrudan söyleyemiyor, bu konuların dolaylı yoldan dışa vurumları olan şarkılarla bu sıkıntısını dile getiriyor.



29 Ekim 2012 Pazartesi

Söylemesi Haz Veren Kafiyeli Arapça Kitap İsimleri


     Belki rastlamışsınızdır, bazı Arapça kitapların isimleri öyle hoş ve kafiyeli yazılmıştır ki, ismini okurken hem muhteviyatını anlarsınız hem de söylemesi inanılmaz bir haz verir (ya da ben kendimi fazla kaptırdım). Genellikle dini konularla ilgili birkaç tanesini aşağıda:

      Ahbâr-ul ahyâr: Abdülhak Dehlevi'nin kitabı. "Hayırlıların haberleri (ya da menkıbeleri)" gibi bir manası olsa gerek.

     Ahsen-ul kelam fi isbati mevlidi vel kıyam: Muhammed Masum Ömeri'nin, muhtemelen mevlid okumanın bid'at olmadığına dair vesikalar içeriyor.

     Ahvali etfal-il müslimîn: Kitab, büyük İslam alimi İmam-ı Birgivi'nin. Küçük yaşta ölen Müslüman çocuklarla ve genel olarak kabir hayatı ile ilgili idi galiba.

     Akidet-us selefi vel halef: İbni Halife Alivi'nin, Selef-i salihîn ve Halef-i sadikînin itikadlarını anlattığı kitabı.

     Avarif-ul mearif: Şihabuddin Sühreverdi'nin tasavvufu ve ince bilgileri anlattığı kitabı.

     Bedayi-us sanayi fi tertib-iş şerayi: Alaeddin-i Şaşi Kaşani'nin fıkıh kitabı.

     Behçet-ul merdiyye fi ihtisar-il-tuhfe-til isna aşeriyye: Muhammed Emin Süveydi'nin Tuhfe-i isna aşeriyye muhtasarı.

     Bülûg-ul-meram min edille-til ahkam: İbni Hacer Askalani'nin bir kitabının ismi.

     Cila-ul ayneyn fi muhakeme-til Ahmedeyn: Numan Âlûsi'nin İbni Hacer-i Mekki'ye yazdığı reddiyenin ismi.

     Dürer-us seniyye fir-reddi alel Vehhabiyye: Ahmed Zeyni Dahlan'ın Vahhabilere reddiyesi.

     Dürre-tul-madiyye fir-reddi ala ibni Teymiyye: Muhammed ibni Zemlikani'nin İbni Teymiye'ye reddiyesi.

     Fir-reddi alel vehhabiyyeti etba-i mezhebi ibni Teymiyye: Yine Zeyni Dahlan'ın, İbni Teymiye'ye uyduğunu iddia eden Vahhabilere cevabı.

     El besair li münkir-it tevessüli bi ehl-il-mekâbir: Söylemesi inanılmaz zevkli isimlerden biri! Adı da zaten içeriğini gayet iyi açıklıyor; kabir ehli ile tevessül etmeyi inkar edenlere cevap. Müellifi Yusuf Nebhani.

     Ecvibe-tul Irakiyye anil esile-til İraniyye: Mahmud Âlûsi'nin Şiiler hakkındaki kitabının ismi.

     Fecr-us sâdık fir-reddi alel münkiri tevessüli vel havârık: Yine haz veren kitap isimlerinden biri. Cemil Sıdkî Zehâvi, tevessül ve kerameti inkar eden Vahhabilere cevap yazıyor.

     Habl-ul metin fi ittiba-is Selef-is salihin: Said ür-rahman'ın, dört mezhebden birini taklid etmeyi ve tasavvufu anlattığı eseri.

     El-hediyye fil ibarat-il fıkhiyye: Abdürrahman İmâdi'nin fıkıh kitabının adı.

     El istiab fi marife-til-eshab: Yazarı İbni Abdilberr.

     El-mevrid fi amelil mevlid: Ömer bin Ali Fâkihâni'nin eseri.

     El varakat fil ameli bi rub'il mukantarat: Abdullah Mardini'nin namaz vakitleri ve hesplamaları ile ilgili kitabı muhtemelen.

     El cevahir vel yevâkit fi marife-til kıbleti vel mevâkit: Muhammed Emin Süveydi'den çok hoş isimli bir kitap. Kıble cihetini bulmak ve namaz vakitleri ile alakalı olduğu isminden hemen belli oluyor.

     El ilâm bi kavati’il islam: Müellifi İbni Hacer-i Mekki.

     Enis-ut tâlibin fi menakıb-i Şahı Nakşibend Behauddin: Salah bin Mubarek Buhari'nin, büyük veli Bahaeddin-i Buhari'nin hal tercümesini anlattığı kitabı.

     Nef'ul-âm fil ameli bir-rub'ittâm-il mevâlit-il islam: İbni Şâtır Ali bin İbrahim'den, namaz vakitleri ve hesaplamaları ile ilgili bir eser.

     Nimet-ul kübra alel alem fi mevlidi seyyidi veledi Adem: Normalde böyle muazzam bir şeyi karşı tarafa söylediğinizde, karşı tarafın sorgusuz sualsiz teslim olması lazım! Yusuf Nebhani'nin mevlidin meşruiyetine dair kitabının ismi.

     Es sahife fi menâkibi Ebi Hanife: Zehebi'nin, İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi öven kitabı.

     En nâhiye an ta’ni emir-ül-müminin Muaviye: Abdülaziz Ferhâri'nin, Hz. Muaviye'yi kötüleyenler için hazırladığı kitabı.

     Haddi fâsıl der hak ve bâtıl: Yazarı Muhammed Ferruh.

     Huccetullahi alel alemin fi mucizâti Seyyid-il Murselin: Yine Yusuf Nebhani'den mükemmel isimli bir kitap. İsminden de bir siyer kitabı olduğu anlaşılıyor.

     Hulâsa-tül kelam fi beyani umera-i beled-il haram: Söylemesi haz veren isimlerden biri. Ahmed Zeyni Dahlan'ın Vahhabiler'in içyüzünü anlattığı kitabı.

     Hulâsa-tüt-tahkik fi hükm-it-taklid vet-telfîk: Abdülgani Nablusi'nin mezheb taklidi ve mezheblerin telfiki üzerine yazdığı kıymetli kitabı.

     İlcâm-ul avam anil kelam: Büyük İslam alimi İmam-ı Muhammed Gazâli'nin, Selef-i salihinin itikadını yazdığı kitabının çok hoş ismi.

     Kalâid-ul ukban fi menâkıb-in Numan: İbni Hacer-i Mekki'nin, İmam-ı Azam'ı medhettiği kitabının şahane ismi.

     Kavâid-ut-tarîka-til cemi beyneşşeriati vel hakîka: Ahmed Zerruk'tan tasavvufu anlatan "ince" bir eser ve "ince" bir başlık.

     Keşf-un-nur an eshab-il kubur: Büyük alim Abdülgani Nablusi'nin, evliyanın öldükten sonra da keramet gösterebildiğini anlatan kitabı.

     Kurre-tul ayneyn fi tafdil-i şeyhayn: Şah Veliyullah-ı Dehlevi'nin, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in eshabın en üstünü olmalarını açıklayan eseri. 

     Nefehat-ul kudsiyye fi mebâhis-il imamiyye: Mahmud Âlûsi'nin Şia hakkındaki kitabı.

     Misbah-uz-zulam fil müstegîsin bi hayr-il enâm: Peygamber Efendimiz ile öldükten sonra da istigase caiz olduğunu açıklayan Süleyman bin Musa Kilai'nin güzel başlıklı kitabı.

     Nefehat-ul kurb vel ittisal bi isbat-it-tasarrufi li evliyaillahi teala vel kerâmeti badel intikal: Favorilerimden biri! Bu kadar güzel ve açık bir kitap ismi! Evliyanın, öldükten sonra da keramet sahibi olduğunu ispat eden, Ahmed Hamevi'nin eseri.

     Rıyâd-üs-sâdât fi isbât-il kerâmât lil evliya-i hâlel hayat ve badel memât: Ahizade Abdülhalim Efendi'nin tek kelimeyle mükemmel bir başlığa sahip kitabı! Anlaşılması da gayet kolay.

     Seyfullah alâ men kezzebe alâ evliyaillah: Sunullah Halebi'den bir eser.

     Şifa-us-sikâm fi ziyareti Seyyid-il enâm: İmam-ı Sübki'nin, İbn-i Teymiye'nin fikirlerine cevaplarını içeren kitabı.

     Tahkik-ul burhan fi şân-id-duhân: Biraz alan değiştirelim. Mer'i bin Yusuf Mukaddisi'nin, tütünün ve tütün içmenin haram olmadığını açıklayan ktabı.

     Tuhfet-ul ihvan mâ kîle fid-duhân: Mustafa Rüştü'den, bir önce saydığımız esere paralel bilgiler içeren kitabı ve gayet güzel ismi.

     Tathir-ul fuad min denis-il itikad: Muhammed Bahît-ül-muti Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadına dair bilgiler veriyor.

     Tuhfe-tul erib fir-reddi alâ Ehl-is-Salib: Papaz iken, sonrada Müslüman olan Abdullah Tercüman'ın Hristiyanlara kıymetli reddiyesi.

     Atıyyet-ül vehhâb el-fâsılatü beynel hakkı ves-savâb fir-reddi alel-muteridi aleş-şeyhi Ahmed el Fârûkî: Muhammed bin Muhammed Burhanpuri'nin Ahmed Faruki Serhendi İmam-ı Rabbani'nin hal tercümesini ve kerametlerini anlatan kitabı.

     Kitab-ül alam fi beyan-ı mafid-dinnasara minel bidi vel evham: Hristiyanların ellerindeki İncillerin hakiki İncil olmadığını gösteren İmam-ı Kurtubi'nin eseri.

     Er-reddü-alel-müşebbihi fî-kavlihi teâlâ Errahmânü alel’ Arş-isteva: Şafii fıkıh ve hadis alimlerinden Muhammed bin Cema'a'nın, İbni Teymiyye'nin bozuk inanışları ve bilhassa "Müşebbihe" fırkasının görüşlerini açıklaması ile alakalı fikirlerine bir reddiyedir.

     Nef'ul enam fi iskati-ssalati ve-ssiyam: namaz ve oruçla alakalı iskatı bildirmektedir.

     Et tahkikat-üs seniyye fi kerahet-il hutbeti bi gayril arabiyye ve kıraetiha bil arabiyyeti ma'a tercemetiha bi gayril arabiyyeti: Her şey ortda değil mi? Hutbeyi Arapça'dan başka dilde okumanın kerahetine dair. 

     Seyf-ul bâtir li-rikab-işşiati ver-rafidatil kevafir: Şii ve Rafizilerin hangi ahval üzere olduğunu açıklar.

     Tathir-ul cenan vel-lisan an Muaviye-tebni Ebu Süfyan: Hz. Muaviye'ye sövenlerin haksız olduklarını ve eshaptan biri olarak, üstünlükleri anlatılıyor.

