Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

1 Mart 2014 Cumartesi

Dinlerarası Diyalog mu Milli İrade mi?

    Türkiye, tarihinde hiç yaşanmadık, hiç görülmedik bir süreçten geçiyor. Türkiye'de ilk defa bir cemaat (kelimenin güncel kullanımıyla), sesli olarak bir hükumeti karşısına alıyor. Dahası, Türkiye'de ilk defa bir cemaat, hemen hemen aynı tabana hitap eden hükumete açıktan cephe alıyor. 2002'den beri iktidarda olan Ak Parti, 100 senelik İttihat ve Terakki geleneğinden gelen, halkı ile kopuk, diktacı ve statükocu askeri vesayeti yıktıktan (bunu AK Parti değil, cemaatin savcı ve "uzun kolları" yaptı ve yaptırdı diyenler de olacaktır ve belki de bir dereceye kadar doğrudur, ancak başbakanın kararlı tavrı olmaksızın gerçekleşemeyeceğini idrak etmek de insaf emek olacaktır), 2013 yılının Mayıs ve Haziran aylarındaki, genellikle Ulusalcı ve on senelik birikmiş hıncı ile intikam alma hevesindeki kitlenin hevesini kursağında bıraktıktan sonra karşısına, neredeyse kendi tabanı bile denilebilecek bir cemaatin çıkabileceğini tahayyül edebilmek, çoğumuz için hiç olmayacak gibi duran bir fenomendi. Hemen hemen aynı taban dedik ama geçmişlerine biraz bakmak lazım ki geleceğe dair bize bir şeyler göstersin:

     Kendi basın ve yayın organlarında "Hizmet Hareketi" ve "Hizmet Grubu" gibi isimlerle kendilerini tanıtan bu oluşumun başında, emekli bir imam ve vaiz olan Erzurum Pasinlerli Fethullah Gülen var. Şiveli fakat etkili hitabeti ve kelime dağarcığı ile meslektaşlarından kolaylıkla ayırt edilebilecek biri olan Gülen, görev yaptığı çeşitli yerlerde ve özellikle İzmir'de iken verdiği vaazları ile binlerce kişiyi etkilemiştir. Bu coğrafyada, hitabeti güçlü olanlar hemen dikkati çektiği gibi Gülen'in de dikkat çekmesi uzun sürmedi. Hatta bu, daha genç sayılabilecek vaiz, vaazlarında ve anlattığı menkıbelerdeki duygu yoğunluğu sebebiyle cemaati vecde getirmeyi bilen birisiydi. Çeşitli konferans ve etkinliklerle birlikte, Humeyni'nin, Şahı kaçıran devrimden sonra İran'ın başına getirilmesi ile neredeyse aynı zamanda Sızıntı dergisi çıkmaya başladı ve Gülen, başyazar olarak dergide yazılar yazmaya başladı.

     Bu tarih ve etkinliklerden sonra hakikaten "enteresan" denilebilecek gelişmeler yaşanmaya başladı. 1980 yılının Eylül ayında gerçekleştirilen askeri darbede, her görüşten yığınla insan gözaltı ve hapishane yolu tutarken, bu dikkat çekici vaiz (bu dönemi dile getirirken çeşitli söz sanatlarıyla "topu taca atma" faaliyetleri, Kenan Evren'e övgüler ve Evren'in "Cennetlik olabilme" ihtimali ile "ihtilal oldu iyi oldu" gibi doneleri de unutmamak lazım) nasıl olduysa, herhangi bir nizamiye ya da karakola hiç uğramadan bu dönemi geçiştirdi. 1990'lara doğru ise, popülaritesi, hitap ettiği kitlenin genişlemesi ile "paralel" olarak daha da artıyor oldu. Siyasetçilerden meşhur simalara, patrikler ve kardinallerden, taa Papa II. Jean Paul'e kadar birçok kişiyle, "hoşgörü" ve diyalog gibi masum! niyetlerle görüşmeler yapıldı. Artık dünyaca meşhur bir sima olmuştu.

