Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

9 Şubat 2014 Pazar

Batı Dünyasının İslam Düşmanlığı ve Zamanla Değişen Paradigmalar - 1


     İslam Dini, daha yayılmaya başladığı ilk dönemden itibaren, “Batı Dünyası” olarak bilinen dünya ile, taa kıyamete kadar sürecek gibi duran, sonu gelmez ve amansız bir mücadelenin içine girdi. İslamiyetin Medine’de tutunmaya ve gelişmeye başlaması ile ilk önce, vadedilen Peygamberin kendilerinden değil de, amcaoğulları Araplardan çıkması sebebiyle Yahudiler, özellikle uzmanı oldukları “bel altı” çalışmalarla Mekkeli müşriklerle bir olarak, taze kurulmuş olan İslam devletini, en hafif tabiriyle “yıpratmaya” uğraştılar. Düşmanların bertaraf edilmesi ve devletin büyümesi, sınırların, zamanın en büyük iki gücüne dayanmasına neden oldu: Doğuda pagan Zerdüşti Pers-Sasani Devleti, kuzey ve batıda ise Roma İmparatorluğunun doğudaki varisi, “Ehl-i Kitab görünümlü” Bizans İmparatorluğu. Görünümlü diyoruz çünki 325 yılında, daha yeni Hristiyan olan İmparator Konstantin’in başkanlığında toplanan İznik Konsilinden sonra Nasranilik, Semavi Din ve Ehl-i Kitab sınıfından çıkıp, Hristiyanlık yani pagan ya da puta tapmacılık dini oldu. Eflatun’un (Platon) Teslis ya da Trinite inancı resmen kabul edilip, Aryus ve taraftarları ile Barnabas İnciline tabi olanlar tard edildi. İslam Devleti, her iki büyük kuvveti yenmeyi başardı ve doğudaki pagan Perslerin –kendi çapında pasta sayılabilecek- Sasani Devletini yeryüzünden tamamen silerken, Bizans’ın sınırlarını küçülttü.

     Batı Dünyası, Kurun-ı Vusta ya da diğer bir deyişle Ortaçağ’da, pisliğin, vahşiliğin, vebanın, her türlü ahlaksızlık ve batıl inancın içinde debelenirken, İslam Dünyası sadece dini ilimlerde değil, astronomi, matematik, geometri, tıb, biyoloji, kimya ve daha nice fen sahasında ilerlemesine devam etti. Bu ilerlerleme ve tabii olarak gelen zenginlik, Avrupa’da dilden dile efsaneler şekilnde yayılmaya başladı. Doğudaki “şeytana tapınan Müslümanlar” zengin olmuştu ve kutsal şehir Kudüs onların elindeydi... gayretli bir Hristiyanın bunlara katlanması mümkün değildi elbet!  Çekişme ve birbirileriyle çatışmadan başını kaldıramayan derebeyleri, krallar, dükler, arşidükler... Papaların çok yoğun faaliyetleri, gaza getirmeleri ve tahrikleri ile büyük ordular meydana getirdi. Ordu dedikse, öyle düzenli ya da en azından eser miktarda düzenli bir şeyler beklemeyin. Bildiğin, “Kudüsü kafirlerden geri alma” kılıfının içine gizli, Doğunun zenginliğine sahip olma hülyaları ile yola çıkmış çapulcular sürüsü.  Bu sürüler, yollardaki yağma ve yıkmalarından sonra, genellikle günümüzde “Anadolu toprakları” olarak bilinen coğrafyamızdan geçip, yine günümüz tabiri ile “Ortadoğu”ya ulaşırlardı.

     Sayıları onu bulan Haçlı Seferleri, henüz entrikaya, adam satın almaya ve kullanmaya tam olarak kafası basmayan Katolik Hristiyan dünyasının, işleri kaba kuvvetle halletme çabasıdır (üstelik bu kontrolsüz kuvvetten Mihail Kirolarius önderliğinde Katolik Kilisesinden ayrılma cesareti gösteren Ortdokslar da nasibini almıştır). Geçen zamanla ve Türklerin giderek daha da batıya nüfuz etmesi ile Batılılar, yavaş yavaş işlerin kuvvetle halledilemeyeceğini anlamaya ve yukarıda sayılan fiilleri, özellikle “Doğu” ile alakalı dış siyasetlerini şekillendiren ana unsurlar olarak belirlemeye başladılar.