28 Ekim 2012 Pazar

Sigara Yasağından Kentsel Dönüşüme Kahvehane Kültürü


     "Aman Barroso çevreyolundan geçerse ne der" tedirginliği, Avrupa Birliği müktesebâtı koşuşturması, "insanımız daha kaliteli daha güzel evlerde, sitelerde otursun, Batılı çağdaşlarının standardını yakalasın" derken, "Kentsel Dönüşüm" büyük illerimizde ve özellikle İstanbul'da hızla ilerliyor. Rahmetli Turgut Özal'ın, vatandaşı daha ucuz ve uzun vadelerle konut sahibi yapma projesi TOKİ (T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı) AK Parti iktidarında altın çağını yaşıyor. Yeşillendirilmiş alanları, çocuk parkları, 24 saat güvenliği, asansörlü ve uzun vadelere ve küçük taksitlere bölünmüş çeşitli metrekarelerden evleri ile "başımızı sokacak bir evimiz olsa" temennisindeki vatandaş, apartman hayatına adapte olmaya çalışıyor. Fikir ve uygulama olarak gayet güzel ve tecrübe edilmiş bir yöntem (kadı kızında da bulunabilecek kusurlar olur elbette). Fakat apartman ve site hayatı, beraberinde bazı sıkıntılar ve sorunlar da getiriyor. Bunlardan bir tanesi, fazla kimsenin aklına dahi gelmeyecek bir sorun ki, ileride kendinden, doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan bahsettirecek; kahve kültürünün yok olması!

     Kahvehane ya da basit deyişiyle "kahve", özellikle, göç alan İstanbul gibi yerlere sonradan gelen ve bir şekilde tutunmaya çalışan insanların neredeyse hergünkü uğrak yerlerinden biridir. Eski formlarından biri "kıraathane" (yani bir şeyler okunan, bilgilenilen yer) iken, günümüzde sadece esnafı dolaşan, bir davası olan ve abone yapma usulu ile çalışan birkaç gazete ya da daha düşük fiyatlı ve çok satan, bol resimli ve "hikayeli" gazetelerin, şöyle üstün körü geçildiği ya da resimlerine göz gezdirildiği fakat spor sayfaların detaylı okunduğu,  yani "kıraat" kısmı çok azalmış ortamlardır. Bu kahvehanelere uğramanın birçok şekli vardır:

     Genellikle iş çıkışında, erkeklerin bir kısmı eve dahi uğramadan ya da evde yemek yiyip, kahvenin yolunu tutar. Bu davranışın sayısız sebebi vardır. Evdeki dırdırdan kaçmak (onların tabiriyle), yorucu bir iş gününde yaşanan işyeri sorunları, üstlerle girilen diyaloglarda işten olmamak adına alttan almanın verdiği hırs ve intikam duygusu, bazı "mühim" memleket ve siyaset olaylarını tartışmak ve kendi fikirlerine yandaş bulmaya çalışmak, hemşehri veya arkadaşlarla kağıt ya da okey oynamak ve hatta dünden kalan kağıt oyunu yenilgisinin telafisini yapmak...gibi bir sürü sebepler, insanları kahve ortamına çeker.

     Sadece işi olup da iş çıkışı gidenler mi olur kahvede? Tabi ki hayır. Emekli olup, evden dışarıya çıkma alışkanlığı olanlar, iş bulmak için hemşehri ve arkadaşlarıyla görüşmek ve yardım ya da tavsiye alma amacında olanlar, işsiz olup da evde durmaktan rahatsız olanlar, kendi meslektaşları ile bir araya gelip, gündelik meseleleri tartışan çeşitli meslek grubundan insanlar ve daha sayamadığımız bir yığın renkli profil, kahve müdavimleri arasındadır.

     Peki bu, genelde havasız ve sıkışık ortamların, yukarıda bir kısmı sayılan fiil ve söylemlere yardım ve yataklık yapmasının altında ne yatar? Gayet basit; dilediğin kadar söv (fazla yüksek sesle ve etrafı rencide edecek şekilde olmadığı sürece elbet) kimse sana bir şey demez, istediğin kadar çay, kahve, sigara iç, kimse sana karışmaz. Yani, genellikle fakir ve orta direk tabakanın (çok zengin ve işyeri sahibi olanlar da az değil) deşarj olma mekanıdır kahveler. Sosyalleşmenin Akdenizli dolayısıyla sıcak kanlı erkekçesidir.

     Son senelerde, bu kültür, bu yerleşmiş ve kabul görmüş (kahvehane doğrudur, yanlıştır o ayrı konu) erkek sosyalleşmesi biçimi, iki sebepten dolayı sıkıntılar yaşıyor; kapalı mekanlarda sigara içme yasağı ve kentsel dönüşüm.

      Türkiye'de 2008 yılından itibaren, çok sıkı şekilde uygulanmaya çalışılan bir "kapalı mekanlarda sigara içme yasağı" var. Bu yasağa, elbette ki çoğu kapalı mekan olan kahvehaneler, kıraathaneler, dernek ve lokaller de dahil oldu. Dolayısıyla ve hatta doğrudan, bu yasağın ardından birçok kahve ve buna benzer mekan, kapandı veya zor ünler geçirmeye başladı. Bu tür yerleri olanlar, sigara ve tütün içme yasağını bir şekilde aşabilmek için çözümler aradılar. Kahvehanelerin önlerine ayrı yerler yapanlar oldu, biraz daha gözden ırak olanlar sigara içenleri kıyıda köşede bir yerlere sıkıştırmaya çalıştı, hatta içeriden dışarıya boru sistemi kurup, sigaralı nefesin dışarıya atılmasını sağlayacak mekanizmalar geliştirme çabasında olanlar dahi oldu. Neden? Çünki kahve dediğiniz ortamda bulunanların büyük çoğunluğu sigara içer. Sigara yasak oldu mu, kahvehane müdavimlerinin  oyun ya da sohbet arasında ikide bir dışarı çıkıp bir sigara tellendirmesi lazım. Böyle olunca da ne içtiğin sigara, sigara ne de oynadığın oyun, oyun! Bu ise, böyle bir mekanın adeta "büyüsünün bozulması" demektir.

      Kapalı yerlerde sigara ve tütün ürünleri içme yasağından daha ağır ve kalıcı olan mesele ise "kentsel dönüşüm" denilen, en basit haliyle, insanların siteler ve apartmanlarda oturduğu yerlerin çoğalması ve daha da fazla çoğalacak olması. Bu "kentli" yaşam ise, dernek ve kahve kültürünün, kalıcı olarak yok olması demek.

Bol sigara ve bol oyun
ve muhtemelen bol gürültü!  
     Peki, bu diğeri öbüründen daha ağır iki mesele, böyle ortamlarda vakit geçirmeye alışmış ve burada günlük sorunlarını, paylaşarak ya da söverek (iyidir kötüdür o ayrı tabi) ya da sesli ve gürültülü kağıt ve diğer oyunlar oynayarak, ya da bolca sigara ve çay tüketerek azaltmaya çalışan "orta direk" ve sıcakkanlı ve hergün sık sık  değişen yoğun haber gündeminden ve ekonomik, sosyal zorluklardan bunalmış vatandaş ne yapacak? Kısacası, sigara yasağı çok güzel, iyi amaçlı...kentsel dönüşüm mutlaka lazım, çok güzel...ama bu "deşarj olma" mekanlarının yerini ne tutacak?

     Hızla büyüyen ve batıya ayak uydurmak için yarışan, doğusunda kalanlara örnek olmaya çalışan Türkiye'de, kadına uygulanan şiddetin, cinnet getirenlerin, işyerlerinde sürekli kavga edenlerin, işsizlikten bunalıma girenlerin, otobüslerde kendi kendine konuşanların vesaire..."daha da artmaması" dileği ile!


24 Ekim 2012 Çarşamba

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - Hülâsa


     İslam Dünyasındaki bazı ülkelere, çok kısa da olsa, büyüteç tutarak baktıktan sonra, bir de bunların genel halini inceleyelim:

     1. İslam ülkesi olduğunu iddia eden ülkelerin bir kısmı ve en tanınmışları (İran ve Suudi Arabistan gibi) Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluna yani İslamiyet'in özüne reaksiyon, tepki ve düşman olarak doğmuştur. Tarih boyunca, Sünni oluşum ve topluluklara karşı (ecnebi desteği ile tabi) sürekli bir mücadele ve iktidar yarışında olmuşlardır.

     2. "İslam Ülkesi" olduğunu iddia eden memleketlerin tamamına yakını ilim ve fende gelişmemiş, geri kalmıştır. İlm öğrenmeyi farz kılan ve ilim en uzak yerlerde de olsa onu alıp kullanmayı, gayri müslim devletlerde geliştirilen ve yapılan silahların benzerini yapmakla yetinmeyip, bu hususta onları geçmeyi ehemmiyetle emreden bir dinin bu emrine uymamak, en büyük veballerden ve bu ülkelerin halklarına karşı yapılmış en büyük haksızlıklardan biridir.

     3. "Selefilik" olarak tanıtılmaya çalışılan ve "Selef-i Salihin" diye bilinen kavramdan (ilk iki asrın müslümanlarına verilen isim) çarpıtılmaya gayret gösterilen Vahhabilik, "İslam ülkesi" diye geçinen topraklarda hızla yayılmaya devam etmektedir. Bu yayılma, sadece genel nüfusun Müslüman olduğu devletlerde değil, Müslümanların azınlık olduğu bölgelerde de etkilidir. Hatta, İslam nüfusunun azınlık olduğu ve kendine karşı olanların (nicel olarak olduğu kadar nitelik olarak da) fazla olduğu ya da olduğuna inandığı ülkelerde bu yayılma daha hızlıdır.
 
     Vahhabiliğin yayılmasındaki en önemli etkenler;  Haremeyn-i Şerifeyne, hac ve umre için dünyanın her tarafından gelen Müslümanların döktüğü milyarlar ve petrol gelirleri sayesinde basılan yaldızlı ve lüks ciltli kitapların gece-gündüz tüm dünyaya dağıtılması ve gelip-giden hacı ve mutemirlere bedava verilmesi. Yine bu milyarlarla ve bol malla satın alınan din adamlarının ülkelerindeki propagandaları.

     Bu itikadın genişlemesinde çok önemli bir diğer faktör de, müslümanların azınlık olduğu, fiilen ya da en azından fikren ve manen baskı gördüğü yerlerde, Sünni Öğretinin bu baskı ve tecritlerle mücadele etmeye yetmediği ve pasif kaldığı yönündeki algıdır ki bu algı özellikle bu coğrafyalardaki gençlerde çok etkilidir. Ahkam ve fıkıh bilgilerini öğrenip tatbik etmektense, meal ve hadis kitapları ile İslamiyeti öğrenmeye ve bu şekilde yaşamaya çalışan, dört mezhebden birinin metodolojisine bağlı kalmaktansa, "her çiçekten bal alma" hevesindeki gençler, "light" kaçtığına inandıkları Ehl-i Sünneti bırakıp, Selefiliğe kaymaktadır. Başka bir deyişle, çatışma ve mücadele olan her yerde, Selefilik (daha doğrusu Vahhabilik) tehlikesi vardır.

     4. "İslam Devleti" diye nam salmış ülkelerin hemen hepsi insan hakları konusunda sabıkalıdır. Temel insan hakları dahi, hem de "İslam" bahane edilerek çiğnenmekte, Batılı Devletlerin ağzına sakız olunmaktadır.

     5. İmparatorluklar döneminin sona ermesi ve milliyete dayalı ülkelerin kurulması, İslam Dünyasının ayrışmasında da etkili bir rol oynamıştır. Milliyet ve tek etnik unsura dayanan fikirler, zamanla "ümmet" kavramını gölgede bırakmaya başlamıştır. İslam Dünyasının bugünkü parça parça olmuş halinde, milliyetçiliğin hiç de azımsanmayacak rolü vardır.

