Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Tedbirli Müslüman ile Tedbirsiz Olanı Arasındaki Uçurumlar - 4


     Birinci, ikinci ve üçüncü yazıdan sonrası.

       Tedbirli Müslüman, Hz. İsa'nın Eflatun denillen felsefeci ile çağdaş olduğunu bilir. İşte bu çok garip değil mi? Tarihler, ansiklopediler, Googlelar, Hz. İsa ile Eflatun (Platon veya Plato) arasında en azından 350 sene olduğunu iddia etse de, durum hiç öyle değildir.

Eflatun diye pazarlanan heykel
     Platon, yaptığı mücahede ve riyazetler neticesinde, kendinde hasıl olan hali görünce, peygamberlere uymak lazım olmadığını sandı. hatta dedi ki; "biz temizlenmiş, olgun insanlarız. temizleyicilere, bize doğru yolu gösterecek kimselere ihtiyacımız yok". Oysa reddettiği kişi, ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açıyor, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyordu. Yani kendi bilgi ve tecrübesinin ötesinde, hatta normal bir insanın yapması imkansız olan şeyleri yapıyor diye işittiği bir kimseyi, gidip görmesi, halini incelemesi gerekirken, görmeden, anlamadan böyle cevab verdi ve o peygambere inanmadı. Peki hangi peygambere diyor bunu? Çağdaşı olduğu hz. İsa'ya.

     Tabi olarak şu soru akla gelir hemen herkeste: "Hz. İsa ile Eflatun arasında neredeyse 400 sene var" Evet avrupalılar öyle diyor ama dümeni, takvimi bozuk Avrupalılar öyle dedi diye, buna olduğu gibi inanacak halimiz yok. İslam alimlerinin kitaplarında, mesela meşhur "Burhan-ı Kâtı" lügat kitabında, ismi zikredilen şahısların aynı zaman diliminde yaşadıkları belirtilir. Ancak ondan çok daha önemlisi, İslam Dininin en büyük alimlerinden birisi olan İmam-ı Rabbani, çeşitli zatlara gönderdiği mektupların derlemesinden oluşan Mektubat kitabında, bunu açıkca ve birkaç kere zikreder. Orada kısaca şöyle denilmektedir:

     Bu yunan felsefecinin hayatı ve dersleri meşhur olduğundan, ölüm zamanına inanılır, bunda bir sıkıntı yok. Esas sıkıntı bundan sonrasında. Zira hz. İsa, dünyaya gizli geldiği ve dünyada az kaldığı ve kendisini ancak çok az kişi bildiği, İsevi olanlar az ve asrlarca gizli yaşadığından, milat yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Haliyle Miladi takvim, günleri ve daha da önemlisi seneleri ile şüpheli ve yanlıştır.

     İkinci olarak da şunu söylemek lazım ki; hz. Adem'den bu yana, her bin senede bir, resul denilen ve yeni din getiren peygamberler gönderilmiştir. hz. İsa ile hz. Muhammed sadece resul değil, aynı zamanda ulü'l-azm peygamber idiler. dolayısıyla, aralarında bin seneden az bir müddet olması mümkün değil. Zaten bazı dini kitaplarda, aralarında 963 sene olduğu bilgisi verilmektedir.


      Tedbirli Müslüman nafile olan umreye gitmez: Bilindiği üzere, İngilizlerin Ortadoğu ve Arabistan'a oralarda bulunan maşaları vasıtasıyla çöreklenmesi neticesinde, Arabistan yarımadasında, Sünni ve Şii Müslümanlara "kafir" diyecek kadar alçalan Vehhabi zihniyette bir devlet kuruldu ve Haremeyn-i Şerifeyn maalesef bunların kontrolü altına girdi. Dolayısıyla İslam'ın farzlarından birisi olan Hac ibadetini ve nafile bir ibadet olan Umre ve farz olan Hac dışındaki nafile hac yapmak için, Müslümanların bu devlete bir takım ücretler ödemesi gerekiyor. Bu ücretler de çoğu zaman fahiş ve bir kısmı da düpedüz rüşvet ve ayakbastı kıvamında.

