Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

22 Nisan 2014 Salı

Çevreci Olmak İçin Solcu ve Ateist mi Olmak Lazım?


     Hepimiz, “Greenpeace” denilen çevreci! örgütün üyelerinden birinin ya da birkaçının yaptığı protestolara bir vesile ile şahid olmuşuzdur. Herhangi bir kampanya çerçevesinde bilmem hangi köprüde  kendini zincirlemeler, önemli ve kalabalık bir toplantı esnasında ortalığı velveleye vermeler, hatta protesto edilecek şahıs veya kurumlara sözlü ve fiili karşı koymalar gibi oldukça agresif sayılabilecek faaliyetler, bu protestolardan sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Peki maksat ne? Maksat gayet masum ve temiz; çevreyi korumak!

     “Çevrecilik” fikriyatı, asrî manada, Sanayi Devrimi ve Endüstrileşme ile başlayan dönemin getirdiklerinden ve neticelerinden biridir (tabii mi yoksa suni mi kararı sizin). Özellikle Büyük Buhrandan sonraki en büyük ekonomik durgunluğun ve krizlerin yaşandığı 70’lerin Batı Dünyasında, çeşitli vesilelerle (Vietnam Savaşı karşıtlığı ve tüm dünyayı saran muhalif gençlik hareketleri vs.) yükselen değerlerden biri de Çevrecilik idi. Bu hareket hem çeşitli formlarda vücut buldu hem de giderek siyasallaştı. “Çevreciler”in birinci dereceden uğraştığı konular; tabiatın hızla kirlenmesi, kaynakların giderek tükenişe doğru gitmesi, soyu tükenme tehlikesi yaşayanlar başta olmak üzere bazı hayvanların (kürklerini ve/veya belli yerlerini elde etmek maksatlı) vahşiçe katledilmesi, nüfus artışı, bilhassa Soğuk Savaşın körüklediği nükleer silahlanma ve en nihayetinde de bu konular ile ilgili, toplumlarda farkındalık oluşturmak görünümünde idi. Yine 70’lerde, “Greenpeace” diye bilinecek bir gönüllüler grubu, yaptıkları protesto faaliyetleri ile isimlerini duyurmaya ve gündem oluşturmaya başladı. 80’lerde ise, şimdilerde alakalı-alakasız her yerde karşımıza çıkan “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” kalıpları filizlendi.

     Giderek artan çevrecilik hareketleri, Kapitalist Batıdan hızla, dünyanın geri kalanına ihraç edilme eğilimine girdi. “İkibin yılından sonra yandık”, “ikibin bilmem kaçta su savaşları yaşanacak”, “pandaları çiftleştirmemiz lazım”, “ay çabuk olun nefes alamıyorum” gibi felaket tellallığı ile güçlendirilmiş ve ajitasyon miktarı yükseltilmiş cümleler, gündelik hayatımıza kadar girdi. Herkes, sorumlu olmaya davet ediliyordu, herkes elini taşın altına koymalıydı! Tamam kardeşim de, bu tabiatı kim sömürüp bu hale getirdi? Birbirine pala sallayan ve açlıktan kırılan Afrikalılar mı? Batılı kukla idarecilerin elinde “gelişmeme nedir ve nasıl yapılır” konusunda tez yazan Ortadoğu mu? Daha yeni yeni günyüzü görmeye başlayan dünyanın geri kalanı mı? Hayır! Vahşi insan gücü kullanımı, kendinden olmayanı sömürme, hızla tüketme ve dünyanın çivisini çıkarma konusunda profesörlük payesi bulunan Postmodern Batının ta kendisi! Başka türlü olması mümkün mü ki? Ama adamların hakkını teslim etmek lazım; bütün dünyayı ipteki cambaza hayran hayran baktıracak zehir gibi çalışmaları var! Dünyayı yaşanmaz
Nükleeri istemezük!
hale getir, suyunu kurut, yerin altını üstüne getir, sonra uyuşturucudan önünü bile göremeyen solcu ve ateist grupları kendine karşı kışkırt “bakın bunlar bizim muhalifimiz, bizim çıkarımıza çalışmıyorlar, bize sövüyorlar, siz bunlara sahip çıkın” tarzı bir makyajla onları dünyaya pazarla, küresel ısınma ve iklim değişikliği araştırmaları yapacak dev araştırma kuruluşları kurmak suretiyle günah çıkarıyormuş gibi yap, Greenpeace’i gelişmekte olan ülkelerde konuşlandır, bu ve buna benzer “istemezük” mantığındaki organlarla o ülkelerin kamuoyunu meşgul et, durmadan protesto yaptır, nükleer tesis kuracaklarına onları bin pişman et, “ulvi gayeler” için savaş verdiğini sanan gençleri gönüllü olarak çalıştır, Taksim’den geçen vicdanlı ve “gönüllü kızları” kıramayacak kadar naif! insanımızın cebinden 5-10 doları kopar!(şaka şaka, o kadar da olmaz canım!)

