Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Beni Kurayza İhanetinden IŞİD Terörüne Giden Çıkmaz Yol


     IŞİD denilen, insanlıktan nasibini almamış eşkıya sürüsünün tarih sahnesine birdenbire çıkışıyla birlikte, bir takım zevatın ağzına, Beni Kurayza Kabilesinin cezalandırması hadisesinin dolanması hiç de şaşırtıcı gelmedi doğrusu! İslamiyetin boğazlarından aşağıya geçmediği bu haydutları İslam Dini ile bağdaştırmak, en hafif hali ile dahi zulümdür. Bu bağdaştırmadan ne kastedilmek istendiğini anlamak ve konuya daha bir derinden bakabilmek için her iki konuyu da beyaz kağıda dökelim (İslamiyet deyince vücut kimyası bozulan ve empati yeleğini çıkarıp hemencecik antipati zırhına bürünenlere pek faydası olmaz ama belki doğruları öğrenmek isteyenler çıkabilir elbette):

Beni Kurayza Gazvesi ve Yahudilerin İhaneti:

     Peygamber Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın Medine'ye Hicreti ile, İslam Tarihinde "Medine Dönemi" olarak bilinen devir başladı. Bundan evvel, Mekkeli müşrikler eli ile yıllardır devam edegelen zulüm ve işkenceler karşısında Müslümanlar, müşrikler ile mücadele etmek için defaatle izin istediler ancak izin verilmedi. Hicretten sonra ise, İslam Devletinin teşekkül etmesi ile birlikte, mahzun Yesrib, "medeniyet"in ta kendisi "Medine"ye dönüşürken, Mekke'dekilerle cihada da izin verildi. 

     Medine'de o sıralarda, Evs ve Hazrec kabileleri ile birlikte, Benî Nadir, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza adındaki üç tane Yahudi kabilesi de meskundu. Bu Yahudi kabileler haricindeki halk, toptan İslamiyeti benimsemiş ve Resulullah Efendimizi, büyük bir iştiyakla bağrına basmıştı. Ancak mezkur üç kabilenin derdi büyüktü çünki her başları sıkıştığında "Ya Rabbi, bize göndereceğini vaat ettiğin Ahır Zaman Peygamberi hürmetine yardım et, bize zafer ihsan et" diye ettikleri müstecap duaların karşılığında gelen Son Elçi, Yahudilerden değil, gıcık oldukları Araplardan zuhur etmişti. Haliyle kıskançlık ve kızgınlıktan akılları başlarından gitti. Bu durum, Hicretten sonra daha da şiddetlendi ve Müslümanları alt etmek ve yenilgiye uğratmak için Mekkeli Müşriklerle gizli ittifaklar dahil, her türlü yola başvurmaya başladılar (Medine Sözleşmesi diye bilinen, geniş çaplı anlaşmaya uyacaklarına söz verip imza atmış olmalarına rağmen). Bedir, Uhud derken, işler hiç de Yahudilerin istediği gibi gitmiyordu. Mekkeliler bir türlü beklenen zaferi gerçekleştirememişti. Beni Kaynuka ve Beni Nadir kabileleri, daha önceden saflarını açıkça belli edip, çeşitli vesilelerle, yapılan anlaşmalara ihanet ettikleri için Medine'den sürülmüşlerdi ve orada sadece Beni Kurayza Yahudileri kalmıştı. Müslümanlar, Hendek Savaşının başlaması ile birlikte büyük bir kuşatmanın içinde buldular kendilerini. Anlaşma gereği, şehir savunmasına fiilen katılması gereken Kurayzaoğullarının olduğu tarafa hendek dahi kazılmamıştı. Kuşatma uzadıkça, Mekkelilerin büyük ordusunun Medineli Müslümanları yeneceğini düşünen Yahudiler, ihanete ve arkadan vurmaya başladılar. Kendilerine bir heyet gönderilerek, neden savaşın en kızışık zamanında ihanete yeltendikleri sorulunca, iyice şımaran Kurayzalılar, hem gelenlere hem de Peygamber Efendimize ağır hakaretlerde bulundular. Ve hemen akabinde de, alçakça bir şekilde, cephede bulunan erkeklerin ailelerinin baskına kalkıştılar. Bu yapılanlar, mutabakat  metnine açık bir muhalefet olmasının yanı sıra, ayan beyan bir çapulculuk, düşmanla işbirliği, sabotaj ve ihanetti. Devletin iç güvenliğini doğrudan, bilavasıta tehlikeye atan bu durumun "medeni ülkeler"de adı "vatana ihanet"tir ve şu andaki durumda dahi bunun karşılığı ya idamdır ya da ömür boyu hapistir. 

