Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

23 Şubat 2014 Pazar

Kemal Sunal Filmleri Özelinde Eski Türk Filmlerinin Zararları


     Günümüzde bazı kanalların hiç durmadan haftada en az bir iki kere, 90'larda ise özel televizyon furyasının başlaması ile birlikte, neredeyse sinema filmi yayınlayan tüm kanalların bıkıp usanmadan verdiği Kemal Sunal filmlerinden en azından birkaçını (misal Kibar Feyzo)izlemeyen yoktur herhalde bu topraklarda yaşayan. Televizyon kanallarının çok işine gelir bu tür filmler çünkü hiç maceraya atılmadan, "tutar mı tutmaz mı" endişesi yaşamadan, stabil bir reyting oranı tutturmak işten bile değildir. Bir milyonuncu kez de yayınlasanız, mutlaka izleyecek ve gülecek birileri vardır (yurdumun tedbirsiz mülsümanları başta olmak üzere maalesef). Daha yeni, birkaç bin dolar verip de aldığınız yabancı bir filmin ilk gösteriminin ne olacağı ise meçhuldür. Peki ama bu filmlerin bu kadar tutmasının sebebi nedir, bunlara bakalım:

     Zikredilmesi gereken en önemli husus Kemal Sunal'ın oynadığı rollerdir. Bu rollerde Sunal genelde fakir, saf, patavatsız, aptallık sınırında dolaşan sıradan bir karakteri canlandırmaktadır. Bu karakterler, kimi zaman köyden şehre göçmüş ezilen sınıfın bir ferdi, kimi zaman köyde veya kırsalda tesadüfler sonucu düzene ve düzenin temsilcisi "ağa"ya "problem" çıkaran bir maraba, bazen arkasında herhangi bir güç ve irade olmaksızın para ve mal sahibi katı kalpli kapitalistlere meydan okuyabilen bir "ortadirek", bazen sevdiği kıza kavuşup evlenebilmek için başlık parası denkleştirme sıkıntısındaki bir genç, kapıcılığını yaptığı apartmanın sakinlerinin her birini ayrı ayrı idare edebilen uyanık bir kapıcı olarak vücut bulur.

     Bu filmlerin bir diğer önemli özelliği, filmin ilk yarısındaki ezilmiş, aşağılanmış, gururu ile oynanmış, itibardan düşürülmüş karakterin, filmin ikinci yarısındaki intikam alabilme özelliğidir. Ama bu öyle Tarantino filmlerindeki girift ve planlı programlı intikam alma şekli değildir. Kıvrak, pratik zeka ve tesadüflerle yoğrulmuş ve "kötü" olarak gösterilen karşı tarafın utanılacak ve gülünecek hale düşürülmesi şeklinde bir intikamdır. Yıkılamayacak veya sarsılamayacak, dokunulmaz olarak görünen "güc"ün foyasının ortaya çıkarılması ve "bakın ben şu saf, aptal ve sıradan halimle bile yapabiliyorum, aynısını siz de yapabilirsiniz" telkinidir.

     Bu tür filmlerin başka bir özelliği, izleyeni yormamasıdır. İzleyici, ta filmin en başından kötü ve iyi tiplemeleri ve zamanı gelince "iyi"nin "kötü"yü alt edeceğini bilmektedir. Yani yeni ya da orijinal hiçbir şey yoktur.

     Şu haliyle Kemal Sunal filmlerinin (ve buna benzer yapımların) görünürde bir zararı yok gibi duruyor. Fakat maalesef bu filmlerin masum sayılamayacak vasıfları de var. Bu vasıfları üç ana başlıkta ele alacak olursak:

Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas
Salman Kibar Feyzo'da birlikte 
     1. Dikkat etmişsinizdir muhtemelen, özellikle sosyal, siyasi içerikli ve mesajlı ikinci dönem Kemal Sunal ve genelde buna benzer yapımların örgüsünde, filmdeki "kötü" karakterlerinden biri de, diğer karakterlere göre biraz daha "dindar" görünen tiplemelerdir. Bu filmlerde, izleyicinin gözüne hemen sokuluveren "dindar" karakteri, dini dünya çıkarları içi kullanan, mevcut yağma ve ağalık veya kapitalist düzeninin bekası için elinden geleni yapan, üçkağıtçı, hırsız, kul hakkı yiyen, şehevi arzularının peşinde elalemin karısına kızına sarkabilen ve zina etmekten korkmayan, çıkarı için içki içmekten çekinmeyen her bakımdan "pis" bir tiptir. Bu karakter çoğu zaman imamdır ancak bazı durumlarda işçi sınıfının düşmanı olarak bir işveren, kanaat önderi yoz bir kişilik ya da sıradan bir bakkal ya da esnaftır. Filmdeki esas oğlan, safi kötülük olan karşı tarafla mücadele ederken, kötü tarafa her şekilde yardımcı olduğu gayet belli olan bu "dindar" tipleme ile de mücadele etmek zorundadır. "İyi" karakter, çok defa, bu dindar tiplemeye, İslamiyet'i ve Kur'an-ı Kerim'i ("kitabın neresinde yazıyor bu" gibisinden göndermelerle) iyi bilmediğini ve kendisinin hem din sahasında hem de insan hakları sahasında daha üstün olduğunu belli eder ve onu en azından etraftakilerin gözünden düşürerek alay konusu yapar. Verilmek istenen mesaj gayet açıktır; dindar olmak yobazlığa sebep olur, en temel insan ve çalışan hakları konusunda kişiyi kör eder, kötü güçlere kolayca teslim olunup onlarla birliktelik yapmak daha kolay olur. Esas oğlan "kıvamı"nda ise; dini doğru anlamak, insan ve işçi haklarına tam riayet ve kötülüğe karşı kararlı bir karşı duruş "erdem"i vardır. Bu hal, özellikle Kemal Sunal, Şener Şen ve İlyas Salman'ın başrolleri paylaştığı ya da ayrı ayrı başrolde oldukları prodüksiyonlarda kendini bariz bir şekilde gösterir.

     2. Yukarıda zikredilen isimler ve özellikle de Kemal Sunal, oynadığı filmlerin kahir ekseriyetinde, İslam ile yoğrulmuş Anadolu kültüründe sık karşılaşılan ve hürmet edilen isimler ile özdeşleşmiştir. Çok bariz bir örnek olması açısından, "Şaban" ismi neredeyse Sunal'ın göbek adı gibidir. Hatta bazı yörelerde ve yurt dışında Türk popülasyonun olduğu yerlerde bu filmler "Şaban Filmleri" olarak anılır. "Şaban" ismi, bilindiği üzere mübarek sayılan "Üç aylar"dan biridir. Kemal Sunal bu ismi, bihassa saf ve aptal rollerini üstlendiği filmlerde kullanır (ya da kullandırılır). Kemal Sunal filmlerinin yaygınlaşması ve tekrar tekrar verilmesiyle, Şaban, Ramazan, Apti, Hüsnü, Rıfkı, Kamil gibi hürmet edilen isimler, alay edilen ve her şey için kullanılan isimler olmaya başladı. Sokakta oynayan çocuklardan, aptal ve saf gibi görünenleri ile "Şaban" diye dalga geçildi. Ronaldo ve Messi'nin adlarını hayranlıkla söyleyen gençler, Şaban ve Ramazan isimleri ile eğlenir oldu. Bu zamanda ortalama bir semtte oturan bir anne-babanın, çocuğuna "Şaban" ismini, çok istese bile, vermesi kolay olur mu dersiniz?