     15. yüzyılda, Endülüs’teki İslam Medeniyeti tam olarak yıkıldıktan sonra, Avrupa topraklarında tek bir rakip kalmıştı: Osmanlı Türkleri. Bunları sadece kaba kuvvetle altetme girişimleri netice vermeyecek gibi görünüyordu. Ancak Avrupa’da bu çağlarda başlayan Rönesans ve Aydınlanma Çağı diye bilinen süreçlerle birlikte, dengeleri tamamen değiştirecek olaylar kaçınılmazdı.

     Avrupa, gelişmeye ve ilerlemeye çalışırken, Türkler de Viyana kapılarına gelmişti. Eğer Viyana alınacak olursa, Batı Avrupa’nın da düşeceği korkusu, Avrupalıları çabuk ve etkin neticeler aldıracak faaliyetlere yöneltti. Bir an önce tedbirler alınmazsa, Osmanlılar bütün Avrupa’yı ele geçirecekti. İstanbul’daki bir İngiliz elçinin, bir gece yarısı uykusunu kaçıran düşünceleri, İslam Dünyasını alaşağı etme yöntemlerinin temellerini teşkil edecekti. İngilizler, Enderun ve medreselerde yetişen zeki gençlerin yozlaştırılmasının, bu medeniyeti yıkmanın temel anahtarı olacağını tespit etmişlerdi. Niketim, fazla zaman geçmeden Sömürge Bakanlığı kuruldu ve faaliyetler başladı. Gideceği memleketin dinini, dilini, örf ve adetlerini iyi bilip hiç açık vermeyecek şekilde yetiştirilen casuslar yetiştirildi ve ilk “yerleştirmeler” yapıldı. “İyilik meleği” görünümlü Misyonerler, dünyanın her tarafında cirit atar oldu. Osmanlı topraklarında tespit edilen kapasiteli gençler, Mason merkezlerinde yetiştirilmeye ve ülkelerine “başarılı diplomat ve devlet adamı” sıfatlarıyla geri gönderilmeye başlandı.

     İngilizler bu işte ustalaşıyordu. Arabistan Yarımadasının doğusundaki Necd bölgesinin Deriyye ahalisinden, meşhur olmaya çok istekli ve hırslı bir genç (Muhammed bin Abdülvahhab) vasıta ile Vahhabilik Dinini kurdurdu. Kendilerinden olmayanların kafir olması ve haliyle eşlerinin ve mallarının yağmalanacak olması gibi “lezzetli” bir ihtimali değerlendirme sevdasındaki bir başka Necdli (Muhammed bin Suud) sayesinde de, bu din sonradan bir devlet halini aldı.

"Öyle silahla felan cihad
olmaz" diyen Kadıyani
     Hindistan’ı hedef seçtiler ve “sizinle ticaret yapmak istiyoruz, bize birazcık ticari imtiyazlar tanıyıverin” gibi masum ricalarla, parçalanmaya çok müsait bu topraklara yerleştiler. O sırada Hindistan’da Timur Han’ın soyundan olanların kurduğu Babür (Gürganiye) İmparatorluğu hüküm sürüyordu. İngilizler, planlı bir çalışma ile Müslüman ve Hinduları birbirine düşürmeyi başarıp, kısa sürede bu İslam devletini tarih sahnesinden sildi. Silmekle de kalmadı, Kadıyani (ya da Ahmedi) denilen ve Mirza Gulam Ahmed adındaki biri vasıtasıyla tesis etikleri din ile Hint Müslümanlarını yozlaştırmaya çalıştılar.