 


20 Ekim 2012 Cumartesi

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 4



     Türkî Devletler: Türkî "Cumhuriyetler" diye yazacaktım ama nedense klavyem varmadı! Bu ülkeler, SSCB buldozerinin altından, su katıksız bir yozlaşma (her sahada olduğu gibi dini alanda da) ve kokuşmuşluk ile uyandı. Ülkeri, eski KGB ajanı satılmışlar paylaşıp, Sosyalist Rusya'dan aldıkları acımasız düzeni devam ettirmekte hiç geri kalmayıp, daha da ilerilere taşıdılar. Zina ve özellikle de içki, müslüman denilen bu kitleleri, kaypak, güvenilmez, dinden tamamen uzaklaşmış, para ve maddiyat uğruna yaşayan ruhsuz robotlar haline getirdi. Sünni olduğunu iddia eden ve bir kısmı, Mavera-ün Nehir, Horasan ve Harezm gibi, İslam tarihinde binlerle alim ve veli yetiştiren bölgelerin varisi konumundakiler, dindarlık ölçüsünü sadece "sünnet olmak"la sınırlayıp, domuz eti yemeyenlere bile "hacı-hoca" muamelesi yaptılar.

Azerbaycan'ın ulusal kahramanı!
ve "kalifiye" oğlu yan yana
     Azerbaycan: Bu ülkeye biraz daha çok yer vermek lazım çünki Azerbaycan yukarıda sayılan kötü sıfatların hepsinde diğerlerine önderlik edecek derecede "uzmanlaşmış"tır. Öyle bir ülke düşünün ki eski bir Politbüro üyesi "kıvrak" diktatör tapılacak derecede seviliyor. Öyle bir ülke düşünün ki neredeyse aldığınız nefes için bile rüşvet vermeniz lazım. Öyle bir ülke düşünün ki sokakta giderken, pantolonunuzu çıkarmadan donunuzu çalabilecek kapasitede "profesyonel"ler var. Sazlarla, türkülerle, güya kahramanlık hikayeleri ile uyutulan bir ülke düşünün.

     Azerbaycan, aynı zamanda oran olarak İran'dan sonra, Şii-Caferi nüfusun en yoğun olduğu ülke.

Bağımsızlık mücadelesini
terörizme doğru götüren
Selefi İbn-ül Hattab
     Çeçenistan: Sovyetler çöktükten sonra başlayan haklı bağımısızlık mücadelesi, ithal Selefi-Vahhabi grupların buradaki durumdan istifade ederek bölgeye sızması ile tamamen değişti. Çeçenistan kaynaklı terör eylemleri ve Batı Dünyasını ayağa kaldıran saldırılar, durumu içinden çıkılmaz hale getirdi. Çağdaş tarihte, Müslümanları terörist gibi gösterme çabasının en önemli örneklerinden biri oluverdi burası.

     Ülkeyi şimdilerde ise "renkli" bir kişilik; Ramzan Kadirov yönetmekte.

     Lübnan: Başka bir dinler bahçesi daha! Bir yandan "Hizbullah" diye bilinen Şii örgüt ve güçlü Şii toplum, bir yandan Maruni Hristiyanlar, bir yandan Sünniler, ülkeyi dünyadaki en enteresan yerlerden biri haline getiriyor. Bunlara, Ortodoks, Süryani, Keldani ve Dürzileri de ekleyince iç savaşlar kaçınılmaz oluyor haliyle.

     Kuzey Afrika Ülkeleri: Genel olarak, taa Tarık bin Ziyad'ın İber Yarımadasına çıktığı zamanlardan bu yana, yaşanan fiili işgal ve asimilasyonlara rağmen Sünni ekolde istikrar kılan ülkelerdir.

     Somali: İsmini, deniz korsanları ve tasavvuf düşmanı Selefi terörist cahillerden oluşan Eş-Şebab örgütü sayesinde ara sıra haberlerde duyduğumuz garabet ülke! Tabi ki tahmin edildiği üzere hiç de hayırlı haberler değildir bunlar. İslam düşmanlarının ağzının suyunu akıtan, yağlarını eriten, zevkten dört köşe yapan havadiste Taliban ile yarışmaktadır!

     Etiyopya: Nüfusunun üçte birinin Müslüman olduğu ülke. Açlık, kıtlık ve kara haberlerin ülkesi. Oysa ki buralar, Müslümanların şiddet ve baskıdan kaçıp, ferahlık ve selamet buldukları, nefes aldıkları, kendilerini toparladıkları unutulmaz Habeş hükümdarı Necaşi Eshame bin Ebcar'ın toprakları idi. Şimdilerde ise o kutlu dönemler mumla aranıyor.

     Bahreyn: Üçte ikilik bir çoğunluğa sahip Şii nüfusun, Vahhabi bir hanedan tarafından idare edildiği yer. İran'ın burnunun dibindedir. Dolayısıyla Şii çoğunluk, İran tarafından maddi ve manevi destek görür. Küçük bir ada olduğu halde bulunduğu Basra Körfezi'nde önemli bir yer işgal eder ve dolayısıyla dünya basınında fazla yer almasa da kanayan bir yaradır.

     Yemen: Önemli bir Şii nüfusu vardır. Geri kalan Sünniler, Suudi Arabistan'ın Vahhabi zihniyeti ihracından nasibini almıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nin sözde terörle mücadelesindeki hedeflerinden biridir. ABD'ye göre El Kaide'nin burada güçlü kaleleri ve elebaşları vardır.
Umman'ı idaren eden kişi:
Kâbus bin Seyd

     Umman: "Büyük günah işleyen kafir olur" diyen ve Hz. Ali'ye "Hakem Olayı" sebebiyle düşmanlık eden Hariciler'in bir kolu olan İbadîler'in çoğunlukta ve idarede olduğu dünyadaki tek ülke.








14 Ekim 2012 Pazar

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 3



     Endonezya: En kalabalık müslüman nüfusa sahip ülke. Ortadoğu'ya ve genel İslam nüfusun yoğun olduğu bölgelere ve etrafında cereyan eden yenilikçi akımlara uzak olduğundan (internet çıkmadan evvel tabi) eskiden kalma Sünni geleneği devam ettirmişlerdir. Yerel gelenek göreneklerle harmanlanmış bu anlayış, dünyayı kocaman bir köy haline getiren ve "internet" denilen bir iletişim ve etkileşim mekanizmasından sonra kendini ne kadar muhafaza edebilir o ayrı konu!
 
   Nijerya: Afrika'nın en kalabalık islam nüfusuna sahip ülkesidir. Buna rağmen genel nüfusun ancak yarısını oluştururlar. Ülkede zaman zaman Müslüman ve Hristiyan nüfus arasında çatışmalar çıkar ve her iki taraftan da çok zayiat verilir. Tabi bu çatışmalar, dini etkenlerden olduğu kadar, ülkenin çok kabileli yapısından da kaynaklanır. Selefi gruplar, tıpkı Afrika'nın tamamında olduğu gibi, burada da etkinliğini giderek artırıyor.

     Irak: Tam bir keşmekeş, tam bir curcuna, tam bir dinler ve milletler bahçesi! Öyle bir ülke düşünün ki, neredeyse dünyanın ortasında, neredeyse insanoğlunun dünyadaki yaşantısına başladığı yerde. Sünniler, Şiiler, Yezidiler, Kürtler, Araplar, Türkmenler, Süryaniler, Dürziler, Sâbiiler, Keldaniler, Şabaklar, Bataklık Arapları vs. Her türlü din, her türlü azınlık, her türlü etnik grup ve çoğu da birbirine düşman. Böyle bir ortamda, bırakın siyasi istikrarı, ülke toparlamak bile zor.

     Irak'ta, hem sayı olarak hem de etkinlik olarak Şiiler üstün. Her ne kadar Bağdat gibi, Sünni İslam'ın kalelerinden birini barındırsa da, Necef gibi de Şiiler'in akın akın gittiği ve kutsal kabul ettiği bir yer var. Özellikle Amerikan kuvvetlerinin bölgeye gelmesinden sonra, Selefi-Vahhabi gruplar iyice devreye girerken, Şiiler de giderek sertleşti. Dolayısıyla ülkede huzur falan hak getire. Hergün yüzlerce ölü, onlarca patlama.

     Suriye: Günümüz Ortadoğu'sunun en problemli yeri. 1960'larda idareyi ele alan seküler Baas rejimi ve Nusayri (Aleviliğin aşırı bir kolu) Esedgiller familyası, memleketi diğer etnik gruplara ve ana unsur olan Sünniler'e zehir etmekle meşgul.

     Balkanlar: İslamiyet'in, genellikle etraftakilere zarar vermeden [diğer yozlaşmalar (Vahhabilik ve Şiilik gibi) genellikle etrafa zarar vererek büyüdükleri ve ana karakterlerinden biri reaksiyonel şiddet olduğu için] yozlaştığı yerlerdir buralar. Hem Slav ırkı gibi genellikle tembel, kibirli, cahil, içki ve sefahete düşkün insanlarla karışmaları, hem Samavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in ve takipçilerinin Balkanlar'ın tamamına yayılan fikirleri ve hem de Anadolu'dan gelen ve kendilerine "Bektaşi" denilen Alevi dedelerinin tasavvufa ve dervişliğe düşkün yerlerdeki tekkelere sızması (tabi bunda, ahkam ve fıkıh öğrenmeden tekke ve zaviyelerde tasavvufa daldığını sanan tahsilsiz, dostu düşmandan ayıramayan güruhun etkisi de çok fazla) bu yozlaşmada en önemli faktörlerdir. Sünni gibi görünen bölgelerde dahi Alevi-Bektaşi bulaşıklığı olmayan bir öğreti yok gibidir. Yaklaşık 40-45 sene süren Komünizm macerası, bu yozlaşmayı daha da körükledi. 1990'ların hemen başında Komünizm ve Sosyalizm'in çöküşü, bu ülkelerdeki Vahhabi yatırımların hızlanması ve Sünni gibi görünen Selefi yapılanmanın da giderek bölgeye sızması sonucunu doğurdu.

     Ayrıca Bosna'ya da bir cümle ile değinecek olursak; Bosna, Balkan Yarımadasının Mısır'ı gibi çalışmakta, Sünni ağırlıkta gibi görünen ülkede, reformcu fikirler hemen zemin bulmakta ve yayılmaktadır.

     ABD: Birleşik Devletler'de Müslüman sayısı hızla artmakta, eline yalan-yanlış bir meal alan insaflı kimseler ya da yüksek tahsilli, kariyer sahibi kimseler, Hristiyanlığın ne ruha ne de bedene hitap eden muğlak ve akla uymayan öğretilerinden kaçmakta, susamış ruhlarını serinletecek olan İslamiyete koşmaktadır. Bunun yanı sıra gündelik hayatında, iş, internet, bilgisayar, teknoloji, karşı cinsle münasebetler gibi yerlerde kendini kaybeden Amerikalılar'ın büyük kısmı da İslamiyeti hapishanelerde tanımaktadır. Yukarıdaki meşgalelerden kurtulunca, sudan çıkmış balığa dönen ve kendine gelmeye başlayıp, "ben ne olacağım, niye varım, nereye gidiyorum" gibi sorgulamalarla ve daha evvel bu soruları kendine soranların da yol göstermesi ile, bu suallere cevap vermekten çok uzak olan Hristiyanlığı bırakmakta ve Müslüman olmaktadır.



6 Ekim 2012 Cumartesi

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 2



     Mısır: Batısında kalan Sünni ağırlıklı ülkeler ile doğusundaki Vahhabiliğin ortasında, 19. yüzyılın sonlarında ve takip eden yüzyılın başlarındaki reformcu hareketleri ile El Ezher Üniversitesi gibi bir değeri de bulandıran ve İslam dünyasında "ben de varım, ben de başım" çıkışları yapmaya çalışan bir ülke. İslamiyetin yayıldığı coğrafyalarda, 20. yüzyıldaki reformcu, yenilikçi fikirlerin ekserisi buradan çıkmış ve milyonları etkilemiştir. Kahire müftüsü Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut, Hasan el Benna ve Seyyid Kutub gibi reformcular hep buradan türedi.