     3. 70'li ve 80'li yıllarda sinemamızı domine eden ve özel televizyonculuğun başlaması ile birlikte evimize
Münir Özkul, Adile Naşit,
Halit Akçatepe ve içki şişeleri
giren bazı filmlerdeki iyi görünen karakterlerden bazıları (büyük bir ustalıkla) ailemizden biri gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Başta Münir Özkul ve Adile Naşit olmak üzere, Hulusi Kentmen, Kadir Savun, Selim Naşit, Ayşen Gruda gibi isimler, o sıcak! aile filmlerinde bizden biri olarak resmediliyordu. Bu "aileden biri" görünümlü müşfik ve babacan  karakterler, bir taraftan haksızlıkla, kapitalizmle, sömürü düzeni ile mücadele ederken, ne enteresandır, kızının sevgilisi ile gece geç saatlere kadar dışarıda "takılma"sına ses çıkarmak şöyle dursun, bu tür ilişkileri teşvik eden, aileyi akşam yemeği için topladığında ya da efkarlandığında hanımı ile birlikte rakı içen (ve bunu düzenli olarak yaptığı gayet açıktır), yeri geldiğinde "geri kafalı"! olunulmaması gerektiğini salık veren hatta "yobazlık" adı altında, dini emir ve yasaklarla alay edebilen karakterlerdir de aynı zamanda. Bu karakterleri, mesela namaz kılarken görmek neredeyse imkansızdır. Şayet bir bayram seyran vesilesi ile görülse bile, sanki hayatında hiç namaz kılmamış ya da sette nasıl namaz kılınacağını gösterebilecek tek bir insan yokmuşçasına, baştan savma olduğu belli olan bir şekilde görülür. Siz, Anadolu'nun herhangi bir yerinde yaşayan, öyle pek de fazla dindar olmayan, yukarıda sayılan vasıfların hepsine birden haiz, ortalama bir Sünni aileyi tasavvur edebiliyor musunuz? Burada da verilmek istenen mesaj bariz ortadadır; iyi bir birey ve sorumlu bir aile babası olmak için dindar olmaya gerek yok, hatta dinin yasaklarını çiğneyip, emirlerini yerine getirmesen dahi fazla dert etmeye lüzum yok!

Abdest alma esnasında rüşvet pazarlığı!
     Söz konusu filmlerin senaristlerinin, senaryoların kaynağı olan kitapların yazarlarının ve yönetmenlerinin, bu milletin değerlerine uzaklaşmış, sırt çevirmiş ve hatta düşmanlaşmış tedrisattan geçmiş olmaları, İslamiyet'in tam bir "öcü" olarak resmedildiği yılların tohumu olmaları (müzik sahasındaki çabaları da unutmayalım ), bu karakter canlandırmalarındaki en önemli faktördür. Toplumda, binde bir görülebilecek bir tipin (hatta bu senarist ve yapımcıların yaşadığı dönemlerde örnekleme yapabilecek derecede dahi kalmayan), neredeyse her yapımda zikredilen kötü vasıflarla mücehhez olarak gösterilmesi, "yabancılaşmış aydınlar"ın, üstlendikleri "toplum mühendisliği" rolü ile toplumu, kafalarındaki çerçeveye hapsetme maksadının tezahürü değil midir?

          Şimdi akla şu sual geliyor: Bu yapımlarda rol alan aktör ve aktrisler bu durumdan bihaber mi? Eğer bihaberse kötü, eğer haberdarsa daha da kötü! 

     "Muhafazakar" diye geçinen televizyon kanallarının, bu filmleri gece gündüz yayınlamasına ne demeli onu bilemiyorum?! 

     E madem iş oralara kadar geldi, halkına sırt dönmeyi birinci vazife addedip, onu kendi kalıbına sokma gayretine "soyunan" yabancılaşmış aydınlara bir bakalım:



16 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 2 (Dinlerarası Diyalog)


     Hicri bin yılından sonra İslamiyet zayıflamaya başladı. Osmanlı Devleti duraklama evresine girerken, Batı Dünyası da giderek gelişmeye başladı. 17. yüzyıldan sonra aradaki makas kapanmaya yüz tuttu. İngilizlerin uluslararası ilişkilerde etkin rol almasıyla Osmanlı'nın boşalttığı alanlar, Batı tarafından hemen dolduruluyordu. Milliyet esasına dayalı küçük ülkeler, çok kültürlü imparatorlukların tahtına oturmaya adaydı.

     19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun daha uzun süre ayakta kalamayacağı artık herkesin malumuydu. Batılı ajanlar, ülkede ve otoritenin eridiği bölgelerde cirit atıyordu. Bir yandan kendi değerlerine sırt çevirmiş ve yabancılaşmış bir nesil yetiştiriliyor, bir taraftan da Sanayi Devriminin hammadde ihtiyacı için araştırmalar hızla artıyordu. Bu maksatla Arabistan yarımadasında Vahhabiliği tesis eden ve adeta atın çağını yaşayan Britanya İmparatorluğu, Osmanlı Devletinin idaresini "uzaktan kumandayla" istediği tarafa yönlendirmekteydi.