     Çevreci oluşumlarda dikkat çeken belli-başlı şeyler var. Mesela, rasyonel olmaktan uzak, ütopik ve teorik çözümler, bitmek bilmez felaket senaryoları, ayağı yere basan ve işinde–gücünde insanlardan müteşekkil olmasından ziyade, bol kızlı
Biraz sonra naif! bir delikanlıdan
birkaç dolar koparma kabiliyeti varmış
gibi görünen Greenpeace gönüllüleri
sol örgütlenme tarzı ve meselenin esasına inmekten çok, yüzeysel çözümler peşinde olmaları... gibi. Fakat bunlardan ayrı olarak, dağda veya bir köyde karar kılan, organik tarımla uğraşıp bisiklete binen, tek bir elbise ve ayakkabı ile ömür tüketip para kullanmamaya çalışan, bir daha şehir ve kalabalık yerleşim yerlerine ayak dahi basmayan, kısacası karbon ayak izini minimuma indiren “samimi” çevreciler de yok değil elbette ama onlar da istisnadan öteye gidemiyor. “Farkındalık oluşturmak” ve eylemlere katılmak için benzin ya da mazot yakan arabalar kullanan, sıcakta klima çalıştıran, ayağı Nike’lı, eli iPhone’lu hümanist hatta “hayvanist” çevreci arkadaşlar pek de samimi gelmiyor doğrusu!

     Peki, çevreci olmak için, yani başka bir ifade ile, tabiatı diğerlerinden daha çok önemseyen kimse olmak için illa yukarıda zikredilen tarifte biri mi olmak lazım... elbette hayır! “Çevreci” olmak için bilinçli bir Müslüman olmak yeterlidir (gerçi pratikte gördüğümüz örnekler pek iç açıcı değil ama onlar konumuz dışında). Bir Müslüman evvela israf etmez ve israf etmediği halde kendi ve etrafı temiz olur. İsraf etmemek yani tutumlu ve iktisatlı davranmak ve kaynakları kendine yetecek kadarı kullanmak, tabiatı ve geleceği düşünenler için kilit vazifesi görür. Nitekim, her sene yapılan araştırmalar bunu desteklemektedir. İsraf ve savurganlık Batı Dünyasında (ve ne yazık ki bunları taklid merakındaki bizlerde de) inanılmaz ölçülerdedir. Tek başına sadece bu konu ile mücadele edilse, hem mücadelenin kendisi ucuza gelir, hem de bu mücadelenin sonunda elde edilecek fayda çok yüksek olur. Yeşillendirme, ağaç dikimi ve bakımı, kaynakların idareli ve adil kullanımı, çeşitli vesilelerle kullanılan veya kullanılmayan hayvanlara gösterilecek şefkat ve merhamet, içinde bulunulan ekosistemi korumak gibi, doğrudan “Çevrecilik” ve “çevreyi korumak” sayılacak prensipler, birçok hadis ve haberde medh edilmiştir. Dinini kayıran bir Müslüman, tabiatteki hassas dengeleri bozmaz, ihtiyacı olanı kullanır, eğer hasar gören kısımlar varsa elinden geldiğince onu tamire uğraşır.