     Hendek Savaşında, kelimenin tam manasıyla  "rüzgar terse dönmüş" ve Müslümanlar kesin bir zafer kazanmıştı. Ancak yapılacak çok mühim bir iş kaldı; o da ihanet şebekesini cezalandırmak. Daha muharebede kalkan tozlar yere düşmeden, Peygamber Efendimiz ve eshabı, hemen Kurayzalıların sağlam kalesine doğru yöneldi. Önden Hz. Ali gitmişti ve oraya vardığında duyduğu şeyler hiç de hoş değildi. Kurayza Kabilesinin fertleri sövmeye ve alay etmeye devam ediyordu, herhangi bir pişmanlık ve af dileme girişimi yoktu. Hz. Peygamber, durumun farkında olarak, kalenin önüne geldi ve içeridekilere teker teker seslenerek, Müslüman olmalarını teklif etti. Buna müspet cevap gelmeyince, bu sefer de teslim olmaları çağrısında bulundu. İslam askerinin, tarih boyunca, düşman karşısındaki tavrını da özetleyen bu iki teklifin ardından, silaha başvurmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Beni Kurayza'nın kalesi muhasara altına alındı ve bu kuşatma uzadıkça uzadı. Bunun üzerine Yahudiler, belli şartlar ileri sürerek teslim olacaklarını söylediler. Şartlardan biri, mal ve silahları bırakıp Medine'den ayrılmaktı ancak Resulullah, bu teklifi kabul etmedi çünki aynısı Beni Nadir Yahudilerine de uygulanmış ve onlar da doğrudan düşman saflarında birer nefer olarak geri dönmüştü. Kayıtsız şartsız teslimiyete razı olan Kurayzalı Yahudiler, kaleden çıkmaya başladı. Peygamber Efendimiz, verilecek hüküm konusunda hakemlik yapacak kimseyi tayin etmelerini istedi. Onlar da, Evs Kabilesinden Hz. Sad bin Muaz'ı hakem olarak seçtiler. Sad bin Muaz, her iki tarafın da, verilecek karara uyması konusunda sözünü aldı. Hz. Sad'ın verdiği hüküm, Tevrat'a tam olarak uygundu, yani Yahudiler, Hz. Musa'nın şeriatine uygun olarak cezalandırıldılar: Eli silah tutanlar öldürülecek, mallar fey olunacak (yani taksim edilecek), kadın ve çocuklar da esir statüsünde hayatlarına devam edecek.

     IŞİD Belası:

     20. yüzyılın sonlarına doğru iyice yükselen Selefiliğin ve Batı Dünyası açısından mükemmel işleyen "Müslüman=terörist" algısının tabii neticelerinden biri, Ortadoğu denilen coğrafyada kendini "Irak ve Şam İslam Devleti" olarak birdenbire gösteriverdi. Büyük çoğunluğumuz için gerçekten de "birdenbire" olmuştu. 2014 yılı ile birlikte, sıkıntılı Irak topraklarının batısında, merkezi ortoritesi zayıflamış ve iç savaş halindeki Suriye'nin doğusunda, Toyota markalı vasıtalara doluşmuş, ağzı burnu kapalı, ellerinde "La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah" yazılı İslam Sancağı ile, bir güruh peyda oldu. Bu çapulcu güruh, kasıtlı olarak ilk önce "Sünni" sıfatıyla adlandırılmak istendi ancak önlerine her geleni kafir ilan edip kafa kesen ve o topraklarda medfun bulunan zevat-ı kiramın türbelerini havaya uçuran eşkıyaların, Sünnilikle hiçbir ilişkisinin olmadığı tez zamanda ortaya çıktı. 

     Peki, neydi bu Ortadoğu'yu kasıp kavuran dalga? Çok basit ve temel olarak, şu ana kadar anlaşıldığı haliyle, Ortadoğu'da, Batılı Kuvvetlerin "cetvel vasıtasıyla" çizdiği sınırların (Sykes-Picot Anlaşması) değişmesi ve güncellenmesi gerektiğinin, 1800'lerin başında yaşanan Birinci Vahhabi Ayaklanması ve Suudi Arabistan devletinin kurulması ile neticelenen İkinci Vahhabi İsyanının bir devamı olarak görülebilecek "asi" bir hareketle desteklenmesi işlemi gibi duruyor. Yani, Vahhabi Selefi tayfanın isyanı görünümlü, yeni bir sınır ve denge değiştirme harekatı. 

     Ortadoğu'da en ağır işkence ve katliamları (hem de Müslümanlara) yapan bu "sürü"yü, kendisini oluşturan unsurlara geniş haklar ve imtiyazlar tanıyan, onlara müsamaha ile davranan ve son ana kadar "sulh yolu"nu tercih eden, Yahudilere hakem seçme şansı veren ve onları, kendi ahkamlarına göre cezalandıran İslam Devleti ile bir tutmak için ise, çok farklı çalışan bir kafaya sahip olmak lazım gelir elbette!


16 Ağustos 2014 Cumartesi

İslam Tarihindeki Bazı Tartışmalı İsimler: Yezid, İbni Ziyad, Haccac, Mervan


     İslam tarihinde bazı şahsiyetler, çok uzun süreden beri alevli tartışmaların odağında yer almıştır. Mısır'dan toplaşıp gelen azgın Kıptilerin, Medine'yi basması ve Hz. Osman'ın şehid edilmesinin ardından, daha Hicri 35'li yıllarda, olaylara hissi yaklaşan, tarafsızlıktan uzak ve çıkarcı kimi tarihçilerin de yangına körükle gitmesiyle, ileride çok daha derin uçurum ve düşmanlıklara sebebiyet verecek üzücü hadiseler yaşanmaya başlandı. "İnsanların, Peygamberlerden sonra en üstünleri" olarak methedilen ve "Sahabe-i Kiram" gibi üstün bir sıfatla bilinen zatların arasında vuku bulan, doğru okunmadığında ise "iman"ın kendisini dahi tehlikeye sürükleyecek muharebeler, araya giren çeşitli fitnebazların gayretleri ile inananları bölmek ve aralarında husumet çıkarmak için kullanıldı. Cemel ve Sıffin vakaları, sonrasında ise Kerbela Faciası, bunlar arasında en bilindik ve en çok istismar edilen başlıklar arasındadır. Bu olaylara fiilen katılan ve "ictihad etmeleri", doğru olanı ortaya çıkarma çalışmaları neticesinde karşı karşıya gelen Eshab'ın Büyükleri, sanki mevki ve makam hırsı ile hareket ediyor ve biri yekdiğerini katletmeye çalışıyor olarak resmedilmek istendi. Şöhret ve mal peşindeki yaltakçı tarihçilerin, EmevileriAbbasi idarecilerine kötü gösterme gayretleri de üstüne eklenince, işler iyice "rockçı saçına" döndü. Özellikle Şii ve Rafızilerin, olayları dramatize edişi ve ajitasyon dolu yaklaşımları, kantarın topuzunu iyice kaçırdığı için, özellikle Emevi Devletinin tarihinde mühim yer etmiş birkaç şahsiyete yakından bakmak lazım:

     1. Yezid bin Muaviye: Kerbela Faciası ve Hz. Hüseyin'in şehadeti sebebiyle, en çok anılan kişilerden biridir (aslında en az onun kadar babası Hz. Muaviye de anılmaktadır ama kendisi Eshaptan ve hatta vahiy katiplerinden biri olduğu, hadislerle övüldüğü ve İslam Alimleri kendisinden hadisler naklettiği için hakkında ileri geri konuşmak aklı başında bir Müslüman için akıl kârı değildir). Yezid'e karşı (İran'daki komik düzenin bekçileri ona en çok sövene hediye falan mı dağıtıyor anlayabilmek mümkün değil) inanılmaz bir linç kampanyasıdır gidiyor ve buna maalesef, çok sayıda Sünni de alet oluyor.
 
     Yezid, Hicretin 26. yılında Şam'da doğdu, 34 yaşında Emevi Halifelerinin ikincisi oldu ve dört sene sonra vefat etti. Ancak daha öncesinde, babasının emri ile, daha 24 yaşında ordu komutanlarından biri olarak, Ebu Eyyüb el Ensari ismi ile bilinen Halid bin Zeyd ve daha birçok Sahabinin de dahil olduğu (Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Abbas gibi) askerle, İstanbul'u fethetmek gayesi ile sefere çıktı. Bilindiği üzere Hz. Ebu Eyyüb, İstanbul önlerinde 90 yaşını geçkin olarak şehid oldu.

     Babası, vefat etmeden evvel yaptığı istişareler neticesinde, oğlunun kendinden sonra halife olmasına ikna oldu ve ona çok nasihat etti. Eshabın büyüklerinden Abdullah bin Ömer ve Mugire bin Şube dahil, eshaptan o zamanda sağ olan bazıları da, birlik olması ve ayrılık, fitne çıkmaması için (daha birkaç sene önce yaşanan kanlı olayları ve neticelerini de hesaba katarak) ona biat etti.

günümüz Necefinden bir görüntü
     Kerbela ve Hz. Hüseyin'in şehid edilmesine gelince: Yezid'in, Hz Hüseyin'i öldürme emri vermediği, Şii kitaplarında da gayet açıktır. Yezid'in gayesi, çıkması kaçınılmaz olan fitneyi önlemek ve düzeni sağlamak idi. Emirler Ubeydullah bin Ziyad'a gelince, o da Ömer bin Sad bin Ebi Vakkas komutasında bir ordu gönderdi ve İslam tarihindeki en üzücü vakalardan biri meydana geldi. Ancak Hz. Hüseyin'i tam olarak kimin katlettiği belli olmadı. Yezid'in "öldürün" gibi bir emri olmadığı, Ubeydullah bin Ziyad'ın fiilen orada olmadığı, Ömer bin Sad'ın da İmam Hüseyin'e "geri dön" çağrısında bulunduğu bir ortam var. Ama ne yazık ki arada, bir sürü fitneci ayak takımı var!
   
     Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin'in mübarek başı huzuruna getirildikte, "Allah İbni Mercane'ye lanet etsin, Hüseyin bana gelseydi ona affederdim, istediklerini yerine getirirdim" gibi, üzgün olduğunu bildiren sözler söyledi ve ağladı. Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin (ki kendisi 12 imamın dördüncüsü olur), saraydan ayrılana kadar kendisi ile birlikte yedi ve ikramlarından istifade etti. Ehl-i Beyt'in geri kalanları da sarayda misafir olarak ağırlandı. Birkaç gün sonra, çok sayıda hediye, altın ve bir maiyet ile Medine'ye döndüler.

     Hakkında, bazı alimler tarafından "Yezid bî devlet" (yani nasipsiz) ve fasık gibi kelimeler kullanılmıştır"Şarap içtiği" yönündeki iddialar kesin olmamakla birlikte, namazlarını kıldığı bilinmektedir. Yezid'e ve diğer bazılarına lanet etmek uygun değildir, zaten İslam dininde "lanet etmek" bir ibadet değildir ve ancak bazı vakalarda müsaade edilmiştir.

     2. Ubeydullah bin Ziyad bin Ebu Süfyan bin Harp: Medine'nin Fethi günü iman eden ve Sahabeden olan Hz. Ebu Süfyan'ın torunudur. Kendisine İbni Sümeyye ve İbni Mercane de denirdi. Genç yaşta Emevilerin Horasan Valisi oldu. Daha sonra Buhara'yı aldı ve ardından Basra Valisi oldu. Hakem Olayından sonra zuhur eden Haricilere, bu bölgede ağır darbe indirdi. Kerbela Vakası olduğunda ise Küfe'de valiydi. Aşere-i Mübeşşereden olan Sad bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer'i, Hz. Hüseyin'in de içinde bulunduğu topluluğa karşı göndererek facianın yaşanmasına sebep oldu fakat doğrudan Hz. Hüseyin'in şehadetine bir dahli yoktur, onu teslim alıp getirmelerini emretmişti. Sonraları, yaşanan siyasi çekişmeler ve karışan ortalık neticesinde, Ehl-i Beyt'i çok sevdiğini ve Hüseyin bin Ali'nin intikamını alma peşinde olduğunu iddia eden ve Emevilere karşı isyan tertipleyen Muhtar Sekafi'nin gönderdiği ordu tarafından mağlup edildi ve öldürüldü.

     3. Haccac bin Yusuf Sekafi: Haccac-ı Zalim olarak da bilinen bu idarecinin, 120 binden fazla kişinin kanına girdiği söylenir. Halife Abdülmelik'in komutanı olarak, Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam'ın, cesareti ile meşhur oğlu Abdullah'ı, Şam'a itaat etmediği için Mekke'de şehid etti. Hicaz ve Irak Valiliklerinde bulundu. Haricilere karşı savaştı ve taa Hindistan'a kadar olan bölgelere İslamiyeti yaydı. Zalim ve gaddar olduğu kadar da İslamiyet'e faydası dokundu. Bugün, onlar olmadan Kur'an-ı Kerim'i düzgün okuyamadığımız, hareke denilen işaretleri koydurmuştur. Ayrıca Kabe'nin şu andaki hali, kendisinin eseridir.

     4. Mervan bin Hakem bin Ebil'as bin Ümeyye: Emevi Devletinin dördüncü halifesi. Mekke'nin Fethinde imana gelenlerden biriydi fakat Eshaptan olamadı. Hz. Osman bin Affan amcasıdır ve sonradan kendisinin katipliğini ve yardımcılığını yapmış, hatta ona damat olmuştur. Zalimliği kadar ilmi ve zekası da çoktu. Önceleri Hicaz ve Medine valiliği görevinde bulunmuştu.

     Şimdi, genelde bu konulara ballandıra ballandıra bulaşırken fazlaca yapmadığımız bir şeyi yapalım; empati:

100 sene bile dayanamayan Emevilerin
İslamiyeti yaydığı bölgeler ve devletin büyüklüğü
Yukarıda zikredilenler ya halife ya vali (ordu komutanlığı da içinde haliyle) gibi üst düzey yöneticilerdir. O zamanki Emevi Devletini düşünün bir kere; hem büyük hem de sürekli bir fütuhatla devamlı büyüyor. Bir taraftan devlet meseleleri ile uğraşılırken, diğer taraftan da at sırtında aylarca süren seferler gerçekleştiriliyor. Bir taraftan, dışarıda karşılaşılan gayri müslimlere İslamiyet doğru olarak anlatılmak ve İslam ahlakı tam olarak tecelli ettirilmek zorunda, diğer taraftan da, sürekli bir fitne ve kalkışma halinde içerisindeki taşkın Şiiler ve inatçı Hariciler terbiyeye muhtaç. Bu karışık fitne ortamında adaleti gözetmek çok zordur (bunu becerebilenler olmadı değil elbette). Evet, zikredilen isimlerin çoğu zalimdi fakat zalim oldukları kadar da alim ve fakih idiler, İslam düşmanı değildiler ve İslamiyeti değiştirmeye ya da yıkmaya çalışmadılar. Eshab-ı Kiramın da olduğu bir coğrafyada yetiştiler ve yönetici oldular. Kendilerine karşı çıkanları veya tehdit olarak gördüklerini, dini duruşları sebebiyle değil, en basit haliyle, kendi düzenlerine gelebilecek zarar ihtimali le imha ettiler (yapılanları mazur göstermez o ayrı). Yanlışlıkla ve ölçüyü, haddi aşarak öldürdükleri insan sayısı da az değildir.

     Aslında yapılacak en iyi iş bunlara karşı "nötr" olmaya çalışmak, bu isimler anıldığında nabzı yükseltmemektir. Onları sevmek şart olmadığı gibi, günümüze realiteden uzak bir şekilde aktarılan üzücü hadiseler sebebiyle lanet etmek de doğru değildir. Bu konular geçtiğinde "siyah veya beyaz" olmak yerine "gri"ye bürünmek, yapılabilecek belki en ihtiyatlı duruş olacaktır!

27 Temmuz 2014 Pazar

Tasavvufsuz İslam vs İslamiyetsiz Tasavvuf


     Dini ve manevi hissiyatların çok hızlı değişip çeşitli formlara girdiği günümüzde, "tasavvuf"a yaklaşımların da değişmemesi imkansız elbette. Popüler olan yaklaşımlardan biri; tasavvufun (ki bu tasavvuf düşmanları ona Sufizm falan derler) İslamiyet'in özü ile bağdaşmadığı ve diğer bazı felsefe ve düşüncelerden, en basit haliyle, bir "esinlenme" olduğu yönündedir. Ama bunun yanında bir yığın gayrimüslim de, çeşitli "meditasyon" yöntemleri ile tasavvufa yakınlık göstermektedir. Bu yaklaşımlara yakından bakmadan evvel, "tasavvuf" kavramının İslam Dinindeki yerine bakmak lazım (İslam derken, özünü yani Ehl-i Sünneti kastediyoruz haliyle).

TASAVVUFUN TARİFİ ve DİNDEKİ YERİ

     Tasavvufla alakalı; "fena, beka, sofi..." gibi kelime, kavram ve usuller sonradan ortaya çıkmış olsa da, muhteviyatlarının de sonradan ortaya çıktığını düşünmek yanlış olur. Tasavvufun haliyle yüzlerce tarifi vardır, bunlardan birkaçını sıralayalım:
Tasavvuf, kalb ve ruhun temizlenmesinin yollarını gösteren "ilm-i ahlaktır".
Tasavvuf, kalbi "saf" yapmak, yani onu kötü huylardan arındırmaktır.
Tasavvuf, beden ile yapılan ibadetlerin, insana ağır gelmeden, aşk ve şevk ile seve seve yapılmasını sağlar.
Tasavvuf, edeptir.
Tasavvuf, insanlarla iyi geçinmek, onlardan gelen eziyetlere sabretmektir.
Tasavvuf, "her şeyin Allah rızası için yapılması" demek olan "ihlas"ı elde etmektir.
Tasavvuf, kalp hastalıklarını tedavi etmektir.
Hatta daha da özel ve güzel açıklamaları var, şunun gibi:
Tasavvuf ızdıraptır, sükun (yani ızdırapsızlık ve rahat) gelince tasavvuf kalmaz.
Şu haliyle tasavvuf, İslamiyet'in ta kendisidir. Beden, İslam Ahkamının gerektirdiği emir ve yasakları tatbik ederken, kalp ve ruh da, bu emir ve yasakların kolayca tatbik edilmesini için gerekli olan manevi aşkı tadar, kendini ölümden sonrasına alıştırıp, kadere rızaya ve Allah'tan her geleni severek kabul etmeyi ve Allah'ın kulları ile iyi geçinmeyi elde eder ve Kur'an-ı kerimin emri olan zikri yapar. Fıkıh ve tasavvuf arasındaki dengeyi belirtmesi açısından İmam-ı Malik'in şu sözünü hatırlamakta fayda var: "Fıkhı bilmeden tasavvufla meşgul olan dinden çıkar, fıkhı bilip tasavvuftan haberi olmayan da bid'at sahibi olur. Her ikisini de bilen hakikate erişir."

     Tasavvuf yolları da, tıpkı tarifi gibi çok ve farklı farklıdır ancak hepsinin dağılmasında iki ana kaynak vardır; Hz. Ebu Bekir-i Sıddık ve Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir, "nübuvvet" yolunun önderi iken, "vilayet" yolunun imamı ise Hz. Ali'dir. Ancak her ikisinin de kaynağı tektir, o da Resulullah Efendimizdir. Sonradan teşekkül etmeye başlayan ve temel dini bilgilerin yanında tasavvufu da anlatan ve talim eden "tarikat"lerin çeşitli isimlere sahip olması, başka başka yollar oldukları manasına gelmez. Genellikle, aynı tasavvuf alimine bağlı olanlar hocaları ile övünmek ve birbirlerini tanımak için, ait olduğunu hissettikleri yollara, üstatlarının ismini vermişlerdir (Kadiri, Çeşti, Rıfai, Şazili, Mevlevi, hak olan Bektaşi, Halveti, Gülşeni, Cerrahi, Uşaki, Ticani... gibi).

     Tarikatler de esas olarak ikiye ayrılırlar: "Zikr-i hafi" (sessiz zikir) yapanlar ve "Zikr-i cehri" (yüksek sesle zikir) yapanlar. "Sessiz zikir" Hz. Ebu Bekir'den gelirken, "yüksek sesle zikir" yapanların yolu ise Hz. Ali ve "On iki imam" vasıtasıyla gelmektedir.

     Her şeyde ve olayda olduğu gibi, tarikatlerde de zamanla bazı bozulmalar oldu, asılları gitti, kötü birer çakmaları kaldı. Kimilerine doğudan gelen "Hurufiler" dadandı, kimilerinde dinin emirleri ağır geldiği için "light"laştırma faaliyetleri başladı, kimilerinin üstadı diye geçinen fırsatçılar; "ben artık erdim, bizim dereceye varanlar için namaz falan yok, gelin kızlar elimi öpün bakayım" demeye başladı. Esas manada, tasavvuf üstatları azaldığı için de, keçilere "efendi" denilmeye başlandı. Günümüzde, eski büyük üstatların isimlerini kullanarak hala faal olan tarikat ve tekkelerin neredeyse tamamı, bir şekilde bozulma yaşamış ve cahillerin eline düşmüştür. Şimdilerde, büyük İslam alimi ve mutsavvıfların izinden gitmek isteyenlerin, onların doğru bir şekilde tercüme edilmiş kitaplarını okumaktan başka çaresi yoktur.

