Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Ocak 2015 Follow my blog with Bloglovin

25 Ocak 2015 Pazar

Pek "Bilge" Kral ve Ayaklar Altına Alınan Ülkesi

   
     Bosna-Hersek deyince ben kötü oluyorum arkadaş! 1992-1995 arasında cereyan eden o vahşet gözümde canlanıyor, kan beynime sıçrıyor! Ancak yanlış anlamayın, sadece Sırplara kızmıyorum, en az onlar kadar hatta daha fazla Boşnaklara kızıyorum! Neden mi? Çünki Bosna coğrafyası, Müslümanların yozlaşıp, gayri müslimlerle ihtilatının yani karışmasının (Balkanların genelinde de hakimdir bu durum) ne gibi kanlı neticeler verebileceğinin kanıtıdır. Ait olduğunu iddia ettiği kültür ve geleneğe sırt çeviren, Sırp ve diğer unsurlara şirin görüneceğiz, iyi geçineceğiz diye kimliğini unutan ama karşısındakiler tarafından asla unutulmayan bir kimliktir.

     Neyse... Yugoslavya'nın dağılmasını ve Bosna Savaşını biraz irdeleyelim, tabuları yıkalım, bazı "balonları" patlatalım!

     Yugoslavya zamanındaki federasyon çatısı altında birkaç tane etnik ve dini grup vardı. Birbirlerinden en farklı ve değişik olanları: Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman görünümlü Boşnaklar idi. "Görünümlü" dedik çünki tıpkı Balkanların diğer köşelerindeki gibi, İslami kimlik birkaç kulaktan dolma inanış, ritüel ve bid'atten müteşekkildi. Hüviyetler ve isimler İslam ama geri kalan her şey "gayri" idi. Komünist ve Sosyalist ütopyanın çökmesi ve Doğu Avrupa'da ayakta zor duran SSCB uydularının patır patır dökülmesi, bu federasyon görünümlü Demir Perde ülkesinin de sonu oldu. Mirasın en yağlı kısmına konmak isteyenler ise, elbette ki kendilerini "tabii varis" gören Sırplardı. Genlerinde eksik olmayan ve dünyaya hiç hayır getirmemiş milliyetçi damarları hemen harekete geçti. Yugoslav Ordusu hemencecik Sırp Ordusu oluverdi. Federasyonu oluşturan bütün elemanlar tek tek bağımsızlık ilan ediyordu. Hem bu yüzden hem de Avrupa'nın "arkanızdayız" minvalindeki baştan çıkartıcı telkinleri ile, Aliya İzzetbegoviç (Alija Izetbegovic) yönetimi, referandum falan derken "biz de bağımsız olduk" deyiverdi. Fakat bulunduğu coğrafyada çok ciddi bir Sırp, onlar kadar olmasa da hatırı sayılır bir Hırvat nüfus vardı. Daha bu, aklı baştan alan "bağımsızlık" süreci devam ederken, Bosna topraklarındaki Sırpların lideri, önceleri şiir ve edebiyatla uğraşıp yüzüne gözüne bulaştıran Radovan Karaciç, 1991 yılının Ekim ayında Boşnakları çok açık bir şekilde "bağımsızlık işlerine kalkışırsanız sizi keseriz" diye tehdit etti. Sırbistan zaten dört gözle böyle bir kıvılcımı bekliyordu.

      Düşünebiliyor musunuz... Bir taraftan Slobodan Miloseviç, Radovan Karaciç gibi azılı milliyetçiler sizi tehdit edecek, siz ise Pollyanna rolünde "yok canım yapmazlar öyle şey, hem nasıl olsa Avrupalı arkadaşlarımız imdadımıza yetişir" diyeceksiniz, Avrupa'nın orta yerinde, Sırp ve Hırvatlarla çevrili bir yerde Müslüman nüfus ağırlıklı bir ülke tesis ettiğinizi söyleyeceksiniz ve elinizde ordu namına hiçbir şey olmayacak! Bir insan bu kadar saf ve öngörüsüz olabilir mi?