     Osmanlı sonrası İngiliz sömürgeciliğini Sosyalizm ve Arab Milliyetçiliği ile aşmaya çalışıp, uzun soluklu diktatörlüklere yelken açan, 2011 yılında Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki ülkeleri kasıp kavuran "Arap Baharı" sonrasında Hasan el Benna'nın kurduğu "İhvan-ül Müslimin" (Müslüman Kardeşler) denilen siyasi oluşumda (şimdilik) karar kılan, Abdülbasit Abdüssamed, Ümmü Gülsüm ve Mustafa İsmail gibi seslerin ve Hz. Osman'ı şehid eden Kıptiler'in memleketi.

     Mısır, literatürde Sünni olarak gözükse de reformist hareketlerle birlikte Selefi zihniyet de oldukça yayılmıştır.

     Afganistan: Erken dönemde İslamiyet ile tanışmış ve o topraklara hakim olan büyük imparatorlukların parçası olmuş, sıkı bir Sünni gelenekten gelen ülkedir. 1970'lerin ikinci yarısından itibaren, Sovyet Rusya'nın yardımı ve tazyikiyle giderek yükselen Marksist-Komünist hareketin hükümet kurması ve bazı radikal kararlar vermesi üzerine iç savaş başladı ve kısa zaman sonra SSCB duruma müdahale etmek niyetiyle Afganistan topraklarına girdi. Afgan mücahidler, dünya müslümanlarının maddi ve manevi desteği ile on seneye yakın, Sosyalizm'in dünyadaki en güçlü temsilcisine kafa tuttu.

     Bundan sonra başlayacak süreç, Afganistan'a hiç hayır getirmedi. Zira, ithal Selefi-Vahhabi zihniyet ülkeyi esir almaya başlayınca, "orta yol"dan aşırılığa ve yobazlığa kaymalar başladı. Özellikle de 11 Eylül 2001'de, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi denilen ikiz gökdelenlere ve Pentagon'a eş zamanlı yapılan saldırılardan sonra, Müslüman=terörist olgusu iyice ayyuka çıkarak Afganistan'ı "yeşil terörizm"in kaynaklardan biri olarak gösterme stratejisi, bu işin işbirlikçi kaynaklarını gizlemek ve "aa, şu iptekine bak" güdümü zirveye ulaştı. Paranoyalar, komplo teorileri, "bin Ladin'in peşindeyiz, valla size bir zararımız olmaz" vaadleri biribirini takip etti. Bir taraftan NATO Kuvvetleri, diğer taraftan Taliban denilen garabet, ülkeyi mahvetti. Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi bir değeri çıkarmış topraklar, tepeden inme (daha doğrusu dışarıdan ithal) Selefiliğe ve dolayısıyla Vahhabiliğe mahkum oldu.

     Afganistan'da ayrıca, güçlü olmasa da, Caferi Şii oluşumlar ve taa Büyük İskender'den kaldığına inanılan ve ekserisi sarışın, mavi gözlü olan, puta tapan, enteresan ve ufak bir azınlık da var.

     Pakistan: Dünyanın ikinci en kalabalık Müslüman nüfusu ünvanına sahip olan ve 1947'de Şii Ali Cinnah'ın önderliğinde ve İngiliz sponsorluğunda, Hindistan'dan koparılan ülke. Zira Bangladeş, Pakistan ve Hindistan'dan oluşan bir devlet, hem Müslümanları ana unsur haline getireceğinden ve hem de bir ağırlık ve çekim merkezi olacağından, Britanya'nın gözünü korkutmaya yetiyordu.

     Ülkede güçlü bir Sünni gelenek olmasına rağmen, nüfus olarak azınlık fakat etki olarak her zaman güçlü ve baskın bir Şii topluluk vardır. Ebu'l Ala Mevdudi'nin kurduğu Cemaat-i İslami ve Hindistan menşeli Tebliğ-i Cemaat denilen oluşumlar da oldukça faaldir. Ayrıca, 1900'lerin başında Müslümanları parçalamak için oluşturulan ve Kadıyani (ya da Ahmedi) ismi verilen azınlık ile genel nüfusa oranla az sayılabilecek Hindu, Hristiyan ve Bahai nüfus da mevcut. Chitral eyaletindeki Kalaşlar, Afganistan'ın kuzeyinde, Pakistan sınırında yerleşmiş olan sarışın, mavi gözlü, enteresan pagan azınlığın akrabalarıdır.

       2001 yılının Eylül ayındaki saldırıların ardından, ABD'nin hedeflerinden biri de El Kaide ve dolayısıyla Pakistan'dı. Vahhabi hareket burada da rahat durmayarak, ülkeyi "geri kalmış", "örümcek kafalı" olarak göstermekte iyi çalıştı.

30 Eylül 2012 Pazar

İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli - 1


     İslam ülkeleri diye geçinen memleketlere bir göz atmadan evvel, bugün İslam dünyasını oluşturan 3 ana kısmı ele almak lazım:

1. Ehl-i Sünnet veya Sünniler: Ehl-i İslam'ın yarısından fazlasını oluşturan ve "Ortodoks" olarak da adlandırılan akımdır. Ehl-i Sünnetin aslına en yakın yaşandığı ve uygulandığı yer olarak Türkiye'yi söylesek herhalde ayıp kaçmaz.

2. Şiiler: Bayraktarlığını ve propagandasını İran'ın yaptığı akım.

3. Vahhabiler: Kendilerini gizlemek için kendilerine "Selefi" denilmesini isteyen ve özellikle Suudi Arabistan sponsorluğundaki akımdır.

Bu üç ana kola, son 150 sene içerisinde ortaya çıkardığı reformcularla katılmak isteyen bir de Mısır var tabi.

Şimdi bu ülkelerden bazılarının "İslam" anlayışlarına biraz daha yakından bakalım:

     Türkiye: Çok dağınık, bazen de birbirlerine muhalefet eden cemaatleşmeye ve ara sıra kıpırdatılan reformcu hareketlere rağmen, taa hicri 2. asırda kitaplara geçirilmeye ve kalıpları belirlenmeye başlayan "Ehl-i Sünnet vel Cemaat" (yani Resulullah Efendimizin sünnetine ve O'nun Eshabının icmaına tam olarak uyanlar) mezhebinin aslına en uygun bir şekilde yaşatıldığı ülkelerden biridir. Bunda köklü bir Sünni-Hanefi (Osmanlı Devleti) gelenekten geliyor olmanın da büyük etkisi var tabi. Hem Batıya daha yakın ve daha açık hem de Sünni gelenekten geliyor olmanın Türkiye'ye kattığı bir diğer şey ise, modern çağın gereksinimleri ve getirdikleri ile baş etme ve sindirmede (nispi de olsa) kolaylık sağlamasıdır.

Devrimin kaymağını yiyen
Rafızi Humeyni
     İran: Çok eski bir medeniyet ve çoğu zaman Ortadoğu'yu kontrol eden imparatorlukları olan bir gelenekten gelmekte olan bir devlettir. Taa Şah İsmail'den bu yana da Şiiliğin merkezi ve ihraç edilme kaynağı olmuştur. 20. yüzyılda, Şah idaresi zamanında Sünnilik biraz olsun canlandırılmışsa da, 1979 yılındaki devrimle birlikte, koyu Eshab-ı Kiram düşmanı Caferi ve hatta Rafıziler işbaşına gelerek, tekrar Şah İsmail ve Şah Tahmasb çizgisine dönmüştür. "İslam Devleti" olduğunu iddia eden 1979 sonrası İran'ı ayrıca, eskiden kalan ne kadar putperest Mecusi bayramı ve kutlanan günleri varsa onları da "milli bayramlar" diye halkına yutturmaya çalışmıştır.

Örtülü! ve estetik kaygılı
çağdaş İran kızları
    İran, su an yeryüzündeki en en garip ve tutarsız ülkelerden biridir. Halkı ve özellikle gençler, devrimi gerçekleştiren kelli-felli -güya- "Ayetullah"lara bir türlü ayak uyduramamakta, kızlar "başörtüsü" niyetine taktıkları şeyleri habire arkaya doğru ittirmekte ve millet kendi aralarında müt'a nikah yapmak suretiyle (belirli bir vakit bir kadından istifade etmek için para karşılığı yapılan muamele) acayip bir yozlaşmanın içinde debelenip durmakta ve bütün dünyanın eğlence kaynaklarından biri olmaktadır. Şiiliğin, hem ahkam hem de fıkıh hem de mantık olarak eksiklikleri de bunda büyük pay sahibidir elbette.

Atina'da içki ve fuhşa dalan
Kral Suud bin Abdülaziz
     Suudi Arabistan: Osmanlı idaresi altında iken, Necid Çöllerinde ortaya çıkan iki açgözlü, hırslı, kibirli ve işbirlikçi kişinin (Muhammed bin Abdülvehhab ve Muhammed bin Suud) 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan hareketi ile birlikte ve elbetteki olmazsa olmaz İngiliz deseteği ile kurulan Vahhabi cenneti. Güya yabancılara karşı en sert ve -güya- "en cihatçı" yapısına rağmen, Batılı hamilerine danışmadan tuvalete bile gitmeyen, Afgan-Rus savaşında Komünist Rusya'yı destekleyen, -güya- "Hadim-ül Harameyn" diye geçinip, Avrupa'da ve sağda-solda içki ve fuhuş alemlerinde can veren krallardan müteşekkil, en az İran kadar ucube bir devlet!

     Her sene akan umre paraları ve fışkıran petrol sayesinde rejim, resmi ideolojisini bütün dünyaya yaymakta hiçbir maddi sıkıntı çekmiyor. Yaldızlı, güzel ciltli kitaplar ve Suud üniversitelerinde okumuş, bol maaş ve malla satın alınan "allame"ler, "Selefi"lik diye zekice kılıf giydirilmiş Vahhabiliği durmaksızın bütün dünyaya yayıyor. Bu ülkenin, ansiklopedi ve diğer çok sağlam internet bilgi kaynaklarında mezhebinin "Sünni" görünmesi işte bu azimli çalışmanın bir neticesidir.



5 Eylül 2012 Çarşamba

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 10



     1947'nin sonlarına doğru Filistin topraklarında başlayan çatışmalar, 1948 Arap-İsrail Savaşı şekline girerek neredeyse bir yıl sürdü. Aslında bu savaş, İsrail'in topraklarını genişletimesi ve imzalanan ateşkeslerle "ben de buradayım, çar-naçar beni de hesaba katacaksınız artık" demekti. 1947 Birleşmiş Milletler'in Filistin'i Taksim Planı ve daha sonrasında patlak veren savaşlar, Ortadoğu coğrafyasında, yeni kurulacak ve kurulan İsrail'in sınırları dışında yaşayan Yahudi nüfus için köklü değişikliklere sebep oldu. Etraftaki devletlerde İsrail ve Yahudi karşıtlığı arttıkça, Avrupa'dan İsrail'e dönen göçmenlere, bir de bu ülkelerde zor durumda kalanlar eklendi ve yıllar içerisinde ciddi bir nüfus yeni kurulan devlete sığındı.