     Geriye kalan tek hedef Osmanlı Devleti idi. Burada da işler fena gitmiyordu. Pek şefkatli İngiliz Devleti, Kırım Savaşında nakit sıkıntısı çeken Osmanlı’ya, şirinlik muskası çift örgülü Polyanna gülücüğü ile “ne demek mirim, biz boşuna mı duruyoruz burada, benim param senin paran” diyerek bol miktara yardım görünümlü borç verdi.  Fakat “borç alan emir alır” atasözünün gereği olarak, İngiliz güdümlü siyaset,
Osmanlı’da idareyi ele aldı. İşbaşına getirilen Mason yöneticiler, “Osmanlı’nın itibarını düzeltiyoruz, insan hakları...” gibi “ulvi” gayelerle, Tanzimat Fermanından sonra Islahat Fermanını da yürürlüğe soktular.

Tanzimat Fermanını okuyan
Koca Mustafa Reşit Paşa
     İngiliz zihniyetinden ilham alan diğer Batılılar da faaliyetlerini artırdı haliyle. Osmanlı çökmek üzereydi...    









    

5 Şubat 2014 Çarşamba

İlk İnsanlar Mağaralarda Yaşayan Vahşiler Miydi?

     Yirminci ve haliyle yirmibirinci yüzyılın başında, nüfusun kahir eseriyetinin Müslüman olduğu iddia edilen Türkiye'nin herhangi bir yerinde, bir ortamekteb talebesi, sırasıyla tarih ve din bilgisi derslerine girse, karşılaşacağı manzara aşağı yukarı şu şekilde olacaktır:

"Ağaçtan meyve toplayacağız derken
boyu da bayağı uzattık, iyi şekil oldu!" 
     Tarih dersinde muallim, ilk insanların mağaralarda yaşayan, dabağlanmamış derilerle örtünmeye çalışan, ihtiyaçlar karşısında ateşi ve tekerleği bulan, yaşadıkları mağaraların duvarlarına resimler çizen vahşiler olduğunu anlatacaktır. Bu tarih dersinde çocuk, maymundan evrilen atalarının, dört ayak üzerinde takılırken, zamanla ağaçlardaki meyveleri toplayabilmek için iki ayak üzerinde durmayı öğrendiğini ve her şeye sıfırdan başladığını öğrenir. "Tarih Öncesi” diye, daha yazının bulunmadığı bir dönemi olduğunu, bu tarih öncesindeki dönemlerin de çeşitli kısımlara ayrıldığını görür. Çocukken çizgi filmini izlediğimiz “Taş Devri”nde “avcı” ve “toplayıcı” sıfatlarından başka bir becerisi olmayan “maymunsu” insanların, vahşi hayvanlardan korunmak ve onların etlerinden istifade edebilmek için taşları yontmaya ve biçimlendirmeye çalıştığını anlar. Hatta tarih dersi muallimi , insanoğlunun ilk inanışlarının, tabiat olayları ve devyarasa hayvanlar karşısındaki ilk pagan kıpraşmalarının bu çağda başladığını, mağaralara resimler ve çeşitli şekiller çizdiklerini, heykelcikler yapmaya başladıklarını kendinden gayet emin bir şekilde çocukların körpe dimağlarına yerleştirecektir. Tarih dersi, Paleolitik, Epipaleolitik Çağ, Eski Taş, Yontma Taş Çağı, Kabataş Devri, Bakır Çağı, Kalkolitik Çağ, Maden, Tunç Çağı vs... gibi -bak bunları senin gibi cahiller için tasnif ettik kıymetini bil tadında- bir yığın “cilalı” ama saçma sapan isimlerle gençlerin kafası meşgul eder. Şu haliyle çocuğun aldığı “tarih” dersi, zihniyet olarak taban tabana zıt olduğumuz ileri sürülen Sovyet SosyalistCumhuriyetler Birliği zamanında anlatılan “tarih” ile birebir örtüşmektedir.