TASAVVUFSUZ İSLAM ÇABALARI 

Vahhabilerin Anayasası
hükmündeki Feth-ül Mecid
Tarikat ve tekkelerdeki deformasyon devam ederken, bir de piyasaya, İngiliz parası ve silahı ile 19. yüzyılın başlarında, Arabistan Yarımadasının doğusundan, Vahhabilik yayılmaya başladı. Bu yolun kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab'ın bozuk fikirlerinden biri de, tasavvufa olan düşmanlığı idi. İstigase, vesile, şefaat, istimdat gibi kelimelere ve ihtiva ettiği manalara gıcıklık, Vahhabiliğin anayası hükmündeki "Keşf-üş Şübuhat" ve "Kitab-üt tevhid"in şerhi olan Feth-ül Mecid adındaki kitapların ana konularından biridir. Dolayısıyla bu hal, Vahhabiliğin legalize olma çabalarını temsil eden Selefilik akımının da temel taşlarındandır. Vahhabi ve Selefiler, İslam dünyasının "şirk" içinde yüzdüğünü, insanların Tevhidden ayrılıp, şeyh ve mürşitlere taptığını, ölmüşlerden (buna Peygamberler de dahil) ve uzaktakilerden istimdat etmenin Allah'a şirk koşmak olacağını, tasavvufun kendisinin "Hint Mistisizmi" ve eski "Yunan Felsefesi"nden alınma olduğunu, Peygamber Efendimizi medh eden şiir ve yazıların küfür dolu olduğunu, türbelerin hemen yıkılması gerektiğini, mezheb imamlarına uymanın sapıklık olduğunu, ölüler için adak yapmak ve hayvan kesmenin şirk olduğunu söylerler. Selefi tayfanın, taş kalpli, katı ve terörizme meyyal olması, bu nefret dolu söylemler yüzünden midir acaba?

     Selefi-Vahhabi zihniyet, Ehl-i Sünnet'in vazgeçilmez bir parçası olan tasavvufu ve tasavvufçuları, "Sufi" ve Sufizm gibi kelimelerle, çeşitli forum ve yabancı kaynaklarda aşağılamaya ve sanki İslamiyet'ten bir parça değilmiş gibi göstermeye çalışıyor. Tasavvufa meyl eden kişileri, "pasifizm" ve uyuşuklukla suçlamaya ve tasavvufi mertebe ve olgunlukları, gençlerin gözünde değersizleştirme çabasına kalkışıyor. Dolayısıyla bu kaynak ve sitelerde dolaşan gençler, tasavvufun, İslam Dinine sonradan yamanmış ve kendisine girenleri uyuşuk ve miskin kişiliklere dönüştüren bir bid'at olduğu izlenimine kapılıyor.

İSLAMİYETSİZ TASAVVUF

     Bu garip durum özellikle Batı Dünyasının, yalnızlaştırılmış, manevi ve dini duygulardan uzaklaştırılıp, maddiyat peşinde koşmaya teşvik edilmiş insanının, ruhundaki yangına bir çare bulmak veya (işi iyice eğlenceye döndürenler için) sadece, "hercai bir gönül eğlendirme" çabalarının tezahürüdür (İslamiyet'siz olanına tasavvuf denilmeyeceğini belirtmeye mahal yok herhalde). Bu eğilimin neredeyse tek kaynağı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'dir (bazı durumlarda da yine Mevlana gibi bazı konularda çok yanlış anlaşılan Muhyiddin-i Arabi'in söz ve eserleri de devreye girer). Bu büyük mutasavvıf ve İslam aliminin çağları aşan sözleri, modern dünyanın tüketime endeksli, belli kalıplara sıkışmış, "sığ kafalı" insanında değişik "çağrışımlar" yaptı. "Gel, ne olursan ol gel" sözünün esas ve derin manasına inmekten ziyade, sağa-sola çekmeye müsait zahir anlamı ile, bir takım değerleri yozlaştırma niyetindekilerin emelleri birleşti ve ortaya, ney çalan, dans eden ve felsefe yapan bir "hoşgörü timsali Mevlana" çıkıverdi! Mesnevisini ve sözlerini anlamaktan aciz kafalar, bu alimi dünyaya bu şekilde yaymaya çalıştı. Ortaya çıkan şeyler ise son derece enteresan: sahte Mevleviler gibi dönmeye çalışan ama İslam deyince tüyleri diken diken ecnebiler, kendini sağa-sola vurup cehri zikir yaptığını zannedenler, maddiyat ve tüketimle dolmuş kafaları, eski üstatların (onların hayatına benzemeye zerre ehemmiyet göstermeden tabi ki) talim ettirdiği zikirlerle boşaltacağını sananlar...  ve daha nicesi!