     Savaştan yenilgi ve intikam hırsı ile ayrılan Arap Dünyası, önce rotayı Sosyalizme doğru kırarken, sonradan da uzun seneler sürecek dikta rejimlerine yelken açtı. Bölgede, 10 sene süreyle bile rahatlık olmadı, krizler, savaşlar birbirini kovaladı. Hele 1967 senesindeki savaş tek kelimeyle inanılmazdı.

     İsrail'in kurulmasından sonra neredeyse 20 yıl geçmişti ve baskınlar, patlayan mayınlar, terörist saldırılar neticesinde 1967'nin 5 Haziranında, pazartesi günü, İsrail, Mısır, Ürdün ve Suriye arasında, kimilerine göre ve hatta İsraillilere göre yıllar dahi süreceği tahmin edilen ve fakat tarihin en kısa ve sonuçları en net savaşlarından biri cereyan etti. "Altı Gün Savaşı" olarak bilinen bu savaş, sadece altı (rakamla 6) gün sürdü ve hafta başı başlayan çarpışmalar, hafta sonu olmadan, israil'in büyük zaferiyle sonuçlandı. Savaş, ders kitaplarında okutulacak kadar büyük bir istihbarat ve dezenformasyon örneğidir.

     İsrail, savaş sonunda topraklarını üç katına çıkarırken, Sina Yarımadası, Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Gazze Şeridi ve Batı Şeria (gerçi sonradan statü değişiklikleri oldu ama) gibi kritik noktalar üzerinde hakim oldu. Kendisini Arap Dünyasının kahramanı gören Cemal Abdünnasır havasını aldı ve Arap Birliği hayalleri suya düştü.

     1978'de bölgenin en önemli iki gücü; İsrail ve Mısır, yanan ateşi biraz olsun dindirmek için barış yapmaya niyetlendi fakat bu barış görüşmeleri, hem Arap dünyasının hem de İsrail'in kamuoyu nezdinde sonucu olmayan bir şovdan öteye gidemedi ve hiçbir fayda getirmedi.

     Bugün gelinen noktada görünenler ise; Ortadoğu'daki tansiyonu düşme ihtimalinin olmadığı, İsrailli yerleşimcilerin dünyanın gözü önünde hergün yeni evler inşâ ettiği ya da Filistinliler'in elinden zorla evlerini aldığı, İsrail Devletinin bölgedeki en ufak hareketlilikten nem kapıp, çok rahat sınırları dışına saldırabildiği ve ne yaparsa yapsın dünyadaki egemen güçlerinin desteğini her zaman arkasında hissettiğidir.
Bir Filistinli aileye ait ev az sonra
gerçek! sahibini bulacak gibi! 
   
    Bu yerleşimcilik ruhu! ve inat ve ısrarcı ve cedeli seven karakterleri ile, 4000 küsür sene önce öz kardeşlerini kıskanıp öldürmeye yeltenen, sürüldükten 2000 sene sonra, kendilerine vaadedildiğine inadıkları topraklara (ya da bir kısmına) sahip olan Yahudilerin bundan sonra hedefinde Fırat ve Dicle'nin doğdu yerlerden Nil'e, Doğu Akdeniz sahillerinden Basra Körfezine kadar olan esaslı! bir Kenan Ülkesi var m'ola ki acep?  









31 Ağustos 2012 Cuma

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 9



     Seneler 1947'ye geldiğinde, dünyada savaş bitmiş, savaşa katılan devletler yaralarını sarmaya, katılmayanlar da ucuz atlatmanın ya da ucuz atlattığını sanmanın rahatlığını yaşıyordu. Bu arada Aşkenaziler (Almanya ve Doğu Avrupa'da yaşayan Yahudilere verilen isim) de, pratikte hala Filistin diye bilinen topraklara gelmeye devam ediyordu. Filistin'deki keşmekeşi ve çatışmaları çözmek için İngiltere, aynı sene Birleşmiş Milletler'e başvurdu. Daha bir ay önce, Ağustos 1947'de dünyanın en çok müslüman nüfusuna sahip ülkesi olan Hindistan'ı bölüp, Pakistan'ı kurduran ve dolayısıyla "tehlikeli" boyuttaki müslümanları ayıran ve birbirine düşman bırakan Birleşmiş Milletler (tabi ki onaylayan BM'dir, tezgahı kimin kurduğunu söylemeye gerek yok her halde) Fİlistin için de "kavga etmeyin bakayım, ülkeyi aranızda eşitçe bölüp, bir kısmını Fiilistinlilere, bir kısmını da Yahudilere vereceğiz, Kudüs'e de biz göz kulak oluruz" dedi. Bunu der demez de Filistinliler hemen silaha sarıldı ve çatışmalar başladı. Çatışmalar 5-6 ay kadar, kati bir sonuç elde edilmeksizin devam etti. Bölgedeki çatışmalar devam ederken de, otuzuncu yılını bitiren İngiltere yavaş yavaş çekilmenin planlarını yapıyordu.

Ben-Gurion İsrail Bağımsızlık Bildirgesini okurken
     1948 yılının 14 Mayısında, Filistin'de neredeyse İngiliz askeri kalmamıştı. İngiltere, "hadi bana eyvallah, ben yarın gidiyorum" deyince, Polonya Yahudisi Siyonist lider ve Filisten'deki silahlı ve örgütlü mücadelenin önderlerinden olan David Ben-Gurion Tel Aviv'den bütün dünyaya, "peki o zaman, ben de Birleşmiş Milletler'in bana verdiği yetkiye dayanarak İsrail Devletini kurdum" deyiverdi. Dünyanın iki süper gücü ve aynı zamanda da düşmanı olan ABD ve SSCB'nin "tamam, kabul siz de devletsiniz artık" onayı da jet hızıyla oluvermişti.

     İngiltere'yi Cemiyet-i Akvamı hala tanımakta zorlanan, hayallerde yaşayan ve "Arap Dünyası" diye tanımlanan etraftaki devletler rüyadan uyandığında, kendilerinin tam ortasında, hacmen küçük ama "mide bulandırma" kapasitesi oldukça yüksek bir devlet görünce, adeta çılgına döndüler, hemen savaş açtılar. Kuzeyde ve doğuda Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün, güneyde de Mısır hemen saldırıya geçti. Suudi Arabistan da birlikler gönderdi. İlk zamanlar savaşta başarılı gibi gözüken sözüm ona Arap kuvvetleri, İsrail'in sert savunması ve karşı atağı ile afalladı ve bir darbe de bu taze kurulan devletten yedi. İsrail, 2 bin sene sonra kavuştuğu toprakları hiç de öylece vereceğe benzemiyordu ve hatta bu toprakları genişletme planları peşindeydi.

Modern İsrail'in kurucusu ve ilk
başbakanı David Ben-Gurion 
     Sultan Abdülhamid Hanın, zamanında Theodor Herzl'a söylediği, "belki ileride, biz o topraklardan çekilince, siz devletinizi kurarsınız" sözü gerçekleşmişti (o sözdeki "belki"nin şüpheden ziyade ileriyi görmek olduğu gayet açıktır çünki uzun yıllar Osmanlı Devletini idare eden birisinin "belki"si, "nezaketen kesinlik" demekten başka bir ifade olmasa gerek). Filistinliler "felaket" (Nekbe ya da Al Nakba) diye tabir ettiği bu günde, 700 binden ziyade Filistinli kendi toprağında mülteci durumuna düştü.







Onuncu bölüm:


26 Ağustos 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 8



     1. Dünya Savaşı sona ermek üzereyken, İsriloğulları için her şey yolunda gidiyordu. "Bir karış toprak" dahi koklatmayan Osmanlı gitmiş, pek sevgili Britanya da "canınızı sıkmayın, buralarda patron benim artık" mesajını vermişti. Arz-ı mevuda İngilizler geldikten sonra dengeler hemen değişmeye başladı; Arabistan Yarımadasında İngiliz kontrollü ve destekli Vehhabi Devleti hızla büyümeye ve Hicaz'ı tehdit etmeye devam ediyordu. Kendisini "vatan haini" ilan eden İttihatçılar ve saldırgan, vahşi Vehhabiler arasında sıkışıp kalan Mekke Emiri Şerif Hüseyin, iyi niyetine rağmen, çok büyük bir yanlışlık yaparak İngilizler'den yardım istedi ve onların buralara çözüm getireceğini sandı. İngilizler de ona, Ortadoğu'da büyük bir Arap Devleti kurma ve onu da başına geçirme sözü verdiler. Bir taraftan da Avrupa'daki Yahudiler, Filistin bölgesinde (İngiliz müsaadesi ile) hızla topraklaşıyordu. Yani, 1917'den sonraki Ortadoğu'da hangi taşı kaldırsanız, altından muhakkak Büyük Britanya menşeli biri çıkardı. Daha düne kadar rahat ve huzur içerisinde yaşayan milyonlarca insan, bir daha hiç durulmayacak, çalkantılı ve tehlikeli bir yarına hazırlanıyordu.

     Neyse, İngiliz Hariciye Nazırı Balfour'un yazılı olarak vatansız Yahudilere verdiği müjde, yavaş yavaş yerine getiriliyordu (bunda Avrupa'da giderek hız kazanan Antisemitizm yani Yahudi düşmanlığı da etkili oldu tabi). "Aliyah" denilen göçler başlamış, Avrupa'dan oluk oluk Yahudi gelmeye başlamıştı. Özellikle, Rusya'da,
Devrim sonrasında statükonun değişmesi, zaten Çarlık döneminde de hayatından bezmiş, ülkede yaşayan çok sayıdaki Yahudi'yi bu bölgeye getirdi. Filistinliler de ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette, çareyi silahlı mücadelede buldular ve ilerleyen senelerde -artık isyan mı dersiniz, çatışma mı dersiniz- birçok irili ufaklı çarpışma meydana geldi. Bu çatışmaları engellemek için Yahudiler, "Haganah" denilen (içerisinde kadın birlikleri de bulunduran) bir teşkilat kurarak, hem topraklarını! hem de yeni gelenleri korumak yoluna gitti.

     Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden sonra bir de şimdi "Nasyonel Sosyalizm" çıktı! Antisemitizm yükselişte yine...hepsi de sanki yeni kurulacak İsrail Devletinin işine yarıyor arkadaş! Hitler, batıda İngilizleri dize getirmek ve doğuda da Komünizmi bitirmek üzere iken, anlaşılmaz bir şekilde, Almanya'daki Yahudilere
tarifi imkansız işkenceler ve insanlık dışı muameleler yapmaya başlayınca, bu işkencelerden kurtulmayı başaran Yahudiler, soluğu Filistin'de aldı. Artık Filistinliler istediği kadar isyan etsin, İsrailli yerleşimciler şimdiden güvenlik güçlerini oluşturmuş, yeni binalar yapmaya başlamış...fiiliyat tamam, Cemiyet-i Akvam'dan gelecek bir yeşil ışığa bakar her şey!

     Adolf Hitler ve Siyonist liderlerden Stephen Samuel Wise'ın birbirine çok benzeyen konuşma tarzı:



Dokuzuncu bölüm:

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 7


     20. yüzyıl başladığında Ortadoğu'nun önemli ksımlarını elinde bulunduran Osmanlı Devletini bekleyen iki büyük tehlike vardı; dışarıda, "sanayileşme" gibi gayet masum görünen ve fakat arkasında kan ve kölelik sömürgeciliği bulunan hamle ile giderek büyüyen Avrupa ve içeride, devlet idaresinden bîhaber, halkının değerlerine sırt çevirmiş bir "İttihad ve Terakki" güruhu. Aslında bunlardan daha tehlikeli olan fakat sinsice çalışan daha büyük bir kuvvet vardı, o da Britanya İmparatorluğu. Eğer 1800'lerden sonra, bütün dünyada dönen oyunların başrolüne İngilizleri koymazsanız yapacağınız bütün analizler ve çözüm arayışları sizi çok yanlış yerlere görtürecektir ve muhtemelen gerçek bir tespit yapamamış olma gerçeği ile sizi başbaşa bırakacaktır.