     Hali vakti yerinde olan Müslümana, ömründe bir kere Hac yapmak farz olduğu için, tüm bu ücret ve haraçları ödemekte sıkıntı yok ancak işin diğer kısmında büyük bir cahillik ve israf söz konusu. Nafile olan, yani hesabı neredeyse hiç sorulmayacak bir ibadeti yerine getirmek için, her sene inanılmaz boyutlarda paralar, Suudi eşkıyalarının eline geçiyor. Bunun yanında da, yolculuk ve ikamet esnasında, vakit namazı gibi farzlar geciktiriliyor hatta bazen kazaya kalıyor. Şimdi, aklı başında olan bir müminin, şöyle düşünmesi lazım gelmez mi? "Yahu ben kendi helal paramı, bu haydutlara veriyorum. Bunlarda o paralarla, ellerinin uzanabildiği her yeri ifsad ediyor. Bunun üstüne de, farz olan ibadetlerim gecikiyor veya kazaya kalıyor. Filhakika böyle bir işe kalkışmak, neresinden bakarsan bak tam bir basiretsizlik ve cahillik." Yukarıda ismini zikrettiğimiz büyük alim İmam-ı Rabbani de, nafile hac ve umreye gidilmesinin doğru olmadığını bildirmiştir.
    
     Tedbirli Müslüman, avret mahalline ve avret mahallini kapatmaya çok özen gösterir: Maalesef günümüzde, kendisini"dindar" olarak tanımlayan insanların bile avret mahalli kavramı çok zayıfladı. Nedir peki avret mahalli? Bir Müslümanın, başkalarına göstermesi gunah olan vücut kısımları. İslamiyet'te insanların birbirine görünmesi ve bakması dört türlüdür: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadını erkeğe görünmesi. Bu dört halden ortaya çıkan durumlar, en basit haliyle şöyledir: Erkeklerin (ülkenin çoğunluğunun Hanefi olduğu düşünüldüğünde) her halükarda,  başklarının yanında göbek ile diz aralarını örtmesi vaciptir, bu kısımların açık olarak görünmesi haramdır. Oysa bilhassa yazın da dikkatimizi çektiği gibi, giderek artan sayıda genç, insan içine dizleri açık bir halde çıkıyor.

     Kadınlardaki durum ise çok daha vahim tabiyatıyla. Kadınların dışarı çıkarken örtmesi gereken yerleri, el ve yüzleri hariç tüm vücutları iken, mütedeyyin diye geçinen kadınlar bile buna tam manasıyla riayet etmez. Yarım yamalak örtünenler ise, avret mahalli konusunda harama girmeleri bir yana, tesettürü eksik ve yanlış olarak temsil ettikleri için, kötü çığır açmakta ve dine çok büyük zararlar vermektedir.

     Tedbirli Müslüman bir kadın yabancı erkeklerin olduğu yerlere gitmez: Hemen yukarıdaki konu ile doğrudan alakalı başka bir durum. Bilinçli ve bilgili bir hanım, örtünmenin sadece "örtünmek" olmadığını, bunun yanında, kendisine yakın akraba olmayan erkerlerin yanına zaruret olmadıkça gitmesinin ve onlarla konuşmasının da tesettür kapsamında olduğunu bilir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, AK Parti iktidarı bu konuda sınıfta kaldı. Sadece başlarının üstünde birazcık kumaş parçası olan kızlar-kadınlar, yabancı erkeklerin arasında artık pervasızca, hiçbir haram çekincesi olmadan yaşıyor. İslam Dininde kadınlara, babaları, eşleri veya en yakın akrabaları bakmak zorunda olmasına rağmen, hiç ihtiyaçları olmadığı halde (pek azı müstesna), işyerleri kadınlarla dolup taşıyor, toplum hızla ahlaki bir çöküşe do[ru gidiyor. 

