Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

22 Şubat 2019 Cuma

Türk Gençliğinin Alter Egosu; EKŞİ SÖZLÜK



     Ekşi Sözlük olarak bilinen ve klasik bir sözlükten ziyade, interaktif bir yorum mekanı olan platform, tam 20 senedir varlığını sürdürebilen nadir sitelerden birisi. Varlığını sürdürmek bir yana, bu siteye olan alaka, yıl geçtikçe daha da arttı. Yani şöyle bir düşünün, 1999 senesinden, ta bu zamana kadar kaç tane Türkçe, hatta İngilizce site ayakta kalabildi ki... Evet, bayağı az. Elbette bu karşılıklı etkileşimli platformun ayakta kalabilmesinin en önemli sebebi, gençlerin içini rahatça dökebilmesi, üstelik bunu yaparken, günlü hayatta "mahalle baskısı" diye tabir edilen toplumsal normlardan, "nick" diye tabir edilen müstear isimlerle, gerçek kimliklerini gizleyerek, kısmen de olsa kaçabilmeleridir.

     Türkiye'de internet kullanımının kısmen yaygınlaşmaya ve ferdi kullanıcıların bağlanmaya başlaması ile birlikte, 2000'lerin başlarında, çoklu paylaşımlı sitelerden önce forumlar ve dolayısıyla "forum kültürü" gelişti. Biraz vahşi, bayağı düzensiz ve oldukça kafa karıştırıcı ilk yıllardan sonra, internet kullanımı daha düzenli hale geldi haliyle. Gerçi forum kültürü bir şekilde hala devam ediyor ancak sadece çok üyeli ve belli konular üzerine yoğunlaşan siteler vasıtasıyla. İşte Ekşi Sözlük, hem o vahşi dönemi, hem de forum furyası dönemini atlattı ve her geçen sene ziyaretçilerini artırarak, hayatına devam etti. Ama nasıl geldi? Önce o ilk yıllarına kısacık bakalım:

     Sözlüğün fikir babası ve kurucusu, sanal alemde bilinen en eski nicklerden biri olan "SSG" olarak da tanınan Sedat Kapanoğlu. 20. yüzyılın ilk sülüsünde, Yugoslavya'dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak Eskişehir'de doğan Kapanoğlu'nun okullarla arası iyi olmamasına rağmen, merak saldığı bilgisayar dünyası ile erken yaşta tanışıklığı ve atılımları sebebiyle, projelerinden birisi olan Ekşi Sözlük isimli platformu hayat geçiriyor. Tabi ki ilk başlarda fazla kimsecikler yok sitede. Sedat'ın birkaç arkadaşı hariç (bu arkadaşların ne menem "arkadaşlar" olduklarına bilahare bakacağız). Bu arkadaşların siteyi devamlı sıcak tutmaları, sözlüğün, arama motorlarındaki bazı kelime aramalarında önde çıkması (SEO daha yok galiba ortalıkta tam manasıyla) her geçen gün ile birlikte daha fazla gencin içeriye akın etmesine neden oldu. Hatta birkaç kere yazar alımlarının, teknik ve denetim yetersizliğinden dolayı, durması, siteyi daha da "elit" ve girilmez havaya sokunca, kapıda bekleşenler iyice arttı. Sonrası malum zaten... Her yer reklam!
Sözlüğün ilk hali

     Kapanoğlu'nun en başta tasarladığı site, kendisinin de tabiriyle çok ilkel ve geliştirmeye muhtaçtı ancak onu diğerlerinden, "sol frame" denilen zımbırtı muhtemelen. Site evrildikçe fonksiyonu daha da öne çıkan bu sol frame, o gün veya o zaman diliminde, sözlüğe girilen başlık, entry ve entry sayılarını ihtiva eder. Dolayısıyla bu sitede, forumlardaki gibi ana menüye çıkıp, herhangi başlığı seçip içine girmek gibi biraz soğuk ve uzak işlemler yapmak yerine, doğrudan tek tıkla hem yazılanları görebiliyor hem de sol taraftaki başlıkları takip edebiliyorsunuz. Sözlüğün diğer sitelerden başka bir mühim farkı da, devasa bir arşiv olması ve doğru arama parametrelerini girdiğinizde, aradığınız konu ile alakalı, anında derinlemesine bilgi sahibi olmanız.
Halef-Selef (SSG- Kanzuk)
Sedat Kapanoğlu ve Başak Purut 