     Yani çevreci olmak için felaket tellallığı yapmaya, herhangi bir dış mihraklı örgüte üye olmaya ya da o örgütlere yardım etmeye gerek yok! Muktesid ve dinini bilen ve karbon ayak izi düşük bir Müslüman olmak kafi!  



17 Nisan 2014 Perşembe

30 Mart 2014 Seçimlerinin Analizi


     30 Mart 2014 Pazar günü yapılan Mahalli İdareler Genel Seçimleri, hükumeti elinde bulunduran iktidar partisinin kesin zaferi ile neticelendi. AK Parti, en önemli muhalifleri
2002 yılından beri çok az
değişen genel tablo
Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin oylarının toplamından daha fazla oy alarak, güçlü konumunu sürdürdü. Yüksek Seçim Kurulu rakamları tam olarak açıklanmadı ise de, eldeki bilgilere göre iktidar partisi, kullanılan oyların neredeyse yarısını aldı ki, yerel idarelerin belirlendiği ve genelde adayların öne çıktığı böyle bir yarışta, yüzde 45 ve 46’lardan bahsetmek, çok büyük bir halk desteğinin mevcudiyetinden bahsetmek demektir. Ancak bu seçimleri diğerlerinden farklı kılan faktörler vardı. Bunları da göz önünde bulundurarak, seçimin bir analizini yapalım:

     1. 2013 yılının gündem maddelerinden biri, dershanelerin kapatılması ve bunlar kademeli olarak okullara tebeddülü idi. Normal şartlar altında fazla tantana çıkartmayacak bir konu gibi görünürken, dışarıdan “cemaat” olarak bilinen ve müntesipleri tarafından “hizmet hareketi” olarak tanıtılan ve riyasetini eski bir imam ve vaiz olan Fethullah Gülen’in yaptığı oluşum, bu kapatma kararına şiddetli bir “hayır” çekti. Herkes ne olduğuna mana vermeye çalışırken, 17 Aralık 2013 günü Türkiye, “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” diye meşhur olacak bir gündemle sabaha uyandı. İçişleri ve başka birkaç bakanının oğlunun ve meşhur simaların gözaltına alındığı haberleri geldi. Meğerse arkadaş ortamlarında ve sağda-solda duyulan; “abi herifler polis teşkilatını ele geçirmiş”, “öğrenci evlerindeki gençlere hukukçu olun diyorlarmış”, “devleti ele geçirmek üzerelermiş” gibi söylentiler doğruymuş. Şimdiye kadar saman altından su yürüten cemaat, gücüne (iç ve dış) güvenerek hükumete açıktan “şah” verme cesaretini gösterdi ve Türkiye, tarihinde yaşamadığı ve çok kimsenin aklına gelmeyecek bir sürece girdi.

     Olan bitenin, seçimlerde AK Partinin oyunu baltalama girişimi olduğu gayet açıktı ve suçlamalar ile suçlananlar çok ağırdı. Üstelik bu sürece, sosyal medyada neredeyse her gün yayınlanan ve çoğu montajlanmış ses kayıtları da eklenince kavga iyice büyüdü ve dünyanın her tarafından duyuldu. Düşünebiliyor musunuz, ufacık bir söylenti çıkıp da kendisine akıtılan para ve yardımlar kesilecek diye titremesi gereken bir “cemaat”, bir ülkenin yarısının desteğini almış bir hükumeti karşısına alıyor! Çok garip değil mi?

     Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her vesile ile “cemaat”i deşifre etme çalışmalarını halka anlatmaya çalışırken, bir yandan da bu “yeni mağduriyeti” gayet iyi yöneterek, vatandaşın desteğini arkasına aldı. Millet başbakana dedi ki; “al sana destek, al sana yetki, bunların inine gireceksen gir, biz seni bunlara yedirmeyeceğiz”.

     2. Bu seçimler gerilimle geldiği için, beklenildiği gibi kamplaşmayı da artırdı. Gerilim, cemaati çökertmek iddiasındaki AK Parti’ye oy verenleri sertleştirdiği gibi, cemaat kaynaklı haber ve iftiralarla, hükumeti yolsuzluk ile itham eden CHP’ye oy verenleri de sertleştirdi ve bazı yerleşim yerlerindeki farklar daha da açıldı.

