Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

8 Eylül 2017 Cuma

Cem Yılmaz’la Edebin Sınırlarını Zorlarken

     Cem Yılmaz’ın yepyeni gösterisi bu isimle çıksa, ne kadar yerinde ve isabetli olurdu değil mi? Yakışırdı da hani... Neden mi? Elimizden geldiğince anlatmaya çalışalım:

     Yaşı 35’in üzerinde olanlar, Cem Yılmaz adını 90’lı yılların ikinci yarısında sıkça duymaya başlamıştı. Leman Kültürde, kendi deyimiyle “üç-beş” kişinin önünde başlayan, akabinde ta günümüze kadar uzanan ve çok kişi tarafından, alanında “tek” olarak takdir edilen bir kariyere sahip oldu. Saçlarını sıfıra vurdurmuş genç bir adam, neredeyse her gösterisini kapalı gişe giden bir şova dönüştürüyordu. Daha yirmili yaşlarındaki bu genç, günlük hayatımıza, bizi etkileyen ancak fazla dillendirmediğimiz çeşitli şeylere, televizyon programlarına, izlediğimiz ama çoğu zaman es geçtiğimiz film karelerine dair şeyler anlatarak, kısa sürede ismini duyurmayı başardı. Ancak anlattığı bazı şeyler daha vardı ki... İşte onlar, edebin sınırlarını zorluyordu.
daha 22 yaşında
bir karikatürist 

     Yılmaz, özellikle gösterilerine ilk başladığı zamanlarda, “Bir Tat Bir Doku” adı ile bilinen gösterilerinde, gülmek için toplananlar arasında seçtikleri üzerinde çok uğraşıyor ve adeta onları yerin dibine sokuyordu. Çünkü alaya aldığı ve küçülttüğü kişilere çok fazla yükleniyor ve bu aşağılamalara maruz kalanları, oraya geldiğine pişman ediyordu. Bu “laf sokmalar” ve ağır sözler, yine bir dereceye kadar kabul edilebilirdi. Belli ki kendisi, Batıdaki örnekleri yakından takip ediyor ve onlardan esinleniyordu. Neticede Batıdaki “stand-up” denilen şovlarda, böyle ofansif şeyler gayet olağandı.

     Fakat Cem Yılmaz bu kadarıyla da kalmadı. Gösterilerinin büyük bir kısmını kaplayan ve deyim yerindeyse, konuyu dönüp dolandırıp müstehcen mevzulara getirmesi, edep sınırlarını zorluyordu. Kadın erkek ilişkileri, her iki cinsin zaafları, bilhassa erkek uzuvları ve bunlara bağlı olan konular üzerine anlattıkları ile güldürmeyi başarıyordu fakat espri ve şakalar, “bel altı” dediğimiz cinstendi ve üstelik her izleyenin de fark ettiği üzere, her yeni gösteri ile birlikte sertleşiyordu. Özellikle “Fundamentals” gösterisi, gerçekten de bu konunun şimdiye kadarki “en dip” noktasıydı.
seviye bir süredir
sıfırın altındaydı zaten!

     Evet, diyelim ki bu terbiyesizlikler Batı dünyasının gösteri ve stand-up anlayışında var. Hakikaten de öyle. Louis C.K.den Russell Peters’a, Eddie Murphy’den Dave Chappelle’e, Richard Pryor’dan Robin Williams’a kadar birçok tanınmış stand-up siması, çok sert ve ofansif bir dil kullanır ve kadın erkek ilişkilerini, olabildiğince sansürsüz ve edepsiz şekilde anlatır, onları izlemeye gelenlere de umarsızca alkışlar.
tarihin en ağzı bozuk en seviyesiz
heriflerinden biri: Louis C.K.

     Tamam da, ne burası Batı ne de edep ve ahlak seviyemiz oralarla aynı. Toplumumuzun genelinde, erkeklerimiz veya kadınlarımız bu tür konuları kendi aralarında konuşuyor olsalar dahi, bunlar sınırlı alanlarda ve nispeten alçak sesle dile getirilir veya tartışılır. Normal ahlaki değerlere haiz her cemiyette de böyledir. Dolayısıyla sahneden birisinin, böylesine ahlak ve edep dışı şeyleri ailelerin, çocukların, kadınların karışık olarak bulunduğu bir ortamda açıktan anlatması, toplumun geneli için hiç de sıhhatli bir şey değildir, bir dejenerasyon göstergesidir.

     Bu gerçekliğin biraz da diğer tarafına bakalım: Cem Yılmaz, gösteri yaptığı ilk birkaç seneyi geçecek olursak, seçim neticelerine de yansıdığı üzere, giderek muhafazakarlaşan bir toplumun karşısına çıkıyordu. Sonu meşhur “28 Şubat”a varan Refah-Yol hükumeti ve birkaç sene ardından, 2000’li yılların başını domine eden Ak Parti hükumetleri, Cem Yılmaz’ın yukarıya tırmanışını hiç kesmedi. Bilakis, vergi rekortmenleri arasına girdiği dönem de, bu dönem oldu.

     Bir diğer mevzu ise, her ne kadar bir önceki dönem din düşmanı komedyenler kadar olmasa da, dini konulara girmesi ve bazen dinen çok tehlikeli sözler söylemesi. Gerçi hakkını teslim edelim, dine zarar vermede bir nesil önceki, kabare ve gösteri adı altında İslamiyet’in emirleri ile alay eden, dinin yasak ettiklerini övüp, akıllarınca dinle dalga geçen dinozorlara nazaran oldukça masum sayılırdı. Çok bariz bir misal; icracı olarak başı Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın çektiği, Selim Naşit, Nevra Serezli hatta Yonca Evcimik gibi karakterlerin yan desteği, Haldun Taner, Kandemir Konduk ve Umur Bugay’ın antrenörlüğünde, neredeyse her parodi her skeç İslamiyet ile açıkça alay içeriyordu. Doğrudan değil elbette fakat dolaylı yollardan ve laf kalabalıkları ile. Tiyatro ve sinema ise neredeyse tamamen bunların elindeydi ve bu güçlü silahlarla, bir yandan Türk Milletine aba altından soba gösterirken, bir yandan da milletimizi kendi istedikleri yola çekmek için toplum mühendisliğine soyunuyorlardı.
Devekuşu Kabare tayfası

     İşte böylesine karanlık bir dönemden sonra, Cem Yılmaz 90’lı yılların ikinci yarısında ve 2000’li yılların başlarında, stand-up denilince, tereddütsüz olarak ilk akla gelen komedyendi. Yılmaz Erdoğan - Demet Akbağ ekibi de o aralarda parladı fakat Demet Akbağ, yukarıda zikrettiğimiz Umur Bugay’lı, Kandemir Konduk’lu kabarlerin mirasına sahip çıkarken (biraz yumuşatarak tabi ki), Yılmaz Erdoğan ise, hem politik hem de ahlaki olarak, Türkiye’nin kahir ekseriyeti oluşturan Sünni duruşa bayağı bir uzaktı. Filhakika Cem Yılmaz da muhalif olarak bilinir ve bunu bir şekilde üstü kapalı ve nadir olarak dile veya klavyeye getirse de, genel manada politik şakalara girmekten kaçındı ve kaçınmaya devam ediyor. Çünki aksini yapacak olsa, atındaki zeminin, tahmin edebileceğinden de hızlı bir biçimde kayacağını gayet iyi bilmektedir. Ata Demirer’e de küçük bir parantez açmak gerekirse; o da sahneye çıktı bahsedilen zaman diliminde. Onun gösterilerinde de dini konular geçti ve geçiyor ara sıra fakat bilerek dinin emir ve yasakları ile alay etmek, hemen hemen yok gibidir.