"Papa Cenapları"nın huzurunda!
     Taraflardan birinin F. Gülen ve ekibinin olduğu, bir "Dinlerarası Diyalog" mevzusu çıktı ortaya. Özellikle 90'lı yılların ikinci yarısından sonra hız kazanan ve teoriden pratiğe geçirilmeye çalışılan bu diyalogun temelinde Papalık vardı. Bu diyalogun Papalık ayağı gayet basit ve anlaşılırdır; henüz İsa Mesih ile tanışmamış kitleleri Hristiyanlık ile tanıştırmak (yani bildiğiniz Misyonerliğin modernize edilmiş, makyajlanmış hali). Bu diyalog denilen fenomenin bizim tarafımızdaki (böyle bir şeyin "bizim" ayağı olabilir mi o da ayrı mevzu) kısmı ise biraz daha bulanık ve karışık. Zaman gazetesi ve bazı teorisyen gazeteci ve yazarların şekillendirmeye çalıştığı hali ile, 2000'li yılların başlamasına az bir süre kala "Diyalog" ile kastedilen şeyler şu minvalde idi; "Ehl-i Kitapla amentüde birliğimiz var, kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan "Muhammedün Resulullah" söylenmese de iman olur", "Hz. İbrahim bütün dinlerin ortak atasıdır, öyleyse neyi paylaşamıyoruz", "Hristiyan ve Yahudilere tebliğ yapmak, onları İslam'a davet etmek için onlarla diyalog yapıyoruz, telaş edecek bir durum yok", "papalığın öyle söylediğine bakmayın, esasında bizim amacımız farklı"!

     Zaman gazetesi ve bu çevredeki diğer yayın organlarının haber, makale ve yazıları ile kamuoyu oluşturmaya çalıştığı şey, aslında İslam tarihinde ilk defa olan ve hiç karşılaşılmayan bir durumdu (Ekber Şah'ın bu yöndeki gayretlerini saymazsak), dolayısıyla hep mesafeli ve kuşkulu karşılandı. Oysa İslam kitaplarında Ehl-i Kitap da olsa, gayri müslimlerle olan münasebetler son derece açık ve şüpheye yer vermeyecek bir şekilde tanzim edilmiştir ve bu tarz bir "diyalog" yapma usulü tard edilmiştir.

     Bu teorik altyapı hazırlanırken, F. Gülen hakkında, bilhassa muhafazakar kitlede şüpheler artmaya devam ediyordu. Bir taraftan, 28 Şubat sürecinde, muhafazakar bir kanaat önderinin ya da bir alimin sergilemesi gereken tutumdan farklı bir kimlikte görünmesi, Bülent Ecevit ve Post Modern darbeyi tatbik edenler hakkındaki müsbet görüşleri, yurtlarında okuyan ya da kendi taraftarları elinde yetiştirilen gençlerin, onlara gösterilen hedeflere ulaşana kadar çeşitli haramlara girebileceği fetvası ve sonu gelmeyen "alttan almalar" yapılmasını salık vermesi, bunlarla beraber, Amerika Birleşik devletlerine sığınıp, hayatına orada devam etmesi, ortalama bir Anadolu insanının hüsn-i zan ile karşılayabileceği şeyler değildi.

     Kendisine gönül veren "hizmet erleri"nin, devletin kritik pozisyonlarında, süratle ve kararlılıkla kadrolaştığı söylentileri, daha AK Parti iktidara gelmeden seneler evvel duyulmaya başlanmıştı. Bu kadrolaşmanın, AK Parti iktidarında daha yaygın ve hızlı bir hal alması, birçok insan için "tencerenin yuvarlanıp kapağını bulması" kadar tabi idi. Ne de olsa, tabanları örtüşüyor gibiydi bu, biri siyasi, diğeri dini görünümlü hareketin.

     Diğer taraftan AK Parti, hem parti olarak ve hem de etkili ve yetkili liderlerinin, mevcut hareketlerine bir
İki eski dava arkadaşı
derece de olsa muhalefeti ile yeni bir oluşum. 2001 yılında resmileşen ve her girdiği seçimden birinci olarak çıkan partinin en etkili ismi elbette ki Recep Tayyip Erdoğan. Milli Nizam, Selamet ve Refah geleneğinden gelen, Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki hareketin gelecek vaadeden gençlerinden biri iken, buradaki değişmez hal ve hususiyle 28 Şubat'tan sonra bile bu statükonun değişmeme ihtimali karşısında, yakın arkadaşı Abdullah Gül ile radikal bir karar alıp, hem kendi içlerinde hem de dönemin akil adamları ile yaptıkları istişareler neticesinde (Başbakan Erdoğan'ın muvaffakiyetindeki en önemli faktörlerden biridir istişare ve bu istişare neticesindeki ısrar) kendilerine yeni bir yol çizdiler.

