Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Ekim 2014 Follow my blog with Bloglovin

30 Ekim 2014 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3


     Bulgaristan isimli devletin evveliyatına ve günümüze bir göz gezdirdikten sonra, biraz da Bulgaristan Türklerine ve onların Türkiye'deki uzantısı olan "göçmenler"e yakından bakalım:

Bulgaristan Türkleri


     Osmanlı Devletinin 5 asıra yaklaşan Balkanlar ve Bulgaristan egemenliği, ardında pek tabi olarak derin bir iz bıraktı. Bu "iz", Balkan coğrafyasında hala yaşamaya devam eden Türk, daha doğrusu Müslüman azınlıklar eliyle kendini canlı olarak göstermektedir. Balkanların, en yüksek Türk nüfusu da Bulgaristan'dadır.

     Tarihçiler, Türk azınlığın kökeni hakkında genellikle Karaman vurgusu yaparlar. Fatih Sultan Mehmed'in, adeta "bir taşla iki kuş vurma" projesini hayata geçirmesidir bu. Bir yandan Balkan Yarımadasında kalıcı olabilmek ver dolayısıyla Hristiyan unsurları ıslah edebilmek için, kaliteli, dinini bilen ve inatçı topluluklar oralara yerleştirilirken, bir yandan da, Osmanlı'ya kök söktüren ve inatla direnen bir Beylik de tasfiye edilmiş oluyordu. Bu proje başarılı oldu ve Sünni İslam yarımadaya yayıldı. Ancak, daha Karamanoğulları buralara yerleştirilmeden evvel, Samavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ve fanatiklerinin yozlaştırıcı faaliyetleri ve sonradan, buralardaki "uygun zemin"i gören Alevi ve Bektaşi (sahte olanı tabi) uzantıları, varlığını günümüze kadar sürdürecek olan heterodoks azınlığın temelini attı. Anadolu'da cereyan eden ve Celali İsyanları olarak bilinen ayaklanmalar neticesinde de, bugünkü Bulgaristan ve diğer Balkan Ülkelerine bir yerleşim olduğu da bilinmektedir. Bu Türkler, Osmanlı Devletinin bölgede zayıflamaya başlaması ile birlikte, kademeli olarak bir "geri dönüş" süreci ile karşı karşıya kaldı. Nitekim, her savaş ve önemli hadiseden sonra boşalan Osmanlı otoritesini, zulüm ve işkence ve asimilasyon ile doldurmaya çalışan etnik yapılar, Türk ve Müslüman ahali için çok ciddi bir tehdit idi ve bu da Türkleri, sürekli bir korku ve "anavatan"a dönüş psikolojisi içerisinde yaşamaya zorladı. 19. yüzyılda başlayan göç dalgaları, bilhassa 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları akabinde kendisini şiddetli bir biçimde gösterdi. Cumhuriyet dönemi sırasında da neredeyse her on senede bir göçler yaşanmıştır. Ancak hiçbirisi, 1989'da yaşanan Büyük Göç gibi geniş çaplı değildi tabi ki.

     Bulgaristan Türklerinin, bilhassa kuzeyde ikamet edenlerinin dili, Gagavuz Türkçesi ile pek bir içli dışlıdır. Bilindiği gibi Gagavuzlar, Oğuz kökenli olup, Peçenek ve Kıpçaklarla yakın akrabadırlar. Yine bilindiği gibi, bu Gagavuz topluluğu, din olarak Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiştir. Dolayısıyla şöyle bir neticeye varmak yanlış olmayacaktır: Alevi-Bektaşi öğreti ile yoğrulan ve Sünni İslama "soğuk" bakan Kuzey ve Kuzeydoğu Bulgaristan'daki yerleşik Türkler, ağır Arapça ve Sünni İslamla yoğrulmuş Osmanlı Türkçesi yerine, Gagavuzların dili ve haliyle dini ile içli-dışlı olmayı tercih etmişlerdir.

Göç var... yine!

     Demografik olarak, Bulgaristan'da en yoğun Türk yerleşimler, kuzey-doğudaki "Deliorman" diye bilinen yerler ve güneydeki Rodop Dağları ve bilhassa Kırcaali bölgesindedir. Bu iki ana yerleşimde ikamet eden Türkler arasında birçok farklar vardır: Mesela Razgrad-Şumnu-Silistre üçgeninde yaşayanlar, toprakların verimli, geniş ve genelde düz olması sebebiyle, daha uyumlu, daha sessiz, kafayı ziraatten başka şeylere yormayacak şekilde çalıştıran, yüksek tahsile ehemmiyet vermeyen, hile-hurda işleri fazla beceremeyen ve munis diyebileceğimiz bir karaktere haizdirler (genelleme bu tabi). Oysa güneyde, dağlık kesimde, fazla verimli ve düz arazi imkanı olmayanlar, daha cesur, ticarete yatkın, tahsil yapmaya çalışan ve girişkendir (nitekim 1989 Göçü öncesindeki isyanların tertibi ve öncülüğü buralarda yeşermiştir).