Theodor Herzl
     20. yüzyılın başlamasına sadece üç sene kala, 37 yaşında ateşli bir Macar Yahudisi, İsviçre'nin Basel kentinde tarihin ilk Siyonist Kongresini gerçekleştirir ve akabinde dünyadaki Siyonizm Hareketinin başına geçer. Kongrenin toplanmasından bir sene evvel, yani 1896'da, "Yahudi Devleti" kitabını yayınlayan bu fikir ve aksiyon adamının ismi Benjamin Zeev Herzl idi (Theodor Herzl diye tanınır).

     Theodor Herzl, dediğimiz gibi sadece bir teorisyen değildir, teorisini destekleyecek ve altını dolduracak da bir pratisyendir. Zira hemen faaliyete geçer ve 44 senelik kısa ömrünü bitirmeden evvel, devletinin bir an önce kurulduğunu görmek için önce işin kaynağından başlar; doğrudan Osmanlı sultanı İkinci Abdülhamid han ile görüşmek. Öyle ya, "topraklar onun elinde, ama para da bizde, e bunlar da paraya muhtaç"! Herzl, Abdülhamid Han ile iki kere görüşür ve her ikisinde de gayet rahat anlaşılabileceği üzere rüşvet teklif eder; "sen bize, öyle fazla değil canım, küçücük bir yurt veriversen, biz senin borçlarını hemen siliveririz, rahat eder, nefes alırsın"! Bu toy yazar kiminle dans ettiğinin farkında değildir! Karşında yirmi küsür senedir dünyanın en problemli yerini idare eden, tabiri caiz ise, malı gözünden tanıyan bir idareci var! Theodor Herzl, gayet teknik ve karşı tarafı da üzmeyecek ama istediği de olmayacak bir cevap alır. Bir sene sonra tekrar gelir ve yine kesin ama nazik bir "red" cevabı alınca aklı başına gelir. "İngilizler her yerde cirit atmaya başlamış, yanaş onlara Türkler'in burnunu sürt, ne uğraşıyorsun ki"?! Ömrü yetseydi yapacağı ilk şey Britanya'ya sırtını dayamak ve Filistin bölgesinden yüksek paralarla toprakları yavaş yavaş satın almaktı, fakat 1904'te öldü. Arkasından gelenler de, bu şaşmaz planı devreye sokarak, arz-ı mevud hayallerini gerçek zemine kaydırmaya başladılar ve yepyeni bir ivme kazandılar.

     1908'de işbaşına gelen İttihad ve Terakki, Osmanlı devletini içeriden "yemeye" devam ederken, patlak veren 1. Cihan Harbi, dünyada son ayakta kalan imparatorlukların da sonu oldu. Avusturya-Macaristan, Rusya, Osmanlı gibi büyük ve eski devletler yıkıldı ve dengeler tamamiyle değişti. Ekim Devrimi, Rusya'da Sosyalizmi getirirken, Osmanlı'nın çekildiği bölgelerdeki idari boşlukları ve tabi ki "cebini" de doldurmak için, Batılı Devletler var güçleri ile saldırdı. Bu boşluklardan biri de, aşağı-yukarı 400 sene Osmanlı idaresi altında olan Ortadoğu'da meydana geldi.
Balfour Deklarasyonu

     1917 yılı, Ortadoğu ve Filistin için son derece önemli bir yıl ama Yahudiler için çok daha önemli ve müjdeleyici. Zira, Osmanlı'nın bölgeden çekilmesi ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour'un, Siyonist hareketin önderlerinden ve para babası Lord Lionel Walter Rothschild'e gönderdiği bir mektup (ki tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçecektir) vatan hayali içerisindeki Yahudilere âmiyane tabirle "ilaç gibi" gelecektir!

19 Ağustos 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 6



     Kendilerine Hz. İsa gönderilince, Yahudiler şaşkına uğradı. Zira, onları bu zulümlerden ve sürgünlerden kurtaracak, mücadeleci, cesur ve sert birini beklerken, karşılarına Hz. İsa gibi gayet yumuşak ve affedici birini buldular. Ona ve annesi Hz. Meryem'e çok kötü iftiralar attılar. Hz. İsa'nın çok kısa süren peygamberliğinden yani otuzüç yaşında canlı olarak göğe kaldırılmasından kırk sene sonra, Roma İmparatorluğu askerleri Kudüs'ü yerle bir etti ve Yahudilerin çoğunu katletti. Geri kalanlar da darmadağın oldu.

     Bu felaketlerden sonra, İsrailoğulları Roma İmparatorluğu'nun dört bir yanına dağıldılar. Köle olarak pazarlarda satıldılar, en ağır işlerde çalıştırıldılar...ama yok olmadılar. İmparatorluk ikiye ayrıldı, Bizans uzun süreli iktidarı eline aldı, Yahudiler'in durumunda fazla bir değişiklik olmadı, hatta daha da bozuldu. Zira bağnaz Hıristiyanlar bunların Hıristiyan olması için bastırıyordu. Bizans geri çekildi çünki güneyde İslamiyet diye yeni bir din peyda olmuştu ve Müslümanların kurduğu devlet, tehlikeli bir şekilde büyüyor, Bizans'ın topraklarını teker teker düşürüyordu. Filistin bölgesinde kalmış olan az sayıdaki Yahudi topluluğu, İslamiyet'teki "zımmi" (ehl-i kitab vatandaş) statüsünden iyi yararlandı ve birazcık nefes alır oldu. Hatta öyle oldu ki, Haçlı Seferleri esansında, yerleştikleri bölgeleri Müslümanlarla yan yana savunur oldular. İlerleyen tarihlerde ve özellikle İslam kuvvetleri İspanya'ya yerleştikten sonra da Yahudiler'in durumu, çoğu sürgünde olmasına rağmen, iyiydi ve hem iktisadi hem de sosyal olarak varlıklarını muhafaza edebiliyorlardı (İslam Devleti gibi görünen bazı yamuk iktidarların yaptıklarını saymazsak tabi).

     Ortaçağ denilen karanlık ve her bakımdan belalı çağ (Hıristiyan topraklar için karanlıktır tabi ki) Avrupa topraklarındaki Yahudiler'e hiç hayır getirmedi, zulüm artarak devam etti. Kapkaranlık Avrupa, Yeni Çağ'a girmeye çalışırken, Hz. Yakub'un torunları da Leh topraklarında biraz huzur bulur gibi oldular. Osmanlı topraklarında ise hiçbir sıkıntı yoktu ve Yahudiler, "İttihat ve Terakki" denilen, Fransız mürebbiyelerle yetiştirilmiş, kibirli, atasını beğenmez tayfa ve bunların 19. yüzyılın başlarından itibaren önemli mevkiler ele geçirmeye başlayan öncüleri gelene kada rahat ve huzur içinde yaşadı.


     18. yüzyılın sonlarına doğru ve 19. yüzyılda Yahudiler, Avrupa'da toparlanmaya ve her tarafa dağılmaya çalıştı ve başardı. Haskala denilen "Yahudi aydınlanma hareketi" başladı. Neredeyse 2000 yıllık vatan ve toprak özlemi, Yahudi kanaat önderleri liderliğinde, Siyonizm denilen "Yahudilerin tekrar arz-ı mevud topraklarına yerleşmesi ve devletleşmesi" süreci devreye girdiğinde 19. yüzyıl bitmek üzere idi.

     Sosyo-ekonomik durumları iyileştikçe ve Avrupa'da ve okyanus ötesinde ipleri ellerine almaya başladıkça, "Levant" diye de bilinen Kenan illerinin Suriye, Lübnan ve Ürdün'ü de kapsayan o güzelim eski topraklarda, şöyle genişçe ve bağımsız bir milli devlet kurma isteği ve heyecanı arttı! Tamam, hayal güzel de, somuta nasıl dökülecek bu iş, bu hasreti dindirecek süreç nasıl devreye sokulacak, kim önderlik edecek bu sabırsız ve dağınık ve fakat ekserisi cebi şişmeye başlamış topluluğa?

Yedinci bölüm:


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 5



     Şimdi İsrailoğulları'nın başında Nun'un oğlu Hz. Yuşa var. Eriha, İlya ve Belka ve nihayet Kudüs...artık arz-ı mevud onun önderliğindeki Museviler'de. Sonra Hz. İlyas, Hz. Elyesa ve Hz. İşmoil İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderildi. Hz. İşmoil de Talut'u hükümdar yaptı. Talut (ya da Saul), Filistinliler ile harb ederken, namı almış yürümüş, pek cesur ve gözüpek savaşçı Calut (kesin bir yabancı filmde Goliath ismini duymuşsunuzdur), Musevi ordusunun karşısına dikildi. Böyle bir savaşçının karşısında yapılabilecek en mantıklı şey, erkeklik kitabının temel prensiplerinden birini yerine getirip kaçmaktır. Ama Talut'un ordusunda, hiç de harp meydanından kaçmaya gelmemiş, Calut'u devirmeye kararlı bir genç vardı. Bu genç, korkudan ödü kopmuş akraba ve tanıdıklarının şaşkın bakışları arasında sapanına bir taş koydu ve hiç yenilgi tatmamış Calut'u oracıkta öldürüverdi. Talut, bu genci birazcık kıskanmış olsa da onun ölümünden sonra İsrailoğulları'na hükümdar olmuştur. Biraz sonra Yahudiler'in altın ve yükseliş çağı başlayacak.

     Rivayet odur ki, Hz. Davud, milattan 1000 sene evvel tevellüd etti. Talut'un ölümünden sonra başa geçmiş ve hemen Kudüs'ü tekrar alıp, başkent yapmıştır. 40 yıl süren hükümdarlığı, her açıdan bir yükseliş, refah ve bolluk zamanıdır. Birçok fetihle beraber, topraklar iyice büyüdü. Kudüs'te büyük bir mabed inşaasına başladığı halde ömrü vefa etmedi ve yerine, bir savaşta ölmüş olan komutanı Urya'nın (Uria) dul hanımı Batşeba'dan (Bathsheba) doğan oğlu Süleyman geçti.

     Hz. Süleyman dönemi Yahudiler'in en parlak ve dolayısıyla şimdilerde dahi özlem ve iştiyak ile andıkları dönemidir. Tıpkı babası gibi 40 sene hükümdar olmuştur. Babasının inşaatına başladığı Beyt-i Mukaddes ya da Mescid-i Aksa'nın yapımını 7 senede bitirdi ve ortaya muhteşem bir mabed çıktı. O zaman bilinen dünyanın en görkemli şehri oluvermişti Kudüs. Hz. Süleyman, Tevrat, on emir ve diğer bazı kıymetli emanetleri bir sandığa (Mukaddes Sandık ya da Tabut-u Sekine) koyup, bu mabedin bir odasına koydurdu. Saba melikesi Belkıs'ı davet etti ve daha sonra onunla evlendi. Daha Talut zamanında neredeyse mağara evi gibi basit kulübelerde yaşayan millet, büyük ve ferah evlerle, ibadethanelerle ve daha birçok binalarla ilk defa tanıştı. Ticaret gelişti ve dolayısıyla zenginlik arttı. O diyarlar adalet gördü. Fakat, hani (teşbihte hata olmasın) "öküz öldü ortaklık bozuldu" derler ya, Hz. Süleyman vefat edince, bizim oniki kabile hemencecik birbirine düşüverdi!