     Bu yeni oluşumdaki Tayyip Erdoğan, Erbakan geleneğinin sert ve radikal söylemlerini geride bırakmış, hatta bu geleneğin düşman olarak gördüğü Avrupa Birliği ve genel manada Batı Dünyası ile uyum ve hatta katılım mesajları veren ve radikal bir sağ parti söyleminden sıyrılıp, biraz daha merkezileşen ve kendi deyimiyle "muhafazakar demokrat" bir çizginin lideri idi. Bu çizgi, ekonomik istikrarsızlığa, 28 Şubat ve "Beyaz Türk" retoriğine, askeri vesayete karşı olan tepkileri, "Batı standardında çağdaşlaşma" hamlesi ile birlikte çok iyi değerlendirdi ve 11 yıldır hiç azalmayan bir halk teveccühünü arkasına aldı. Birazcık insafı olan, taraflı tarafsız herkesin kabul edeceği başarılar yakalandı. Kangren halini almış ve düzeltilmeye çalışıldıkça bir tarafı patlayan meseleler teker teker halledildi ve Türkiye, tüm dünyada saygı duyulan, sözü geçen, ekonomisi istikrarlı bir ülke haline geldi. 2002 yılında, herhangi bir vatandaşın en pembe rüyasında göremeyeceği şeyler hayata geçirildi. Tam da ülkenin en önemli problemleri olan terör uçlu Kürt meselesi çözülme sürecinde iken, ekonomide istikrarlı bir büyüme yakalanmışken, milli askeri vasıtalar yapılmaya ve tatbik edilmeye başlanmışken, Batılı ülkeleri kıskandıracak ve vatandaşın temel sıkıntılarını rahatlatacak projeler pratiğe geçirilecekken ve genel mahiyette Osmanlı Devletinin misyonu devralınacakken, dış destekli oldukları çok bariz tuhaf gelişmeler çıktı ortaya. Önce Gezi Parkı Eylemleri sonra da, herkesi dinleme ve kaydetme eğilimindeki "cemaat" muhalefeti.

     Dershanelerin tasfiye edilmesi ve bunların okul olarak eğitime katkı vermesini isteyen hükumete, F. Gülen cemaatinin açıktan cephe alması ile bir süredir devam eden husumet, gün yüzüne çıkmış oldu. Bu husumet, öyle çirkin bir hal aldı ki; Kenan Evren, Bülent Ecevit ve Kasım Gülek'e dua eden dudaklar, bedduaya başladı. "Yolsuzluk ve rüşvet var" yaygaraları ile (sanki daha önce yokmuş ya da yukarıda zikredilenlerin devrinde yokmuş gibi), usulsüz dinlemeler ve görüntüler ortaya saçıldı. Dini bir oluşumun en önemli gelir kaynağı olan, zekat ve sadaka paralarının kesilmesi, yurt ve okullarının talebesiz kalması, yayın organlarının satılmaması, bankalarındaki paraların vatandaşlar tarafından çekilmesi pahasına da olsa, ülkenin meşru iktidarına, kelimenin tam manasıyla "savaş açıldı". Bir cemaatin, başka bir cemaate düşman olması ve onunla çekişmesi alışık olmadığımız bir durum değildi. Ancak böyle bir kalkışmanın yapılması, Gülen Hareketinin "dışarıdan" hem maddi hem de manevi yardım aldığını gösteriyor. Zira gelir kaynakları kurumak tehdidi ile karşı karşıya kalan bir oluşum, dışarıda bir yerlerde kredisi olmadan bunları yapamaz.

     Hülasa; modası geçmiş askeri vesayeti tasfiye eden "Dış Mihraklar"ın, içerisinden "cihad" emri çıkarılmış, "emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker"den arındırılmış "sevgi ve hoşgörü kelebeği" bir dinle muhafazakar kitleleri tatmin etme ve kendilerine bağlama çabası, yeniden Osmanlı Ruhunu yakalama yolundaki Milli İradeye meydan okuyor...