     3. İddia edilen yolsuzluk ve rüşvet haberlerine CHP’nin balıklama, MHP’nin de kısmen “istemem yan cebime koy” (ya da verilmek istenen izlenim oydu belki) tarzı atlayışı, enteresan bir üçlüyü aynı hedefe karşı savaşırken birleştirdi. Yani yaşam tarzı ile millete ve milletin değerlerine tepeden bakan sekülerler, normal şartlarda mukaddesata ve milli değerlere saygılı olan Ülkücüler ve kuzu postuna bürünmüş, ipinin ucu dışarıda olan cemaat, “düşmanımın düşmanı dostumdur” stratejisinden hareketle, görünmez bir ittifak içine girdi.

     4. Bu seçim bir kez daha gösterdi ki, ne kadar demokrat da olsanız hatta ağzıyla kuş yakalama girişiminden başarıyla da çıksanız, eğer muhafazakar ve mukaddesatçı bir gündem ve siyaset ile yola çıkmışsanız, Karadeniz’in dalgalı ve hırçın suları hariç sahil yüzü göremezsiniz. Yani “ben milliyetçi muhafazakar bir çizgide size hizmet vermek isterim” diyorsanız, size sıcak denizler haram (biri istisna mı dedi)!

     5. Sosyal medya araç-gereçleri elinin altında olan ve gündemden daha çok haberdar olan metropol sakinleri, yine, adaya rey vermekten ziyade, karşı tarafı mağlup edecek adaylara sahip çıkmayı yeğledi. Yani “ortamlarda Sırrı Süreyya’ya oy verdim dersin, n’olacak” yaklaşımı, sosyal medya kurtları (veya öyle olduğunu sananlar) için gayet iyi işledi.

      6. BDP ve HDP tarzı partilerin, belli coğrafyalara hapsolmuş olduğu ve geri kalan vatandaşlara belediyecilik veya hizmet namına bir şey sunma  gibi bir derdinin olmadığı bir kez daha ayan-beyan ortada görünüyor (bundan gocunduklarını da sanmıyorum). Bu hareketin beyinleri, yakın zamanda “mağduriyet” ve “zenci muamelesi”nin sona ereceğini ve Güneydoğu Anadolu’daki vatandaşların artık bunlara ihtiyacı kalmayacağını düşünüp yeni stratejiler geliştiriyorlardır herhalde!

      7. İstanbul ve özellikle Ankara’da üçlü üstü kapalı koalisyon işbaşındaydı fakat buna rağmen yenilgiyi tatmaktan kurtulamadı.

      8. 30 Mart Seçimleri, Batılıları, geceleri kabuslar görerek ter-su içinde uyandıran ve onları, yatağının ucunda William Wallace görmüş -sözüm ona- İskoç asilzadesine çeviren bir fenomeni, yani “Türk” (milliyet olarak değil kültür olarak) üst başlığında toplanabilecek insanların “iyi ve güçlü bir liderin arkasından gözü kapalı gitme ve ona güvenme” geleneğini bir kez daha ispatladı.

       9. Teyid edilen bir gerçeklik daha var. O da, Milli Nizam ve Selamet ekolünden gelen AK Parti teşkilatının en iyi bildiği şeylerden birisinin, halka inmeği ve yerel yönetim teşkilatlanmasını başarılı bir şekilde becermesidir.




1 Mart 2014 Cumartesi

Dinlerarası Diyalog mu Milli İrade mi?