     Tedbirli Müslüman dini konularla dalga geçmez ve dini terimleri alaya almaz: Osmanlı'nın son zamanlarında ve sonrasında artarak yaşanan bir durum. Dini bilgilere vukufiyetin hızla azalmasıyla, dinin mukaddes saydığı terimlerle alay edilir oldu. Tazim edilmesi gerekenler tahkir, tahkir edilmesi gerekenler tazim ediliyor. Bu sözler arasında, imanı tehlikeye sokacak olan kelime ve ifadelerin çokluğu dikkate alındığında, bu tür sözlerden kaçınmak ve kullanmamak akl-ı selim icabıdır
çocuğu adeta "yutan" alet,
televizyon

     Tedbirli Müslüman bir aile yozlaştırıcısı ve vakit öldürücüsü olan televizyonu evine sokmaz: Modern ailenin olmazsa olmazlarından gözüyle bakılan ve en süslü odaların en mutena köşesinde kendine mutlaka yer bulan aletin adı televizyon. Bu öyle bir şey ki, kumandasını elinize aldınız mı, saatlerce karşısında oturur, vaktinizi ekran karşısında heba edersiniz. Neden "heba" dedik, çünki televizyon, genel olarak bir eğlence vasıtasıdır. Buradan öğrenilecek şeyler çok kısıtlıdır ve genel manada, kıymetli olan vakti "öldürmek" için tasarlanmıştır.

     Bu kadar ile sınırlı olsa, yine o kadar kötü diyemezsiniz belki ancak televizyonların büyük kısmının İslam düşmanlarının ellerinde olduğunu ve ekranı istedikleri gibi manipüle edebildikleri gerçeğini kabul ettiğinizde, zararın sadece vakti öldürmekle kalmadığı, çok daha kapsamlı, uzun vadeli bir erozyona neden olduğu hemen anlaşılır.

     Tedbirli Müslüman, çocuklarının dini ve ahlaki terbiyesi için son derece gayret gösterir: Zamanlar, devirler neden yozlaşır, neden bir sonraki nesil bir önekini mumla aratır? Cevabı çok basit aslında: eski nesiller, yenilere dini ve ahlaki konuları doğru dürüst aktarmadığı, onların dini eğitimleri ile ilgilenmesi gerektiği gibi ilgilenmediği için. Bu tip insanları her yerde görüyoruz. Peki ne görüyoruz tam olarak? Bariz bir misal olması açısından; başı örtülü bir anneler ve yanında, baliğ olalı seneler olmuş açık saçık bir genç kızlar, Namaz kılan ailesine inat, alnı secdeye gitmeyen evlalar, Dedesi müftü, allame olduğu halde, iman ve İslam'ın şartlarından bihaber torunlar... Bu ve buna benzer numunelerin hepsi, bir sonraki nesilleri zehirlemektir. Ama sayılanlardan çok daha zehirli olanı, çocuklarının bu halini görüp, "aman canım, ne olacakmış, gençliğini yaşasın biraz, büyüyünce kendisi öğrenir, yapar zaten" gibi, aklı başında hiçbir Müslümanın sarf edemeyeceği sözlerle ve bahanelerle, gençliğin kötü gidişatına ses çıkarmak şöyle dursun, adeta saha açmaktır.

     Oysa çocuk eğitiminde son derece hassas olup, iyi yetişmeleri için azami gayret sarf etmek gerekir. Vicadanı biraz rahatlatmak için, yazın birkaç kere Kur'an-ı Kerim kursuna gönderip, sonrasında hiçbir talime tabi tutmak, "bu çocuk niye böyle oldu" pişmanlığından öteye bir şey vermeyecektir.