     Evet, site devasa bir arşiv ancak neyi nasıl arayacağınızı bilmiyorsanız, fake başlık ve entryler arasında kaybolmanız ve daha da kötüsü bir sürü saçmalıkla dolu, elleriniz ise boş şekilde çıkmanız gayet mümkün. Zira öyle başlıklar var ki, genel kültürümüz biraz zayıf olsa, Torku'nun bira ürettiğine, Queen diye bilnen dünyaca meşhur grubun Afyon'da konser vermiş olduğuna, Bilecik diye bir yerin hiç var olmadığına rahatlıkla inanabilir, "öyle bir şey olur mu hiç" diye size itiraz edenlere, sayfalar dolusu entryleri delil niyetine gösterebilirsiniz.

     Ancaaak, bu çok önemli bir ancak, gelelim esas konuya. Esas konu ise, bu sözlükte yazanlar, yazılanlar ve tabiri caizse "boruyu öttürenler". Şimdi evvela şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Ekşi Sözlüğün kurucusu dahil, ilk kullanıcılarının hemen hepsi, hadi yine de din düşmanı demeyelim fakat her halükarda İslamiyete soğuk bakan, birçok hükmünü beğenmeyen tipler. Zaten kritik nokta da burada. Sözlüğün en çok tutma sebebi de budur esasında. Ülkemizde maalesef, gençlerin dinle, dinin emir ve yasakları ile sıkıntısı, alıp veremediği var (tarihi ve sosyolojik boyutuna girecek değiliz). Bunu da en rahat, Ekşi gibi, nick arkasına sığınıp, "alter ego"sunu rahatlıkla boşaltan gençlerin üşüştüğü mekanlarda görebiliyoruz. Tabi ki İslam Dini ile olan husumet, tarih, siyaset, edebiyat, bilim gibi daha bir sürü dalı doğrudan etkiliyor.
Sözlüğün ilk yazarları: esekherif, guru, teo
(yazdıklarının ne minvalde olacağı görünüşlerinden belli)

     Ekşi Sözlük denilen internet sitesinin, ucundan kıyısından İslamiyetle, kaderle (ve bazen de tüm Semavi Dinler ile) alakalı başlıklarına göz gezdirdiğinizde, o kin ve nefret hemen gözünüze ilişiyor. Siteyi kuranların bu konudaki öncülüğü, adeta din düşmanı bir topluluğa, "hoş geldin, burada rahatlıkla her türlü kutsala hakaret edebilirsin" yeşil ışığını yakıyor... Varsa yoksa dine ve etkilediği tüm alanlara sövmek çok prestijli burada. Bir dereceye kadar var görünen filtreleme ve denetim mekanizması ise, genelde bu konularda göz ardı ediliyor. Eleştiri ve akıl mantık çerçevesinde delilli (bunlar da var tabi ama devede kulak) yazılardan değil, alenen, göz göre göre hakaret, aşağılama ve iftiralardan bahsediyoruz. Bunlara karşı çıkan sesler ise, oranlamak gerekirse son derece düşük ve çoğu zaman da cılız. Dinle doğrudan alakalı mevzularda, sesin cılız çıkmasının başlıca sebebi ise, sözlüğün "efendilerinin" kendi mahalle baskılarını dayatması ve her karşı çıkan sesi, "trol" meczup, dengesiz diye yaftalaması. Ayrıca, bazen sol tarafta öyle başlıklar açılıyor ki, insan okurken hicap duyuyor ama gel gör ki o edepsiz başlıkların altları sayfalarca yazı ile doluyor. Yanı kısacası, o metrobüste, iş yerinde, üniversitede, sağda solda gördüğümüz gençlerin bir kısmı (ve maalesef bunları sesi çok çıkar, sosyal medyayı iyi kullanır), müthiş bir mukaddesat nefreti, anarşizm ve hedonizm ile besleniyor.

     İşin en garip yanı ise, sözlüğün ilk üç senesi hariç, ömrünün tamamını Ak Parti iktidarında geçiriyor olması. Hem de, sık sık dine referanslar veren, dini bir çevreden gelen, muhalifleri, hele de sözlükte kendisinden, "yıkılıp gitsin de memleket isterse yıkılsın, batarsa batsın" derecesinde ölesiye nefret eden karşıtları tarafından "diktatör" ve müstebid olarak sürekli tenkit edilen ve akla hayale gelmeyecek suçlama ve iftiralarla saldırılan bir liderin gözü önünde.