     Dünyanın en mamur, en müreffeh, en medeni ülkesi 100 sene sürdü-sürmedi. Yahudiler ikiye ayrıldı; on kabile İsrail Devletini kurarken, kalan iki kabile (ki başlarında Hz. Süleyman'ın oğlu Rehoboam vardı) Yahuda devletinde karar kıldı. Yine eski azgın, bozuk hallerine döndüler. Asuriler ve Babilliler, bu ikiye ayrılmış, eski gücünü kaybetmiş, üstelik çok mal-mülk vaadeden toprakları yağma etti. Dünyanın en zalimlerinden ve kan dökücülerinden biri olan Buhtunnasar (ya da ecnebi haliyle Nebuchadnezzar) Kudüs'ü târ-u mâr etti. Yahudilerin ekseriyetini kılıçtan geçirdi, kalanları da Babil'e sürdü. Hakikisi 40 cüz (her cüzde 1000 sure ve her surede 1000 ayet olmak üzere) olan Tevrat bu karmaşada yok oldu ya da edildi. Bu hacimdeki bir kitabı ezbere bilecek fazla kimse de yoktu. Buhtunnasar, 70 bin Yahudi alimi ve İbranilere onlara peygamber olarak gönderilen Hz. Danyal'ı ve Hz. Üzeyr'i de ( ya da Azra) esir edince, geride kalanlar, akıllarında kaldığı kadar ile Tevrat parçalarını birleştirip şimdiki halini oluştururken, birçok asılsız ve uydurma haber de girdi, pek çok yeri unutuldu ve halilye bu Tevrat ilahi bir kitap olma vasfını kaybetti.

Ağlama Duvarı (altta) ve Kubbet-üs Sahra (üstte)
     Daha sonraları Asurileri yenen Şireveyh (veya Keyhüsrev) komutasındaki İranlılar, Yahudiler'in Kudüs'e tekrar geri dönmelerine izin verdi. Onlar da hemen tahrip edilmiş Beyt-i Makdis'i tamir etmeye çalıştı. İranlılar'dan sonra Makedonlar geldi ve Hz. İsa'nın doğumuna yakın Roma İmparatorluğu, birçok yerde olduğu gibi burayı da domine etti uzun yıllar sürecek esaret yılları, yeni bir acıklı aşama ile devam etti. Romalılar, daha kendine gelememiş Kudüs'ü tekrar yıktı ve Mescid-i Aksa tekrar yerle bir oldu. Ayakta sadece "Ağlama Duvarı" olarak bilinen kısmı kalmıştı. Bu karışıklık ve kaos ortamında Hz. İsa, bozulmuş olan Yahudileri ve kitaplarını düzeltmek için peygamber olarak gönderildi.


Altıncı bölüm:






5 Ağustos 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 4



     Sihirbaz - Hz. Musa meydan muharebesinden her iki taraf da galip çıkınca, muharebeyi başlatan Firavun için artık hiç huzur kalmadı, sanki herkes birleşmiş kendisine komplo kuruyordu. Zulmünü iyice artırdı, işkenceler, öldürülmeler vakay-ı âdiyeden olmaya başladı. Hatta bu felakette, hayırlı kadın Asiye de nasibini aldı ve şehid oldu. Fakat zulüm küfür gibi değildir ki, zulüm başladı mı "payidar olmak" sıfatı hızla azalmaya ve yok olmaya yol tutar. Nitekim öyle de oldu; Firavun azdıkça umumi belalar yağmaya başladı...mecaz değil haa, gerçek manada! Önce çok fena bir kıtlık oldu, sonra sonu gelmez su baskınları, ardından çeşitli haşeratlar ortalığı istila etti, sular kan oldu, gökten kurbağa yağdı, çeşitli cilt hastalıkları yayıldı, üç gün süreyle ortalık kapkaranlık oldu...Firavun'un gözü korktu, "tamam" dedi, "al milletini de git". Hz. Musa bir vakit tayin edip, o vakitte İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarmak üzere yola koyuldu. Gelgelelim Firavun azıcık ferahlık gördü ya, hemen azıtmaya başladı, orduyu derhal toplayıp Hz. Musa ve milletinin peşine düştü. Bu ucuz işgücünün "işgöçüne" dönüşmesini hala sindirememişti. En nihayet, Kızıldeniz kıyısında takip ettiklerini kıstırmayı başardı, "bu iş tamam artık, denizi yarıp gidecek halleri yok ya canım"! Hala bu kırk yaşına kadar yanında büyümüş insanı tanımak istemiyordu. Bir peygamber, gelen vahiy üzerine, o son çareyi gerçekleştirdi; asasını Kızıldeniz'e vurdu. Firavun ve askerleri gördüklerine inanamıyordu; deniz ikiye ayrılmış, denizin dibinde kupkuru oniki tane, bildiğin yol açılmıştı! Fakat Firavun, öyle hemen şaşakalıp davasından dönecek adam değildir, "deniz mi yarıldı, tamam, biz de devam ederiz o zaman"! Ama durum hiç de oyle değil, yarılan denizin tekrar eski haline dönmesi uzun sürmedi. Boğulacağını ve tanrılığının beş para etmediğini anlayan Firavun, son anda "inandım" dedi ise de, "can" korkusu ile söylenen bu "ne olur ne olmaz" inanışı kabul görmedi tabi ki.

     Hz. Musa ve oniki kabile Kenan'a doğru yola devam etti. Tih Çöl'üne vardıklarında yolları şaşırdılar, aç ve susuz halde iken, gökten "men" ve "selva" denilen yiyecekler inmeye başladı. Denizi ikiye ayıran asa, yere vurunca, yerden tertemiz su fışkırdı. "Ekmek elden, su gölden" tarzı yaşam, tabi ki, Hz. Yusuf'u hiç acımadan öldürebilecek kardeşlerin torunlarına sıkıcı gelmeye başladı; öyle ya, "her zaman et ve helva mı yenirmiş, şöyle biraz baklagiller, sarımsak, mercimek, soğan falan olsa"! Hz. Musa'nın çok canı sıkıldı, bunun cezası olarak kırk sene çöllerde perşan oldular. Tur Dağı yakınlarında Hz. Musa, ağabeyi Hz. Harun'u kavmin başına vekil bırakarak ikinci kez dağa çıktı. Kırk gün kaldı ve Allah'ın kelamını bilâvasıta işitti, Tevrat nazil oldu. Vahdetin yeşerdiği o kutlu dağın eteklerinde ise tam tersi bir manzara vardı. Samiri adındaki bir uyanık üçkağıtçı, "nasıl olsa her taraf pagan kaynıyor, biz de bu durumdan istifade edip yolumuzu bulsak fena mı olur?" parolasıyla İsrailoğulları'na altından bir buzağı yaparak, "alın size pırıl pırıl tanrı, daha ne istiyorsunuz" diye ortaya çıktı. Hz. Harun'un nasihatlerini dinlemeyenler bu buzağıya tapmaya başladı. Hz. Musa, ilk semavi dinin kitabı ile birlikte Tur Dağı'ndan indi ve kırk günde kıbleyi tamamen şaşırmış akrabalarını görünce inanılmaz hiddetlendi. Neyse ki pişman oldular ve Tevrat'a uyacaklarına söz verdiler de çölden kurtuldular, Lut gölünün güneyine kadar geldiler. Hz. Harun'un vefatından üç sene sonra Hz. Musa, artık Musevi dininin mensubu olan kavmini Kenan illerine çok yaklaşmışken (Eriha şehri önlerinde), yerine kız kardeşinin oğlu olan Hz. Yuşa'yı bırakarak, 120 yaşında olduğu halde bu fani dünyaya veda etti.

Beşinci bölüm:

29 Temmuz 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 3



     O kahraman, bir rivayete göre miladdan 1705 sene önce, öldürülme korkusu ile doğan bütün erkek çocukları öldürten bir Firavun zamanında, Mısır'ın Memphis şehrinde tevellüd eder. Hz. Musa, Hz. Yakub'un soyundan olan Imran adındaki bir kişinin oğludur. Musa, "sudan kurtarılmış" manasına gelir. Annesi, erkek çocuğunun öldürülme ihtimaline karşın onu bir beşiğe koyup Nil nehrine bıraktı. Nil, hakiki bir hayat kaynağı olduğunu ispat edercesine küçücük bebeğe sahip çıktı. Firavun'un hanımı Asiye (ki hadislerle medhedilmiş, hayırlı bir kadındır) bunu nehirden alıp taa kırk yaşına kadar büyütür (tabi ki süt anne olarak kendini saraya aldıran Hz. Musa'nın öz annesiyle beraber). Bu yaşından sonra akrabalarının ve kendisi gibi bir peygamber olan ve kendinden üç yaş büyük olan ağabeyi Hz. Harun'un yanına döner.

     Hz. Musa bir tartışma esnasında yanlışlıkla bir kıptiyi öldürünce Medyen şehri tarafına gitti ve orada bir peygamber olan Hz. Şuayib'in kızı Safura (ya da Zipporah veya Tzipora) ile evlendi. On sene oralarda kaldıktan sonra Mısır'a dönmek üzere yola koyuldu ve meşhur Tur Dağı'na ilk çıkışında Kur'an-ı Kerimde de ayrıntılı yazdığı üzere Allah ile konuştu ve Firavun'u hak dine davet etmek vazifesi ve iki büyük mucize ile yoluna devam etti. Daha önceleri, konuşmasında (küçük iken dilinin ucu yandığı için) sıkıntı yaşarken, peygamber olduktan sonra bu kusuru tamamen ortadan kalkmıştır.

     Kendini yarı tanrı olarak gören Firavun, "vahdet", peygamberlik" gibi sözleri duyunca kızarmış kulaklarından duman çıkardı tabi! Kendi sarayında büyümüş olan bu kişi, şimdi kalkmış sahibinin dinini beğenmiyor, onu tek bir ilaha davet ediyordu. Üstelik bununla da kalmıyor, ağır işlerde çalıştırdığı köleleri de Mısır'dan çıkarmak istiyor...olacak şey değil! Peygamberlere karşı başlatılan bilindik kampanyalardan birini devreye sokma kararı aldı; "bu peygamber olduğunu iddia eden adam sihirbazdır"! Firavun en klas sihirbazlarını topladı ve Hz. Musa'yı mağlup etmelerini istedi. Olayın vehametini farkeden sihirbazlar hemen fiyat yükseltip, (bize ikram, kayırma olacak değil mi) türünden nazlanmalarla, onlara mecbur olan Firavun'u ayartmaya çalıştılar. Firavun da "tamam tamam siz şu işi halledin ondan sonra size iyi bir kıyak çekerim" türü sözlerle sihirbazlara gazı verdi.