     Bosna-Hersek'in bağımsızlığı ilan edilir edilmez, ağzına kadar silahlı Sırplar, Saraybosna etrafını 1992'nin Şubatı'nda hemen kuşatıverdi. Başkentte oturan ve yıllarca Sırp komşuları ile iyi geçindiğini sanan, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, sanki çok büyük marifetmiş gibi o komşuları ile karşılıklı rakı içen Boşnaklar, bunları hala tatbikat falan sanıyordu.

     Sonrası malum... üç sene boyunca yaşanan cinayetler, tecavüzler, en ağır aşağılamalar.

Aliya İzzetbegoviç Balonu

savaşın ortasında sevgi kelebeği
kesilen İzzetbegoviç
İnanmakta en çok zorlandığım mevzulardan biri. Yurdumuzda şişirildikçe şişirilen ve artık tabu haline gelen bir balon. Etraf seni yemek için bir hareketini bekleyenlerle dolu, sen kalkıp düşmanlarının tam da istediği şeyi yapıyorsun! Sonrasında Sırplar aşağılıyor, öldürüyor, kesiyor, tecavüz ediyor, sen de kalkıp hümanist beyanlar falan veriyorsun, Arkadaş savaşın ortasında ne Hümanizmi? Güya İslamiyeti referans alıp birkaç tane hamasi laf savurdu ya... hemen "Bilge", İslam Bilgini falan oluverdi! Bizim muhafazakar diye geçinen tayfa hemen bunu tabu yapıverdi. İslamiyet'in "Din, kılıçların gölgeleri altındadır" ve "hazır ol cenge ister isen sulh-ü salah" düsturlarından ibret almayıp. milletini perişanlığa sürükleyen gayet "bilge" bir lider! Olayların gelişimi ve neticeleri gösteriyor ki, Izetbegovic ne iyi bir devlet adamı ne de iyi bir komutandır. O sıkıntılı zamanlardaki kararları, çoğu zaman için Boşnakların aleyhine işledi. Soykırımın sonunda 1995 yılında imza attığı Dayton Barış Antlaşması da bir hezimetti. Hani nerede bağımsızlık, nerede üniterlik? Yüz binlerce insanın ölümü ve yüz binlerce kadının tecavüzünden sonra... karmakarışık üç başlı bir idare şekli!

     Bosna Savaşı'nın Mühim Safhaları 

Saraybosna Kuşatması: 1992-1995 arasında cereyan etti. Sırp Ordusu, başkentin etrafını çevreleyen tepelere mevzilendi. Neredeyse üç sene boyunca Boşnaklar bir tecrit ve yokluk hayatı yaşadı. Sırp keskin nişancıları keklik avlar gibi insan vurdu. 

sniperler adam avlıyor
bazıları günlük hayat telaşında

Srebrenitsa Soykırımı: 1995'in Temmuz ayında gerçekleşen ve akabinde Nato'nun Sırp kuvvetlerini bombalaması ile savaşın neticesini belirleyen soykırım. Burası, hem Sırbistan sınırına çok yakındı hem de Sırp Cumhuriyeti'nin hak iddia ettiği bir yerdi. Srebrenitsa yakınlarındaki Potoçari'de konuşlanmış olan BM Barış Gücü, güya Srebrenitsa'daki Boşnakları koruyacaktı. Ancak Hollandalılardan oluşan birlik, göz göre göre Boşnakları  General Ratko Mladiç komutasındaki Sırplara teslim etti. Mladiç'in boşalmış Srebrenitsa sokaklarında muzaffer bir komutan edasıyla dolaşırken söylediği o sözleri unutmak mümkün mü: "Türklerden intikam almamızın vakti geldi". Peki neden Türkler? Çünki Türk demek Müslüman demek, Türk demek Osmanlı demek.

biraz sonra soykırıma uğrayacak
Boşnaklar ve tatile gelmiş Hollandalı askerler

     Bosna Savaşı'nın bir insana en çok dokunan yanları: Bir Müslüman olarak bana en çok dokunan ve "bu kadar da aşağılanma olmaz artık" dedirten görüntülerdir.

- Mesela, Saraybosna Kuşatması esnasında, etrafta dalga geçercesine insan avlayan Sırplarla ölümüne çatışmak yerine gündelik hayatına devam etmeye çalışan Boşnak erkekler. Anladık, başınızdaki adam ordusuz bir devlet kurup, sağa-sola sevgi kelebeği mesajları veriyor ama bu kadar aşağılanma olmaz ki kardeşim!

- Toplama kampı gibi yerlerdeki, bir deri bir kemik kalmış erkekler.

- Ratko Mladiç denilen hayvanın, altına kaçırmamak için zor duran Hollandalı askerlerin önünden geçip, tel örgüler arkasındakilere "Hiç korkmayın, kimse size hiçbir şey yapmayacak, birazdan otobüsler gelip sizi güvenli bölgeye götürecek" deyişi ve daha acısı ona teşekkür edip öven Boşnaklar.

Sırp Milletinin yüz akı iki tane hayvanoğlu hayvan
Radovan Karadzic ve Ratko Mladic

- Kamyonun arkasından indirilen ve tek tek vurulan o gençler! Hatırladıkça sinirden tırnaklarımı kemiriyorum! Birinizi öldürdüler... sessizce beklediniz, ikinciyi öldürdüler hiçbir şey yapmadınız... derken üç, dört... sonra size arkadaşlarınızın ve kendinizin mezarlarını kazdırdılar. Arkadaş, öldürüleceğiniz gün gibi ortada... bari biriniz bir hareket yapın, ayaklarınız hiç olmazsa serbest, kuzu kuzu nasıl öldürtürsünüz kendinizi bu kasaplara? Bu kadar bitmiş olabilir mi insanlık. Zaten öleceksiniz, biraz mukavemet gösterin yahu!
ölüme kuzu kuzu gidip
düşmanı mest eden Boşnaklar

  - Sistematik olarak tecavüz edilen Bosnalı kadınlar.

   Bütün bu olan bitenin gösterdiği en mühim netice şu aslında: İstediğin kadar onlara karış, onlar gibi ol, "onlar"dan olmadığın sürece seni bir gün fırsatını bulup "ayıklayacaklar"dır!

Bosna deyince benim tansiyonum çıkıyor arkadaş!

11 Ocak 2015 Pazar

Batı'nın Israrla İslam'a Direndiği Konular


    Çöküşün eşiğine gelen ve geldikçe de ırkçı ve sağcı dişlerini daha sık göstermeye başlayan Batı Toplumları, yanlış ve zararlı olduğunu çok iyi bildikleri halde, bazı hususlarda ısrarla yanlış yapmaya devam ediyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek, İslamiyet'in gösterdiği basit, etkili ve neticesi test edilmiş çözümlere boyun eğmektense, kendi burunlarının dikine gidip, maddi, manevi ve en önemlisi insani kaynakları kurutmayı tercih ediyorlar.

     1. Namus kavramı ve kadınların cemiyet hayatındaki yeri: Batı'daki yozlaşma ve çöküntünün en belirgin olduğu konulardan biri. Girift ve karışık bir hal arz eder. Temelinde ise kadının toplumdaki yeri vardır.

     Avrupalı ve Amerikalı hayat biçiminde, kadın genellikle hayatın her sahasındadır. Erkeklerle beraber okur, çalışır, erkeğin olduğu hemen her yerde vardır. Asıl mesele de burada başlıyor zaten. Erkek ve kadın birbirini tamamlayıcı olarak yaratılmıştır ve dünyanın, hayatın var olabilmesi için karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenecek "zayıflıklar"a haizdir. Bu zayıflıkların, erkek-kadın karışık (hele de gençseler) bütün ortamlarda kendini göstermemesi mümkün değildir. Yani, genç ve güzel bir kadının olduğu bir ortamda, "ortalama fonksiyon"lara sahip hiçbir erkek kayıtsız kalamaz. Ne kadar -sözüm ona- medeni, okumuş ve terbiyeli de olsa, bu, 2+2=4 kadar kesin ve şaşmaz bir şeydir.

     Farklı bir mekan; mesela çoğu yabancı filmde gördüğümüz şeyler, gerçek hayatta da câridir: Kafası karışık ve sıkıntılı bir erkek, iş çıkışı kafa dağıtmak ve -güya- biraz gevşemek için herhangi bir bara gider ve bir sonraki maddede inceleyeceğimiz "içki" denilen beladan içmeye başlar. Barda sadece erkekler yoktur tabi olarak; işten, şundan bundan bunalmış kadınlar da var. İçkinin gevşetici ve aklı örtücü etkileri ile birlikte karşı cinsler havadan sudan bahsederken tanışır... ve gece, bir otelde ya da başka bir yerdeki yatak odasında sona erer. Erkek, düşünceli ve yıpranmış bir şekilde eve gelir. Vaktiyle severek evlenmiş olduğu karısı, kocasından gerekli alakayı göremeyince, sinir buhranları geçirir. Bu gibi çok sık karşılaşılan durumlarda aile yuvası yıkılması ve çocukların ortada kalması işten bile değildir.

barda erkek+kadın+içki...
burası karışacak vaziyet alın!

     İslamiyet ise, kadın ve erkeği çok iyi tanıdığı için, olması gereken ve olmaması gereken yerleri tam olarak bildirmiş, tehlike arz edebilecek mekan ve durumlarda birbirlerine yaklaşma vesilelerini en aza indirmeye çalışmıştır. "Ateş ve barut" ikilisi "bir araya gelince acaba patlar mı" sualinin cevabını her zaman için "evet" olarak var sayar ve ona göre hareket edilmesini bekler. Aile ve toplumu çürütecek faaliyetlerin yapılmasını bırakın, bunlara yaklaşılmasını dahi tehlikeli bulur.


     2. İçki: Bütün sarhoş edici içkilerin zararlı olduğu, insanı zehirlediği ve daha da acısı, her sene müsebbibi olduğu vakalarda, kendisine her bulaşanı bir şekilde rezil rüsva ettiği ve çeşitli yüz kızartıcı suçlara bulaştırdığı ortada iken, Batı, ısrarla içki yasağı konusunda direniyor. Aslında aldıkları bütün o tedbirler; saat, mekan ve yaş tahditleri, içkinin ne kadar zararlı ve yozlaştırıcı olduğunu alenen gösteriyor ama bir adım daha öteye geçmeye yanaşmıyorlar. Çünki öyle bir şey olsa, İslam Dinine hak vermiş olacaklar. Dolayısıyla hiçbir kibirli ve mağrur Batılı bu işe bulaşmaz. Gençlerin yoldan çıkmasına, nesillerin çürümesine, meydana gelen hadsiz hesapsız maddi ve manevi zarara rağmen, gerçek bir içki kısıtlamasına gidemezler.

     İslamiyet, sarhoş edici sıvı şeyleri kesin olarak yasaklamıştır. İslam Dini, kişinin ayık gezmesini ve kendinde olmasını ister, aklının bulanmasını ve örtülmesini istemez. Akıl bulandı ve örtüldü mü, artık o insandan her şeyi bekleyebilirsiniz.

     Ayrıca, yeryüzünde işlenen suçlara ve ahlaksızlıklara şöyle bir bakın, belki %90'ının muhteviyatında çok miktarda aynı mekanda bulunan ve aslında bulunmaması gereken erkek-kadın ve çok durumda da içki gibi akıl örtücüler vardır.


     3. Evlilik: Bizim de giderek Batı'ya benzediğimiz bir başka özellik; geç ya da "hiç" evlilikler. Giderek bencilleşen, hedonistleşen, sorumluluklardan kaçan insanın ve hele de kadının tabiatına karşı çıkması ve mutluluğu muvakkat ilişkilerde aramasının diğer adı. Evliliklerin olmadığı veya çok geç olduğu durumlar ise topluma çok büyük maddi ve manevi zarar verir.

     İslam, evliliğe büyük ehemmiyet verir ve denklik esasına dayanarak genç yaştaki evlilikleri teşvik eder. Evliliği zorlaştırıp, fuhşiyatın yolunu açan Batı'nın aksine, insan fıtratına en uygun olanı emreder. Ergenlikten itibaren nefsini teskin etme gayretine giren gençlere güvenli limanı gösterir ve ailelerin de destek ve yardımlarıyla, zor dönemlerin rahat bir şekilde geçilmesinin yolunu açar.


ergenlik+kötü arkadaşlar+içki
ve kim bilir daha neler?
     4. Aile içi ilişkilerin soğukluğu ve çocukların aile içindeki durumu: Batı Dünyasının aile ve çocuk kavramları, bizim gibi toplumların bu alanlardaki anlayışlarından çok farklıdır. Aile fertleri bizdeki sıcaklık ve samimiyetten uzaktır. Ayni yatağa giren eşler arasında bile çoğu zaman mesafe vardır. Özel hayatlarında bile "özel hayat"ları vardır. Çocuklarla olan ilişki ise büyüdükçe açılır. Evladın, ebeveyn kontrolüne en çok ihtiyaç duyduğu ergenlikte, çocuk çevrenin insafına bırakılır adeta. İçki ve uyuşturucu iptilası, bozuk arkadaşlarla bir olup, çocuğun zaten, "birisi alsa da kurtulsam" ayarındaki ahlakını alıp götürür. Bir ömür boyu devam edecek kötü alışkanlıklar ve karşı cinsle olan hudutsuz ve yanlış münasebetlerin tohumları daha o zamandan ekilmiş olur.

     Oysa İslamiyet, aile içi ilişkilerin sıcaklık, samimiyet ve devamlılığına çok ihtimam gösterir. Vazifelerini ve duracakları yerleri iyi bilen eşler, çocukları başıboş ve çevrenin insafına bırakmazlar. İslamiyeti bilen ailelerde genel eğitim, ahlak ve din dersleri gayet erken yaşta başlar ve bunlarda devamlılık esastır. Her gün halden hale giren yeni yetmelerin ahvali daima kontrol altındadır ve yanlış görüldüğünde anında müdahale edilip, yanlışlar gösterilir, iyi ve doğru olanlar aşılanır. "Din bilgilerini büyünce öğrenir canım", "çocuğu kendi haline bırakın, gezip tozsun, gençliğinin tadını çıkarsın" gibi geleceğin katili ifadeler olmaz bu ailede.
 
    "Ama efendim, onlar çok gelişmişler, bilimde, teknolojide aşmışlar, demokrasiyi yalayıp yutmuşlar" gibi itirazların yükselmesi gayet normaldir. Bilimsel, ekonomik, sosyal gelişmelerin, insan haklarında gelinen noktanın yüksek görünmesi bazen bakanların gözünü perdeleyebiliyor. 200'e yakın süredir dünyanın hem maddi hem insani kaynaklarını sömürüp ekonomileri ateşleyen, homojen ve çok düşük azınlıklı devletlerinde kurdukları düzenlerle... evet, bazı şeyleri aşmış durumdalar. Zekalarını çok iyi kullandıkları ortada ama yüz sene gibi bir zamanda tıkanmanın ve tükenmenin eşiğine geldiler. İnsan kaynaklarının giderek daha da yabancılara muhtaç olması gerçeği ve alarm veren ekonomiler sanki bunun habercisi gibi.