23 Şubat 2014 Pazar

Kemal Sunal Filmleri Özelinde Eski Türk Filmlerinin Zararları


     Günümüzde bazı kanalların hiç durmadan haftada en az bir iki kere, 90'larda ise özel televizyon furyasının başlaması ile birlikte, neredeyse sinema filmi yayınlayan tüm kanalların bıkıp usanmadan verdiği Kemal Sunal filmlerinden en azından birkaçını (misal Kibar Feyzo)izlemeyen yoktur herhalde bu topraklarda yaşayan. Televizyon kanallarının çok işine gelir bu tür filmler çünkü hiç maceraya atılmadan, "tutar mı tutmaz mı" endişesi yaşamadan, stabil bir reyting oranı tutturmak işten bile değildir. Bir milyonuncu kez de yayınlasanız, mutlaka izleyecek ve gülecek birileri vardır (yurdumun tedbirsiz mülsümanları başta olmak üzere maalesef). Daha yeni, birkaç bin dolar verip de aldığınız yabancı bir filmin ilk gösteriminin ne olacağı ise meçhuldür. Peki ama bu filmlerin bu kadar tutmasının sebebi nedir, bunlara bakalım:

     Zikredilmesi gereken en önemli husus Kemal Sunal'ın oynadığı rollerdir. Bu rollerde Sunal genelde fakir, saf, patavatsız, aptallık sınırında dolaşan sıradan bir karakteri canlandırmaktadır. Bu karakterler, kimi zaman köyden şehre göçmüş ezilen sınıfın bir ferdi, kimi zaman köyde veya kırsalda tesadüfler sonucu düzene ve düzenin temsilcisi "ağa"ya "problem" çıkaran bir maraba, bazen arkasında herhangi bir güç ve irade olmaksızın para ve mal sahibi katı kalpli kapitalistlere meydan okuyabilen bir "ortadirek", bazen sevdiği kıza kavuşup evlenebilmek için başlık parası denkleştirme sıkıntısındaki bir genç, kapıcılığını yaptığı apartmanın sakinlerinin her birini ayrı ayrı idare edebilen uyanık bir kapıcı olarak vücut bulur.

     Bu filmlerin bir diğer önemli özelliği, filmin ilk yarısındaki ezilmiş, aşağılanmış, gururu ile oynanmış, itibardan düşürülmüş karakterin, filmin ikinci yarısındaki intikam alabilme özelliğidir. Ama bu öyle Tarantino filmlerindeki girift ve planlı programlı intikam alma şekli değildir. Kıvrak, pratik zeka ve tesadüflerle yoğrulmuş ve "kötü" olarak gösterilen karşı tarafın utanılacak ve gülünecek hale düşürülmesi şeklinde bir intikamdır. Yıkılamayacak veya sarsılamayacak, dokunulmaz olarak görünen "güc"ün foyasının ortaya çıkarılması ve "bakın ben şu saf, aptal ve sıradan halimle bile yapabiliyorum, aynısını siz de yapabilirsiniz" telkinidir.

     Bu tür filmlerin başka bir özelliği, izleyeni yormamasıdır. İzleyici, ta filmin en başından kötü ve iyi tiplemeleri ve zamanı gelince "iyi"nin "kötü"yü alt edeceğini bilmektedir. Yani yeni ya da orijinal hiçbir şey yoktur.

     Şu haliyle Kemal Sunal filmlerinin (ve buna benzer yapımların) görünürde bir zararı yok gibi duruyor. Fakat maalesef bu filmlerin masum sayılamayacak vasıfları de var. Bu vasıfları üç ana başlıkta ele alacak olursak:

Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas
Salman Kibar Feyzo'da birlikte 
     1. Dikkat etmişsinizdir muhtemelen, özellikle sosyal, siyasi içerikli ve mesajlı ikinci dönem Kemal Sunal ve genelde buna benzer yapımların örgüsünde, filmdeki "kötü" karakterlerinden biri de, diğer karakterlere göre biraz daha "dindar" görünen tiplemelerdir. Bu filmlerde, izleyicinin gözüne hemen sokuluveren "dindar" karakteri, dini dünya çıkarları içi kullanan, mevcut yağma ve ağalık veya kapitalist düzeninin bekası için elinden geleni yapan, üçkağıtçı, hırsız, kul hakkı yiyen, şehevi arzularının peşinde elalemin karısına kızına sarkabilen ve zina etmekten korkmayan, çıkarı için içki içmekten çekinmeyen her bakımdan "pis" bir tiptir. Bu karakter çoğu zaman imamdır ancak bazı durumlarda işçi sınıfının düşmanı olarak bir işveren, kanaat önderi yoz bir kişilik ya da sıradan bir bakkal ya da esnaftır. Filmdeki esas oğlan, safi kötülük olan karşı tarafla mücadele ederken, kötü tarafa her şekilde yardımcı olduğu gayet belli olan bu "dindar" tipleme ile de mücadele etmek zorundadır. "İyi" karakter, çok defa, bu dindar tiplemeye, İslamiyet'i ve Kur'an-ı Kerim'i ("kitabın neresinde yazıyor bu" gibisinden göndermelerle) iyi bilmediğini ve kendisinin hem din sahasında hem de insan hakları sahasında daha üstün olduğunu belli eder ve onu en azından etraftakilerin gözünden düşürerek alay konusu yapar. Verilmek istenen mesaj gayet açıktır; dindar olmak yobazlığa sebep olur, en temel insan ve çalışan hakları konusunda kişiyi kör eder, kötü güçlere kolayca teslim olunup onlarla birliktelik yapmak daha kolay olur. Esas oğlan "kıvamı"nda ise; dini doğru anlamak, insan ve işçi haklarına tam riayet ve kötülüğe karşı kararlı bir karşı duruş "erdem"i vardır. Bu hal, özellikle Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas Salman'ın başrolleri paylaştığı ya da ayrı ayrı başrolde oldukları prodüksiyonlarda kendini bariz bir şekilde gösterir.

     2. Yukarıda zikredilen isimler ve özellikle de Kemal Sunal, oynadığı filmlerin kahir ekseriyetinde, İslam ile yoğrulmuş Anadolu kültüründe sık karşılaşılan ve hürmet edilen isimler ile özdeşleşmiştir. Çok bariz bir örnek olması açısından, "Şaban" ismi neredeyse Sunal'ın göbek adı gibidir. Hatta bazı yörelerde ve yurt dışında Türk popülasyonun olduğu yerlerde bu filmler "Şaban Filmleri" olarak anılır. "Şaban" ismi, bilindiği üzere mübarek sayılan "Üç aylar"dan biridir. Kemal Sunal bu ismi, bihassa saf ve aptal rollerini üstlendiği filmlerde kullanır (ya da kullandırılır). Kemal Sunal filmlerinin yaygınlaşması ve tekrar tekrar verilmesiyle, Şaban, Ramazan, Apti, Hüsnü, Rıfkı, Kamil gibi hürmet edilen isimler, alay edilen ve her şey için kullanılan isimler olmaya başladı. Sokakta oynayan çocuklardan, aptal ve saf gibi görünenleri ile "Şaban" diye dalga geçildi. Ronaldo ve Messi'nin adlarını hayranlıkla söyleyen gençler, Şaban ve Ramazan isimleri ile eğlenir oldu. Bu zamanda ortalama bir semtte oturan bir anne-babanın, çocuğuna "Şaban" ismini, çok istese bile, vermesi kolay olur mu dersiniz?