     Afrika Kıtası, Avrupalı devletler tarafından adeta kapışıldı. El kadar Belçika'nın bile kocaman bir sömürgesi vardı artık. Ortadoğu, rezervleri kadar etnik ve dini bölünmüşlüğü de bol bir bölgeydi ve bu haliyle iştah kabartıyordu, üstelik bu bölünmüşlüğe şimdi Bahailer de katılmıştı.

     Haçlı Seferleri... Osmanlı karşısında alınan seri mağlubiyetler... Rönesans... Fransız İhtilali... Aydınlanma... Sanayi Devrimi... Batılılar, düşmanı altetmenin daha ucuz ve efektif yollarını biliyordu artık; "şirin görün, sözde dost ol, borç para ve beyin gücü ver, kafalı gençleri kendi ülkende eğit ve onları ait olduğu memleketin değerlerine düşman et, din adamlarını bol para ve malla satın al, etnik grupları ve mezhebleri birbirine düşür." Bu "ince" planların hepsi iyi işledi ve Osmanlı İmparatorluğu nihayet çöktü. Dünya Müslümanlarının hamisi artık yoktu. Osmanlı'nın yıkılması, aynı zamanda ülkenin temel dinamiği ve özü olan Sünni İslam'ın da neredeyse yok olması demekti.

     Daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, yeni dünyanın hakimi İngilizler ve ortalığı hepten bunlara bırakmaya niyeti olmayan Fransızlar, Sykes-Picot adı ile bilinen gizli bir anlaşma vesilesiyle, babalarından kalan mirası paylaşan kardeşler rahatlığında, Ortadoğu'ya masa üstünde biçip-kesip sahiplendiler. Ortadoğu'dan çar-naçar çekilen Osmanlı'dan sonra ortalık yangın yerine döndü. Filistinliler, daha ne olduğunu anlamadan, karşılarında İngiliz tüfeklerinin parlayan süngülerini gördüler. İttihad ve Terakki mensupları eliyle itibardan düşürülen Şerif Hüseyin çaresizdi. Daha güneyde, Vahhabi emirleri kurulacak ülkeleri için geri sayımdaydı.

     1950'lere gelmeden, neredeyse bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "İslam Devleti" ya da "Arab Cumhuriyeti" diye geçinen ülkelerin başlarına satılmış devlet başkanları getirildi. Bütün bu hengamenin ortasında, "bizim soyumuz kırılıyor, bize bi yer verin de oraya sığınalım" iddiasındaki Yahudiler, aşağı yukarı ikibin yıl sonra, tekrar Arz-ı Mevud'a geri döndü.

     Yirminci yüzyılın başlamasıyla, ortada Müslümanlara ya da İslam alemine sahip çıkacak bir devlet ya da kuvvet kalmadı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular ve Babürlüler yoktu ortalıkta. Şimdi artık, baş komutanlığını bizzat Kraliçenin yaptığı Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisinden mezun olan Arabistan yarımadasındaki "fellah" yöneticiler, "uzaktan kumandalı diktatörler", Müslümanları Batı'da pis, iğrenç, geri kafalı, şehvet düşkünü, dünya işlerinden anlamaz göstermeye çalışanlar, "dini bidatlerden arındırıyoruz,eski safa haline döndürüyoruz... çağa göre tefsir lazım... mevdu hadislerin peşindeyiz" gibi söz ve faaliyetlerle dini düzeltmeye! çalışan din adamları kalmıştı.

     Batılıların yüzyıllar süren çabaları netice verir gibi olmuştu. Rahat bir nefes alma zamanı gelmişti. Ancak bütün bu çabalara rağmen, dünyadaki Müslüman sayısı artmaya devam ediyordu. Buna bir dur denilmeliydi. Önceden tecrübeliler, zaten sıvalı konumdaki kollarını biraz daha yukarı çekip işe koyuldular:

SELEFİLİK - DİNLERARASI DİYALOG - ILIMLI İSLAM:

     Peki nereden başlamak lazımdı... çok basit... modern dünyanın medeni! insanı neden korkar? Tabi ki şiddetten, terörden, can ve mal emniyetinin inkisara uğramasından. Öyleyse hareket noktası ne olmalıdır? Evet bildiniz; Cihad! İslam dininin temellerinden biri olan cihadı yozlaştırırsanız, "cihad" kelimesini ortalama manasından ifrat ve tefrite çekersiniz, onu bir yandan terör haline sokup, diğer yandan da tamamen kaldırırsanız, alın size bal gibi bir strateji, yepyeni bir paradigma! 

