Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: 2020 Follow my blog with Bloglovin

24 Kasım 2020 Salı

Yabancı Yapımlardaki "Türk" Algısını Yıkan Karakter; Ayaz Kobanbay


     Film ve dizi sektörüne aşinalığı olan hemen herkesin rahatlıkla katılacağı bir durum var ki, o da Türkler ve Türk tipini canlandıran karakterlerin, yabancı film ve dizilerde genelde pek itibar görmediği gerçeğidir. Varsa da ya figürandır ve esere pek bir katkısı olmaz ya da kötü karakterdir veya en azından karanlık taraftadır. Birkaç sahnesi veya tamamı Türkiye'de geçen filmlerde ise, bilindiği üzere ülkemiz, genelde pek de parlak bir biçimde tanıtılmaz. Dolayısıyla bu tür yapımları seyredenler, genelde Türk ve Türkiye ile alakalı müspet bir izlenim almazlar... Daha doğrusu aldırılmazlar. 

     Ancak 2020 yılının COVID-19 kısıtlamalarına denk gelen Mayıs ayında, Netflix denilen yayın platformunda gösterime giren bir dizi, Türk imajını bambaşka yerlere taşıdı. "Into The Night" (Gecenin İçinde) dizisini kısaca ve tanımak gerekirse eğer (konuyu ve olayları anlatmakta herhangi bir beis yok çünki hem konu ters yatırmalı bir bilmece değil hem de heyecanından bir şey kaybettirmiyor): Rayından çıkan güneşin radyasyonlu şuaları, önüne gelen her şeyi yok oluşa sürüklerken, bunu haber alan bir avuç insan, geceleri bir uçakta sürekli batıya doğru gitmek zorundadır. Çünki güneşin doğması, hepsinin anında ölümü anlamına geliyor. Ancak uçak, kelimenin tam manasıyla bir Birleşmiş Milletler karmasıdır, zira Fransızından Faslısına, Rusundan Türküne kadar birçok ırk, başrollerde olduğu kadar, yan rollerde de temsil edilmekte. Ve haliyle tüm bu ırklar, helak olmanın eşiğinde, aynı tayyarenin içinde olunca, diziyi birkaç bölüm devam ettirecek bolca malzeme çıkıyor.
Into the Night dizisinin posteri
Ayaz Kobanbay dördüncü
     
     Dizinin baş mimarı Jason George diye, birkaç tane daha Türk dizisinde katkısı bulunan bir yapımcı. iki yönetmen de Belçikalı Inti Calfat ve Dirk Verheye (keza dizi de Belçika yapımı olarak geçer). Bir yığın karakter var lakin konumuz, dizi ve içindeki diğer ırklardan ziyade, Into The Night dizisinin Türk kahramanı; Ayaz Kobanbay (tabi söylenecekler birinci sezon için cari, sonradan raydan çıkarsa o ayrı).

     Evvela şöyle başlamak lazım sanırım; yabancıların yaptığı, şimdiye kadar izlediğim ya da bir vesileyle duyduğum eserlerdeki en iyi tasvir edilmiş "Türk" karakteri bu. "Ayaz" aslında alışılagelmiş bir Türk adı değil fakat eski bir Türkçe kelimedir (Ayaz veya Ayas). Bu rolde, Almanya doğumlu ve daha çok yönetmen Fatih Akın'ın filmlerinden tanıdığımız, Mehmet Kurtuluş var. Kurtuluş'un buradaki performansı gerçekten parlaktır ve teknik olarak üst düzey sayılabilecek bir diziyi, başarılı bir şekilde götüren dört-beş ön karakterden biri ve belki de en dikkat çekici olanıdır. Yani, Leh, Belçikalı ve hatta Bulgar yapımcı, senarist ve yönetmenlerin idaresindeki bir yapımda, "Türk" tiplemesine bu kadar kredi verilmesi gerçekten takdire şayan. Bu diziyi izleyip de, ön yargısı ve kompleksi olmayan bir yabancının, Ayaz Kobanbay'dan müspet olarak etkilenmemesi mümkün değil. Hele de temsil ettiği zihniyeti hesaba katacak olursak... Ki şimdi esas olarak o mevzuya gelelim:
Mehmet Kurtuluş, Ayaz rolünde

     Ayaz Kobanbay, dediğimiz gibi, diziyi sürükleyen baş karakterlerden birisi ve Türk olduğu vurgusu hiç saklanmadan, doğrudan veriliyor. Kendisi ana dilinin yanında, rahat şekilde Almanca, Fransızca ve İngilizce konuşabilen birisi ve değişiklilere süratle intibak etmesi neticesinde, belki de dünya üzerinde hayatta kalan ve kalma umudu olan birkaç insanın arasında yerini almıştır. Bir kere Ayaz, bir Türk milliyetçisi ve muhafazakar bir Anadolu çocuğudur. Rollerin tanıtıldığı anlardan birisinde, kendisine aşağılayıcı bir şekilde "Arap" diye hitap edilmesini hazmedemiyor. Aynı dinden dahi olsa, son yüzyılda iyice kirlenen Arap imajını kabul etmiyor. Bunu da zorunlu olarak belirtmek çabasında giriyor, haklı olarak. Muhafazakar dedikse, piyasadaki ortalamanın üstünde bir muhafazakarlıktan bahsediyoruz. Osmanlı mirasına sahip çıkmakla birlikte, ülkesi için yapmayacağı şey yok gibidir. Son Halife Sultan Vahideddin'in kıymetli taşların ele geçirmek için operasyon yapması bunlardan birisidir (taş olayı gerçek mi değil mi mühim değil tabi). Cenaze defin ve tekfin işlerinden şöyle yada böyle anlar. Merhametli ve affedicidir. Dizinin en can alıcı yerlerinden birisi, sert, inatçı ve cahil bir Hristiyan olan "Rik" denilen Belçikalıyı affetmesi olmuştur. Ancak yeri geldi mi, sert çıkmaktan geri durmaz, gözünü budaktan esirgemez, hakkı söyler. Fedakardır, kendisi yardıma muhtaç olduğu halde, bir masumu kucağına alıp kilometrelerce, başa kakmadan hatta gıkını dahi çıkarmadan taşır.
Ayaz ve diğer karakterler