     Talebenin bu dersten sonraki durağı ise, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersidir. Din Bilgisi muallimi, sanki yukarıda vasıfları sayılan Tarih dersine inat, ilk insanın, aynı zamanda ilk peygamber olduğunu, Hz. Adem’in ve çocuklarının okuma yazma bildiğini, yerleşim yerlerinde yaşadığını, kumaş dokumak,  çiftçilik yapmak... gibi meziyetleri olduğunu ve Hz. Adem’e 50 suhuf ( 4 büyük kitap haricindeki küçük kitaplara verilen isim) gönderildiğini anlatır.  

     Şimdi bu talebe, ilk insanları, Tarih dersinde anlatılan haliyle kabul etse, çok açık bir şekilde, mensubu olduğunu iddia ettiği İslam Dinine karşı gelmiş olacak, Din dersine inansa, “örümcek kafalı” ve “gerici” olacaktır.  Daha körpecikken karşılaşılan şu içinden çıkılmaz durum bir bakın!

     Pekii... işin arkasında ne var? Hangi düşünce ve hangi kuvvet, tabiri caizse, “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya” çalışıyor, ona bakalım?

     Her şey aslında, “İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı” yazısında da belirtildiği gibi, hayal dünyası en az cepleri kadar şişkin olan, “din” kelimesini duyunca kulaklarından dumanlar çıkaran ve din muhalifliği söz konusu olunca hemencecik organize oluveren ve mal varlıklarını bu uğurda akıtıveren çevrelerin, “Evrim” diye bir şeyi duymasıyla başladı.

     Fransız biyolog Jean Baptiste Lamarck’ın iddiaları, ardından bu fikriyata esas zemini hazırlayacak olan İngiliz amatör biyolog Charles Darwin’in çalışmaları ve eserleri, Semavi Dinlerden pek hazzetmeyen ve yukarıda sıfatlarının bir kısmı sıralanmış olan çevrelerin iyi teşkilatlanması ve gayretli çalışması ile kısa zamanda netice verdi ve yirminci yüzyılın hemen başlarında şekillenmeye başlayan Marksist zeminli, Sosyalist ya da Komünist görünümlü Ateist zuhurlarla yasal platformunu buldu.

     Artık “laikleşmiş” mekteplerde talebelere, ilk insanların, maymunlardan ya da en azından maymunlarla aynı ortak atadan geldiği, yarı maymun yarı insansı mahlukların zamanla geliştiği ve dinlerin de, bu insansı formların tabiat güçleri karşısındaki puta tapıcılığından zamanla tek tanrılı dinlere evrildiği öğretiliyordu. Yani daha basit ifadesiyle, “yaradılış diye bir şey yoktur”, “ilk insanın ilk peygamber inancı bir safsatadır”, dolayısıyla “bir Yaratıcı” kavramı boş bir hurafedir.

     Oysa İslam dini,  Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde defaatle bildirdiği üzere, ilk insanın çamurdan (ya da balçık) yani yoktan yaratıldığını kesin olarak bildirir. İlk insan aynı zamanda ilk Peygamberdir ve bütün isimler kendisine öğretilmiştir, nesli okuma ve yazma bilir, “Tarih Öncesi” diye “yazı”dan hâli bir dönem yoktur.

     Bütün bu bilgilerden ve İslam alimlerinin bildirdiklerinden anlaşılıyor ki, medeniyet ya da gelişmişlik ya da gelişmişlik olarak telakkli edilecek şeyler sürekli bir yukarı ivme göstermemiştir. Bazı medeniyetler, o zamanın Peygamberinin liderliğinde gelişmiş, sonrasında ise sönmüştür (zaten dünyanın  çeşitli yerlerinde bulunan ve elindeki tabletle ya da akıllı diye geçinen cep telefonuyla harikalar yaptığını sanan zamane insanının ağzını açık bırakan çok eski medeniyet kalıntıları da bunu ispatlar durumda). Bazı bölgeler de hiç gelişmemiştir. Şu anda bile hala, Papua’da veya balta girmemiş Amazon Ormanlarında (hep bu ifadeyi kullanmak istemişmdir, nasib bugüneymiş!) giyinmekten bihaber, ormanlarda yaşayan, ve hiçbir gelişmişlik emaresi göstermeyen bir sürü yer var. Böyle yerlerin olması ve buralarda yaşayanların, tam manasıyla “vahşi” bir yaşam sürmesi, medeni dünya için bir gelişmemişlik parametresi sayılabilir mi? Hala bu vahşilerin var olması, günümüz dünyasını “İlk Çağ” ya da “Taş Devri” olarak adlandırmaya sebep midir? Elbette hayır. 