    Türkiye, tarihinde hiç yaşanmadık, hiç görülmedik bir süreçten geçiyor. Türkiye'de ilk defa bir cemaat (kelimenin güncel kullanımıyla), sesli olarak bir hükumeti karşısına alıyor. Dahası, Türkiye'de ilk defa bir cemaat, hemen hemen aynı tabana hitap eden hükumete açıktan cephe alıyor. 2002'den beri iktidarda olan Ak Parti, 100 senelik İttihat ve Terakki geleneğinden gelen, halkı ile kopuk, diktacı ve statükocu askeri vesayeti yıktıktan (bunu AK Parti değil, cemaatin savcı ve "uzun kolları" yaptı ve yaptırdı diyenler de olacaktır ve belki de bir dereceye kadar doğrudur, ancak başbakanın kararlı tavrı olmaksızın gerçekleşemeyeceğini idrak etmek de insaf emek olacaktır), 2013 yılının Mayıs ve Haziran aylarındaki, genellikle Ulusalcı ve on senelik birikmiş hıncı ile intikam alma hevesindeki kitlenin hevesini kursağında bıraktıktan sonra karşısına, neredeyse kendi tabanı bile denilebilecek bir cemaatin çıkabileceğini tahayyül edebilmek, çoğumuz için hiç olmayacak gibi duran bir fenomendi. Hemen hemen aynı taban dedik ama geçmişlerine biraz bakmak lazım ki geleceğe dair bize bir şeyler göstersin:

     Kendi basın ve yayın organlarında "Hizmet Hareketi" ve "Hizmet Grubu" gibi isimlerle kendilerini tanıtan bu oluşumun başında, emekli bir imam ve vaiz olan Erzurum Pasinlerli Fethullah Gülen var. Şiveli fakat etkili hitabeti ve kelime dağarcığı ile meslektaşlarından kolaylıkla ayırt edilebilecek biri olan Gülen, görev yaptığı çeşitli yerlerde ve özellikle İzmir'de iken verdiği vaazları ile binlerce kişiyi etkilemiştir. Bu coğrafyada, hitabeti güçlü olanlar hemen dikkati çektiği gibi Gülen'in de dikkat çekmesi uzun sürmedi. Hatta bu, daha genç sayılabilecek vaiz, vaazlarında ve anlattığı menkıbelerdeki duygu yoğunluğu sebebiyle cemaati vecde getirmeyi bilen birisiydi. Çeşitli konferans ve etkinliklerle birlikte, Humeyni'nin, Şahı kaçıran devrimden sonra İran'ın başına getirilmesi ile neredeyse aynı zamanda Sızıntı dergisi çıkmaya başladı ve Gülen, başyazar olarak dergide yazılar yazmaya başladı.

     Bu tarih ve etkinliklerden sonra hakikaten "enteresan" denilebilecek gelişmeler yaşanmaya başladı. 1980 yılının Eylül ayında gerçekleştirilen askeri darbede, her görüşten yığınla insan gözaltı ve hapishane yolu tutarken, bu dikkat çekici vaiz (bu dönemi dile getirirken çeşitli söz sanatlarıyla "topu taca atma" faaliyetleri, Kenan Evren'e övgüler ve Evren'in "Cennetlik olabilme" ihtimali ile "ihtilal oldu iyi oldu" gibi doneleri de unutmamak lazım) nasıl olduysa, herhangi bir nizamiye ya da karakola hiç uğramadan bu dönemi geçiştirdi. 1990'lara doğru ise, popülaritesi, hitap ettiği kitlenin genişlemesi ile "paralel" olarak daha da artıyor oldu. Siyasetçilerden meşhur simalara, patrikler ve kardinallerden, taa Papa II. Jean Paul'e kadar birçok kişiyle, "hoşgörü" ve diyalog gibi masum! niyetlerle görüşmeler yapıldı. Artık dünyaca meşhur bir sima olmuştu.