     3. 70'li ve 80'li yıllarda sinemamızı domine eden ve özel televizyonculuğun başlaması ile birlikte evimize
Münir Özkul, Adile Naşit,
Halit Akçatepe ve içki şişeleri
giren bazı filmlerdeki iyi görünen karakterlerden bazıları (büyük bir ustalıkla) ailemizden biri gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Başta Münir Özkul ve Adile Naşit olmak üzere, Hulusi Kentmen, Kadir Savun, Selim Naşit, Ayşen Gruda gibi isimler, o sıcak! aile filmlerinde bizden biri olarak resmediliyordu. Bu "aileden biri" görünümlü müşfik ve babacan  karakterler, bir taraftan haksızlıkla, kapitalizmle, sömürü düzeni ile mücadele ederken, ne enteresandır, kızının sevgilisi ile gece geç saatlere kadar dışarıda "takılma"sına ses çıkarmak şöyle dursun, bu tür ilişkileri teşvik eden, aileyi akşam yemeği için topladığında ya da efkarlandığında hanımı ile birlikte rakı içen (ve bunu düzenli olarak yaptığı gayet açıktır), yeri geldiğinde "geri kafalı"! olunulmaması gerektiğini salık veren hatta "yobazlık" adı altında, dini emir ve yasaklarla alay edebilen karakterlerdir de aynı zamanda. Bu karakterleri, mesela namaz kılarken görmek neredeyse imkansızdır. Şayet bir bayram seyran vesilesi ile görülse bile, sanki hayatında hiç namaz kılmamış ya da sette nasıl namaz kılınacağını gösterebilecek tek bir insan yokmuşçasına, baştan savma olduğu belli olan bir şekilde görülür. Siz, Anadolu'nun herhangi bir yerinde yaşayan, öyle pek de fazla dindar olmayan, yukarıda sayılan vasıfların hepsine birden haiz, ortalama bir Sünni aileyi tasavvur edebiliyor musunuz? Burada da verilmek istenen mesaj bariz ortadadır; iyi bir birey ve sorumlu bir aile babası olmak için dindar olmaya gerek yok, hatta dinin yasaklarını çiğneyip, emirlerini yerine getirmesen dahi fazla dert etmeye lüzum yok!

Abdest alma esnasında rüşvet pazarlığı!
     Söz konusu filmlerin senaristlerinin, senaryoların kaynağı olan kitapların yazarlarının ve yönetmenlerinin, bu milletin değerlerine uzaklaşmış, sırt çevirmiş ve hatta düşmanlaşmış tedrisattan geçmiş olmaları, İslamiyet'in tam bir "öcü" olarak resmedildiği yılların tohumu olmaları (müzik sahasındaki çabaları da unutmayalım ), bu karakter canlandırmalarındaki en önemli faktördür. Toplumda, binde bir görülebilecek bir tipin (hatta bu senarist ve yapımcıların yaşadığı dönemlerde örnekleme yapabilecek derecede dahi kalmayan), neredeyse her yapımda zikredilen kötü vasıflarla mücehhez olarak gösterilmesi, "yabancılaşmış aydınlar"ın, üstlendikleri "toplum mühendisliği" rolü ile toplumu, kafalarındaki çerçeveye hapsetme maksadının tezahürü değil midir?

          Şimdi akla şu sual geliyor: Bu yapımlarda rol alan aktör ve aktrisler bu durumdan bihaber mi? Eğer bihaberse kötü, eğer haberdarsa daha da kötü! 

     "Muhafazakar" diye geçinen televizyon kanallarının, bu filmleri gece gündüz yayınlamasına ne demeli onu bilemiyorum?! 

     E madem iş oralara kadar geldi, halkına sırt dönmeyi birinci vazife addedip, onu kendi kalıbına sokma gayretine "soyunan" yabancılaşmış aydınlara bir bakalım:



16 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 2 (Dinlerarası Diyalog)


     Hicri bin yılından sonra İslamiyet zayıflamaya başladı. Osmanlı Devleti duraklama evresine girerken, Batı Dünyası da giderek gelişmeye başladı. 17. yüzyıldan sonra aradaki makas kapanmaya yüz tuttu. İngilizlerin uluslararası ilişkilerde etkin rol almasıyla Osmanlı'nın boşalttığı alanlar, Batı tarafından hemen dolduruluyordu. Milliyet esasına dayalı küçük ülkeler, çok kültürlü imparatorlukların tahtına oturmaya adaydı.

     19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun daha uzun süre ayakta kalamayacağı artık herkesin malumuydu. Batılı ajanlar, ülkede ve otoritenin eridiği bölgelerde cirit atıyordu. Bir yandan kendi değerlerine sırt çevirmiş ve yabancılaşmış bir nesil yetiştiriliyor, bir taraftan da Sanayi Devriminin hammadde ihtiyacı için araştırmalar hızla artıyordu. Bu maksatla Arabistan yarımadasında Vahhabiliği tesis eden ve adeta atın çağını yaşayan Britanya İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin idaresini "uzaktan kumandayla" istediği tarafa yönlendirmekteydi.

     Afrika Kıtası, Avrupalı devletler tarafından adeta kapışıldı. El kadar Belçika'nın bile kocaman bir sömürgesi vardı artık. Ortadoğu, rezervleri kadar etnik ve dini bölünmüşlüğü de bol bir bölgeydi ve bu haliyle iştah kabartıyordu, üstelik bu bölünmüşlüğe şimdi Bahailer de katılmıştı.

     Haçlı Seferleri... Osmanlı karşısında alınan seri mağlubiyetler... Rönesans... Fransız İhtilali... Aydınlanma... Sanayi Devrimi... Batılılar, düşmanı altetmenin daha ucuz ve efektif yollarını biliyordu artık; "şirin görün, sözde dost ol, borç para ve beyin gücü ver, kafalı gençleri kendi ülkende eğit ve onları ait olduğu memleketin değerlerine düşman et, din adamlarını bol para ve malla satın al, etnik grupları ve mezhebleri birbirine düşür." Bu "ince" planların hepsi iyi işledi ve Osmanlı İmparatorluğu nihayet çöktü. Dünya Müslümanlarının hamisi artık yoktu. Osmanlı'nın yıkılması, aynı zamanda ülkenin temel dinamiği ve özü olan Sünni İslam'ın da neredeyse yok olması demekti.

     Daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, yeni dünyanın hakimi İngilizler ve ortalığı hepten bunlara bırakmaya niyeti olmayan Fransızlar, Sykes-Picot adı ile bilinen gizli bir anlaşma vesilesiyle, babalarından kalan mirası paylaşan kardeşler rahatlığında, Ortadoğu'ya masa üstünde biçip-kesip sahiplendiler. Ortadoğu'dan çar-naçar çekilen Osmanlı'dan sonra ortalık yangın yerine döndü. Filistinliler, daha ne olduğunu anlamadan, karşılarında İngiliz tüfeklerinin parlayan süngülerini gördüler. İttihad ve Terakki mensupları eliyle itibardan düşürülen Şerif Hüseyin çaresizdi. Daha güneyde, Vahhabi emirleri kurulacak ülkeleri için geri sayımdaydı.

     1950'lere gelmeden, neredeyse bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "İslam Devleti" ya da "Arab Cumhuriyeti" diye geçinen ülkelerin başlarına satılmış devlet başkanları getirildi. Bütün bu hengamenin ortasında, "bizim soyumuz kırılıyor, bize bi yer verin de oraya sığınalım" iddiasındaki Yahudiler, aşağı yukarı ikibin yıl sonra, tekrar Arz-ı Mevud'a geri döndü.

     Yirminci yüzyılın başlamasıyla, ortada Müslümanlara ya da İslam alemine sahip çıkacak bir devlet ya da kuvvet kalmadı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular ve Babürlüler yoktu ortalıkta. Şimdi artık, baş komutanlığını bizzat Kraliçenin yaptığı Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisinden mezun olan Arabistan yarımadasındaki "fellah" yöneticiler, "uzaktan kumandalı diktatörler", Müslümanları Batı'da pis, iğrenç, geri kafalı, şehvet düşkünü, dünya işlerinden anlamaz göstermeye çalışanlar, "dini bidatlerden arındırıyoruz,eski safa haline döndürüyoruz... çağa göre tefsir lazım... mevdu hadislerin peşindeyiz" gibi söz ve faaliyetlerle dini düzeltmeye! çalışan din adamları kalmıştı.

     Batılıların yüzyıllar süren çabaları netice verir gibi olmuştu. Rahat bir nefes alma zamanı gelmişti. Ancak bütün bu çabalara rağmen, dünyadaki Müslüman sayısı artmaya devam ediyordu. Buna bir dur denilmeliydi. Önceden tecrübeliler, zaten sıvalı konumdaki kollarını biraz daha yukarı çekip işe koyuldular:

SELEFİLİK - DİNLERARASI DİYALOG - ILIMLI İSLAM:

     Peki nereden başlamak lazımdı... çok basit... modern dünyanın medeni! insanı neden korkar? Tabi ki şiddetten, terörden, can ve mal emniyetinin inkisara uğramasından. Öyleyse hareket noktası ne olmalıdır? Evet bildiniz; Cihad! İslam dininin temellerinden biri olan cihadı yozlaştırırsanız, "cihad" kelimesini ortalama manasından ifrat ve tefrite çekersiniz, onu bir yandan terör haline sokup, diğer yandan da tamamen kaldırırsanız, alın size bal gibi bir strateji, yepyeni bir paradigma! 