Amerika'ya kök! söktüren
Usame bin Ladin
     1940'lı ve 50'li yıllardan sonra, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'un attığı "reformcu tohumlar" Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Ebu'l ala Mevdudi gibi karakterler, İslam dünyasının teorisyenleri, şekillendiricileri olarak arz-ı endam ettiler. Özellikle Kutub'un ateşli ve heyecanlı yazıları, gençlere büyük ölçüde tesir etti ve bu "pratisyen" gençler, Cemal Abdünnasır'da mütecessim hale gelmiş "tağuti idareler" kavramına savaş açtı. "Zalim hükümdarlara isyan etmek lazımdır, onlara itaat uygun olmaz, bakın Hac suresinin 39. ayeti bunu emrediyor" gibi retoriklerle, Batılıların İslamiyet'le olan mücadelesinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Sudan'dan, Afganistan'a, Yemen'den Irak'a, neredeyse bütün İslam coğrafyasında, kendini uçurmaya meraklı, kendinden başka herkesten ölesiye nefret eden, gözünü kırpmadan ve neticesini düşünmeden masum ve sivilleri dahi patlatabilen, Müslümanlara "terörist" kılıfını giydirmekte mahir gruplar zuhur etti. Meşhur Amerikalı stratejist ve siyaset bilimcisi Samuel P. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations)" teorisi ve talebesi Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man)" kitabındaki bazı iddiaları, bu stratejiyi açıkça göstermektedir.


Papayla el ele!
     Bunlar cereyan ederken, bir taraftan da bizzat Vatikan'daki Papalığın önderlik ve finanse ettiği Dinlerarası Diyalog" çalışmaları başladı. "Misyonerliğin postmodernize edilmiş hali" olarak özetlenebilecek bu çalışmaların gayesi, Papa 2. Jean Paul'un ifadesiyle, "şimdiye kadar İncil'le ve İsa Mesih'le tanışmamış kitlelere ulaşmak ve onları kiliseye döndürmek"ti. Türkiye'de ve genel olarak İslam Dünyasında ise, işin bu tarafını duymamış olanlar, "Dinlerarası Diyalog" kavramı ile 90'ların sonuna doğru tanıştı. "Hristiyan ve Yahudilerle, yani Ehl-i Kitapla zaten Hz. İbrahim'de birleşiyoruz, onlarla diyalog yapmak ve hoşgörülü olmak suretiyle onların kalplerini İslamiyete ısındırıyoruz, Hz. Peygamber'in gözünde onlar zaten farklıydı" gibi masum! ifadelerle, bir yığın yazılar ve gazete makaleleri yazıldı, böyle bir kalkışmaya asla rıza göstermeyecek ortalama Müslümanların rızası alınmaya çalışıldı. Bu faaliyet kapsamında, bizzat diyalog projesinin mimarı ve lideri görünümlüler Papa'yı ziyaret etti, onu övdü, "kelime-i tevhidin ikinci kısmı (yani Muhammedün Resulullah) söylenmese da iman olur, böyle inanan Ehl-i Kitab da cennete gidecektir" iddialarını gündeme getirdi. 

     "Cihad" kavramının neredeyse tamamen silinmesi yönündeki gayretlerin, Dinlerarası Diyalog'la kolkola ve biraz daha siyasi ve devlet yönetimine müteallik kısmına ise "Ilımlı İslam" ismi verildi. Dersine çalışmamış, üstüne üstlük yaramazlık yapan ve haliyle tahta önünde tek ayak üstünde cezasını çeken, başını önüne eğmiş, haylaz talebenin "Valla bi daha yapmiycam... şeytana uyduk bi kere... söz daha yapmam" savunmasındaki, mahcubiyetten yanakları kızarmış halidir "Ilımlı İslam"!

Nereden nereye... ve kim bilir daha nereye..!