     Neyse... Ana maddeye dönecek olur ve bir iki kelam da filmleri için sarf edecek olursak: Gösterilerindeki bu oldukça sert ve rahatsız edici üslup, Yılmaz’ın filmlerinde ise, hem şiddet hem de zaman bakımından oldukça azdır. Her Şey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz  gibi yapımlarda, hemen her filmde duyabileceğimiz kadar, sadece birkaç kötü diyebileceğimiz söz vardır. Absürt komedi olarak çektiği, göndermelerle dolu ve bu gönderme ve ince mesaj verme niyeti yüzünden izleyiciyi hırpalayan A.R.O.G., G.O.R.A. ve Yahşi Batı filmlerindeki seviye ise, diğerlerine nazaran daha aşağıdadır.

     Ancak şunu da söylemek gerekir ki Cem Yılmaz, günlük hayatta karşılaştığımız, çoğu zaman da fazlaca üstünde durmadığımız bazı olay, hissiyat ve garip kişilikler ile alakalı çok enteresan ve yerinde espri ve şakalar yaparken, birçok konuda yaptığı sosyolojik ve psikolojik tespitler de çok yerinde ve ufuk açıdır. Lakin ne yazık ki, her gösterisinde, olay bir şekilde bel altına gelir ve tabiri caizse dakikalarca oradan malzeme çıkarır ve seviye sıfırdan eksilere doğru gider. Yani ortalama bir Türk ailesinin, Cem Yılmaz’ın herhangi bir gösterisini hep beraber oturup izlemesi çok ama çok zayıf bir ihtimaldir. Olmuşsa bile, bu bir kereye mahsus, bilinmeden olmuştur.
konu nereye doğru
gidecek tahmin edin?

     Hatime olarak, “yiğidi öldür ama hakkını teslim et” düsturundan hareketle, şunları eklemek insaf dairesi içerisinde olacaktır: 80’li ve 90’lı yıllarda sahneye çıkanların, sinema, müzik ve tiyatroyu elinde tutanların sistematik mukkadesat saldırıları ve erozyon çalışmaları sonrasında, edep, terbiye ve ahlak açısından seviyeyi alçaltan yeni dönem neslin gelmiş olması, biraz hayal kırıklığına sebep olsa da, dini konuları fazla bulaşmayan komedyen, tiyatrocu ve sinemacıların eskiye nazaran daha çok olması, sayısının artması, buna mukabil eski dinozorların sayısının ve etkisinin azalması, az da olsa bir teselli kaynağıdır.


4 Eylül 2017 Pazartesi

Zamane Bağımlılıkları ve Uyuşturucuları

     Breaking Bad dizisini "bad" yani karanlık tarafa götürüp çeşitli maceralar yaşatan, "Heisenberg" namlı karakteri ve "saf mavi"sini anacak değiliz elbette fakat günümüz gençliğinin beynini uyuşturan, çoğu "legal" görünen şeylere bir göz atmak lazım.

     Sahi, bundan 150-200 sene evvel, dünyanın nispeten medeni sayılabilecek bir yerinde yaşıyor olsaydınız, hayatın nasıl olurdu? Daha doğrusu hayatınızda, sinema, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, internet, müzik (endüstriyel ölçekte tabi), futbol (dolayısıyla takım taraftarlığı) vesaire olur muydu? Hayır! Muhtemelen ya tarladaki işlerinizi kovalıyor ya cami veya kilisedeki dini derslere devam ediyor ya da savaşta veya savaş hazırlığında olurdunuz.

     Ancak 20. ve 21. yüzyılları yaşıyor olmamızla birlikte, mesafeler azaldı, savaşlar (büyük çaplı olanları en azından) azaldı ama bambaşka şeyler çoğaldı. aralardaki boş zamanları dolduracak bir sürü ıvır zıvır peyda oldu. Fakat bu boş zaman doldurmalık şeylerin, günümüz insanının öncelikleri haline gelmesi uzun sürmedi.

     1. Futbol ve Takım Taraftarlığı: Dünyanın en ücra köşesinde, derme çatma bir kulübede hayatını idame ettiren, ayağında ayakkabı namına bir şey olmayan, yarı çıplak, karnı aç bir çocuğun sırtında, çok meşhur bir futbolcunun formasını görünce ne hissedersiniz? Sahneyi daha da belirginleştirelim; Bu çocuğun yürüdüğü ve yol demeye bin şahit isteyen çamur, pislik karışımlı yolun yan tarafındaki, kocaman "Coca-Cola" levhalı bakkalı gözünüzün önüne getirin. Hatta biraz daha hardcore haliyle, elinde Kalaşnikof olan, sümüklerini bile zapt etmekten aciz bir tıfılı canlandırın muhayyilenizde! Gerçi "canlandırmaya ne gerek var, bunu Afrika ile alakalı belgesellerin çoğunda görüyoruz zaten" dediğinizi duyar gibiyim!

     Neyse, Coca-Cola'nın ve Kalaşnikof'un bu çocuğun civarına nasıl yerleştiği ve eline nasıl geçtiği mevzusu, başlı başına bir araştırma konusu, o ayrı. Peki ama tek iyi yapabildiği şey, futbol topu denilen, içine hava şişirilmiş deri bir yuvarlağı tepmek olan birisinin ismi, nasıl olur da içme suyu dahi bulmakta zorluk çeken masum bir çocuğun sırtında yer alır. Daha da acısı, o çocuk nasıl olur da, meşhur top tepicisinin formasını sırtında taşımaktan gurur duyar?

     Bu sorunun cevabı, futbolun o sihirli ve sıtma gibi tesirli parlak görünen dünyasında saklı:
Kelimenin kökenine, tarihine girecek değiliz... Bunlar zaten malum. Uyuşturucu olma özelliğine varmasına neden olan mühim olan bir noktasıdır bizi ilgilendiren; "Takım taraftarlığı" olgusu. 20. asır ile birlikte, sari bir hastalık misali kitleleri tesiri altına alan bu eğlence, takım oyunu olması hasebiyle ve birdenbire çok büyük kitlelere ulaşıp izleyici bulması neticesinde, karşılıklı olarak oynayıp rekabet eden takımlardan birini "tutma" olayı doğdu. Kulüp takımlarının giderek büyümesi, rekabetlerin kızışması, değerli gözüyle bakılan futbolcuların bol sıfırlı transferleri, "milli takım" denilen ve bir ülkenin tüm halkını temsil ettiği düşünülen takımların desteklenmeye başlaması, bu "takım tutma" merakını, derinliğini ve sertliğini artırırken, düzenlenen turnuva ve kupaların artması ve sıklaşması, işi iyice çığırından çıkardı.
"en büyük bizim takım
ulen... Ona göre!" 

     Şu kupada mücadele edecek takımının son transferlerinden tutun da, formasından anahtarlığına kadar her satılan armalı şeylere sahip olma hastalığına, takımın bu sene ligdeki düşük performansından, başkanın "zaruri" transferleri yapmamasına karşısında yaşanan kızgınlığa kadar bir sürü, ana bağımlılığı besleyen ara hastalıklar zuhur etti. Takım-taraftar ilişkisinin giderek zıvanadan çıkması, "hasta bilmem hangi takımlı" seviyesine ve akıl tutulmasına kadar vardı. Taraftarlık olgusu yukarıdaki sayılan haliyle kalsa, yine bir dereceye kadar mazur görülebilirdi belki ama statları dolduran, varını yoğunu takımı için harcayıp, hazerde ve seferde her maçına gitmekle övünen ve kendilerini "hasta" olarak addeden sempatizanların, karşı takım taraftarları ile, bazı hallerde ucu ölüme kadar varacak şuursuz kavgalara girişmeleri, gelinen durumun ne denli vahim olduğu açıkça gösteriyor.

     Artık günümüzde, verdiği her sigara ve çay molasında, hatta bunu bırakın, en ciddi iş toplantısında, söz yanlışlıkla veya bilerek, hazirundan birisinin delicesine tuttuğu bir takımın evvelki günkü feci mağlubiyetine geldiğinde, işine karşı duyması gereken heyecan ve adanmışlığı kat be kat sollayacak bir tutkuyla, takımını savunmaya kalkışan ve toplantının canına okuyan, kelli felli, doktora tezli insanlar görüyoruz. Düşünebiliyor musunuz, iki tane anlı şanlı üniversite bitirip, alanında doktora yapan kişiler, eğitim konusunda neredeyse sıfır olan, ağzı küfürlü ve sürekli olarak kavgalara karışmakta beis görmeyen top tepicileri, bırakın sadece manevi olarak, bilakis maddi olarak da destekliyor.

     2. Müzik: Güzel sanatların bir kolu denilen ve sihir gibi tesir edip dinleyenleri kendine bağlayan, "müzik ruhun gıdasıdır" gibi medhiyelerle övülen, düzenlenmiş seslerle verilen isim. Günümüzde, müziğe kendini kaptırmayan kimse hemen hemen yok gibidir. Bilhassa duygusal olan veya bir şekilde bunalıma girmiş olanlara çok daha etki ettiği bilinen bir gerçektir. Müziğin, insan hisleri üzerindeki tesiri, hiç de azımsanacak derecede değildir. Mutlu olana sınırları aştıran, üzüntülü olanı bunalımlara sürükleyen, karşı cinse olan kavuşma arzusunu, şehveti kamçılayan, melankolinin her kademesine insanı sokan şarkıları bir hatırlayın!
kulaklığı tak, müziği aç
gerisini boşver!

     Ata Demirer'in bir gösterisinde sarf ettiği şu cümle ne kadar manidardır bu bağlamda: "Tanımadığın kızlara aşık olursun, sırf o müziğin yüzünden!" Müzik, kullanılan miktar, zaman, içinde bulunulan ruhi hal ve şarkıların niteliğine göre, kendisine teslim olanlara aynen bir uyuşturucu gibi tesir ettiği yadsınamaz bir gerçektir. Ön yargısız yapılan araştırmalar da bu gerçeğe işaret etmektedir zaten.

     3. Televizyon: 20. asrın bir başka oyuncağı ve vakit öldürme vasıtası. Bu kutu, evin olmazsa olmazları arasındadır ve evin en mutena köşesindeki yeri asla sorgulanmaz. Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden biri gibidir. Genç yaşlı, erkek kadın, çoluk çömbelek, kısacası herkes bu uyuşturucunun pençesindedir ve bu, değerli zamanını havaya uçurmak bir yana dursun, aile ve çocukları, son derece zararlı muhteviyatın önüne atıvermekten başka bir şey değildir.
TV karşısında beyni eridikçe,
karnı şişmeye devam edenler!

     Televizyon denilen şey, esasında bir eğlence aracıdır ve ekran karşısına geleni orada daha da çok tutmak için tasarlanmış program ve saçmalıklarla doludur. Ve bilmem söylemeye gerek var mı, tabi ki sunulanların hemen hepsi, en azından hiç faydalı değildir (zarar vermesi ise, inanılmaz boyutlara varabilir). Bebek ve çocuk çağındakilere verdiği hasar, zaten araştırmaların gösterdiği bir vakıadır.

     4. Bilgisayar, İnternet ve Akıllı diye övülen Telefonlar: Bu üç sihirli kelime hayatımıza peyderpey girdi ve girmeye başlayalı daha 20 sene bile olmadı ancak tesirini göstermesi de bir o kadar kısa sürdü doğrusu. E-mail ve aracılığıyla çeşitli faydalı bilgiler edinmek gibi masum "gel gel"lerle başladı, Facebook, Twitter, Instagram, oyunlar vs... gibi zamanımızı emen ve kendine esir eden şeylerle devam etti... Ve kim bilir daha ne şiddette devam edecek!
ölümüne selfie!

     Özellikle gençlik arasında, yukarıdaki üçlünün pençesine düşüp robotlaşan, vaktinin çoğunu ekran karşısında geçiren ve tıpkı uyuşturucu tedavisi görenler gibi tedavi ve terapilere muhtaç belki de yüz milyonlarca genç var dünya sathında. Hatta Çin'de, bu sayının korkunç rakamlara ulaşması neticesinde, gençler tıpkı askerlik vazifesindeki gibi kamplara toplanarak, gençleri içten içe kemiren ve zombi haline getiren bu hastalıkla baş edilmeye çalışılıyor. Kim bilir belki de çok yakın bir gelecekte, böylesine rehabilitasyon merkezleri daha da çoğalacak ve içleri dolup taşacak.
ekran uyuşturucusu bağımlıları
rehabilite olacak mı bakalım?

     5. Sinema: Çok büyük kitlelere tesir kuvveti olması hasebiyle, müthiş bir propaganda vasıtasıdır. "Ak"ı kara, "kara"yı ak göstermede üstüne yoktur ve bu konuda şüphesiz bir uzmandır. Nazi Almanyası'nın perde tutkusu ve propagandasından tutun, Sovyet Rusya sinemasına ve son 50-60 seneyi domine eden Hollywood sinemasına kadar her güç, sinema perdesinin sihrini, genç dimağları etkilemek ve bu sihir aracılığıyla, onları kendi hedef ve emelleri uğruna kullanmak istiyor. Gençler de bu konuda dünden razı olunca, damara şırınga edilen uyuşturucu hem daha etkili hem de daha uzun süreli tesir ediyor. "Türk" görünümlü ancak mukaddesata verdiği zarar, hiç de milli olmayan sinemamız hakkında daha derin araştırma.

bu sinema daha neremize
kadar girecek ki?

     Aslında yukarıda sayılan maddeler (müzik ve futbol hariç tabi) iki ucu keskin bıçak gibidir. Yani şerre hizmet etmek için kullanılırsa şer olur ancak hayırlı kimselerin ellerinde erdem, iyilik ve güzellik adına ne varsa ona yardımı olur... Hem de muazzam boyutlarda.

12 Mart 2017 Pazar

Kadın Hakları Ütopyası Ne Zaman Gerçekleşir?


     "Kadınlar siyasette daha aktif rol almalı"... "Kadın çalışan sayısı hala istediğimiz seviyede değil"... "Çağdaş bir kadın olarak, kendi ayaklarım üstünde durmak istiyorum"... "İşten geç saate çıkan genç kadın, kendisini takip eden sapık tarafından tecavüze uğradı"... "Toplu taşımada istismara uğradığını iddia eden kız öğrenci sinir krizi geçirdi..." İşvereni tarafından taciz edilen iki çocuk sahibi dul kadın intihar etti".... Ve daha bir sürü haber başlığı! Her ne kadar uzak gibi görünse de, birbirine inecik bir çizgi ile bağlı birkaç başlık! "Erkekle eşit" diye gaz verilen ve her gazı aldığında başına bir şeyler gelen kadınlar bunlar. Peki nasıl oluyor da bu iki başlık bir araya gelebiliyor?

     Aslında temel mesele, Batı Dünyasının teknoloji ve fende öne geçip (hile hurda, çalma
fonksiyonları yerinde iki karşı cins
ve işten başka yere harcanan vakit ve enerji
çırpma soyma işleriyle de olsa), oyunun kurallarını kendisinin koymaya başlamasıyla ortaya çıktı. Üç semavi dinde de kadın, genel mana itibariyle erkeklerin bulunduğu ortamlardan uzaktır ve kendi alanı vardır. Hristiyanlıkta da bu başlangıçta böyleydi. Fakat 19. yüzyıl sonlarına doğru, sanayi devrimi vs derken, daha önce insan hayatında olmayan şeyler çıktı; karışık okullar, karışık toplu iş yerleri. Bu karışık mektep ve toplu iş yerleri, erkek ve kadının yan yana bulunması demekti. Kapitalist Batı, erkek kadın demeden herkesi, işin ağırlığı gözetilmeksizin çalışmaya zorluyordu. Karl Marx önderliğinde ortaya çıkan ve çok geçmeden ilk devlet teşekkülünü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak gerçekleştiren Sosyalizm ise, Kapitalizm'e her alanda ateş püskürürken, bir alanda hiçbir değişikliğe gitmedi... Kadın erkek demeden herkese "eşit" muamele gösterip, madenlere, ağır sanayi işletmelerine herhangi bir ayrım gözetmeden doldurdu bu iki cinsi. 

     Kapitalist Batıda ve Komünist Doğuda kadın, şimdi cemiyet hayatında erkekle beraber
Sovyet Komünizminin en büyük kazanımlarından biri
en ağır işlerde erkeklerle beraber çalışan kadınlar
yarışıyordu. Yani paranın babaları, ateşle barutu aynı kabını içine tıkıştırıyordu. Peki bu açgözlü, uçkur düşkünü, çıkarı için önüne gelen her şeyi yok etmeye yeminli, gözü dolar dolar bakan herifler, erkeği ve bilhassa kadını tanımıyor muydu? Bu iki cinsin kontrolsüz olarak karşı karşıya getirilmesinin neticesini kestiremiyor muydu? Tanıyordu ve neticesini biliyordu elbette ama diyelim ki başka tedbirlerle işi halletmeye kalkıştı. 

     Kadının cemiyet ve iş hayatına bodoslama girişi, erkeği ve kadını tarif edilemeyecek derecede yozlaştırdı. Çalışan kadının dengesi, ahlakı, dini dejenere oldu, erkeklerle yarışır oldu. Erkekler ise, "medeni" görünmek için fizyolojik isteklerine gem vurmaya, bazı şeylerin üstünü örtmeye çalıştı... Ama bazen beceremedi ve az bir aldanmanın neticesinde, her iki taraftan da aileler yıkıldı, çocuklar boşanmış ana babaların kurbanı oldu. Neden peki? Çünki bu ikisi bir arada oldu mu, mutlaka ahlaksız, fuhuş, zina yaşanacak. Yaşanmaması tabiata aykırı olurdu. 

     Şimdi dünyanın dört bir yanında kadınlar, çeşitli günler ve bahaneler vesilesiyle şöyle şeyler dile getiriyor: "Kadınlara daha çok fırsat verilmeli, kadınların önü açılmalı, kadınlar her alanda artmalı, iş sahasının her alanında olmalı". Bunlar böyle bağıra dursun, çeşitli görüntülü ve yazılı iletişim vasıtalarında, kadınlara yönelik istismarın, her geçen gün arttığı ve tehlikeleştiği yazılıp çiziliyor. 

     Alın taze bir misal, Al Jazeera'den bir makale: "Toplu taşımalarda taciz edilen kızların sayısı inanılmaz boyutlarda". Kim peki bu taciz edilenler; etekleri dizlerinin üstünü geçeli bir hayli olmuş, toplu taşıma kullanan ortaokullu, liseli kızlar. Bu ve buna benzer haberlerdeki alt metni dikkatle incelediğimizde ne görüyoruz peki: Açık saçık giyinen kızlar, sıkışık otobüs ve metrolarda okula veya işe gidiyor. Okulda taciz ediliyor, iş yerlerinde üstleri tarafından taciz ve daha ötesi ediliyor. Bir haber daha, Deutsche Welle: "Her üç kadından biri taciz mağduru"

     Şimdi de gelelim, sözüm ona, kadınları korumaya çalışanların ileri sürdükleri şeylere: "Kadınlar daha cesur olup, taciz edenleri şikayet etmeli, sessiz kalmamalı, bu işlere kalkışan erkeklere daha sert cezalar ve yaptırımlar uygulanmalı." Yani erkeklerin olduğu mektep ve iş yerlerine gitmeyin falan demiyor haa, tam tersini ısrarla itelemeye çalışıyor. 

     Ey kadınları koruduğunu sanan feministler, kadın hakları örgütleri vs..! Sizin tahtalarınız mı eksik yoksa o beyin denilen şeyin içinde bir şeyler kısa devreden kurtulamıyor mu? Savunduğunuzu iddia ettiğiniz kadın cinsine böylesine bir cürmü nasıl işlersiniz! Yani siz apaçık, kadınlar ısrarla erkeklerin arasına karışsın, her türlü istismar, taciz ve tecavüze açık olarak hayatlarına devam etmelerini mi istiyorsunuz? Çünkü ileri sürdüklerinizin hepsi, yalnızca ve yalnızca bu hedefe hizmet eder.

     Peki, kadınlar nasıl korunacak, nasıl halas bulacak bu taciz ve saldırılardan. Cevabın en alasını, en mükemmelini her konuda olduğu gibi, bu konuda da İslam Dini veriyor.

     Bir kere İslamiyette, kadının örtünmesine yani tesettür kavramına son derece ehemmiyet veriliyor. Yani kadın, mahrem olmayanların olduğu bir çevreye çıkmak mecburiyetinde kaldığında, başını kalın başörtüsü, vücudunu kalın, bol ve topuklara kadar uzun pardesü ve kalın çorap ile örtünür. 

     Yeri gelmişken burayı, örtülü olduğunu zannedip kendini ve çevresini aldatan ya da aldattığını sanan ve şu anda toplu taşımalarda, iş yerlerinde gördüğümüz "yarım" veya  "zayıf" örtülülerden bahsedelim. Aslında tesettür iki şeyden oluşur; ilki yabancı erkeklerin olduğu yerlerden uzak durmak ve ikincisi, onların olduğu bir ortama gitmek zorunda kalındığında, "tam" bir şekilde örtülü olmak. Dolayısıyla, kendi kendini kandıran bu yarım örtülüler, erkeklerin bulunduğu mekanlara zaruretsiz gidip karıştıkları ve doğru dürüst örtünmedikleri için, tesettürün iki şartını da ihlal etmektedirler. 

     Ancak bundan daha da öte, sebep oldukları bir şey daha var ki, işte bunun cürmü, cezası
örtülü... mü?
ve etkisi, yukarıda sayılanlardan çok daha ileridedir. O da; "kötü çığır açmak" ve başkalarının bu günahları işlemelerine ön ayak olmak ve teşvikçi olmak. Bunların böylece, sadece kafalarının üstünde yarım yamalak bir başörtüsü ile sözüm ona "özgür" takıldıklarını gören genç kızlar, "demek ki örtünmek için illa pardesüye, kalın bir örtüye ve erkeklerden kaçmaya gerek yokmuş" deyip onların peşinden giderler. Zaten zayıf örtülülerin her sene kapıldıkları moda akımlarına bakıldığında iki şey hemen dikkat çeker: Örtülüleri dejenere eden moda akımları çok çabuk yayılır ve bu şekilde örtündüğünü sanan zavallı genç kızlar her sene daha da çok artar.

bu da örtü...
tabi yersen!

     Evet, ilk kural dediğimiz gibi "tam örtülü" olmak, yani tesettüre riayet etmek. İkinci kural ise, erkelerin (namahrem olanların tabi) olduğu mektep, iş yeri vs. yerlerden uzak durmak. İslamiyette, kadına en yakın akrabası (babası, kocası) bakmak zorundadır, yani üzerine farzdır. Kadın dışarıya çıkıp çalışmak, yorulmak zorunda değildir. Yani her şey kadının ayağına gelir. Şayet kadının bakacak kimsesi yoksa ve devlet de yardım etmiyorsa, erkeklerin olmadığı yerlerde, örtüsüne gayet dikkat ederek çalışabilir. Misal, hastanelerde yalnız kadın hastalara bakar. 

     Yani işin çözümü çok kolay ve etkilidir esasında ama bunu hiçbir batılı veya batılı hayranı söyleyemez, dile getiremez çünki hemen "gerici, yobaz" yaftalarını yer. Tabiri caizse, kesilmesi gereken zararlı ağacı kökü kazınmalıyken, ısrarla ağacın dalları ve yaprakları üzerinden, neticesiz goygoy yapılır ve tüm problemler çözülmek yerine, her geçen sene daha da artar.

     Burada, feministlerin İslamiyete çatmak için kullandığı argümanlardan birine daha değinmek lazım. O da, doğu toplumlarına sıklıkla isnat ettikleri, aile içi şiddet. Bunlar tabi ki belirli maksatlar uğruna yapılır. Gözden kaçırılan şey ise, cehaletin bedelinin İslam dinine ödetilmesi. Yani dinden habersiz veya dinini yarım bilen bir yobaz kafalı, eşini dövdüğünde, ceza hemen İslamiyete kesilir. Oysa cehaletin olduğu yerden, İslamiyet hızla uzaklaşıp kaçar.