Amerika'ya kök! söktüren
Usame bin Ladin
     1940'lı ve 50'li yıllardan sonra, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'un attığı "reformcu tohumlar" Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Ebu'l ala Mevdudi gibi karakterler, İslam dünyasının teorisyenleri, şekillendiricileri olarak arz-ı endam ettiler. Özellikle Kutub'un ateşli ve heyecanlı yazıları, gençlere büyük ölçüde tesir etti ve bu "pratisyen" gençler, Cemal Abdünnasır'da mütecessim hale gelmiş "tağuti idareler" kavramına savaş açtı. "Zalim hükümdarlara isyan etmek lazımdır, onlara itaat uygun olmaz, bakın Hac suresinin 39. ayeti bunu emrediyor" gibi retoriklerle, Batılıların İslamiyet'le olan mücadelesinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Sudan'dan, Afganistan'a, Yemen'den Irak'a, neredeyse bütün İslam coğrafyasında, kendini uçurmaya meraklı, kendinden başka herkesten ölesiye nefret eden, gözünü kırpmadan ve neticesini düşünmeden masum ve sivilleri dahi patlatabilen, Müslümanlara "terörist" kılıfını giydirmekte mahir gruplar zuhur etti. Meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations)" teorisi ve talebesi Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man)" kitabındaki bazı iddiaları, bu stratejiyi açıkça göstermektedir.


Papayla el ele!
     Bunlar cereyan ederken, bir taraftan da bizzat Vatikan'daki Papalığın önderlik ve finanse ettiği Dinlerarası Diyalog" çalışmaları başladı. "Misyonerliğin postmodernize edilmiş hali" olarak özetlenebilecek bu çalışmaların gayesi, Papa 2. Jean Paul'un ifadesiyle, "şimdiye kadar İncil'le ve İsa Mesih'le tanışmamış kitlelere ulaşmak ve onları kiliseye döndürmek"ti. Türkiye'de ve genel olarak İslam Dünyasında ise, işin bu tarafını duymamış olanlar, "Dinlerarası Diyalog" kavramı ile 90'ların sonuna doğru tanıştı. "Hristiyan ve Yahudilerle, yani Ehl-i Kitapla zaten Hz. İbrahim'de birleşiyoruz, onlarla diyalog yapmak ve hoşgörülü olmak suretiyle onların kalplerini İslamiyete ısındırıyoruz, Hz. Peygamber'in gözünde onlar zaten farklıydı" gibi masum! ifadelerle, bir yığın yazılar ve gazete makaleleri yazıldı, böyle bir kalkışmaya asla rıza göstermeyecek ortalama Müslümanların rızası alınmaya çalışıldı. Bu faaliyet kapsamında, bizzat diyalog projesinin mimarı ve lideri görünümlüler Papa'yı ziyaret etti, onu övdü, "kelime-i tevhidin ikinci kısmı (yani Muhammedün Resulullah) söylenmese da iman olur, böyle inanan Ehl-i Kitab da cennete gidecektir" iddialarını gündeme getirdi. 

     "Cihad" kavramının neredeyse tamamen silinmesi yönündeki gayretlerin, Dinlerarası Diyalog'la kolkola ve biraz daha siyasi ve devlet yönetimine müteallik kısmına ise "Ilımlı İslam" ismi verildi. Dersine çalışmamış, üstüne üstlük yaramazlık yapan ve haliyle tahta önünde tek ayak üstünde cezasını çeken, başını önüne eğmiş, haylaz talebenin "Valla bi daha yapmiycam... şeytana uyduk bi kere... söz daha yapmam" savunmasındaki, mahcubiyetten yanakları kızarmış halidir "Ilımlı İslam"!

Nereden nereye... ve kim bilir daha nereye..!