 


9 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 1


     İslam Dini, daha yayılmaya başladığı ilk dönemden itibaren, “Batı Dünyası” olarak bilinen dünya ile, taa kıyamete kadar sürecek gibi duran, sonu gelmez ve amansız bir mücadelenin içine girdi. İslamiyetin Medine’de tutunmaya ve gelişmeye başlaması ile ilk önce, vadedilen Peygamberin kendilerinden değil de, amcaoğulları Araplardan çıkması sebebiyle Yahudiler, özellikle uzmanı oldukları “bel altı” çalışmalarla Mekkeli müşriklerle bir olarak, taze kurulmuş olan İslam devletini, en hafif tabiriyle “yıpratmaya” uğraştılar. Düşmanların bertaraf edilmesi ve devletin büyümesi, sınırların, zamanın en büyük iki gücüne dayanmasına neden oldu: Doğuda pagan Zerdüşti Pers-Sasani Devleti, kuzey ve batıda ise Roma İmparatorluğunun doğudaki varisi, “Ehl-i Kitab görünümlü” Bizans İmparatorluğu. Görünümlü diyoruz çünki 325 yılında, daha yeni Hristiyan olan İmparator Konstantin’in başkanlığında toplanan İznik Konsilinden sonra Nasranilik, Semavi Din ve Ehl-i Kitab sınıfından çıkıp, Hristiyanlık yani pagan ya da puta tapmacılık dini oldu. Eflatun’un (Platon) Teslis ya da Trinite inancı resmen kabul edilip, Aryus ve taraftarları ile Barnabas İnciline tabi olanlar tard edildi. İslam Devleti, her iki büyük kuvveti yenmeyi başardı ve doğudaki pagan Perslerin –kendi çapında pasta sayılabilecek- Sasani Devletini yeryüzünden tamamen silerken, Bizans’ın sınırlarını küçülttü.

     Batı Dünyası, Kurun-ı Vusta ya da diğer bir deyişle Ortaçağ’da, pisliğin, vahşiliğin, vebanın, her türlü ahlaksızlık ve batıl inancın içinde debelenirken, İslam Dünyası sadece dini ilimlerde değil, astronomi, matematik, geometri, tıb, biyoloji, kimya ve daha nice fen sahasında ilerlemesine devam etti. Bu ilerlerleme ve tabii olarak gelen zenginlik, Avrupa’da dilden dile efsaneler şekilnde yayılmaya başladı. Doğudaki “şeytana tapınan Müslümanlar” zengin olmuştu ve kutsal şehir Kudüs onların elindeydi... gayretli bir Hristiyanın bunlara katlanması mümkün değildi elbet!  Çekişme ve birbirileriyle çatışmadan başını kaldıramayan derebeyleri, krallar, dükler, arşidükler... Papaların çok yoğun faaliyetleri, gaza getirmeleri ve tahrikleri ile büyük ordular meydana getirdi. Ordu dedikse, öyle düzenli ya da en azından eser miktarda düzenli bir şeyler beklemeyin. Bildiğin, “Kudüsü kafirlerden geri alma” kılıfının içine gizli, Doğunun zenginliğine sahip olma hülyaları ile yola çıkmış çapulcular sürüsü.  Bu sürüler, yollardaki yağma ve yıkmalarından sonra, genellikle günümüzde “Anadolu toprakları” olarak bilinen coğrafyamızdan geçip, yine günümüz tabiri ile “Ortadoğu”ya ulaşırlardı.

     Sayıları onu bulan Haçlı Seferleri, henüz entrikaya, adam satın almaya ve kullanmaya tam olarak kafası basmayan Katolik Hristiyan dünyasının, işleri kaba kuvvetle halletme çabasıdır (üstelik bu kontrolsüz kuvvetten Mihail Kirolarius önderliğinde Katolik Kilisesinden ayrılma cesareti gösteren Ortdokslar da nasibini almıştır). Geçen zamanla ve Türklerin giderek daha da batıya nüfuz etmesi ile Batılılar, yavaş yavaş işlerin kuvvetle halledilemeyeceğini anlamaya ve yukarıda sayılan fiilleri, özellikle “Doğu” ile alakalı dış siyasetlerini şekillendiren ana unsurlar olarak belirlemeye başladılar.

     15. yüzyılda, Endülüs’teki İslam Medeniyeti tam olarak yıkıldıktan sonra, Avrupa topraklarında tek bir rakip kalmıştı: Osmanlı Türkleri. Bunları sadece kaba kuvvetle altetme girişimleri netice vermeyecek gibi görünüyordu. Ancak Avrupa’da bu çağlarda başlayan Rönesans ve Aydınlanma Çağı diye bilinen süreçlerle birlikte, dengeleri tamamen değiştirecek olaylar kaçınılmazdı.