Videosu da var üstelik: 




2 Şubat 2014 Pazar

İslamiyetin Evrim Teorisine Bakışı


     Özellikle son yüz senedir din düşmanlarının en çok ümit bağladığı konulardan biri Evrim. Birkaç amatör ve bilimsel yaklaşımdan uzak kimsenin önderliğinde, sanayi devriminin, Hristiyanlığın Batılıların hayatından el etek çekmesi (dolayısıyla Ateizmin revaç bulması) ve Materyalist felsefenin çeşitli zuhurlarının uygun ortam bulması ve üç aşağı beş yukarı aynı yolun yolcusu olması, evrim teorisinin neşvü nemâ bulmasına sebebiyet verdi.

     Evrim, Vikipedi denilen modern ve online ansiklopedide, “biyolojide canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanma sürecidir” diye açıklanmış ve “Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve dünyadaki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırdedilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur” diye devam edilmiş. Aslında gayet masum gibi görünen bu açıklamanın evveliyatına gidelim:

Gözün yapısını gördükçe
tepesi atan biyolog Charles Darwin
     Fransız doktor Lamarck, ondokuzuncu asrın hemen başında, canlıların tek bir türden türemiş olabileceğini ve canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini yazdı. Sonra ise, amatör bir biyolog olan Charles Darwin, 1859 yılında basılan “Türlerin Kökeni” (The Origin of Spicies) kitabında, canlıların, çevrelerine intibak etmek için mücadele ettiklerini, bu mücadelede güçlü olanları hayatta kaldığını, zayıfların ise yok olduğunu (doğal seleksiyon) yazdı. İnsan dahil bütün canlıların, tek ya da birkaç atadan gelmiş olabileceğini söyledi. İnsan ve maymunun aynı atadadan (primat) geldiği iddiaları gün yüzüne çıktı. Bunların akabinde Hollandalı nebatatçı ve biyolog Hugo de Vries yirminci yüzyılın başlarında “mutasyon teorisi”ni gündeme getirdi. Semavi Dinlere gıcığı olan, özellikle Hristiyanlıktan bezmiş, intikam peşindeki “fen adamı” görünümlü yobazların önüne mükemmel bir “orta” gelmişti! Bu “orta”yı “gol” yapabilmek için de var güçleri ile sarıldılar... ama bilim ve fenne değil... hayal dünyalarına! Bol paralarla fonlar, enstitüler, laboratuvarlar kuruldu. Metodolojiler, usuller, kaideler belirlendi. Kelli felli, bol ünvanlı kimseler, insanın maymundan ya da daha masum görüntüsüyle ”maymunla aynı atadan” geldiğini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Sağda-solda yapılan kazılarda buldukları domuz, maymun, at vs... kemiklerini “evrim zincirinin kayıp halkası”nı oluşturan doneler olarak, satın aldıkları gazete ve mecmualarda çarşaf-çarşaf yayınladılar. Yirminci yüzyılla birlikte, teorik platformdan çıkıp, pratikte “Sosyalist” ve "Komünist” devletler olarak vücut bulan, temelde Marksist ve Ateist zeminler, bu Evrim Teorisine can havliyle sarıldı. Darwinizm, Ateizm ve Evrim Teorisi el ele vererek ortaya büyük bir tabu çıkardı. Zamanla bu öyle bir hal aldı ki, “fen adamı”, “bilim insanı” kılıklılar, işi “evrim olmazsa, çağdaş bilim olmaz” kademesine getirdiler.