 

18 Mayıs 2019 Cumartesi

Kraliçe Victoria'nın Avrupa'yı Yöneten Torunları ve Avrupa'da Akraba Krallar Dönemi


     Kraliçe Victoria, 63 sene sürdüğü hükümranlık ile, en uzun süre tahtta kalan monarklardan birisi. İngiliz İmparatorluğu, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" vasfıyla 20. yüzyıla girerken, başında bu kraliçe vardı. Amcası 4. William'ın ölümü nedeniyle, daha 18 yaşında tahta oturdu. Çok geçmeden kuzeni Prens Albert ile evlenip, hemen çoluk çocuğa karışıp, neredeyse bir futbol takımı sayısınca evlat doğurdu. Esas mesele de bundan sonra başlıyor zaten. Genç Kraliçe, uzun ve yıpratıcı savaşların ardından, yeniden şekillenmekte olan Avrupa'da söz sahibi olmayı düşünüyordu. Eşinin kanaati de aynı yöndeydi ve hanedanlar arasındaki evliliklerin Avrupa'ya istikrar, güven ve barış getireceği öngörüsü, çocuklarının 1840'lı yıllarda ard arda doğmaya başlaması ile birlikte, sahaya inmek için gün saymaya başladı. Bu adımlar, "Avrupa'da Akraba Krallar" dönemine zemin hazırlayacaktı.
Kraliçe Victoria çok sevdiği eşi 
Albert Saxe-Coburg-Gotha ile

     İlk adım 1851 yılında geldi. Victoria-Albert çiftinin ziyaretine, Prusya Prensi William ve eşi gelir. Tahtını varislerinden Prens Frederick de vardır kafilede. Kraliçe bu ziyaretten çok etkilenir, zira çiftin gözünde Prusya, tüm Almanya'yı yönetebilecek lokomotifti. Bu ziyaret esnasında, pek bir hoşlandıkları ve geleceğin kralı gözüyle baktıkları "Fritz" ile (Prens Frederick yani), daha henüz 11 yaşındaki en büyük kızları Victoria'nın (Vicky) arasını yapmaya koyulurlar. Frederick'in 1855 yılındaki ziyareti ise, artık işi resmiyete bindirmek adınaydı. Prus idaresinde bu ilişki pek olumlu karşılanmasa da, Victoria-Albert çiftinin büyük memnuniyetiyle, sonradan Birleşik Almanya İmparatoru olacak olan Frederick ve Victoria, 1858'de dünya evine girer. Bu birliktelikten 8 çocuk tevellüt etti. Kraliçe Victoria'nın ilk torunu dünyaya gelmiş oldu böylece: Sonradan Alman İmparatoru vasfıyla 1. Dünya Savaşının önemli figürlerinden birisi olacak olan, 2. Wilhelm.

     Gelelim İngiliz tahtının varisi olacak olan, Victoria'nın ilk oğlu Albert Edward'ın durumuna (ya da kral adıyla 7. Edward): Kendisine, Danimarka Kralı 9. Christian'ın kızı Prenses Alexandra layık görüldü ve çift, 1863'te evlendi. Diğer taraftan ise Alexandra'nın kardeşi, Yunan Kralı 1. George idi.

     Erkek evlatlardan Alfred var bir de tabi. Yine hanedanlar arası evlilik yapıldı ancak İngilizler buna çok soğuk bakıyordu çünki Alfred, Rus Çarı 2. Aleksander'ın kızı Düşes Maria Alexandrovna ile evleniyordu. Tevellüt eden kızlardan Düşes Victoria Feodorovna, Çar 2. Aleksander'ın torunu Dük Kiril Vladimiroviç ile evlendi. Alfred-Maria evliliği iyi gitmedi ve Alfred, annesinin ölümünden 1 sene evvel öldü.

     Alice, Hessen Dükü 4. Louis ile evlendi. Doğan çocuklardan, Düşes Elizabeth Feodorovna, Rus Çarı 2. Aleksander'ın oğlu Dük Sergey Aleksandroviç ile evlendi.