26 Aralık 2018 Çarşamba

Trafikte Ne Zaman "Adam" Oluruz?


     Fatih Altaylı'nın, "Ne zaman adam oluruz" isimli, köşe yazılarının sonuna eklediği bir klasiği vardı. Altaylı'nın çeşitli tecrübeler neticesinde yazdığı cevaplardan oluşuyordu. Bazıları bu "adam" kelimesini "cinsiyetçi" falan filan bulabilir ama bizim kültürümüzde, "adam" kelimesinin manalarından birisi de, "numune insan"dır, dolayısıyla "adam olmak" veya en azından "adam olmaya çalışmak" gayet yerinde bir tabir ve kullanımdır. Adam olmanın birçok merhalesi var elbette. Bizim burada değineceğimiz mevzu, "trafikte nasıl adam oluruz"? Çünki malum; "trafikteyken sen, sen değilsin"! Bu başlık altında, esasen incelenecek çok şey var lakin biz, bir iki basit çözümlü konuya baksak kafi olur. Zaten hataları bilince, tersini yapmak kolay olur:
Hindistan'da sıradan bir gün

     * KORNA ÇALMAK: Otomobil üreticilerinin, "oldu da çok zor durumda kaldın, başka çaren yok, bari sesle uyar" diyerek arabalara yerleştirdikleri klakson veya kornalar (bir de havalı korna denilen insanlık düşmanı bir buluş var tabi), maalesef memleketimizde gereğinden çok fazla kullanılıyor. Zaten gereksiz yere korna kullanımı, bir gürültü kirliliğidir ve bu kirliliğin en ağır olduğu ülkelerin, Hindistan, Pakistan gibi gelişmemiş yerler olduğunu biliyoruz (minibüs, taksi gibi kornayı "işinin değişmez bir parçası" olarak görenler apayrı bir araştırma konusu tabi).

     Kornayı aşırı kullanmanın birçok sebebi vardır elbette fakat İstanbul'da bilhassa dikkat çeken haller şöyle:

1) Yerleşim yerlerinde gereksizce kornaya basmak: Çok net bir gelişmemişlik, ilkellik göstergesidir. Yığınla insanın yaşadığı, hastaların, bebeklerin uyumaya, dinlenmeye çalıştığı bir cadde ve sokakta, lüzumsuz yere kornaya basmak, her şeyden önce bir kul hakkıdır. Hele de sabahın erken saatlerinde veya gece boyunca. Bir tanıdığı selamlamak, birisini uyarmak için önce başka yöntemler uygulasak ve kornaya hiç davranmasak ne güzel olacak oysa!

2) Birisi hata yapıyor (veya en azından ben öyle hissediyorum), dur şunu uzun bir korna ile uyarayım: Başkalarına korna ile ders verme özelliğimiz, hız kesmeden devam ediyor. Birisi hata mı yaptı, bas uzunca kornaya ki, herkes ayağını denk alsın! Ancak burada çok önemli bir detay var; o da milletimizin trafik kaideleri konusundaki cahilliği ve aceleciliği. Bunun yanına bir de olağandışı hadiseleri koyun. Dolayısıyla, her defasında kornaya davrandığınızda, hedefinizdeki arabanın önünde, onun gitmesini engelleyecek ve sizin göremediğiniz bir şey vardır belki. Korna çaldığınız kişi, belki de istemeden motoru durdurdu (stop ettirmek gibi saçma sapan bir harfler yığınını kullanmıyorum evet). Hatta belki de sizin henüz fark edemediğiniz bir arıza oluştu. Biraz sabretmenin zararı olmaz. Zaten öfkeyle kalkıldığında (veya kornaya basıldığında) zararla oturmak, pek yüksek ihtimal.

3) Biri bana korna çaldı, ben de ona çalayım bari: Bu da enteresan bir zihniyet. Bir hata yaptınız veya yapmadınız. Bunun neticesinde, arkanızdaki aceleci ve halden anlamaz korna çaldı. Kompleks yapıp, arkasından kornaya abanmak... Bilemiyorum, sanki biraz tuhaf!