     Peki maksat neydi? Neden bu kadar gayet aklı başında ve çağdaş görünen insanlar bu teoriye ve ne olup bittiğinden habersiz “maymun”lara sarıldılar. Cevabı da yazmaya çalışalım:

     Kendine "fen adamı" süsü vermiş kompleksli birisi kalkıp da "canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarla veya milyarlarla sene evvel denizlerde kendi kendine var olup, zamanla deniz bitkileri ve deniz hayvanları, sonra da kara hayvanları ve en nihayet insan haline dönüşmüştür. İlk insanlar cahildi, mağaralarda yaşıyordu, dabağlanmamış deriden paçavralara sarınıyordu, insanlık sıfırdan gelişti... Taş Devri, Tunç Devri..." diyorsa, bu açıkca ilk insanın Hz. Adem olduğunu inkar etmektir ve Kur'an-ı Kerim ve diğer mukaddes kitapların palavra olduğunu ve o ilk hücreyi yaratan bir Yaratıcı olmadığını iddia etmektir. İslamiyet ve diğer semavi dinler, ilk insanın balçıktan yaratıldığını defaatle ve kesin olarak bildiriyor. buna inanmak “zaruriyat-ı dinden”dir. Kısacası, İslamiyet’in (ve dolayısıyla bozulmamış haliyle bütün Semavi dinlerin) bu konudaki kırmızı çizgileri şunlardır:

1. "İlk canlı denizde veya başka yerde tesadüfen oluşmuştur" demek. Ne bilim ne de din böyle bir "mükemmel tesadüf"ü kabul eder!

2. "Türler arasında geçiş vardır" ve hatta daha da alakasızı "insan hayvandan gelmiş ve gelişmiştir" demek.

Meşhur "işte maymundan geliyoruz" şeması
     Yani, bir fen adamı, "insan, maymundan veya başka bir hayvandan evrimleşmiş, gelişmiştir, insanın atası maymundur..." gibi sözler söylüyorsa, bu adam bir "fen adamı" değil, fen adamı perdesinin altına gizlenmiş cahildir ve aklı başındaki bütün fen adamları böyle bir cahile güler. Başka bir fen adamı da "maddeler, hücreler, varlıklar yok iken sonradan var olmuşlardır" derse, bu sözü hem fen hem de din sahasında kabul görür. İslam alimleri, canlıların yapısında, basitten mükemmele doğru bir "gelişme"nin varlığından söz etmişler ve bunları kitaplarına geçirmişlerdir fakat bu "bir türden başka bir türe" tekamül, gelişim, evrim vardır demek değildir!

     Dinimiz, bitkilerin ve hayvanların ne şekilde yaratıldığını bildirmiyor. İlk yaradılıştan sonrası, ister denizlerde tesadüfen, isterse de başka türlü meydana gelsin, bunlar islamiyete zarar vermez, bilakis kuvvetlendirir.

     Son yıllarda, bu Evrim teorisinden nemalananlar kısmına yepyeni bir katılım oldu... ama Evrimcilerin karşısına geçerek (olayın içyüzü tam bilemeyenler için en azından böyle görünüyor). Türlerin kendi içindeki gelişmelerini kabul etmeyen, bitki ve hayvanların yaratılması hadisesini kafasına göre yorumlayan, ilk yaratılışı kabul edip, geri kalan teferruatta İslamiyetin ihtilaf etmediği mevzularda sıkıntısı olan ve bu konuları, önyargısız bir şekilde idrak edecek kapasiteden yoksun kimseler, güya "dini" savunuyor gibi görünüp, kendilerince gündem oluşturmaya çalıştılar ve nereden geldiği belli olmayan maddi yardımlarla, kuşe kağıda baskılı, mükemmel görünümlü atlaslar, kitaplar, broşürler bastırdılar ve her yere dağıttılar.

Evrim Teorisi ve İslamiyet ile alakalı kısa bir animasyon da mevcut: