Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

25 Kasım 2014 Salı

Hristiyanlık Diye Bir Din


     Hristiyanlık (ya da Hıristiyanlık) diye bir din var malumunuz... ama çok garip bir din bu! Muğlak, parça parça olmuş, pagan izleri taşıyan bir din. Aklı başında hiçbir insanın kabul etmeyeceği; Tanrının, insanların günahlarını affetmek için, kendi öz oğlunun haça gerilmesinden ve cehenneme girmesinden başka bir çözüm bulamaması, papazların masum addedilmesi, insanların günahkar olarak doğduklarının kabulü, günah çıkarmak gibi garabetler içeren bir din. Batı Dünyası kağıt üstünde büyük oranda Hristiyan görünse de, akıl ve mantık tutulması yaşamayanlar, bol bol küfre girmekte (blasphemy) soluğu Hristiyanlık görünümlü Ateizm'de almaktadır. Bu açıdan, Hristiyan görünümlü bireylerin önemli bir kısmı, aslında gizli birer Ateist'tir (gerçi dinine sahip çıktığını söyleyenlerin da çok tanrılı paganlardan farkı yok gibi ama neyse).

Biraz yakından Hristiyanlık Dini:


     Bilindiği üzere Hz. İsa, bir bakire olan annesi Hz. Meryem'den babasız olarak Kudüs'e yakın Beytüllahim'de tevellüd etti. Annesi Hz. Meryem, İmran ve Hunne'nin (Hanne) kızıydı. Hz. Meryem, oğlu ve nişanlısı (aynı zamanda amcası oğlu) Yusuf Neccar ile birlikte Mısır'a göç etmek zorunda kaldı. Sonradan ise Nasıra (Nazareth) denilen yere geldiler. Hz. İsa 30 yaşında iken Peygamber oldu ve 33 yaşında diri olarak göğe yükseltildi (İslamiyete göre tabi).

güya çarmıha gerilen
ve Christ adı verilen kişi
     Hz. İsa, Yahudileri ıslah etmek için çalıştı ancak onlar, hem ıslah olmaya yanaşmadılar hem de Hz. İsa'ya "bilinmeyen babanın çocuğu" diye iftira attılar ve onu yalancı peygamberlikle itham edip, Romalılara ihbar ettiler. Yani aslında bozulmamış olan Hristiyanlık Dini, bozulmuş olan Yahudiliğin ıslah edilmiş halidir. Tarihi vesikalardan anlaşıldığı üzere, doğru olan İncil Kitabı, Hz. İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler tarafından, yüz seneye varmadan yakıldı ve yok edildi. O sırada İncil henüz yayılmadığından ve Hz. İsa da ancak iki buçuk veya en fazla üç sene kadar tebliğ yapabildiğinden, başka bir nüshanın yazılmış olma ihtimali de yok gibidir. Eğer bir nüsha kalmışsa da, o da İznik Konsili'nde imha edilmiş olmalıdır. Bu hakiki İncil'in yerine, bugünkü "Yeni Ahit"i (New Testament) oluşturan dört tane kitap ortaya çıktı: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bu kitaplar, herhangi bir "kutsal kitab"ın hazırlanmasında ve muhafazasında gösterilmesi gereken olağanüstü hassasiyetlerin hiçbirini görmedi. Bir kısım (az kalan) doğru bilgilerin yanına, birçok uydurma ve hurafeler eklendi. Bu İncillerde, Hz. İsa tanrı olarak kabul edilir ve Havariler de Peygamber statüsündedir. Onların yazdığı risaleler de Kitab-ı Mukaddes'ten bir parçadır. Filhakika, hakiki olan İncil'de, emir ve yasaklar yani din ahkamı çok azdı. Zaten Hz. İsa da yeni bir din getirdiğini hiç söylememiştir. Dolayısıyla bu din, Hz. Musa'nın dininin devamıdır.

     Putperest iken, sonradan Hristiyan olduğunu söyleyen Büyük Konstantin'in emriyle, 325 senesinde toplanan İznik Konsili'nde, İbranice olan bütün İncillerin yok edilmesi kararı çıktı. Dolayısıyla hakiki İncil'e çok yakın olan Barnabas İncili de ortadan kaldırıldı. Şu an elde bulunan dört İncil'in dışında İncil okuyanların öldürülmesine dair emir çıktı. Pavlos'un (Paulus, Bolüs), Nasraniliği dejenere etmek için çok uğraştığı Eflatun'un (Platon) "Trinite" (Teslis, Trinity) prensibi, yani "tanrı tektir ama aynı zamanda üçtür" (Baba, Oğul, Kutsal Ruh) akidesi, Hristiyanlığın temel esaslarından biri oldu. Zaten, dört İncili yazan zatlardan ancak Yuhanna (ki kendisi Hz. İsa'nın teyzesi oğludur) Hz. İsa'yı görmüş, diğerleri ise kendisini hiç görmemiştir. Barnabas, Havarilerden biri idi ve Hz. İsa'dan duyduklarını doğru olarak aktardı. Ancak, Hristiyanlar kendisini Havarilerden saymazlar.

     Ortaçağ karanlığının en büyük müsebbiplerinden ve "kaymak yiyicileri"nden olan papazların, akıl ve mantıktan uzak uygulamalarına isyan eden Alman Martin Luther, Papa'ya karşı çıkarak, 1524'te Protestanlık Mezhebini kurdu. 1534 ise aynı nedenlerle İngilizler, Anglikan Kilisesini tesis ettiler. Protestanların, Katolik Dünyasından ayrıldığı ilk dönemlerde her iki taraf da çok kan döktü. Ortodokslar çok daha önceleri Katolik egemenlikten ayrılmış ve kendilerine mesken olarak o zamanki Bizans ve İstanbul'u mekan tutmuşlardır.

İnciller:


Eski Ahit Yeni Ahit
bir arada İncil
     Bugün elde bulunan İnciller, hiç durmadan tashih edilen ve bazı kısımları değiştirilen tarih kitaplarına dönmüştür. İbranice olan ilk nüshaların tercümeleri sırasında çok fahiş hatalar yapılmıştır ki, bunlardan bazılarının istemsiz ya da bilmeyerek değil, bilakis bilerek ve manayı tamamen değiştirme maksatlı yapıldığı ortadadır (bilhassa tevhid ile alakalı olan kısımlar). İnanılmaz saçma ve küfürde herhangi bir paganı bile geride bırakacak ifadelerin yanında, pornografide yepyeni çığırlar açabilecek, müstehcenlikte sınır tanımayan hikayeler de vardır. Bunların dışında, günümüzde İncili tefsir edenlerden bazıları, mucizeleri ısrarla maddi olarak açıklamaya çalışarak hatta mucizeleri inkar ederek, inananları maddiyata daha da esir yapmaya ve maneviyatta uzaklaştırmaya çabalıyor. Aslında, günümüzün maddeperest Batı toplumunda, Peygamberlerin mucizelerine inanacak insanları bulmak da son derece zordur. Çünki mucize, fen ve tabiat kanunlarının tam zıddı olarak, bir Peygamberin Peygamberliğini tasdik eden ve inanmayanlara meydan okuyan olağanüstü bir haldir.

     Bugünkü İncillere bakıldığında, genel manada üç kaynak dikkat çekiyor:
1. Allah kelamı olabilecek olanlar.
2. Peygamberler tarafından söylenmiş olabilecek sözler.
3. Hz. İsa'nın Havarilerinden, başka şahsiyetlerden, bazı tarihçilerden ve kimliği belirsiz şahıslardan alınan sözler.

     Başka bir açıdan ise, "Kutsal Kitap" olduğu iddia edilen Kitab-ı Mukaddeslerin genel hali şudur:
İçerisinde Allah kelamı denilebilecek kısımlar çok azdır. Bazı sözler çok açık olarak Peygamberlerin sözüdür. Hz. İsa tasviri, hepsinde başka başkadır. Kimi zaman çok yumuşak ve "bir yanağına vurana diğer yanağını çeviren" olarak betimlenirken, bazen de meyve mevsimi olmadığı halde, meyve vermeyen ağaca beddua eden biridir.

Temel ayinler:


İşa-i Rabbani  (Evharist, Efkarisitiya, Komünyon, Eucarist, Communion) ayini: Bir parça ekmek yemek suretiyle -güya- Hz. İsa'nın eti yenilmiş, bir miktar şarap içmek suretiyle de, Hz. İsa'nın kanı içilmiş olur ve böylece bir ilah olan zatı ile birleşilmiş olur ve hatta tanrının oğlu kurban edilmiş olur!

Vaftiz, Hristiyanlığa kabul ayinidir ve kişinin doğuştan gelen günahtan temizlenmesi manasına gelir.

ekmek ve şarap ikilisini
tüketmek suretiyle tanrı ile birleşmek!

"önce vaftiz olacan birader
gir bakayım soğuk suya"


Havariler


Hz. İsa'nın, kendisinden sonra dinini yaymak için seçtiği kişilere Havari (Oniki Havari, Havariyyun, Twelve Apostles) denir:
Petrus (Pierre, Simon): Papaların ilki sayılır. Meşhur zalim Neron tarafından haça gerilmiştir.
Andreas (Andrew, Andre): Petrus'un kardeşidir. Çarmıha gerilerek öldürüldü.
Yuhanna (Yahya, Johannes, Jean, John, Jovan)
Filip (Philippus): Anadolu topraklarında ölmüştür.
Matthias: İrtidat eden ve Hz. İsa'nın yerini bildiren Yudas İsharyot'un (Judas Iscariot) yerine, diğer Havariler tarafından seçilmiştir.
Büyük Yakub (James, Jacque): Yuhanna ile kardeştirler.
Küçük Yakub (James, Jacque)
Simon (Şemun): Hz. Meryem'in kız kardeşinin oğludur.
Toma (Thomas): Uzakdoğu civarlarında şehid edilmiştir.
Bartolome (Bartelmi, Bartholomew): Erzurum'da şehid edildi.
Tadeus (Thaddeus): Bu isim Dört İncil'de farklı farklı geçmiştir. Bazılarında Yudas (Jude) diye geçer, bazılarında ise Lebbaeus.

30 Ekim 2014 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3


     Bulgaristan isimli devletin evveliyatına ve günümüze bir göz gezdirdikten sonra, biraz da Bulgaristan Türklerine ve onların Türkiye'deki uzantısı olan "göçmenler"e yakından bakalım:

Bulgaristan Türkleri


     Osmanlı Devletinin 5 asıra yaklaşan Balkanlar ve Bulgaristan egemenliği, ardında pek tabi olarak derin bir iz bıraktı. Bu "iz", Balkan coğrafyasında hala yaşamaya devam eden Türk, daha doğrusu Müslüman azınlıklar eliyle kendini canlı olarak göstermektedir. Balkanların, en yüksek Türk nüfusu da Bulgaristan'dadır.

     Tarihçiler, Türk azınlığın kökeni hakkında genellikle Karaman vurgusu yaparlar. Fatih Sultan Mehmed'in, adeta "bir taşla iki kuş vurma" projesini hayata geçirmesidir bu. Bir yandan Balkan Yarımadasında kalıcı olabilmek ver dolayısıyla Hristiyan unsurları ıslah edebilmek için, kaliteli, dinini bilen ve inatçı topluluklar oralara yerleştirilirken, bir yandan da, Osmanlı'ya kök söktüren ve inatla direnen bir Beylik de tasfiye edilmiş oluyordu. Bu proje başarılı oldu ve Sünni İslam yarımadaya yayıldı. Ancak, daha Karamanoğulları buralara yerleştirilmeden evvel, Samavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ve fanatiklerinin yozlaştırıcı faaliyetleri ve sonradan, buralardaki "uygun zemin"i gören Alevi ve Bektaşi (sahte olanı tabi) uzantıları, varlığını günümüze kadar sürdürecek olan heterodoks azınlığın temelini attı. Anadolu'da cereyan eden ve Celali İsyanları olarak bilinen ayaklanmalar neticesinde de, bugünkü Bulgaristan ve diğer Balkan Ülkelerine bir yerleşim olduğu da bilinmektedir. Bu Türkler, Osmanlı Devletinin bölgede zayıflamaya başlaması ile birlikte, kademeli olarak bir "geri dönüş" süreci ile karşı karşıya kaldı. Nitekim, her savaş ve önemli hadiseden sonra boşalan Osmanlı otoritesini, zulüm ve işkence ve asimilasyon ile doldurmaya çalışan etnik yapılar, Türk ve Müslüman ahali için çok ciddi bir tehdit idi ve bu da Türkleri, sürekli bir korku ve "anavatan"a dönüş psikolojisi içerisinde yaşamaya zorladı. 19. yüzyılda başlayan göç dalgaları, bilhassa 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları akabinde kendisini şiddetli bir biçimde gösterdi. Cumhuriyet dönemi sırasında da neredeyse her on senede bir göçler yaşanmıştır. Ancak hiçbirisi, 1989'da yaşanan Büyük Göç gibi geniş çaplı değildi tabi ki.

     Bulgaristan Türklerinin, bilhassa kuzeyde ikamet edenlerinin dili, Gagavuz Türkçesi ile pek bir içli dışlıdır. Bilindiği gibi Gagavuzlar, Oğuz kökenli olup, Peçenek ve Kıpçaklarla yakın akrabadırlar. Yine bilindiği gibi, bu Gagavuz topluluğu, din olarak Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiştir. Dolayısıyla şöyle bir neticeye varmak yanlış olmayacaktır: Alevi-Bektaşi öğreti ile yoğrulan ve Sünni İslama "soğuk" bakan Kuzey ve Kuzeydoğu Bulgaristan'daki yerleşik Türkler, ağır Arapça ve Sünni İslamla yoğrulmuş Osmanlı Türkçesi yerine, Gagavuzların dili ve haliyle dini ile içli-dışlı olmayı tercih etmişlerdir.

Göç var... yine!

     Demografik olarak, Bulgaristan'da en yoğun Türk yerleşimler, kuzey-doğudaki "Deliorman" diye bilinen yerler ve güneydeki Rodop Dağları ve bilhassa Kırcaali bölgesindedir. Bu iki ana yerleşimde ikamet eden Türkler arasında birçok farklar vardır: Mesela Razgrad-Şumnu-Silistre üçgeninde yaşayanlar, toprakların verimli, geniş ve genelde düz olması sebebiyle, daha uyumlu, daha sessiz, kafayı ziraatten başka şeylere yormayacak şekilde çalıştıran, yüksek tahsile ehemmiyet vermeyen, hile-hurda işleri fazla beceremeyen ve munis diyebileceğimiz bir karaktere haizdirler (genelleme bu tabi). Oysa güneyde, dağlık kesimde, fazla verimli ve düz arazi imkanı olmayanlar, daha cesur, ticarete yatkın, tahsil yapmaya çalışan ve girişkendir (nitekim 1989 Göçü öncesindeki isyanların tertibi ve öncülüğü buralarda yeşermiştir).

     Balkanlara has o "Slav kibri" maalesef bunlara da uğramıştır. Her konuda cehalet almış başını gidiyor. Bir milyonu aşan nüfusa kanaat önderliği yapabilecek, onlara bazı duyguları aşılayabilecek liderlerin varlığı bir yana, "cahil kibri" ile kendilerini kandırmaya devam ederler. Gelecek vizyonu olan veya geleceği düzgün okuyabilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Onlar da, diğerlerini umursamazlığı içerisinde yitip gider.

     Ekonomik durum içler acısıdır. Özellikle Deliorman Bölgesinde işsizlik ve fakirlik göze çok çarpar. Bulgaristan'ın genel olarak cep ve "kafa" fakiri olması bunun esas müsebbibi ise, Türklerin, Bulgarlardan ve Komünist düzenden bulaşan tembelliğe "sahip çıkmaları", içki belasının yozlaştırdığı kafaların sıhhatli bir şekilde çalışmayı reddetmesi ve yine Bulgarlardan bulaşan gereksiz kibir ve gurur gibi faktörler de çok etkilidir. Bunun istisnası ise, 1989 yılındaki göç esnasında, Türkiye'ye geliş ve yerleşim sırasında tabiri caizse "sıkıyı gören"lerin, tekrar Bulgaristan'a dönmelerinden sonra işlerine daha iyi sahip çıkmalarıdır. Ancak bu durum hepsi için geçerli değil elbette.

     Gelelim Bulgaristan Türklerinin dini hayatlarına: Türkleri, ekonomik olarak "fakir" statüsüne sokacaksak, dini hayatları için "fasfakir" ifadesini kullanmamız gerekecektir herhalde! İslamiyet, neredeyse tamamen kulaktan dolma bir efsaneler yumağından ibarettir onlar için! Günlük rutin hayatta, herhangi bir dini emare bulmak çok zordur.... erkek çocukların "sünnet olması" dışında, Bu boşluğun belli başlı üç sebebi olabilir: 1. Manevi değerleri tamamen yıkıcı Komünist diktatörlük. 2. İçki iptilası. 3. Alevi, Bektaşi nüfusun çokluğu ve Sünnilerle münasebetinin yoğunluğu. Demokrasiye geçiş ile birlikte, tekrar bir "maneviyat"a dönüş çabası dikkat çekse de, beraberinde sahte tarikatçılık ve bol Körfez sermayesi eşiliğinde Selefilik tehlikelerini de getiriyor.

     İlk yazıda da değindiğimiz gibi, Bulgaristan'daki Sovyet güdümlü Komünist idarenin, Türkleri planlı olarak asimile etme çabaları, SSCB'nin ele-güne rezil olup, peyklerini besleyemez duruma gelmesi ve diğer sayılan sebeplerle birlikte başarılı olamayınca, 1989 yılının ortalarına doğru başlayan bir göç dalgası yaşandı ve 300 binin üzerinde bir Türk nüfus, "anavatan" olarak gördükleri Türkiye'ye yerleşmeye başladı.

Bulgaristan Göçmenleri


     Günümüzde, "Bulgaristan Göçmenleri" tabiri kullanıldığında, genel manada, 1989 yılındaki Büyük Göç sonrasında Türkiye'ye gelenler anlaşılır. Bu göç, çabucak alınan bir karar akabinde, çok hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. Bu hız birçok aileyi hazırlıksız yakaladığından, binlercesi tam olarak hazırlanamadan ve gerekli tedbirleri alamadan yola çıktı. Bir yandan senelerce hasreti çekilen, yolu gözlenen, yaşlıların gözünü yaşartan ve çeşitli -artık efsane haline gelmiş- hikayelerin odak noktası olmuş "anavatana dönüş" kavramının sebep olduğu hadsiz heyecan, bir yandan, hen  ne kadar anavatan da olsa, yabancı ve hiç bilinmedik bir yere gidilecek olmanın verdiği tedirginlik, bir yandan da, "acaba sınır kapanır mı" korkusu, insanları karmakarışık duygular ve acele alınan kararlara itti. Daha da kötüsü, çoğu aile parçalandı. Yola dayanamayacak olan yaşlılarla vedalaşmak (hakikaten bir daha görüşmemecesine hem de) zorunda kalanlar oldu, Arabaya çok fazla eşya konulması sebebi ile, aile fertlerinden bir kısmı trenlere bindirildi. Özellikle kuzey bölgelerden gelecek olanlar, çok uzun araç kuyrukları ve konvoylarla ta sınıra kadar gitmek mecburiyetinde kaldı. Kapalı ve dışarı ile bağlantısı sadece SSCB ve uydularından ibaret olan bir topluluk için, bu gayet ciddi bir travma ve tecrübe demektir.

Bulgarların "Büyük Seyahat"
dedikleri 89 Göçü
     89 senesinin yaz ayları çok yoğun bir göçe sahne oldu. Neredeyse 300 bin insan, Türkiye'ye giriş yaptı. Türkiye Devleti, belirli yerleşim bölgeleri hazırladı ve gelenler, akrabalarının yanına gitmek veya devletin belirlediği yerlere gitmek isteyenler için iki seçenek sundu. Ana yerleşim yerleri ise, İstanbul, Ankara ve Bursa oldu. Devletin gösterdiği yerlere yerleşenler, gerçekten ciddi sayılabilecek yardım gördüler. Kiraların ödenmesinden, kamu pozisyonlarına yerleştirmeye, her türlü temel gıda maddelerinin temininden, okul kayıtlarına kadar, hemen hemen her ayrıntı düşünüldü. Hatta, lise son çağlarında gelmiş olan "şanslılar" istedikleri üniversite bölümlerine girme fırsatı yakaladılar. Böylece, ziraat mühendisi olamayacak olanlar, tıp, mühendislik gibi "kallavi" bölümlerde okudu.

     Ancak, bütün bu yardım ve yol göstermelere rağmen, bir dereceye kadar "nimetin kıymetini bilmemek" veya en azından "uyum sağlayamamak" olarak değerlendirilebilecek nedenlerle, gelen nüfusun neredeyse yarısı (150 bin civarında) Bulgaristan'a geri döndü. Görünürdeki bahane ise hazırdı; Bulgaristan'daki rejimin çökmesi ve belli ölçüde Türklere özgürlük vermesi.

     Türkiye'de kalanlar, işlerine gerçekten dört elle sarıldı ve kısa zamanda maddi olarak toparlandılar. Burada enteresan olan nokta şu: Bulgaristan'daki muhit ve yetiştiriliş tarzı olarak, pek de "çalışkan" sayılmayacak insanlar, nasıl oldu da burada birer "atom karınca"ya dönüştüler? Bu konuda, belli başlı birkaç ana faktör sayılabilir belki: 1. Kapalı ve homojen sayılabilecek bir yapıdan çıkıp, karışık ve çok unsurlu bir ortama girmenin ve anavatan" olarak gördükleri topraklara intibak etmekte bir şekilde zorlanmalarının vermiş olduğu tedirginliğin ve hem göç öncesinde hem de göç sonrasında yaşanan şok ve travmaların sebebiyet verdiği korku ve bu korkunun neticesi olan "var olma" ve "ayakta kalma" azmi ve mücadelesi. 2. Serbest bir düzende, "sıkı" ve dürüst çalışanların maddi olarak "tırmanabilme" ve hatta "zengin olabilme" ihtimalinin yüksek olması. 3. Bulaşıcı Slav kibrinin kendini "Avrupalı" addedip, Türkiye'deki yerleşik millet ve toplulukları (mesela Kürtleri) beğenmemesi, onlardan kendini üstün görmesi ve onları maddi olarak "sürklase" etmek istemesi! 4. Neredeyse her şeylerini geride bırakmanın ve genel itibarıyla fakir olarak gelmelerinin stresi ve bu stresten bir an önce (toprak ve mülk sahibi olarak) kurtulma çabası.

     Gelelim bazı özelliklerine:

- İçine kapanık ve dışarıya fazla açılmayan bir yaşam tarzını benimserler (gerçi bu son senelerde biraz değişmeye başladı). Kendi "komün"lerinde kendileri gibi olanlarla takılırlar ve "yerliler" olarak tabir ettikleri insanlara yukarıdan bakıp, onlarla fazla içli-dışlı olmak istemezler.

- Çalışkandırlar ama buna daha önce değinmiştik.

- Maddiyatı severler ve maddiyatla övünmeyi de severler.

- Genel olarak yerleşik Türkleri (Kürtleri hiç saymıyorum bile) küçümserler ve onlardan daha akıllı ve mantıklı olduklarını iddia ederler.

- Tahsil seviyesi pek yüksek değildir ama düşük de değildir. Lise mezunları ağırlıktadır. Bunun yanında, bilhassa ilk nesil göçmenler genelde kitap okumaz ve kendi belirledikleri kalıpların dışına çıkmak istemez.

- Siyasi görüşleri genelde "ulusalcı" olarak tabir edilebilecek bir "Milliyetçilik" ve "Vatanseverlik"tir. Yani İslami ayağı pek olmayan ama vatanına bağlı diyebileceğimiz şekilde. Bu milliyetçilikte de, herhangi bir yerli CHP'li ile rahatça yarışır hatta onu geçerler! Sünni İslam öcü gibidir çoğu için.

- Cimri veya en azından aşırı tutumludurlar. Bu cimrilik neredeyse irsidir. Bunu da şu şekilde açıklamak mümkün: Bilhassa 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında, sürekli bir asimilasyon ve ötekileştirilme korkusu, kendini "anavatan"a atma çabasını doğurmuştur. Bu çaba ve emeller için ise para ve maddiyat lazımdır. Düzenin kendisi de yeterli para vermeyince, en azından "eli sıkı" olmak zorundasındır.

- Aile hayatında kadınlar biraz daha baskındır ve tabiri caizse "dizginleri ellerinde bulundururlar". Mühim kararları alırlar ve yürürlüğe koyarlar.

- Ha, bir de en son... "Bulgar Göçmeni" dedin miydi feci kızarlar... ona göre!

20 Ekim 2014 Pazartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 2


     İlk yazıda kısaca Bulgaristan'ın tarihine, 1989 yılındaki olaylara kadar baktık. Bu kısımda ise, hem demokrasiye geçiş sonrasına hem Bulgarların bazı genel karakteristik hususiyetlerine hem de sinemasına bir "zoom in" yapacağız.

     Demokrasiye Geçiş


     Sosyalist Sovyetler Birliğinin mali olarak ele güne rezil olması ve giderek yükselen özgürlük çığlıkları eşliğinde çökmesiyle oluşan "kara delik" Doğu Avrupa'daki Demir Perde ülkelerini de yutarken, pek tabi olarak Bulgaristan da öksüz ve yetim kaldı. Todor Jivkov ve despot Komünist ekip gitti ve ülke özgürlüğe adım attı. Attı atmasına ama kötü de olsa bir rejime sahip olan devlet, birdenbire boşluğa düştü. Can emniyeti dahil birçok hayati konuda zafiyetler yaşandı ve "devlet" denilebilecek bir otorite ancak birkaç sene sonra tesis edilebildi. Partiler kuruldu ve hemen serbest seçimlere geçildi. Türk azınlık da vakit kaybetmeden, Hak ve Özgürlükler Hareketi isimli siyasi partiyi kurdu ve başkan olarak Ahmed Doğan seçildi. 90'lı yıllar, stabil olmayan, kırılgan bir siyasi ve ekonomik havada geçti, birçok hükumet geldi gitti.

     2000'lere gelindiğinde enteresan bir gelişme olarak, meşhur Saxe-Coburg-Gotha sülalesinin bir ferdi (Simeon Sakskoburggotski), yarım asır sonra (Bulgaristan'ı bir dönem yöneten ailenin varisi olarak) tekrar Bulgaristan'a döndü ve tıpkı bizdeki Kemal Derviş "fırtınasına" benzer bir algı ile, ülkeyi kurtarmak için kolları sıvadı... ama yine bizdeki gibi, "ithal yama" tutmadı.
Bulgarların "alter egosu"
Volen Siderov bağırırken... yine!

     2000'li yılların ikinci yarısında ise, her Bulgar'ın "fabrika çıkış ayarları"nda yer alan ve genel manada Türk düşmanlığında (onun da temeli haliyle İslam düşmanlığıdır) tezahür eden milliyetçilik damarının en bariz temsilcisi olarak Volen Siderov çıktı er meydanına ve 2005'ten sonraki her seçimde parlamentoya girmeyi başardı. Sert, hırçın ve etkileyici hitabeti ile, her seçimde partisi ATAKA'ya %4 ila %9 arasında destekçi bulabildi. Siderov için, milletinin, çoğu zaman yüksek sesle söyleyemediği şeyleri dillendiren, "Bulgarların alter egosu" diyebiliriz.

Çam yarması eski Başbakan
Boyko Borisov
     2009'da yapılan seçimleri de, karşımıza yine değişik bir karakteri çıkardı: 1989 öncesinde İçişleri bakanlığında subay olarak çalışmış, daha sonra özel bir güvenlik şirketi işletmiş (tabi o sırada karanlık insan ve olaylara da bulaşmış) ve Başbakan seçilmeden evvel Sofya Belediye Başkanlığı yapmış olan Boyko Borisov. Bu uzun boylu ve kaba görünümlü kişi, 2009 senesi Parlamento Seçimlerini, sağ ve merkez oylarını alarak galip tamamladı ve dört sene boyunca Başbakan oldu.

     Velhasılı kelam, 2000'lerin ilk on senesi, nevi şahsına münhasır siyasilerin zuhuruna şehadet ederken, ülke bir türlü beklenen gelişmeleri gösteremedi. 2007'de, Avrupa Birliğine tam olarak katılması ve sübvansiyonların gelmesi ile birlikte, bir miktar kıpırdanma ve yatırım görülse de, umumi bir ilerleme kaydedilemedi (%4'lük seçim barajının bu işte parmağı var mı bilemedim şimdi). Siyasi istikrarsızlık ve bir ileri bir geri ekonomi, ülkenin son 25 senesini tanıtmak için yeterli. 2014'ün Ekim başında yapılan Erken Seçimler de herhangi bir gelecek vadetmiyor bu açıdan ve yine koalisyon bekliyor Bulgaristan'ı.

Halef - selef
Ahmed Dogan - Lyutvi Mestan
     Bu arada, demokrasiye geçiş sonrası kurulan ve her dönem parlamentoda temsil edilen, Türk azınlığın kahir ekseriyetinin desteklemesi ve üyelerinin tamamına yakınını Türk kökenli olması hasebiyle, "Türkleri Partisi" olarak anılan Hak ve Özgürlükler Hareketinin (HÖH) duruşuna bir bakmak lazım: Ahmed Doğan önderliğinde kurulan ve kendisine suikast girişimi sonrasında Lütfi Mestan'ın Genel Başkan seçildiği partinin, seçimlerde genelikle %12-15 civarında bir ortalaması vardır. Bu oran, özellikle tek partili bir iktidar göremeyen seçimlerde kilit rol oynar. Eski husumetler, sağ-sol bakış açıları ve/veya siyasi çekişmelere dayanan koalisyon kuramama gibi kritik durumlarda, HÖH hemen bir "joker" gibi ortaya çıkar ve ufak bir iki tane bakanlık mukabilinde koalisyonların "stepne"si olur. Hak ve Özgürlükler Hareketinin bu şekilde birçok defa hükumetlerde yer almışlığı vakidir ve öyle de devam edecek gibi görünmektedir.