4) Kadınım ve direksiyondayım, şayet beni göremezsiniz diye, alın size korna (çok sık da heyecanlanırım ona göre): Lüzumsuz yere korna kullanımı istatistiklerinde, oldukça yüksek yerlere sizi sokabilecek bir durum bu. Kadınsınız, arabayı zar zor kullanıyorsunuz, heyecandan iki eliniz de direksiyonda, frenin ve gazın tam olarak hangisi hangisi bilginiz ara sıra reset atıyor... E o zaman kolayı var, kornaya basın!

5) İletişim kurmak veya daha doğrusu iletişim kurduğunu sanmak: Her ne kadar masumca ve dostça olarak görülse de, yapılmaması muhtemelen kulaklar ve etraftakiler için daha sıhhatlidir.

6) Cam açıp seninle muhatap olamayacak kadar kibirliyim, al sana korna, anla durumu işte: Her geçen gün daha da artan kendini beğenmişlik ve hedonizm tezahürleri, burada da işbaşında! Direksiyon başındaki kişi, camını açıp yapacağı uyarı insan gibi, yumuşak bir lisanla yapsa, kimse bu kadar gerilmeyecek belki de ama o kibir var ya, neden o pahalı arabasından inip de sizinle uğraşsın ki!

     Herhalde ülkemizde, korna kullanımı ile alakalı bir araştırma yapılsa, muhtemelen %70-80 kullanımı, "gereksiz" statüsüne girecektir. İşi, yola çıkmak ve trafiğe katlanmak olanları (yani sağlıklı düşünme melekesi ciddi derecede inkıta uğramış olanlar) saymazsak, kornaya en çok sarılanlar, gençler, kadınlar ve burnundan kıl aldırmayan kibirliler (bunların üçü de bir araya geldiğinde oluşabilecek sinerjiyi bir tahayyül edin artık)
adı üstünde


     * SAĞDAN SOLLAMAK: Bilhassa İstanbul'da sıkça rastladığımız, rahatsız edici bir durum. tabi ki normal akan bir trafikten bahsediyoruz. Adı üstünde, buna "sollamak" denir. Her ne kadar bizde, sol şerit disiplini gelişmemiş de olsa, öndekini hiçbir şekilde uyarmadan, hemen sağ şeride yönelmek hem genel trafik kaidesi olarak yanlıştır hem de, birkaç şeridi birden tehlikeye atmaktır. Aslında komplike bir vaziyet bu ve dolayısıyla bunun savunucuları da var haliyle. Çünki bazı hallerde, sol şeridin sollama şeridi olduğunu unutan veya bundan hiç haberi olmayan sürücüler, sol şeridi kapatır ve öylesine takılır. ancak böyle bir pozisyonda ve defaatle uyarı neticesinde, önde bir kıpırdama olmazsa, kontrollü şekilde sağ şerit kullanılabilir. Bunun kötü tarafı alışkanlık yapması ve bir nevi insanı shortcutmış gibi bir havaya sokması. Amma ve lakin gelişmiş bir ülkede, sol şeritte giden birisini "uyarmak" diye bir şeye az rastlanır. adam sollar ve en uygun zamanda yeniden sağ şeride geçer. Tabiatıyla sol şerit hemen her zaman boştur.Fakat hiçbir şekilde öndekine, sollamak isteğinde olduğunu belirtmeden, hemen sağ tarafa seğirtmek, çok tehlikelidir ve trafik kaidelerinden bihaber olma alametidir.
Her gün şahit olduğumuz
acemi kadın sürücü terörü

     * SOL ŞERİDİ KAPATMAK: Kaidelere riayet eden insanları deli eden bir durum. Yukarıdaki maddede değindiğimiz gibi, "sağdan sollamak zorunda bırakılmak" gibi bir tehlikeye davetiye çıkarıyor. Oysa akan bir trafikte, adeta bir refleks olarak, sol şeridi sollama maksadıyla kullanır kullanmaz hemen emniyetli bir şekilde sağ şeride geçilir. Yani normal bir insanın, sol şeride geçtiği anda, sağa geçmek için fırsat kollaması gerekir. Ancak ne yazık ki, "sol şerit disiplini" olmayan insanlar, sol şeride adeta "kamp kuruyor"!

      Son zamanlarda, bilinçli şoförler tarafından, sol şeridi bilinçli olarak işgal etme faaliyeti başladı. Güya hız sınırını cebren uygulamaya azmetmiş "yasalara pek saygılı" olan insanlar, hız sınırına yakın bir süratte sol şeride geçip, tüm trafiği tıkıyor. Oysa, sivil herhangi bir kişinin, yasaları zorla tatbik etmesi diye bir şey olamaz. 
kamyon sol şeritte
arkadaki de beklesin

     * KAMYON, MİNİBÜS, TAKSİ TERÖRÜ: Kapalı trafiği, açık trafiği, akıcı trafiği... Hepsini bir şekilde berbat etmek istiyorsanız, sayılan üçlüden en az birini ortalığa salmanız kafi! Sol şeridi kapatan ve yol vermeyen bir kamyon, kaldırımda, yolda her yürüyen iki ayaklı canlıyı potansiyel müşteri olarak gözleriyle tarayan minibüs şoförü, sol şeritten en sağ şeride hiçbir işaret vermeden bodoslama geçiş yapan taksi... Bunları sadece düşünmek bile, gerilmek için yeterli nedenler!
kamyonlar TIRlar devrede


     * HIZ İHLALLERİ ve MAKAS ATMA TUTKUSU: İstanbul'da trafiğin tam olarak açılmamasını dileyecek kadar sıkıntılı bir durum. Otoyollardaki hız ihlalleri ayrı, yerleşim yerlerindeki ihlaller ayrı birer dert. Açık trafikte, hız yapmaya uygun bir araba ile baş etmek, kendini dizginlemek çok zordur gerçekten, disiplin ister. Yerleşim yerlerindeki hız uyarılarına dikkat edenler de, hakikaten çok az. Dört yol ağzıymış, yan tarafta okul, hastane varmış, kimse hızını düşürmüyor.
maket trafik polisi devrede ama
yer mi Anadolu çocuğu bilmem
Yanı fazla bir şey yok şunun şurasında; sol şeridin sollamaya mahsus olduğunu bil, korna çalmanın gelişmemişlik alametini olduğunu unutma, hızını kontrol edebileceğin seviyeye düşür, yerleşim yerinde asla gaza abanma, her zaman için kendini ve etrafındakileri tehlikeden koruyacak şekilde sür... Çok zor değil ki bunlar!

     * TAKİP MESAFESİ: Genellikle, "takip mesafesi mi, o ne ya?" şeklinde zuhur eder maalesef. Çok fena bir "mahalle baskısı" kurar insanın üstünde adeta. Siz mesafe bıraktıkça ya uyanığın birisi, "dur şu boşluğu doldurayım" diye araya dalacak ya da arkanızdaki, sanki ara çok açılmış gibi, sizi selektör ve hatta korna (favoridir bu durumlarda) yoluyla ile sıkıştırır. Bunların neticesinde, siz de mecburen takip mesafesinden kısmak zorunda kalırsınız. Dolayısıyla bilhassa İstanbul'da, açık trafikte, takip mesafesini istenildiği gibi uygulamanız çok zor olur.

     * UYANIK GEÇİNİP EK ŞERİTTEN MİLLETİN ÖNÜNE GEÇMEYE ÇALIŞANLAR: Bu artık aldı yürüdü. Sadece 20-25 metrelik ek şeride girip, iki tane araba geçtiği için sevinen mi ararsınız, otobüs durağı olarak dizayn edilmiş ufacık cebi istismar edenleri mi? Yahu, topu topu 3-4 araba geçeceksin, bu kadar sövgü yemeye değer mi?

24 Aralık 2018 Pazartesi

Çin'in Komünizme Geçişinde Etkili Olan Yahudiler


     Tarihi pek eski, kadim medeniyet sahibi Çin, çeşitli hanedanların yönetiminde geçen uzun asırların, Moğol istilasının ve sonra tekrar çeşitli hanedanların akabinde, 20. yüzyılda dünyadaki köklü değişikliklerle beraber, daha 1. Dünya Savaşı ve Bolşevik İhtilali başlamadan, imparatorluk düzeninden "Cumhuriyet" dönemine geçiş yaptı. Ancak artan iç huzursuzluk, Japon işgali ve 2. Dünya Savaşından sonra, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık neticesinde, 1949'da Mao Zedong yönetiminde, Çin Halk Cumhuriyeti teşekkül etti (içinde "halk cumhuriyeti" geçen bir ifadenin içerisinde neler neler döndüğünü anlatmak için başlı başına bir yazı yazmak lazım tabi). Her komünist idarede olduğu gibi, yaldızlı sözler, parıltılı sloganlar eşliğinde girişilen bir sürü icraat, Büyük İleri Atılım, Kültür Devrimi kılıflı saçmalıklar, milleti kıtlığın, açlığın pençesine attı ama... Esas konumuz bu değil. Esas konu, "Kızıl Yıldız"a, aşık olup yollara revan olan, soluğu Çin'de alan Yahudiler (Şanghay'da büyük bir Yahudi topluluğu vardı zaten ve Naziler bastırdıkça sayıları daha da artmıştı ancak onlar da konu dışı)! Birkaç tane sıralayalım o zaman:

     1. Israel Epstein: En dikkat çeken isimlerden birisi. Polonya Yahudisi bir ailede, Bolşevikler lehine çalışan, Çarlık Rusyası'nın peşinde olduğu bir babanın ve Sibirya'ya sürülme cezası alan bir annenin evladı olarak doğar ve daha iki yaşında iken, ailesi ile birlikte Çin'e, Tianjin şehrine yerleşir. Erken yaşta gazetecilik faaliyetlerine başlar, China Today'ın kurucularından olur. Japonya'nın Çin'i işgali hareketinde, bu işgali batı medyasına duyurmak için uğraştı. Hatta, onu tutuklamak üzere olan Japonlardan, kendi kendisi hakkında "öldü" haberi yaparak kurtulmuştur. Kızıl Çin ve Mao'nun öğretilerini yaymak ve Batı'ya duyurmak için kitaplar yazdı. Kültür Devrimi devam ederken, ileri gelen Komünist liderlerden Zhou Enlai ile ters düşünce, onun başbakanlığı döneminde hapse düştü, hatta tek kişilik hücreye atıldı. Enlai kendisinden özür dileyince, beş senelik hapis hayatı bitmiş oldu, hatta tüm hakları iade edildi.Siyasi Danışma Konferansı'nın (Politbüro'nun bir değişiği) daimi üyesi olarak seçildi. Hapsine rağmen, Komünist ideolojiye sadık kaldı ve öldüğünde, sadık bir komünist olarak cesedi yakıldı. Çin vatandaşlığı verilen çok az sayıdaki kişilerdendir.
   
     2. Sidney Shapiro: Aşkenazi bir aileden gelen, Brooklyn doğumlu avukat ve yazar. 2. Dünya Savaşı sırasında, Amerikan ordusunda iken, Japonların işgali altındaki Çin topraklarına çıkarma yapma ihtimaline karşı, kendisine Çince öğrenme emri verilir. Nasılsa savaşın akabinde Şanghay'a gelir ve yine nasılsa, Komünist Parti için çeşitli faaliyetler yürüten Fengzi adlı aktrise aşık olur ve kendisiyle evlenir (abla 3 yaş büyüktür bu arada). Çin'in Komünizm'e kucak açmasından sonra, meşhur Çinli yazarların kitaplarını, İngilizce'ye tercüme etti. Yarım asırdan ziyade, Siyasi Danışma Konferansının üyesi olarak devlete hizmet etti. Buna mukabil, resmen Çin vatandaşı oldu. Çince adı bilem var; Sha Boli.

     3. Rewi Alley: Yeni Zelanda doğumlu Yahudi yazar, siyasi ve aktivist. Kominst Parti'ye üye oldu ve hayatını bu davaya vakfetti. Çin Endüstri Kooperatiflerinin kurucularındandır. Çin eserlerini tercüme ederken, Komünist Devrimin ateşli savunucusu oldu. 1927'den, ölünceye kadar Çin'de kaldı,  Çinli erkek çocukları evlatlık olarak aldı. Bunları yaparken hiç evlenmedi ve üstelik homoseksüeldi. Hatta Çin'i seçmesinde, bu tür ilişkilerin, memleketine göre burada daha "rahatça" yapılabilmesinin önemli bir rol oynadığı, yazılıp çizilmektedir. Kurucularından olduğu, teknik eğitim okullarındaki sayısız erkek çocukla sapık ilişkisi, bilinen bir şeydir.
Soldan sağa:
Edgar Snow, Israel Epstein, Rewi Alley 

     4. Sidney Rittenberg: Çince adı, Li Dunbai. Çin Komünist Partisi üyesi Amerikan vatandaşı Yahudi! Mao başta olmak üzere, birçok komünist şahsiyet ile yakın çalıştı. Casusluk iddiaları nedeniyle iki defa hücre hapsi yattı. Bu şahsın en mühim icraatı, belki de Amerikan, sonra da diğer tüm Batı markalarına Çin yolunu açmasıdır. Üst düzey tanıdıkları ve kendini kabul ettirmesi sayesinde, Microsoft, Intel, Levi Strauss gibi markalara danışmanlık yaptı. Kendi bunu şöyle açıklar: "Er yada geç hacimli iş adamlarının Çin'i keşfedeceğini biliyordum ve düşündüm ki, neden ben köprü olmayayım."
Rittenberg ve Mao Zedong

     5. Ruth Weiss: Çin'deki adıyla Wei Lushi. Avusturya kökenli olan bu kadın, Çin Komünist Devrimi'ne aşık olan bir başka Yahudi. Şanghay'da bir Yahudi okulunda muallimlik ve gazetecilik yaptı. Çeşitli faaliyetlerin ardından, Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansına üye oldu.

     6. Jacob Rosenfeld: Çin'deki bilinen adıyla General Luo. Devrimden önce Çin komünist hareketine saha doktoru olarak katılan, şimdiki Ukrayna'nın Lviv kentinde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde doğan Yahudi tabip. Komünist idare teşekkül etmeden evvel, Mao Zedong'un geçici askeri idaresi zamanında, Sağlık Bakanı olarak görevde bulundu. Komünist hareketin kahramanlarından sayılmaktadır.

     7. Stanislaw Flato: Genç yaşta komünist hareketlere girmek suretiyle, Fransız Komünist Partisine, sonra İspanyol Komünist Partisine, ardından Çin Komünist Partisine, en son olarak da, doğduğu ülke olan Polonya'da Polonya İşçi Partisine üye oldu! Tutuklandıktan ve biraz durulduktan sonra, Polonya-Çin ilişkilerinde uzmanlaştı.
   
     8. Eva Sandberg Xiao (Siao): Polonya doğumlu bir Yahudi iken, SSCB vatandaşlığı alan, Moskova'da iken, Mao'nun ilk biyografisini yazan, aynı zamanda Mao'nun çocukluk arkadaşı olan Çinli komünist şair Xiao Sun ile tanışıp evlenen fotoğrafçı. Çinli kızıllar Yan'an'ı alıp, hareketlerinin başkentini yaparken, oradaki tek beyaz kadındı (cevval gazeteci Agnes Smedley'i saymazsak). Çektiği fotoğraflarla, Çin komünizmini Avrupa'daki solculara tanıtmaya çalıştı. 1964'te Çin vatandaşı oldu.
Eva Sandberg ve eşi Xiao San

     9. Richard Frey: Çin'de bilinen adıyla, Fu Lai, Yahudi bir ailenin Viyana doğumlu çocuğu. Nazi Almanyası'nın Avusturya'yı ilhakı ertesinde, Çin'e gitti.Cephede doktorluk yaptı, 1944'te Çin Komünist Partisinin üyesi oldu, devletin tesisinden sonra da vatandaş oldu.

     10. David Crook: Çarlık Rusyası'ndan kaçan bir ailenin torunu olarak Londra'da doğan Marksist casus. İspanya İç Savaşında, meşhur yazar George Orwell'in de içinde bulunduğu grubun aleyhinde casusluk yaptı. Genç yaşta atıldığı davasının peşinde 2. Çin-Japonya Savaşında vazifeli iken, kendisi gibi aktivist Isabella ile tanışır ve evlenir. İkili Çin'de kalır. David Crook, Kültür Devrimi sırasında, beş sene hapis yatsa da, davaya inancını kaybetmemiş ve batı alemine, Çin İhtilalini "sevimli" göstermeye çalışırken, ölünceye kadar Çin'de kalmıştır.   
Isabella-David Crook çifti Çin'de sahada

     11. Solomon Adler: Belarus Yahudisi ailenin çocuğu olarak, sonradan ABD vatandaşlığı aldı. Devlet için çalışırken, 2. Dünya Savaşında Çin'e, ABD Hazine Bakanlığının temsilcisi olarak gönderildi. Harp akabinde, Amerikan Devletine olan bağlılığı soruşturuldu ve vatandaşlıktan atıldı. 1960'ta Çin'e gitti ve Mao'nun icraatlarını İngilizceye tercüme eden bir ekibe katıldı. 70'lerin başında, ABD-Çin ilişkileri biraz düzelince, kendisine yeniden ABD vatandaşlığı verildi. Adler hakkındaki suçlamalar oldukça enteresandır (Sovyet casusu olmak, Çin Komünist Partisinin alt organlarında görev almak gibi) ama biri gerçekten çok önemli: Yine kendisi gibi bir hazine çalışanı (ve yine kendisi gibi Amerikan Komünist Partisi üyesi) olan Frank Coe ile birlikte yazdıkları raporlarla, yüksek enflasyon ile mücadele eden Çin devletine (henüz Kızıllar başa geçmedi) maddi yardım olarak 200 milyonluk altın göndermek isteyen Franklin Roosvelt'in, kararından vazgeçmesinde mühim rol oynamaları. Bu şekilde yardım alamayan Çin milliyetçileri (Kuomintang), ekonomik zorluklarla baş edemeyince, Mao önderliğindeki komünistlerin yolu (iki saattir konuşuyoruz bir kere Uzun Yürüyüş demedik) açılmış oldu. Adler Pekin'de öldü.
Harika bir enstantane. Soldan sağa:
Israel Epstein, Solomon Adler, Mao, Frank Coe

     12. Betty Chandler: Çin'de bilinen adıyla, Chen Bidi, Kanadalı Yahudi. Israel Epstein ve Sidney Shapiro'nun arkadaşı. Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansına üye o da. Komünist retoriği savundu Batı medyasında. İngilizce dersleri verdi.

Onur misafirleri. Soldan sağa:
Sidney Shapiro, Israel Epstein, Betty Chandler

     13. Grigori Voitinsky: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin tesisinde bulunduktan sonra, komünizmi Çin'e yaymak için, oraya gönderilen Bolşeviklerden birisi. Çin Komünist Partisinin teşekkülünde önemli rolü vardır.
Çin Komünist Partisi kurucuları:
Rus akıl hocası Grigori Voitinsky ve Chen Duxiu 

     14. Manfred Stern: Bu kadarcık mı peki? Tabi ki hayır... Böylesine karanlık bir profil için en az 5 değişik ad daha lazım: Emilio Kléber, Lazar Stern, Moishe Stern, Mark Zilbert. Moğolistan'daki Sovyet karşıtlarının bastırılmasında çalışırken, casus olarak ABD'de takılabilmiş, Çin İç Savaşı sırasında, komünistlerin oluşturduğu Jiangxi Soviet adı ile bilinen bölgede, Mao ve Zhu De gibi isimlere askeri danışmanlık yapmıştır.

     15. Hans Shippe: Esas adıyla Morzec Grzyb, Krakov doğumlu ve Alman Komünist Partisi üyesi. Tercüman ve muhabir olarak Çinli komünistlere katıldı. Bunun diğerlerinden en mühim farkı, Japonya'ya karşı yapılan harpte, bilfiil muharebe sahasında ölmüş olan ilk Yahudi olması. Heykeli var bu sebeple. 

     Bu sayılan isimlerin en mühim özelliği, bir ikisi hariç, hepsinin çok uzun hayat yaşaması (Çin'in havası iyi gelmiş demek ki)! Şaka bir yana, Komünist Çinlilerin, zar zor ayakta durmaya çalışan milli devleti ele geçirmeye çalıştığı zamanlarda, yardım eden yabancıların belki de %90'ına yakınının, Yahudi kökenli olduğu bir gerçek. Bunun sebebi sadece, Çin'in o sıralarda büyüyen Nazi tehdidi karşısında kaçacak yer arayan Yahudilere vize uygulamasının olmaması değildir herhalde! Ama haklarını teslim etmek lazım, hemen hepsi çok faal bir şekilde sarılmış davalarına (hücre hapsine varan cezalar yedikleri halde bir de). Hatta bir kısmı, taze SSCB zihniyetini ihraç etmek için, Komünist-Bolşevik yeşerme olan her yere ayak basmış [Çin'in kızarmasına yardım eden, bunların dışında daha bir sürü isim var ancak Yahudi olup olmadıkları tam olarak belli değil (Shafick George Hatem veya diğer adıyla Ma Haide ve Frank Coe gibi)].

     Netice olarak, aysbergin sadece yüzeyi görülüyor olsa da, rahatlıkla şu söylenebilir; Yahudilerin maddi manevi yardımları olmasa, Çinli komünistlerin milli yönetime galebe çalması ve Mao'nun komünist devleti kurması bayağı bayağı zor olurmuş!