     Kendisine isnat edilen kötü taraflar da yok değil; kadın satıcılığı ve kaçakçılık. Kaçakçılık dedikleri şeyin, menfi manasını kabartacak bir vaziyet olmadığı az çok belli oluyor. Genelev işletmeciliği konusu ise, muhtemelen ülkesinin çıkarları için gizli şekilde görev alırken, kılıf olarak kullandığı bir organizasyon olarak algılanabilir. Kaldı ki, onun ile alakalı en güzel enstantane, dikkatle bakıldığında, Red Light District'te malum kadınların önünden geçerken, gözlerini başka tarafa çevirmesi ve bu halde bulunmaktan memnun olmadığını hassaten belirtmesidir. 

     Hülasa, hatasıyla sevabıyla kendisini vatanına adamış bir karakter olarak, şunu rahatlıkla belirtebiliriz; bu karakterin Osmanlı'daki karşılığı "akıncı"dır. Biraz daha yakın tarihten örnek verecek olursak da; kendisi 21. yüzyıl Abdullah Çatlısı'dır .

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Central Park Beşlisi Olayı


     Amerika'daki "Central Park" isimli yeşillik alanı hiç görmedik ama uzaktan dahi devasa, sık ağaçlı ve hoş görünüyor. Wikipedia'ya bakılırsa, içinde 260 bin ağaç varmış. Ancak konumuz tabi ki Central Park'ın bitki örtüsü ve kapladığı alan değil, 19 Nisan 1989 tarihinin akşam saatlerinde, orada cereyan eden ve senelerce konuşulan bir olay.

     Birleşik Devletlerdeki ırkçılığın birkaç ayağına bakmıştık. Bunların en son halkalarından birisi, Central Park Beşlisi, Central Park Olayı ve Central Park Jogger Davası olarak bilinen hadise oldu. "Beşli" denilmesine sebep, beş siyahi gencin olaylara karışma olma ihtimalinden dolayıdır. İhtimal denildi ancak olayların büyük bir cadı avı olduğu sonradan anlaşıldı.

     Amerika topraklarındaki ırkçılıktan bahsederken, daha evvel zikrettiğimiz vak'aların son bir halkası
beyazın boyunduruğu
altındaki siyah
olarak, 2020'nin Mayısında Minneapolis'te (Minnesota Eyaleti) acı bir örnek daha yaşandı. Kırk altı yaşındaki, George Floyd adlı bir Afroamerikalı, beyaz bir polisin dizini, Floyd'un boynuna tam tamına sekiz dakika kırk altı saniye bastırması neticesinde orada öldü. Uyuşturucu ve yüz kızartıcı suçlar sicili olan adamın, polisin acımasız ve aşırı uzun baskısı ile ölümü ve son nefeslerinde "I can't breathe" (nefes alamıyorum) haykırışlarının an be an kameralara kaydedilmesi, ABD'deki siyahların büyük tepkisi ve sağı solu yağmaya kadar varan eylemleri ile protesto edildi (ve hala da ediliyor). 

     Daha evvel Detroit Ayaklanması ve Muhammed Ali - Malcolm X - Elijah Muhammed ekseninde yaşanan ırk temelli baskı, ayaklanma ve başkaldırışlara değinmiştik. Şimdi kısaca Central Park hadisesine de bakalım:

     19 Nisan 1989'da Central Park'ta, mutadı olduğu üzere, akşam saat dolaylarında koşusuna başlayan Patricia (Trisha) Meili, bir süre sonra tecavüze uğrar ve feci şekilde dövülür. Gece yarısından çok sonra bulunduğunda, kan ve çamur içinde ölmek üzeredir. 12 gün komada kalan ve başına aldığı darbeden hafıza kaybı yaşayan kadıncağız, olayla alakalı hiçbir şeyi hatırlamadığından, soruşturmaya faydası olmaz. 

olay gecesi ağır yaralanan ve yaşananlarla alakalı
hiçbir şey hatırlamayan Trisha Meili


     Şimdi gelelim işin en çetrefilli kısmına: Aynı akşam yine saat dokuz civarlarında, Harlem tarafından Central Park'a, 30 kişiyi aşan genç siyahlardan oluşan bir grup giriş yapar. Birbirlerinden destek alan bu delikanlılardan bazıları, o sırada parkta bulunan insanların bir kısmına sataşır, hatta saldırır ve onları soymaya kalkışır. Polis telsizlerine yaşananlar düşmeye başlayınca, kolluk kuvvetleri duruma el koymaya çalışır ve parktaki siyah gençlerden yakaladıklarını derdest etmekle uğraşırken, yaşadığı ağır saldırı neticesinde ölmek üzere olan Trisha Meili bulunur. Bu noktadan sonra polis, önlerine her gelen siyahiyi polis merkezlerine götürmekle meşguldür. Bu şekilde 20'ye yakın zenci genç alıkonuldu. 

     Ölmek üzere olan kadını o hale getirenleri hemen içeriye tıkma telaşı esnasında, gecenin ilerleyen saatlerinde, korkudan ödleri kopan ve çelişkili hatta birbirlerini suçlayıcı ifadeler veren gençlerin içinden ihale; Yusef Salaam, Raymond Santana, Korey Wise, Kevin Richardson ve Antron McCray isimli gençlere çıktı. "Genç" diyoruz ancak bunlar çocuk sayılabilecek çağdaydı, zira yaşları 14-16 arasındaydı. Bir kadının tecavüz edilip ölesiye dövülmesinin akabinde, esas zanlı olarak, yedi-sekiz saat boyunca, bağırıp söven polislerin karşısında sorguya çekildiğinizi (Avukat falan da yok tabi ortada), sonra da yazılı ifade verdiğinizi düşünün şimdi... Bırakın çocuğu, aklı başında sakin bir yetişkin bile başa çıkamaz. 
apar topar sorguya çekilip
sonradan masum oldukları ortaya çıkan gençler

     Kolluk kuvvetlerinin usulsüzlükleri bunlarla da bitmedi. Birkaç gün içinde isimleri basına sızdı ve çocuklar açıktan medyanın ve haliyle kamuoyunun hedefi haline geldi, aileleri tehdit edildi. Hatta halen ABD başkanı olan Donald Trump, o sırada televizyonda fazlaca bu olayın üstüne giderek ve gazetelere sayfalarca ilan vererek, idam çığırtkanlığı yaptı. Trump ve bazı çevrelerin ısrarla bu olayın üstüne giderken, açık bir şekilde çocuklara karşı saf tutmaları, tüm süreci de etkiliyordu haliyle. 
Trump'ın tam sayfa "idam" ilanı

       Çelişkili ifadelerden en dikkat çeken durum, çocuklardan hiçbirisinin doğrudan tecavüz ettiğini kabul etmemek ile birlikte, yardımcı olduklarını ve diğerlerinin tecavüz ettiğini iddia etmeleri idi. Filhakika, itiraflarının kayda alınmasını takip eden haftalarda, gençlerin hepsi, kendilerden zorla ve ağır baskı altında ifade alındığını ve "itiraf" gibi görünen kayıtların tamamen gerçek dışı olduğunu dillendirmeye başladı. DNA karşılaştırması da, hiçbir genç ile uyuşmuyordu üstelik.
delikanlıları içeri tıkmak için elinden 
gelen tüm gayreti gösteren kadınlardan biri

     Bu hengame ve belirsizlik sürerken, mahkeme safhası devreye girdi. Şimdilerde aktif çalışma hayatında olsa, "İstanbul Sözleşmesi" denilen ucube şeyin ateşli savunucusu olması muhakkak olan Elizabeth Lederer ve Linda Faistein'in, çocukları parmaklık ardında görme konusundaki "azmi" karşılık buldu ve çocuklar, o yaştakilerin alabileceği azami cezaya çarptırıldı. Neticede o beş genç şu cezaları aldı:

    Antron McCray, Raymond Santana ve Yusef Salaam: 1990-96 arasında altı sene çocuk cezaevlerinde yattı.

     Kevin Richardson: 1990-97 arasında çocuk cezaevinde kaldı.

     Korey Wise: En yüksek cezaya çarptırılan genç oldu. İçlerindeki en yaşlısıydı (16). Cinsel saldırı ve isyana katılma suçlarından, toplamda 13 sene çeşitli yetişkin hapishanelerinde kaldı. Ancak hani, "kaderin cilvesi" derler ya, Wise içerideyken, esas fail olarak sonradan itirafta bulunan Matias Reyes ile karşılaştı (When They See Us ismiyle yayına giren dört bölümlük mini dizide, bu karşılaşma dramatik bir şekilde anlatılıyordu).
 
sonradan itiraf eden Matias Reyes

     Matias Reyes isimli kişinin olayı itiraf etmesi sonrasında, DNA testleri falan neticesinde de, olayı Reyes'in işlediği kesinleşince, davanın seyri tamamen değişti. 2002'de beş gence yönelik suçlamalar düşürüldü. Siyah vatandaşlar sokaklara indi tabiatıyla. Gençlerin avukatları ve kamuoyunun desteğiyle, bu sefer onlar dava açtı ve 40 milyon dolarlık tazminat kazandılar.

     Çocuk yaşta yaşadıkları travmayı atlatıp atlatamadıkları bilinmez ama tüm bu olup bitenin ardından tek bir soru geliyor akla: Şayet o gece Central Park'ta bulunan ve zanlı olarak yakalananlar, "beyaz" ırktan olsaydı, davanın seyri ne nasıl olurdu ve daha da önemlisi, zanlı diye derdest edilenler bu kadar baskı görür, bu kadar ciddi cezalara çarptırılırlar mıydı?
dizinin yönetmeni, suçsuz yere
hapse giren beşli ile bir arada

     2019 yapımı "When They See Us", siyah bir yönetmen olan Ava DuVernay, yaşananlar tekrar gündeme geldi ve dört bölümlük dizi genelde başarılı bulunurken, delikanlılarla çok uğraşan Linda Faistein ve bir takım çevrele rahatsız oldu. Eserin çok fazla ırk temelli olduğu ve bazı kısımların çok abartılı verildiği iddia edildi. Ancak neticede, bu hadise de, tıpkı daha evvelki ve ne yazık ki, sonrakileriyle, Amerikan tarihine kara leke olarak geçti. 
     
    

20 Mart 2020 Cuma

Harvey Weinstein Olayı ve Kadın-Erkek Eşitliğinde Son Durum


... Ve Tanrı... Harvey Weinstein! – Meryl Streep

... Teşekkürler... Özellikle de Harvey Weinstein! - Gwyneth Paltrow

... Harvey ve Bob Weinstein, siz de kalbimi kırdınız, o tutkunuzla! – Holly Hunter

... Beni buraya çıkartmak adına öldürmen gerekenleri öldürdüğün için sana teşekkür ederim Harvey! - Jennifer Lawrence... 

     Ve hatta Penelope Cruz, Rene Zellweger, Madonna, Kate Winslett, Nicole Kidman... Bu ve daha ismi sayılmayan nice meşhur Hollywood kadın oyuncu, Yahudi film yapımcısı Weinstein’i övüyor. 
"ayıya dayı" derken!

     Tabi bütün bu övgüler, Ekim 2017’den sonra tamamen değişti çünki birçok ödüllü filmin yapımcısı sıfatıyla, Hollywood’un kilit taşlarından birisi olarak nam salan Miramax’ın sahibi iki kardeşten biri olan Harvey, aniden başlayan bir dalga ile köşeye sıkıştı. Zira daha evvel, bu film yapımcısı ile temas kurmuş olan kadınlar, birer birer ortaya çıkıp, kendisini tacizci hatta tecavüzcü olmakla itham etmeye başladılar. Olay sonradan mahkemeye taşındı falan filan!

     Haberler o kadar büyüdü ki, Amerikan televizyonları neredeyse tüm haber bültenlerinde bu hadiseden bahsediyor, Weinstein “tu kaka” ilan ediliyordu. Başta Amerika olmak üzere, neredeyse her memleketten bazı çevreler hemen ayaklandı. “#MeToo” üst başlığı ile bir hareket başladı. İş yerlerinde, okullarda veya bulundukları her mekanda taciz edildiğini iddia eden kadınlar, gösteriler düzenledi. Neticede kamuoyu, tüm bu olan biten üzerine birkaç gruba kümelendi.

     Okul, iş ekseninde hayatını erkekler gibi dışarıda geçiren kadınların ağırlıkta olduğu ilk grup, anlaşılacağı üzere köpürdü. Feminist damarlar kabardı, erkek karşıtı sloganlar atıldı, genellemeler yapıldı falan filan... Hep tanıdık reaksiyonlar, bunların nasıl reaksiyonda bulunacağını zaten biliyoruz.

     Başka grup (ki çoğunluğunu erkekler oluşturuyordu) Weinstein ile yolu kesişen kadınları, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” deyiminin ete kemiğe bürünmüş halini canlandırmaktan dolayı suçladı. Söylediklerinde haklılık payı yok muydu? Elbette vardı. Zira bu kadınlardan çoğu, yaşadıklarını iddia ettikleri taciz ve sıkıştırmalardan seneler sonra suçlamalara başlamıştı. Bu da, bir yere veya bir noktaya gelene kadar bazı “şey”lerden ödün verdiklerini açıkça göstermekteydi. Yani şan şöhret yerindeyken her şey süt liman bir halde, olaylarını üstü örtülüyor.

     Diğer bir kısım ise, hem Weinstein özelinde para ve mevki sahibi erkekleri hem de onların değirmenine su taşıyan kadınları suçladı.

     Bunlardan başka bir de, “uygar” diye bilinen bir dünyada böyle iğrenç şeylerin olmasına cidden şaşıran bir grup insan var ki, esasında bu türün hala yaşıyor olmasına şaşırmak lazım!

     Aslına bakıldığında, hepsi az biraz haklıydı. Evet makam-mevki-mal sahibi erkekler, söz konusu genç ve güzel kadınlardan istifade etmek olduğunda, canavarlaşabiliyordu... Evet kadınlar, belli yerlere gelmek, zengin olmak için, bu canavarlara –isteyerek veya istemeyerek- boyun eğiyordu. Hatta bu olan bitenlere hayret edip üzülenler de, bir derece haklı. Öyle ya, nasıl olur da böylesine “medeni”, “ilerici” memleketlerde bu tür iğrençlikler ve kadın hakları ihlalleri yaşanabiliyordu?
Herkes biraz haklı ama neredeyse hemen herkes de haksız çünki daha evvel de incelediğimiz “kadın hakları” mevzûnu kapsamlı olarak anlamak ve bu modern dünyada realiteye oturtmak, çok ama çok zor. Mezkur hadise üzerinden erkek-kadın ilişkilerini tahlil edebilmek için, her iki cinsi de iyi doğru tanımak lazım elbette. Önce erkeğe bakalım:

     Erkek, kas gücü ile olsun, daha doğru ve dolaysız düşünme tarzı ile olsun, karışık olaylar karşısında daha az heyecanlı tepki verme şekli olsun, neredeyse her zaman için kadından bariz bir şekilde ayrılır. Karşı cinse bakışı, şehvet kontrolsüzlüğü, gadap ve intikam alma mekanizmaları da eklendiğinde, erkek kolayca bir “canavara” dönüşebilir. İstediğini elde etme konusundaki canavarlığı, uygun muhit, şöhret ve mal çokluğu ile paralel olarak artar. Dolayısıyla zenginlik ve şöhret, erkeğin elinde ölümcül bir silaha dönüşür. Dünyada işlenen suçların büyük çoğunluğunun “namus”, gayri ahlaki ve gayri meşru ilişki etrafında dolaşıp durması hesaba katıldığında da, bu canavar erkeğin mağdurlarının genelde genç, güzel ve savunmasız kadınlar olması kaçınılmaz olur. Aslında bu tür kadınların mağdur edilmesi, bu saydığımız özelliklerinden değil, esas olarak “korunmasız” olmasından kaynaklanır.

      Burada tabi kadının karakteristik hassaları devreye girer: Yaratılış olarak kadınlar daha duygusal, daha narin, olaylar karşısında daha heyecanlı, erkeklerin ısrarlarına ve tatlı dillerine kanabilen insanlardır... Ve en önemlisi erkeğin gözüne hitap edecek, iştahını kabartacak güzellik ve latiflikle bezenmiştir. Şu haliyle, zengin ve makam sahibi erkeklerin avı olması an meselesidir.
İşte esasında bütün bu tantananın, tüm bu “kadın hakları” bağırmalarının, Harvey Weinstein mevzularının kökü burada yatıyor. Genç ve güzel bir kadın, pervasız, ölçü tanımaz ve şehvet düşkünü ırz düşmanlarından nasıl korunabilir?

     Bu suale verilen cevaplar her ne kadar çeşitli gibi görünse de, temelde ikiye ayrılır. Birinci cevap, kadının her hal ve durumda, dışarıda, mektep-iş vesaire gibi mazeretlerle, erkeklerin arasında olmasını, başına bir şey gelirse de, hakkını aramasını, direnmesini, erkeklerle mücadele etmesini salık verir. Bu ilk grup için, kadının sokakta bulunması, olmazsa olmaz bir kaidedir. Tersini düşünmek asla mümkün değildir, tersini düşünmek akıllarına dahi gelmez zira erkek ve kadın eşittir, dolayısıyla erkek ne yaparsa kadın da yapabilmeli, en sonuna kadar zorlamalıdır. Bu görüşe sahipseniz veya böyle bir ailede yetişmiş bir kızsanız, tahsil yapmak ve “ekmek paranızı” kazanmak için yarışmak zorundasınızdır. Hatta diyelim ki on sekiz yaşında güzel birisiniz ve hayalinizde oyuncu olmak var. O zaman ne yapacaksınız: Çok basit, Weinstein gibi köşe başını tutmuş bir ırz düşmanın ofisine gitmek, “maharetlerinizi” sergilemek durumundasınız (evet bir yol var ama o da çook uzun). Şayet başınıza bir şey gelirse de, ya yutkunur ve o darbe ile yaşarsınız ya da “kadın hakları” diye tutturup, feminist gruplara katılırsınız.

     Hazır konu buraya gelmişken, Harvey Weinstein'in kadın avukatına değinmeden olmaz çünki bu avukat, yukarıda sayılan hasletleri iyi biliyor olmasında dolayı, sorduğu isabetli sualler yüzünden feminist tayfa tarafından “provokatif” ve paraya hizmet eden, “kadın kadının kurdudur” kabilinden kadın düşmanı ilan edildi. Donna Rotunno isimli avukat en başta diyor ki; “tamam, kadınların ne dediklerine bakalım ancak her söylediklerine de inanmayalım, önce sorgulayalım, satır aralarını görelim.” Ardından ekledikleri çok ama çok manidar; “şayet cinsel saldırıya uğramak istemiyorsan, o otele gitmezsin.” (buradaki detayı fark etmişsinizdir, Weinstein sapığı çoğu zaman kadınları otele davet ediyor ve bu sonradan ortalığı velveleye veren hatunlar, takıp takıştırıp oraya varıyor). 
"Demir Leydi" Rotunno ve "öldüm bittim abi ben"
rollerinde Harvey Weinstein

     Rotunno'nun, Weinstein'in mağduru olanlara sorduğu sorular, tabiri caizse “tam isabet”... Bir kısmı şöyle: “Neden kaçmadın?”, “Neden gecelikle idin?” “Neden mukavemet etmedin, kendini savunmadın?”, “Madem tecavüz veya taciz edildin, neden etrafında dolanmaya devam ettin?” Bu açıdan bakıldığında, Rotunno'nun hadiselere yaklaşımı ve metodolojisi, kendisine yönelecek amansız nefrete rağmen o soruları sorabilmesi, olayların çirkin bir çıkar ilişkisi üzerine kurulu olduğu tezine dayanıyor. Yani bu kadın, "kadının özü"nü biliyor ve ona göre vuruyor! 

     Parantezi kapattıktan sonra, kadınların nasıl korunacağı konusundaki ikinci ve esas cevaba gelelim zira ilk cevabın yangına körükle gitmekten, kızlarımızı kadınlarımızı sapık canavarların eline atmaktan başka bir işe yaradığı yok: Filhakika bu cevap, gayet basit, basit olduğu kadar kolay uygulanabilen, kolay uygulanabildiği kadar da etkili ve kesin neticelidir. Erkeklerin işte, alışverişte, markette, sokakta, plazada... Hasılı cemiyet hayatının ortasındaki faaliyetleri sırasında onlara hiç bulaşmamak. Vaktini evinde veya arkadaşlar arasında faydalı şeyler yaparak, sağlıklı, ahlaklı nesiller yetiştirerek, ilmi açıdan kendini ve çocuklarını geliştirerek, toplumun hır-güründen uzak sakin bir hayat geçirmek... Bu kadar basit! Son ve en mükemmel din olan İslamiyet, kadınların sırtına hiçbir ağır yük vurmuyor, “çıkın çalışın”, “hayat müşterektir”, “erkeklerle yarışın” demiyor. Hatta İslam kadını, ev işlerini yapmak, yemek hazırlamak zorunda dahi bırakılmıyor. Baba veya koca veya en yakın akraba, ona bakmak mecburiyetindedir. Bu kuralları, kendi yarattığı kullarını en iyi tanıyan zat olan Allah koyuyor. İslamiyet, milyonlarca defa denenmiş ve her denendiğinde aile ve kadını perişan etmiş tatbikatlardan uzak durulmasını emrediyor.
şu iki tokmak var ya, o kadar çok şey anlatıyor
ve öylesine derin manalar ihtiva ediyor ki!

     Hülasa, tekrar çıkmaları ve hatta gürleşmeleri gayet olası olan zararlı ağacın dal ve yaprakları ile uğraşmaktansa, ağacı kökten kesmek, en selim ve garanti yoldur!



25 Ocak 2020 Cumartesi

Alman Askeri Misyonu ve Osmanlı-Almanya Yakınlaşmasının Figürleri



     Osmanlı Devletinin “inhitat” yani gerileme devrine girmesiyle birlikte, zayıflayan alanlardan birisi de, ordu idi. 19 yüzyılda Avrupa’daki gelişmeler ile birlikte, silah sanayinde yaşanan ilerlemeye ayak uydurmakta geri kalınca, bir zamanların ihtişamlı Osmanlı askeri kuvveti güç kaybetmeye başlamıştı. Geç kalınan trene yetişmek adına ilk adımı atan Sultan 2. Mahmut, baş belasına dönüşen başıbozuk Yeniçeri Ordusunu lağvetmiş ve “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” kurmuştu ancak bunlar yeterli değildi. Anlı şanlı Prus askerlerin, yavaş yavaş da olsa Osmanlı ordusunda göreve başlaması bu döneme rastlar. Hatta bu erken dönem gelenlerden birisi, askeri dehası ve stratejileri ile nam salmış Feldmareşal Helmuth Karl Bernhard von Moltke idi.

     Yıllar sonra, 93 Harbi olarak bilinen (1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşı) hezimetin akabinde imzalanan Berlin Muahedesi, Osmanlı-Alman ilişkilerinde yeni bir dönemi başlattı. Çünki bu antlaşma sırasındaki Alman tavassutu, Osmanlı lehine görünüyordu. Berlin Antlaşmasının getirdiği bu ortam, daha yeni Sultan olan 2. Abdülhamid Hanın her alandaki modernizasyon görüşüne paralellik arz ediyordu. Zira çok zaman geçmeden Halife, ordunun ıslahı için Almanlardan askeri bir heyet talep etti. 1880 senesinde yürütülen görüşmeler ile, sözleşme imzalandı. Alman imparatorluk kuvvetlerinin bel kemiğini oluşturan Prusya Ordusunun Avrupa’daki savaşlarda üstün başarı göstermesi ve çağın gerektirdiği teknik teçhizata haiz olması, zaten yakınlaşma eğilimindeki Osmanlı-Alman ilişkilerinin kilit noktalarından birini oluşturuyordu. Neticede, daha Alman İmparatoru 2. Wilhelm İstanbul’da Sultanı ziyarete gelmeden birkaç sene evvel (1882), Albay Otto Kaehler (Kahler) riyasetindeki subaylar, İstanbul’a gelerek faaliyete başladı. Bu faaliyetler, Sultan Abdülhamid hâl edilene kadar devam etti. Ancak Kaehler Paşa 1885’te ölünce, sonradan heyete dahil olan Baron von der Goltz sorumlu oldu. Ordudaki bu toparlanma çabalarının ilk teste tabi tutulduğu yer, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı idi. Alman silahlarının da kullanıldığı savaş, 30 gün içerisinde (30 Gün Savaşı olarak da bilinir bu yüzden) tam bir zafer ile neticelenmişti.
Alman İmparatoru II. Wilhelm İstanbul ziyaretinde
yanında Enver Paşa ve Sultan V. Mehmed

     Tabi son halife diyebileceğimiz Abdülhamid Han-ı Saninin İttihatçılar tarafından tahttan uzaklaştırılması, ülke için tam bir felakete dönüşürken, hızlı bir toprak ve itibar kaybı yaşandı. Sultan Mehmed Reşad’ın ipleri, abisi Abdülhamid gibi çekememesi, devlet yönetimini tamamen beceriksiz ve çıktığı kabuğu beğenmeyen İttihatçıların acemi ellerine düşürdü. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında yaşanılan hezimetin ardından, devletin son çırpınışları 1. Dünya Savaşına denk geldi. Alman paşaların gözetiminde devam eden ve ivme kazanan ıslah hareketi, birkaç cephede kendini gösterse de, savaşın genel gidişatına kalıcı bir etkisi olmadı.

      Beceriksiz kadrolarının elindeki devletin erozyon ve çözülmesi şiddetli bir şekilde devam ederken, savaş 1914 yılının temmuz ayında patlak verdiğinde, Osmanlı Devleti henüz olan bitenin dışındaydı. Lakin uzun süre bu şekilde kalması kabil değil gibiydi çünki aynı senenin başlarında Harbiye Nazırı, Enver Paşa olmuştu. Kendisi İttihat Terakki Cemiyetinin kurucularından olması bir yana, 31 Mart Olaylarında, Hareket Ordusu içerisindeydi. Paşanın birkaç sene evvelinde, askeri ataşelik münasebeti ile Berlin'de bulunduğu esnada, Prusya-Almanya birleşmesi ile oluşan "Alman İmparatorluğu"nun ordu yapılaşması ve disiplininden etkilenmiş olduğu muhakkak. Zira “Alman Askeri Misyonu” olarak bilinen Osmanlı-Alman işbirliği, kendisinin Harbiye Nazırlığı döneminde yaşandı. Ancak şunu da belirtmek lazım, kuvvetlenen bu ilişkiler, daha 1913 yılında, yani Enver Paşa nezaret gelmeden evvel fiilen başlamış, Liman von Sanders komutasındaki bir grup Alman subay, Enver Paşa nezarete getirilmeden sadece 20 gün evvel, Türk Ordusunda ıslahat faaliyetine başlamıştı. Osmanlı-Almanya İmparatorluğu yakınlaşmasının ilk göstergesi olarak, Alman subaylar ordumuzda müşavir olarak vazifelendirildi. Silahlı kuvvetlerde bir sürü değişikliğe gidildi.

     Ne var ki, askeri ıslahat hamlesinin daha sekizinci ayında, Cihan Harbi patlak verdi. Avrupa’daki savaşın başlamasının üstünden daha bir ay bile geçmeden, kendisi de bir İttihatçı olan Sadrazam Said Halim Paşa'nın yalısında, Enver Paşa'nın da hazır bulunmasıyla imzalanan gizli ittifak anlaşması, Osmanlı'yı tamamıyla Almanya'nın kucağına atmış oldu. Artık Devlet-i Osmaniye'nin savaşa fiilen dahil olması an meselesiydi. Fitilin ateşlenmesi için ise fazla beklemeye gerek kalmadı. Sonradan Yavuz ve Midilli isimlerini alacak olan iki adet Alman kruvazörün (Goeben ve Breslau), peşlerinde İngiliz savaş kruvazörleri olduğu halde, Enver Paşa'nın şahsi talimatıyla İstanbul Boğazından geçip Karadeniz'e ulaşması, sonun başlangıcı oldu. Enver Paşa'nın bir sonraki zaafı ve yanlış kararı her şeyi mahvedecekti, zira Karadeniz'deki bu iki kruvazörün amiraline, Rusya'ya saldırma emri vermişti.

     Alınan bu kararlar, devletin yıkılması ile neticelenecekti bilindiği üzere. Devlet ortada kalmayınca, askeri misyon da haliyle dağılmış oldu. Tabi ki hepsini yazmamız mümkün değil ama topraklarımıza gelen, zikre şayan (ilk ve sonraki dönem) bazı Alman subaylarına göz atalım:

     Helmuth Karl Bernhard von Moltke: Mareşal Moltke, 1835-39 yılları arasında gözlem ve eğitimlerde bulunup, müşavirlik yaptı. Sonradan Prusya’ya döndüğünde, girdiği savaşlarda üstün başarılar gösterdi. 1857’den sonra Prusya, Alman İmparatorluğunun teşekkülünün ardından da Almanya Genelkurmay Başkanlığını, tam otuz sene idare etti. Almanya’nın yükselen bir güç olmasında büyük katkısı olan Otto von Bismarck ile birlikte çalıştı. O Moltke ki, Sultan 2. Abdülhamid, 90. doğum günü münasebetiyle, kendisine tebrik mesajı dahi yollamıştır.
üç Prus efsanesi: Bismarck,
Albrecht von Roon, Moltke

     Colmar von der Goltz: “Golç Paşa ya da Goltz Paşa”. Osmanlı ordusu modernizasyonu esnasında, bizim topraklara gelenlerden. Bilhassa subayların yetiştirilmesinde katkısı oldu. Prus yapılanmasının temel taşlarındandır. Ordunun eksikleri ile alakalı rapor hazırlamış ve iyi niyetle çalışmıştır. Osmanlı, 1. Dünya Savaşı girince, 6. Ordu Komutanlığına getirilmiş ve 1916'da tifüsten ölünceye kadar, İngilizlere karşı başarılı bir mücadele vermiştir. O tarihlerde yüzümüzü nadiren ağartan galibiyetlerden biri olan ve kendisinin planladığı Kut-ül Amare zaferinin kazanılmasını göremedi. Mareşal rütbesi vardı ve ünü dünyaya yayılmıştı. Krupp ve Mauser gibi Alman silah markaları, onun inisiyatifinde askerlerimize verildi. 1883-1897 arasındaki ilk hizmet döneminden sonra, 1908’de tekrar gelmiş (aralarda Alman İmparatorluğunun verdiği diğer vazifelerde de bulunsa) ve ölümüne kadar kalmıştır. İstanbula’a defn edilmek istediğinden, naaşı Bağdat’tan getirilmiş, Tarabya’daki Alman Askeri Mezarlığına gömülmüştür.
Fesli Goltz Paşa

     Fritz Bronsart von Schellendorf: 1914 - 1917 yılları arasında, Erkan-ı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı) yapan general. Yaptığı icraatlar arasında en dikkat çekenlerinden birisi; Osmanlı Ordusunu Alman karargahına bağlaması oldu. Bu da, ordumuzun neredeyse tüm harp boyunca, Alman Genelkurmayı tarafından idare edildiği anlamına gelir. Filistin Cephesindeki mağlubiyetler ve Kudüs’ün İngilizlerce işgali akabinde, görevinden alındı. Sarıkamış Faciasına sebebiyet verecek harekat planına da katkısı vardır.
Askeri Misyonun subayları: Schellendorf, von Sanders,
von Feldmann, Erich Weber

     Otto Liman von Sanders: Osmanlı'nın son dönem yabancıları arasında, ismi en çok zikredilen askerlerden birisi. Alman Askeri Misyonun başı ve önce 1. Ordu komutanı idi. Adının çok anılmasının başlıca sebebi de, Çanakkale Savaşı sırasında o cepheyi de içine alan 5. Ordu komutanı olması ve bu savaşın bizlere bir şekilde "zafer" diye yutturulmaya çalışılması. 300 bin, hatta bazı kaynaklarda 400 bine yakın vatan evladının şehit edildiği, Abdülhamit Hanın özenle yetiştirdiği askerlerin "cömertçe" telef edildiği ve neticesine bakıldığında, işimize yarar görünen hiçbir neticenin alınmadığı bir savaşın komutanı kendisi. Daha sonra, von Falkenhayn’ın yerine komutanlığını yaptığı Filistin Cephesi de çökünce, memleketine döndü.

     Hans von Seeckt: von Schellendorf'un yerine 1917'de Genelkurmay Birinci Başkanlığına getirildi. Osmanlı'ya gelene kadar elde ettiği askeri şöhret pek işe yaramadı, zira bir şey yapamadan, Mondros Mütarekesinin imzalanması akabinde, Almanya'ya avdet etti.

     Erich von Falkenhayn: Eski Prusya Savaş Bakanı ve Alman Genelkurmay başkanı. Filistin-Suriye-Irak  hattını müdafaa etmek için "Yıldırım Ordular Grubu" isimli ordunun ilk komutanı. Bu cephenin çökmesinin sorumlularından birisi.
     
     Friedrich Freiherr Kress von Kressenstein: 1. Dünya Savaşı esnasında 8. Ordu Komutanı oldu. İki defa İngiliz ordusunu yenmesine rağmen, üçüncüsünde yenilmiştir.

     Erich Weber: "Weber Paşa" olarak da bilinirdi. 1913’te geldi. Çanakkale Savaşı başlamadan evvel, kendisine "paşa" ünvanı verildi. 1915 Ekiminde Alamanya’ya geri döndü.

     Franz von Papen: Hitler Almanyasına hazırlıkta Şansölye görevinde bulunmadan seneler evvel, Filistin cephesinde 4. Orduda kurmay başkanıydı. 1915'ten 1. Dünya Savaşı bitene kadar orada vazifeliydi. 2. Dünya Savaşında tekrar bu topraklara gelmiş, Nazilerin Ankara Büyükelçisi olmuştur.
Papen Hitler'in karşısında, arka planda da
Joseph Goebbels ve Hermann Göring

     Hans Kannengiesser: 1912’de İstanbul’a geldi. Çanakkale Savaşında bulunan subaylardan birisidir ve burada yaralanmıştır.

     Wilhelm Souchon: Osmanlı Donanmasına sığınan meşhur Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) gemilerinin komutanı iken, daha bu savaş gemileri gelir gelmez, Osmanlı bayrağını çekerek hemen Karadeniz'in kuzeyine yönelip, Sivastopol ve Odessa limanlarını bombalayan ve haliyle Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşına girmesine sebep olan kişi.

     Otto von Feldmann: Genelkurmay 1. Başkanlığı ve akabinde 1. Ordu Kurmay Başkanlığı yaptı. Nazilerin esip gürlediği yıllarda Reichstag’da bulundu.

     Guido von Usedom: 1. Dünya Savaşı sırasında amiral olarak Osmanlı donanmasında hizmet etti. 1914’te geldi. Çanakkale Boğazında faaliyetlerde bulundu. Çanakkale Savaşının ardından, Prus-Alman geleneğin en prestijli madalyası olan “Pour le Merit Nişanı”nı aldı.

     Johannes Merten: Emekli olduğu halde, 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusunda aktif göreve tekrar başladı. Çanakkale Savaşında bulununan amirallerdendir.

Soldan sağa: Amiral von Usedom, Kayzer Wilhelm,
Enver Paşa, Johannes Merten Gelibolu Yarımadasında