     Avrupa, gelişmeye ve ilerlemeye çalışırken, Türkler de Viyana kapılarına gelmişti. Eğer Viyana alınacak olursa, Batı Avrupa’nın da düşeceği korkusu, Avrupalıları çabuk ve etkin neticeler aldıracak faaliyetlere yöneltti. Bir an önce tedbirler alınmazsa, Osmanlılar bütün Avrupa’yı ele geçirecekti. İstanbul’daki bir İngiliz elçinin, bir gece yarısı uykusunu kaçıran düşünceleri, İslam Dünyasını alaşağı etme yöntemlerinin temellerini teşkil edecekti. İngilizler, Enderun ve medreselerde yetişen zeki gençlerin yozlaştırılmasının, bu medeniyeti yıkmanın temel anahtarı olacağını tespit etmişlerdi. Niketim, fazla zaman geçmeden Sömürge Bakanlığı kuruldu ve faaliyetler başladı. Gideceği memleketin dinini, dilini, örf ve adetlerini iyi bilip hiç açık vermeyecek şekilde yetiştirilen casuslar yetiştirildi ve ilk “yerleştirmeler” yapıldı. “İyilik meleği” görünümlü Misyonerler, dünyanın her tarafında cirit atar oldu. Osmanlı topraklarında tespit edilen kapasiteli gençler, Mason merkezlerinde yetiştirilmeye ve ülkelerine “başarılı diplomat ve devlet adamı” sıfatlarıyla geri gönderilmeye başlandı.

     İngilizler bu işte ustalaşıyordu. Arabistan Yarımadasının doğusundaki Necd bölgesinin Deriyye ahalisinden, meşhur olmaya çok istekli ve hırslı bir genç (Muhammed bin Abdülvahhab) vasıta ile Vahhabilik Dinini kurdurdu. Kendilerinden olmayanların kafir olması ve haliyle eşlerinin ve mallarının yağmalanacak olması gibi “lezzetli” bir ihtimali değerlendirme sevdasındaki bir başka Necdli (Muhammed bin Suud) sayesinde de, bu din sonradan bir devlet halini aldı.

"Öyle silahla felan cihad
olmaz" diyen Kadıyani
     Hindistan’ı hedef seçtiler ve “sizinle ticaret yapmak istiyoruz, bize birazcık ticari imtiyazlar tanıyıverin” gibi masum ricalarla, parçalanmaya çok müsait bu topraklara yerleştiler. O sırada Hindistan’da Timur Han’ın soyundan olanların kurduğu Babür (Gürganiye) İmparatorluğu hüküm sürüyordu. İngilizler, planlı bir çalışma ile Müslüman ve Hinduları birbirine düşürmeyi başarıp, kısa sürede bu İslam devletini tarih sahnesinden sildi. Silmekle de kalmadı, Kadıyani (ya da Ahmedi) denilen ve Mirza Gulam Ahmed adındaki biri vasıtasıyla tesis etikleri din ile Hint Müslümanlarını yozlaştırmaya çalıştılar.

     Geriye kalan tek hedef Osmanlı Devleti idi. Burada da işler fena gitmiyordu. Pek şefkatli İngiliz Devleti, Kırım Savaşında nakit sıkıntısı çeken Osmanlı’ya, şirinlik muskası çift örgülü Polyanna gülücüğü ile “ne demek mirim, biz boşuna mı duruyoruz burada, benim param senin paran” diyerek bol miktara yardım görünümlü borç verdi.  Fakat “borç alan emir alır” atasözünün gereği olarak, İngiliz güdümlü siyaset,
Osmanlı’da idareyi ele aldı. İşbaşına getirilen Mason yöneticiler, “Osmanlı’nın itibarını düzeltiyoruz, insan hakları...” gibi “ulvi” gayelerle, Tanzimat Fermanından sonra Islahat Fermanını da yürürlüğe soktular.

Tanzimat Fermanını okuyan
Koca Mustafa Reşit Paşa
     İngiliz zihniyetinden ilham alan diğer Batılılar da faaliyetlerini artırdı haliyle. Osmanlı çökmek üzereydi...