Bulgarların Bazı Karakteristik Özellikleri


     Bulgar Milleti genel olarak tembeldir. Bu tembellik, evlenme ve doğum oranlarının yerlerde sürünmesi dahil birçok ana konuyu doğrudan etkileyen bir faktördür. Komünist rejimden kalma alışkanlıklarla mesai saatleri çok kısadır. Millet isteksiz ve rica minnet çalışır (buna çalışmak denirse tabi). Mesai saatleri dışında birini işyerinde tutabilmek büyük başarıdır.

     Vurdumduymazlık ve boşvermişlik pek sevilen bir "gömlek"tir ve birçoğunun sırtında bu "gömlek" vardır.

     Bulgarlar kibirlidir ve deyim yerindeyse "burunlarından kıl aldırmazlar". Bu hal aslında, Balkanların Slav ağırlıklı bölgelerin neredeyse tamamına şamil bir haldir.

     Konuşma dilinin sertliğinden de kaynaklanan kaba bir dil hakimdir genellikle. Affetmek, özür dilemek, teşekkür ve rica etmek gibi kalıplar, konuşma dilinde çok azdır ve bizdeki "teşekkür ettim"
kalıbı gibi samimiyetsizlik kokan kalıplarla geçiştirilmeye çalışılır.

     Bilhassa hizmet sektörü, yukarıda zikredilen atalet, kibir ve kabalık yüzünden can çekişmektedir. Market, kahvehane ve buna benzer yerlerde, suratsız ve sanki orada zorla tutuluyormuş gibi, iş yapmaktan çekinen "hizmetliler"le mücadele etmek zorundasınızdır.

     Ülkedeki doğurganlık oranı rezil durumdadır ve nüfusun sayısal olarak azalmayıp, en azından kendini koruyabilmesi için gerekli olan % 2.11 oranını çoktan kaybetmiştir. Ortaya çıkan istatistiklere göre, 20-30 seneye kalmaz Bulgar Irkı, sayısal olarak Roman ve Türklerin ardından üçüncü sıraya yerleşecek, bir milyonun altına gerileyen ve yok olmayı bekleyen yaşlı bir nüfus haline gelecektir. Tabi bu feci doğurganlık oranının temelinde yine tembellik, vurdumduymazlık ve burnundan kıl aldırmamazlık yatıyor. Kendi zevklerinden ve rahatından fedakarlık yapmaktansa, evlenememek ya da evlenilse bile ancak tek çocukla yetinmek, pek yaygın bir zihniyettir. Sokaklar ve umumi vasıtalar yaşlılar ile doludur. Giderek artan emekliler ve masrafları sebebiyle, hükumetler habire emeklilik yaşını yükseltmeye çalışırlar.

     Her Slav gibi, her Bulgar da içki konusunda asla taviz vermez! İçki dendi mi akan sular durur. Her akşam mutlaka, en azından birkaç bira ya da rakı içmeyene adam demezler adeta! Ülkenin geleceğini, istikrarını ve selametini mahveden faktörlerden biridir içki.

Bulgar Sineması 


Siması bile güldürmek için
yeten aktör Georgi Partsalev
     İlgi alanına girmesi hasebiyle, biraz da Bulgaristan Sinemasından bahsedelim. 20. yüzyılın başlarında başlayan sinema çalışmaları, 1970 ve 1980'lerde en verimli dönemini yaşadı. Çok yönlü ve kaliteli yönetmen ve senaristlerin yanına, gerçekten yetenekli oyuncular da eklenince, gayet başarılı eserler verildi.  Ancak hepsi bir tarafa, komedi filmleri ve komedi rolleri ile ön plana çıkan aktörler, Sosyalist Dönem Bulgar Sinemasının karakteristik özelliği oldu. Angel Wagenstein, Mormarev Kardeşler, Eduard Zahariev gibi senarist ve yönetmenlerin yanına, Georgi Kaloyanchev, Georgi Partsalev, Todor Kolev, Stefan Danailov, Georgi Rusev gibi aktörler eklenince, seyir zevki yüksek filmler ortaya çıktı. 1989 sonrasında, sinema biraz daha uluslararası nitelik kazandı. Birçok Bulgar oyuncu, çeşitli ülkelerin hatta Hollywood yapımlarında rol oynarken, bazı filmler de prestijli festivallerde ödül almak için yarıştı. İşte bazı kısa örnekler:



     Son bölümde ise, Bulgaristan Türklerinin ve Türkiye'ye göç eden muhacirlerin ahvaline bir bakış atarız nasipse!