"Papa Cenapları"nın huzurunda!
     Taraflardan birinin F. Gülen ve ekibinin olduğu, bir "Dinlerarası Diyalog" mevzusu çıktı ortaya. Özellikle 90'lı yılların ikinci yarısından sonra hız kazanan ve teoriden pratiğe geçirilmeye çalışılan bu diyalogun temelinde Papalık vardı. Bu diyalogun Papalık ayağı gayet basit ve anlaşılırdır; henüz İsa Mesih ile tanışmamış kitleleri Hristiyanlık ile tanıştırmak (yani bildiğiniz Misyonerliğin modernize edilmiş, makyajlanmış hali). Bu diyalog denilen fenomenin bizim tarafımızdaki (böyle bir şeyin "bizim" ayağı olabilir mi o da ayrı mevzu) kısmı ise biraz daha bulanık ve karışık. Zaman gazetesi ve bazı teorisyen gazeteci ve yazarların şekillendirmeye çalıştığı hali ile, 2000'li yılların başlamasına az bir süre kala "Diyalog" ile kastedilen şeyler şu minvalde idi; "Ehl-i Kitapla amentüde birliğimiz var, kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan "Muhammedün Resulullah" söylenmese de iman olur", "Hz. İbrahim bütün dinlerin ortak atasıdır, öyleyse neyi paylaşamıyoruz", "Hristiyan ve Yahudilere tebliğ yapmak, onları İslam'a davet etmek için onlarla diyalog yapıyoruz, telaş edecek bir durum yok", "papalığın öyle söylediğine bakmayın, esasında bizim amacımız farklı"!

     Zaman gazetesi ve bu çevredeki diğer yayın organlarının haber, makale ve yazıları ile kamuoyu oluşturmaya çalıştığı şey, aslında İslam tarihinde ilk defa olan ve hiç karşılaşılmayan bir durumdu (Ekber Şah'ın bu yöndeki gayretlerini saymazsak), dolayısıyla hep mesafeli ve kuşkulu karşılandı. Oysa İslam kitaplarında Ehl-i Kitap da olsa, gayri müslimlerle olan münasebetler son derece açık ve şüpheye yer vermeyecek bir şekilde tanzim edilmiştir ve bu tarz bir "diyalog" yapma usulü tard edilmiştir.

     Bu teorik altyapı hazırlanırken, F. Gülen hakkında, bilhassa muhafazakar kitlede şüpheler artmaya devam ediyordu. Bir taraftan, 28 Şubat sürecinde, muhafazakar bir kanaat önderinin ya da bir alimin sergilemesi gereken tutumdan farklı bir kimlikte görünmesi, Bülent Ecevit ve Post Modern darbeyi tatbik edenler hakkındaki müsbet görüşleri, yurtlarında okuyan ya da kendi taraftarları elinde yetiştirilen gençlerin, onlara gösterilen hedeflere ulaşana kadar çeşitli haramlara girebileceği fetvası ve sonu gelmeyen "alttan almalar" yapılmasını salık vermesi, bunlarla beraber, Amerika Birleşik devletlerine sığınıp, hayatına orada devam etmesi, ortalama bir Anadolu insanının hüsn-i zan ile karşılayabileceği şeyler değildi.

     Kendisine gönül veren "hizmet erleri"nin, devletin kritik pozisyonlarında, süratle ve kararlılıkla kadrolaştığı söylentileri, daha AK Parti iktidara gelmeden seneler evvel duyulmaya başlanmıştı. Bu kadrolaşmanın, AK Parti iktidarında daha yaygın ve hızlı bir hal alması, birçok insan için "tencerenin yuvarlanıp kapağını bulması" kadar tabi idi. Ne de olsa, tabanları örtüşüyor gibiydi bu, biri siyasi, diğeri dini görünümlü hareketin.

     Diğer taraftan AK Parti, hem parti olarak ve hem de etkili ve yetkili liderlerinin, mevcut hareketlerine bir
İki eski dava arkadaşı
derece de olsa muhalefeti ile yeni bir oluşum. 2001 yılında resmileşen ve her girdiği seçimden birinci olarak çıkan partinin en etkili ismi elbette ki Recep Tayyip Erdoğan. Milli Nizam, Selamet ve Refah geleneğinden gelen, Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki hareketin gelecek vaadeden gençlerinden biri iken, buradaki değişmez hal ve hususiyle 28 Şubat'tan sonra bile bu statükonun değişmeme ihtimali karşısında, yakın arkadaşı Abdullah Gül ile radikal bir karar alıp, hem kendi içlerinde hem de dönemin akil adamları ile yaptıkları istişareler neticesinde (Başbakan Erdoğan'ın muvaffakiyetindeki en önemli faktörlerden biridir istişare ve bu istişare neticesindeki ısrar) kendilerine yeni bir yol çizdiler.

     Bu yeni oluşumdaki Tayyip Erdoğan, Erbakan geleneğinin sert ve radikal söylemlerini geride bırakmış, hatta bu geleneğin düşman olarak gördüğü Avrupa Birliği ve genel manada Batı Dünyası ile uyum ve hatta katılım mesajları veren ve radikal bir sağ parti söyleminden sıyrılıp, biraz daha merkezileşen ve kendi deyimiyle "muhafazakar demokrat" bir çizginin lideri idi. Bu çizgi, ekonomik istikrarsızlığa, 28 Şubat ve "Beyaz Türk" retoriğine, askeri vesayete karşı olan tepkileri, "Batı standardında çağdaşlaşma" hamlesi ile birlikte çok iyi değerlendirdi ve 11 yıldır hiç azalmayan bir halk teveccühünü arkasına aldı. Birazcık insafı olan, taraflı tarafsız herkesin kabul edeceği başarılar yakalandı. Kangren halini almış ve düzeltilmeye çalışıldıkça bir tarafı patlayan meseleler teker teker halledildi ve Türkiye, tüm dünyada saygı duyulan, sözü geçen, ekonomisi istikrarlı bir ülke haline geldi. 2002 yılında, herhangi bir vatandaşın en pembe rüyasında göremeyeceği şeyler hayata geçirildi. Tam da ülkenin en önemli problemleri olan terör uçlu Kürt meselesi çözülme sürecinde iken, ekonomide istikrarlı bir büyüme yakalanmışken, milli askeri vasıtalar yapılmaya ve tatbik edilmeye başlanmışken, Batılı ülkeleri kıskandıracak ve vatandaşın temel sıkıntılarını rahatlatacak projeler pratiğe geçirilecekken ve genel mahiyette Osmanlı Devletinin misyonu devralınacakken, dış destekli oldukları çok bariz tuhaf gelişmeler çıktı ortaya. Önce Gezi Parkı Eylemleri sonra da, herkesi dinleme ve kaydetme eğilimindeki "cemaat" muhalefeti.

     Dershanelerin tasfiye edilmesi ve bunların okul olarak eğitime katkı vermesini isteyen hükumete, F. Gülen cemaatinin açıktan cephe alması ile bir süredir devam eden husumet, gün yüzüne çıkmış oldu. Bu husumet, öyle çirkin bir hal aldı ki; Kenan Evren, Bülent Ecevit ve Kasım Gülek'e dua eden dudaklar, bedduaya başladı. "Yolsuzluk ve rüşvet var" yaygaraları ile (sanki daha önce yokmuş ya da yukarıda zikredilenlerin devrinde yokmuş gibi), usulsüz dinlemeler ve görüntüler ortaya saçıldı. Dini bir oluşumun en önemli gelir kaynağı olan, zekat ve sadaka paralarının kesilmesi, yurt ve okullarının talebesiz kalması, yayın organlarının satılmaması, bankalarındaki paraların vatandaşlar tarafından çekilmesi pahasına da olsa, ülkenin meşru iktidarına, kelimenin tam manasıyla "savaş açıldı". Bir cemaatin, başka bir cemaate düşman olması ve onunla çekişmesi alışık olmadığımız bir durum değildi. Ancak böyle bir kalkışmanın yapılması, Gülen Hareketinin "dışarıdan" hem maddi hem de manevi yardım aldığını gösteriyor. Zira gelir kaynakları kurumak tehdidi ile karşı karşıya kalan bir oluşum, dışarıda bir yerlerde kredisi olmadan bunları yapamaz.

     Hülasa; modası geçmiş askeri vesayeti tasfiye eden "Dış Mihraklar"ın, içerisinden "cihad" emri çıkarılmış, "emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker"den arındırılmış "sevgi ve hoşgörü kelebeği" bir dinle muhafazakar kitleleri tatmin etme ve kendilerine bağlama çabası, yeniden Osmanlı Ruhunu yakalama yolundaki Milli İradeye meydan okuyor...