     Victoria-Albert çiftinin en küçük çocuğu Beatrice, Battenberg Prensi Henry'nin zevcesi oldu.

 
bir imparator, bir kral ve tam
 dört tane kraliçe var şu tabloda

     Victoria'nın diğer çocukları; Leopold, Alice, Beatrice, Helena veArthur da, Alman Kraliyet ailesi mensupları ile izdivaca soyundu.

     Kraliçe Victoria'nın bu yukarıda sayılan evlatlarından, 42 torunu vardı ve bunlardan yedisi çeşitli hanedanların tepesinde yer aldı. Şimdi böyle bir tabloya bir de torunları eklediğinizde, acayip bir manzara ortaya çıkıyor:

* Victoria'nın en büyük oğlu 2. Wilhelm, Alman İmparatoru oldu.

* Victoria'nın kızı Sophia, Yunan Kralı 1. Konstantin'in eşi oldu.


* Albert Edward'ın oğlu 5. George, Birleşik Krallık Kralı olurken, kızı Maud, Norveç Kralı 7. Haakon'un eşi idi.


* Alice'in kızı Aleksandra Feodorovna (Alix), son Rus Çarı (imparatoru), Romanov Hanedanından  2. Nikolay'ın eşiydi. 2. Nikolay'ın annesi ise, Albert Edward'ın eşi Prenses Alexandra'nın kız kardeşi Maria Feodorovna (asıl adıyla Dagmar) idi. Dolayısıyla Kral 5. George ile Rus Çarı 2. Nikolay, anne tarafından kuzen olmakla beraber, birbirlerine çok benziyorlardı.
Kral 5. George ve tıpkısının
aynısı kuzen, Çar 2. Nikolay

*  Alfred'in kızı Marie, Romanya Kralı 1. Ferdinand'ın eşiydi. Bunların oğlu 2. Carol sonradan Romanya Kralı olmuştu. Kızları Elizabeth, Yunan Kralı 2. Georgios'un eşi oldu. Diğer kızları Maria ise, Yugoslavya Kralı 1. Aleksandar'ın zevcesiydi. Görüldüğü üzere kendisi, büyükannesi Victoria'nın Balkanlar temsilcisi gibi hareket ederek, "Balkanların Büyükannesi" rolüne soyunmuştur.

* Arthur'un kızı Prenses Margaret, sonradan İsveç Kralı olacak 6. Gustaf Adolf'un ilk eşi olmuştu.

* Beatrice'in kızı Victoria Eugenie, İspanya Kralı 13. Alphonso'nun eşi idi.

     Hülasa, 20. yüzyılın başlarında Avrupa'yı yöneten hanedanlara şöyle bir baktığımızda; Birleşik Krallık, Prusya (Almanya), İsveç, Norveç, Romanya, Yunanistan, İspanya hatta Rusya'nın, bir şekilde akrabalar tarafından yönetildiğini görüyoruz. Yani Kraliçe Victoria'nın rüyası bir manada gerçekleşmiş ve kendisi, "Avrupa'nın Büyükannesi" ünvanını alnının akıyla hak etmiştir.

     Tabi ki kraliçenin niyeti, Avrupa'ya barış ve istikrar getirmekti ancak olaylar, kendisini tüm bu evliliklere pişman ettirecek bir noktaya geldi. Zira ölümünden sadece 13 sene sonra, yani torunları yönetimde iken, dünyanın daha evvel görmediği çapta bir savaş patlak verdi ve Avrupa'dan sıçrayan kıvılcım, tüm dünyada milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdi.

     1. Dünya Savaşı, torunlardan birisi olan Wilhelm'in, kuzeni 5. George ve kuzeni Çariçe Alexandra'ya karşı savaşması anlamına geliyordu bir anlamda. 4 sene süren harbin neticesinde, mutlak monarşi ve imparatorluklar dönemi tarihe karışırken, Victoria'nın torunları darmadağın oldu. Wilhelm, Sophia ve Marie tacı tahtı terk ederken, 1917 Bolşevik İhtilali, Alexandra Feodorovna ve eşi Çar Nikolay'ı canına kastetti.
Victoria'nın kanından gelenler

KRALİÇE VICTORIA'NIN GÜNÜMÜZ TORUNLARI:

     Savaşın ardından monarşilerden bir kısmı devam etti ancak bunlar daha ziyade sembolik, etliye sütlüye karışmayan tarzdaydı. Birleşik Krallık Hükümdarı 5. George (6. George ve 2. Elizabeth de tabi) ve soyu hariç şu an hala ayakta kalan hanedanlarda, Kraliçe Victoria'nın bir şekilde büyük torunu olarak devam eden kral ve kraliçeler şunlar: Norveç Kralı 5. Harald, İspanya Kralı 6. Felipe, İsveç Kralı 16. Carl Gustaf, Danimarka Kraliçesi 2. Margrethe.

8 Nisan 2019 Pazartesi

Hollywood Filmleri Algılarımızla Nasıl Oynuyor


     Sinemanın endüstri haline dönüşmesi ve dünyadaki en etkin propaganda silahlarından biri haline gelmesi, dolayısıyla haftalık hatta günlük bazda hayatımıza doğrudan girmesi, 20. yüzyılın bir "hediyesi" (21. yüzyılda Netflix'le metrobüse kadar girdi tabi bir de ama o ayrı). Bu endüstrinin en önde gideni, bayrak sallayanı ise "Hollywood" diye, Mısır'daki sağır sultanın dahi bildiği ve bir şekilde etkisine maruz kaldığı sinema karteli. Daha 1900'lerin başında şekillenmeye başlayan, sağdan soldan gelen Yahudi göçmenlerin sektöre el atmasıyla, Avrupa 1. Dünya Savaşını yaşarken, zirveye yerleşen bir kartel. 2. Dünya Savaşının galiplerinden birisi olması hasebiyle, gelişen film projeksiyonu ve dağıtım imkanlarının kolaylaşması ile, zaman içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinin gayri resmi bir temsilcisi olarak, hemen her ülkeye "sızan" bir yapıdan bahsediyoruz yani.
4 Yahudi kardeşin kurduğu;
Warner Bros 

     Şimdi bir kaç dakikalığına, bu Hollywood denilen şeyin filmlerinin hayatınızda olmadığını veya ayda yılda izlediğiniz Kore filmleri kadar olduğunu düşünün. Gençlerin yatak odası duvarlarını süsleyen aktör ve aktrislerin isimlerini hiç bilmediğinizi hatta bilmek dahi istemediğinizi tahayyül edin... Çok zor değil mi? Oyuncusuyla, yönetmeniyle, esinlediği kitabıyla, çekim tekniğiyle, ağza oturan sloganlarıyla, beraberinde sunduğu türlü ıvır zıvırla, bu filmler hayatımızın birer parçası... İstesek de istemesek de, bu böyle. Ve uzun bir müddet de böyle olacağa benzer.

     Bu başlıkta söylenecek, yazılacak kitaplar dolusu malzeme var ancak bizim bakacağımız, birkaç zaviye var... Bunlardan ilki de, şüphesiz "Amerikan rüyası" imajı. Bu rüya öylesine güzel,etkili, bazen gayet derinden bazen de açıktan öylesine gümbür gümbür verilir ki, bilhassa bizim gibi fazla gelişmemiş ülkelerin insanları bundan fazlasıyla etkilenir. Çok basit bir örnek olması açısından, Ronald Reagan'ın başkanlığı döneminde (yani taa 1982) çekilen bir filmde, gayet sıradan gibi duran ancak asgari ücretle, 60 metrekarelik eve sıkışıp kalmış birisini tatlı lakin neticesiz hülyalara daldıracak detaylara bakalım (bunların hepsi topu topu birkaç dakikada görünüyor peşinen söyleyelim). Filmin adı Poltergeist ve aslı üzere, korku tarzında:

     Şahane görünüşlü yatay mimarisi göze sokulan yerleşim yeri, bahçeli müstakil ev, her evin önüne park etmiş veya edecek olan devasa otomatik vitesli arabalar, geniş ve ferah caddeler, BMX bisikletleri ile fütursuzca dolaşan çocuklar, uzaktan kumandalı çocuk oyuncakları, çim biçme makinesi, amerikan futbolu maçını beraberce, uzaktan kumandalı televizyonda izleyen ve maça kumar oynayabilecek risk iştahına sahip komşular, su gibi giden bira, ebeveynlerinden ayrı ve bayağı uzak (tercihen başka katta), geniş odalarda kalan çocuklar, yine ayrı bir odada tek başına hayatını yaşayan ergen kız, o dönemin amerikan ihracat pazarlama harikası film ve sporcu posterleri, oyuncakları vs, puro, istisnasız hemen her ferdin alt bölgesine hitap eden kot pantolonlar, mısır gevreği ve bununla yapılan kahvaltı, evin her yerine 7/24 ulaşım sağlayabilen köpek, beyzbol takım taklavatı, evin yatak odası dahil kritik her noktasına yerleştirilmiş televizyonlar, yatak odasında kitap okuyan ya da yatmadan evvel bir şeyler seyreden yetişkinler, evde yemek olmayınca zerre gam duymadan pizzacıya (Pizza Hut tabi ki) gidip yiyebilme özgürlüğü, havuz veya en azından havuza sahip olabilme kapasitesi ve en önemlisi, neredeyse her şeye ama her şeye para harcayabilecek "cep derinliği"ne malik olmak... ama işte en korkunç kısmı; bu malik olabilme potansiyeline, öyle üst düzey birisi olarak, yönetici, CEO olarak değil, neredeyse herkesin olabileceği bir meslek grubunda iken erişmek.
müstakil evler, evlerin önünde arabalar
neşe içerisinde çocuklar ve komşular

     Bu ve buna benzer filmlerin genellikle açılış sahnelerindeki benzer sekansların, sinema severler ve tutkunları için manası başka olsa da, bilinçaltına verilen mesaj çok açık ve travmatiktir: Amerika büyük bir ülkedir, imkanları sınırsızdır, rüyalar ülkesidir. Bunlara istersen sen de sahip olabilirsin. Bunlara sahip olmak için ise, ağzınla kuş tutmak zorunda değilsin. Bu mesajı alan ve ancak rüyasında görebileceği refah seviyesini damardan alan bir genç için, Amerika'nın statüsü tartışılmaz olur.

     Amerikan filmlerinin diğer bir algı yönetimi, eşcinselliğin gayet sıradan ve hayatın tabii bir parçası olduğu propagandasıdır. Bu propaganda her geçen gün çığ gibi artarak devam ediyor. En sıradan gibi duran yapımlarda bile, en az bir karakterin eşcinsel eğilimli olması ve toplumun kendisine karşı, güya, anlayışsız, önyargılı olması izleyicilerin gözüne sokularak, bu sapıklığı toplumlar nezdinde meşrulaştırma çabası dikkat çekiyor. Bunun karşısında duran ve çoğu zaman dini referanslar kullananlar ise, homofobik ve "örümcek kafalı" diye yaftalanır.

     Hollywood yapımı film ve dizilerinin başka bir yönü, WASP yani beyaz, Anglo-Sakson, Protestan olarak bilinen, ABD'nin en ayrıcalıklı sınıfının özellikle "beyaz" bölümünün, hedef kitlenin bilincine, "biraz daha eşit" olduğunu hissettirecek şekilde yerleştirilmesidir. Beyaz ırkın ötesindeki renkler biraz daha aşağıdadır. Bu "renkliliğin" yanına, İslam gibi nefret edilen bir dinin mensubu da eklendi mi, antagonist kavramının içi daha da bir "dolgun" oluyor haliyle.

     Amerikan sinemasının İslam düşmanlığı zaten bilinen ve çokça dillendirilen bir konu. Ancak bu düşmanlığın çok bilinen yüzü dışında, daha sinsi ve yıkıcı bir yönü daha var, o da şu: Diyelim ki filmde, "iyi" olarak tasvir edilmek istenen bir Müslüman öne çıkarılmak isteniyor (bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü durumu yani). Bunu yaparken, o sözüm ona Müslüman, bildiğimiz manada "Müslüman" karakterinden bayağı bir uzaklaşıyor. Evet, İslamiyet ile alakalı emareler bulunduruyor ve İslami bir çevreden geldiği hemen izleyiciye iletiliyor ancak biraz dikkatle baktığınızda, bu karakter namaz dahil hiçbir ibadetle bağdaştırılmıyor. Dinin bir emri olmasına mukabil, kendisi veya eşi, hiçbir şekilde tesettüre riayet etmiyor. "Aydın", "ilerici" olarak tasvir edilmeye çalışılan tipleme, seyircinin algısı ile oynayarak, felsefi hatta pozitivist görüşlerini, din diye empoze etmeye girişiyor.

     Gelelim Amerikan filmlerinin, doğrudan imani esaslara tesir eden kısımlardan en çok kullanılanına: Bilhassa felaket, olmadık yere haksızlığa uğrama, bir şekilde aile üyelerinden birisinin veya çok sevilen birisinin hırsızlar, eşkıyalar tarafından öldürülmesi filmlerinde, bir durum izleyicinin adeta bilinçaltına işlenir... O da esas oğlanın, uğradığı bela, afet veya eş, çocuk gibi sevilen birinin kaybı neticesinde, Tanrı'ya olan inancını yitrmesi, hatta ona düşman olması. Şu sahneyi bir filmden mutlaka hatırlarsınız:

     -  Hey John, sakin ol artık! Tanrı'nın isteği böyleymiş, sabretmekten başka çare yok!
     + Tanrı, dünyada en çok sevdiğim kişiyi, kızımı aldı benden! Hayır, hayır... Tanrı diye bir şey yok... Ben ona inanmıyorum!
baba çocuğunu kaybeder ve ilk iş olarak
 Tanrı'yı savaş açar (Prisoners)

      Bu ve benzer ifadeler, filmin protagonisti tarafından dile getirildiğinde, bu oyunculara ve filmlere her şeyleriyle hayranlık duyanları çok kolay etkiler. Hadi diyelim, Hristiyanlık gibi saçma sapan hale dönmüş bir dine mensup olanlar veya mensup olduğunu sananlar, küfür ve "din dışılık" konularında zaten hassas değildir ve inanmayı gösteren kelime ilee ifadeleri rahatlıkla dile getirirler, hatta bunlar günlük hayatlarının bir rutini haline gelmiştir. Ancak İslamiyet gibi, hemen her konuda belli kuralları olan, hele de imanı bozacak ifadelerin kullanılmamasına son derece ehemmiyet gösteren bir dine iman etmiş olanların, yukarıdakilere benzer kelimeler kullanmaları son derece tehlikelidir. Dolayısıyla Hollywood filmlerinin, itikat ve Allah'a iman konularındaki dejenerasyonu ortadadır ve giderek artmaktadır.

     Hülasa, İslam Dini ile doğrudan alakalı olsun olmasın, Amerikan sinemasından bir temsilci ile "karşı karşıya oturmak", bilhassa cahil ve "gözü dışarıda" gençleri çok ama çok kötü etkiliyor.