     Büyük gün geldi çattı; bir tarafta Firavun'un itibarı yerinde kelli felli sihirbazları, bir tarafta da Firavun'un sarayında büyümüş yetişmiş Hz. Musa. Kendilerinden emin sihirbazlar, Hz. Musa'nın (hadi siz başlayın) müsaadesinden sonra atışma başlar. Sihirbazlarının yere attıkları her bir ip büyük bir sihir ve göz boyama sonucu orada toplanmış olan halkın gözüne yılanlar şeklinde göründü ve hatta bu yılanlar Hz. Musa'nın tarafına doğru ilerlemeye başladı. Fakat Hz. Musa elindeki asayı yere bırakınca asa, kocaman bir yılana dönüştü ve onlara doğru yaklaşan bütün yılan görünümlü ipleri teker teker yuttu. Anlı şanlı sihirbazlar bir an için donakaldı! "Bu olan biten sihir olamaz, böyle olağanüstü bir şeyi yapsa yapsa bir peygamber yapar...evet evet bu tam bir mucize" diye düşündüler ve çok az bir süre devam eden iç hesaplaşmadan sonra, bu peygambere teslim oldular. Firavun tek kelimeyle çılgına döndü; (anlaşıldı, demek Musa sizin ustanızmış ha, muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim!) gibi tehditler duyuldu biraz önce yılanlı manzaraya tanık olan meydanda. Fakat sihirbazlar ne dese beğenirsiniz: (Biz Musa'ya ve Rabbi'ne iman ettik, öldürsen de bu yoldan dönmeyiz)! Şunların yaptığına bir bakar mısınız! Daha birkaç dakika evveline kadar, kendinden emin ve Firavun'un yanında keyfi tıkır olan sihirbazlar, Firavun'un işkence ve ölüm tehditlerine (ki bu tehditleri yerine getirmekte hiç tereddüt etmeyeceğini de çok iyi bilirler) karşı (hayır, bizim yolumuz bu artık, dönmeyiz bu yoldan) cevabını veriyor. Bu nasıl bir teslim omaktır ki, şan söhret ve itibar, dertsiz tasasız hayat şöyle elin tersiyle itilip, itibarsızlık, işkence ve hatta acı bir ölüm göze alınıyor? Böyle bir teslimiyeti bu zaman insanının anlaması çook ama çook zor!

Dördüncü bölüm:

22 Temmuz 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 2


 
     Zayıf inekler semiz olanları yiye dursun, kıtlık Hz. Yusuf'un doğduğu Kenan İllerine (şu anda Filistin ve İsrail'in olduğu bölgeler) de ulaşır. Mısır'ın en itibarlı zâtı, Şam tarafından zahire almaya gelen grubu hemen tanır. "Gün olur devran döner" derler ya, kıskançlık yüzünden kendisini öldürmeye teşebbüs eden kardeşleri şimdi onun huzurundadır. Hz. Yusuf onları çok iyi ağırlar, ziyafet verir. Bir dahaki gelişlerinde en küçük kardeşlerini de getirmelereni, aksi halde onlara zahire vermeyeceğini söyler. Kardeşler eve gelince Hz. Yakub'a, Aziz'in mutlaka Bünyamin'i de görmek istediğini, aksi halde tahıl vermeyeceğini söyler. Hz. Yakub buna şiddetle karşı çıksa da, artan kıtlık başka çare bırakmadı ve "çâr-nâçâr" Bünyamin'i, seneler önce kanlı gömlek ve kötü haberle gelen çocuklarına teslim etti. Mısır'da yine çok ikram gördüler, heybeleri tahılla doldu. Hz. Yusuf gizlice aynı anneden olma ve çok sevdiği kardeşi Bünyamin'e kendini tanıttı. Kenanlılara bir oyun oynayıp, kardeşini yanında bıraktırdı.

     Ah Yakub! Önce ciğerparen Yusuf, şimdi de Bünyamin...bir babanın kalbi buna nasıl dayansın? Hz. Yakub'un gözleri ağlamaktan görmez oldu. Yusuf'u kaybedeli yirmibir sene olmuştu fakat yine de Allah'tan ümidini kesmedi.
   
     Hz. Yusuf'un kardeşleri şimdi bir kez daha Mısır yolunda, pişmanlık ve üzüntü içinde. "Ey aziz, bize acı, kardeşimizi bizimle beraber bırak, babamız çok ihtiyardır ve üzüntü içindedir" diye yalvardılar. Hz. Yusuf, "Yusuf'a yaptıklarınızı unuttunuz mu" diye sorar. Kardeşler her şeyi öğrenir. Hz. Yusuf, gömleğini kardeşlerine vererek onları tekrar babalarının yanına gönderir. Yusuf'un kokusu geliyor şimdi, taa Mısır'dan! Yakuboğulları veya daha bilindik ismi ile İsrailoğulları Mısır'a yerleşti. Mısır'a geleli onyedi sene olmuştu ki Hz. Yakub vefat etti, arkasında kendi gibi bir peygamber olan oğlunu bırakarak. Hz. Yusuf o sıralarda ellialtı yaşındaydı ve vefatına kadar neredeyse altmış sene İsrailoğulları, uzuun seneler göremeyecekleri kadar rahat ve huzurlu bir dönem geçirdiler...hem de öldürmek için can attıkları kardeşleri sayesinde!

     Gel zaman git zaman rüzgar terse döner, Mısır artık o eski rahat ve huzurlu Mısır değildir ve Hz. Yakub'un çocukları ve torunları Mısır'da zorlanmaya başlar. Kıptiler acımadan onları en aşağı işlerde köle olarak kullanırlar, eski itibarlarından eser yoktur. Bir kahraman lazımdır ki, Hz. Yakub'un soyundan gelen oniki kabileyi esaretten kurtarsın, gerekirse de bu bela topraklardan çıkarsın ve hatta, niye olmasın, "arz-ı mev'ud"a götürsün!

Üçüncü bölüm:

15 Temmuz 2012 Pazar

Öz Kardeşlerini Öldürebilecek Kapasitedeki İnsanların Dünü ve Bugünü - 1



     Yeryüzünün belki de en köklü ve tarihini bilen, tarihi de çok iyi bilinen kavimlerinden biri olan ve yine dünyanın başka kavimlerle en az karışmış olanı olan Yahudiler'in, yukarıdaki "unique" sıfatlarının yanında, günümüz dünyasını en çok etkileyen bir sıfatları daha vardır ki, o da "dünyanın başına bela" olmalarıdır. Bu "dünyanın başına bela" olan İsrailoğulları'nın kendi tarihlerinin taa en başındaki kıskançlık ve hırstan günümüze kadar uzanan hikayesine bir göz atalım:

     İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den sonra, Hz. Şis (veya Şit), Hz. İdris ve Hz. Nuh peygamber olarak vazifelendirildi. Hz. Nuh'un dört oğlundan üçü, Ham, Sam ve Yafes, hanımları ve Hz. Nuh'a az sayıda inanlarla ve her hayvandan da birer çift ile beraber, gelecek olan beladan kurtulmak için Hz. Nuh'un gemisine bindiler. İnanmayan oğlu Kenan ya da Yam ve diğer inanmayanlar tufanda öldü. Bütün insanlık yeniden bu üç evlattan çoğaldı. Asya halkları, Türkler, Slavlar ve Rumlar Yafes'in soyundan, Afrika'nın çoğu, Zenciler, Habeşler, Asuriler Ham'ın soyundan, Arap ve İbraniler de Sam'ın soyundan meydana gelmiş ve çoğalmıştır.

     Sam'ın torunlarından olan ve Semavi Dinlerin atası olarak kabul edilen Hz. İbrahim'in (ki babası putperest olan "Azer" değil, inançlı biri olan "Taruh"tur ama buna başka bir konuda değiniriz) iki eşi vardı. İlk eşi olan Sara'nın (ya da ecnebilerin deyimiyle Sarah) yaşı ilerlemişti ve kısır olduğu için hiç çocuğu olmamıştı. Hanımının da izniyle Hz. İbrahim, Firavun'un hediyesi olan cariye Hacer'i (ya da Hagar) aldı ve ondan Hz. İsmail tevellüd etti. Sara da bunun üzerine gayrete gelince dua etti ve kendisine de bir oğul vermesi için Allah'a yalvardı. Ne hayırlı bir kadınmış ki Allah onun duasını kabul etti ve bu ileri yaşına rağmen ona sadece sıradan bir oğlan çocuğu değil, aynı zamanda peygamber olacak bir evlat (Hz. İshak) nasip etti. Yani Araplar'ın atası Hz. İsmail iken, Yahudilerin atası Hz. İshak'tır ve dolayısıyla Araplar ve Yahudiler (İbraniler) amca çocuklarıdır.
   
     Hz. İshak'ın da, yine kendi gibi peygamber olan oğlu Hz. Yakub (bir diğer bilindik ismi İsrail'dir) çocukları içinde en çok Yusuf'u severdi. Diğer kardeşler bu sevgiyi çok fazla kıskanmış olacak ki, kardeşlerinden kurtulma fikri, Yusuf'u öldürebilme hırsına kadar vardı. Konuyu müzakere edip, en sonunda Yusuf'tan kesin olarak kurtulma kararı verip, yöntemini belirlemeye toplandılar. En az baş ağırtacak yöntem olarak, doğrudan öldürmek yerine, vicdan azabını da hafiflecetek bir "kuyuya atma" fikrini benimsediler.

     Büyük başın büyük derdi olur derler, güzeller güzeli Yusuf, onsekiz yaşında kör bir kuyunun dibini boyladı, ciğerparesini kaybeden Hz. Yakub elinde kanlı bir gömlekle kalakaldı. Fakat sıkıntılar daha yeni başlıyor baba oğul için ve tıpkı büyük sıkıntılar arasındaki kısmi ferahlıklar gibi; bir kervan gelir ve Yusuf'u kuyudan çıkarır. "Bu bizim kölemizdi, kaçtı, bunu size satalım" der kardeşlerden biri. "İyi ki öldürmemişiz, hem uzak bir memlekete gider ondan külliyen kurtuluruz hem de iyi bir kâr elde ederiz...güzel bir iş oldu doğrusu"! Yusuf, en yüksek makamlara çıkacağı, Firavunların egemen olduğu Mısır'a köle olarak girer, köle pazarında satılır, yine birilerine kârlar kazandırır. Maliye Bakanın hanesinde şimdi ama imtihan giderek artıyor, çünki bu delikanlı gittikçe güzelleşiyor. Böyle bir delikanlı evde ve evin hanımı hiç rahat değil (olması da beklenemez zaten)! "Şeytan insanın damarlarında dolaşır" ve eskilerin "nefsinden murad almak" diye çok güzel bir tabiri vardır. Züleyha daha fazla dayanamaz ve Yusuf, Maliye Nazırının evinden şimdi de hapis yolundadır. Yapacak bir şey yok..."hapis daha hayırlı"! Yusuf hapiste olgunlaşacak, rüya tabirinde otorite olacak, hapiste medrese kurulacak, tevhid hapistekilere anlatılacak, kuşlar birilerinin başından yiyecek, şerbetçi kurtulacak, ekmekçi asılacak...

     Bu arada Firavun, çok tuhaf bir rüyada, yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördü ve etrafındakilerden tabirini istedi ancak etraftaki kelli-felli tayfadan hiç kimse böyle bir rüyayı çözmeye kâdir olamadı. Yedi sene önce hapisten çıkan şerbetçi "bi saniye yav, hapiste Yusuf diye inanılmaz biri vardı, rüya yorumunda da çok iyidir" diye aklına gelir (yedi sene oldu be kardeşim şimdi mi aklın başına geldi). Yusuf için hapishaneden kurtulma zamanı buymuş demek ki. "Yedi sene bolluk olacak, ondan sonra da yine yedi sene kıtlık olacak, eğer bollukta topladıklarınızı idareli kullanırsanız, kıtlık yıllarının üstesinden gelirsiniz" der ve iyi bir idare ile bu sıkıntıların giderilebileceğini anlatır Yusuf. Firavun bu gencin bilgisi ve ağırbaşlılığına hayran olur ve onu hem ölen maliye vekilinin yerine geçirir hem de kendi yardımcılığına getirir. Eşi ölen Züleyha'yı (ya da Zeliha) Hz. Yusuf'a verir ve dillere destan olan bu aşkın iki erkek bir kız evlatları olur. Bu yükselişten sonra düşüş yoktur artık!

devamı