     Balkanlara has o "Slav kibri" maalesef bunlara da uğramıştır. Her konuda cehalet almış başını gidiyor. Bir milyonu aşan nüfusa kanaat önderliği yapabilecek, onlara bazı duyguları aşılayabilecek liderlerin varlığı bir yana, "cahil kibri" ile kendilerini kandırmaya devam ederler. Gelecek vizyonu olan veya geleceği düzgün okuyabilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Onlar da, diğerlerini umursamazlığı içerisinde yitip gider.

     Ekonomik durum içler acısıdır. Özellikle Deliorman Bölgesinde işsizlik ve fakirlik göze çok çarpar. Bulgaristan'ın genel olarak cep ve "kafa" fakiri olması bunun esas müsebbibi ise, Türklerin, Bulgarlardan ve Komünist düzenden bulaşan tembelliğe "sahip çıkmaları", içki belasının yozlaştırdığı kafaların sıhhatli bir şekilde çalışmayı reddetmesi ve yine Bulgarlardan bulaşan gereksiz kibir ve gurur gibi faktörler de çok etkilidir. Bunun istisnası ise, 1989 yılındaki göç esnasında, Türkiye'ye geliş ve yerleşim sırasında tabiri caizse "sıkıyı gören"lerin, tekrar Bulgaristan'a dönmelerinden sonra işlerine daha iyi sahip çıkmalarıdır. Ancak bu durum hepsi için geçerli değil elbette.

     Gelelim Bulgaristan Türklerinin dini hayatlarına: Türkleri, ekonomik olarak "fakir" statüsüne sokacaksak, dini hayatları için "fasfakir" ifadesini kullanmamız gerekecektir herhalde! İslamiyet, neredeyse tamamen kulaktan dolma bir efsaneler yumağından ibarettir onlar için! Günlük rutin hayatta, herhangi bir dini emare bulmak çok zordur.... erkek çocukların "sünnet olması" dışında, Bu boşluğun belli başlı üç sebebi olabilir: 1. Manevi değerleri tamamen yıkıcı Komünist diktatörlük. 2. İçki iptilası. 3. Alevi, Bektaşi nüfusun çokluğu ve Sünnilerle münasebetinin yoğunluğu. Demokrasiye geçiş ile birlikte, tekrar bir "maneviyat"a dönüş çabası dikkat çekse de, beraberinde sahte tarikatçılık ve bol Körfez sermayesi eşiliğinde Selefilik tehlikelerini de getiriyor.

     İlk yazıda da değindiğimiz gibi, Bulgaristan'daki Sovyet güdümlü Komünist idarenin, Türkleri planlı olarak asimile etme çabaları, SSCB'nin ele-güne rezil olup, peyklerini besleyemez duruma gelmesi ve diğer sayılan sebeplerle birlikte başarılı olamayınca, 1989 yılının ortalarına doğru başlayan bir göç dalgası yaşandı ve 300 binin üzerinde bir Türk nüfus, "anavatan" olarak gördükleri Türkiye'ye yerleşmeye başladı.

Bulgaristan Göçmenleri


     Günümüzde, "Bulgaristan Göçmenleri" tabiri kullanıldığında, genel manada, 1989 yılındaki Büyük Göç sonrasında Türkiye'ye gelenler anlaşılır. Bu göç, çabucak alınan bir karar akabinde, çok hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. Bu hız birçok aileyi hazırlıksız yakaladığından, binlercesi tam olarak hazırlanamadan ve gerekli tedbirleri alamadan yola çıktı. Bir yandan senelerce hasreti çekilen, yolu gözlenen, yaşlıların gözünü yaşartan ve çeşitli -artık efsane haline gelmiş- hikayelerin odak noktası olmuş "anavatana dönüş" kavramının sebep olduğu hadsiz heyecan, bir yandan, hen  ne kadar anavatan da olsa, yabancı ve hiç bilinmedik bir yere gidilecek olmanın verdiği tedirginlik, bir yandan da, "acaba sınır kapanır mı" korkusu, insanları karmakarışık duygular ve acele alınan kararlara itti. Daha da kötüsü, çoğu aile parçalandı. Yola dayanamayacak olan yaşlılarla vedalaşmak (hakikaten bir daha görüşmemecesine hem de) zorunda kalanlar oldu, Arabaya çok fazla eşya konulması sebebi ile, aile fertlerinden bir kısmı trenlere bindirildi. Özellikle kuzey bölgelerden gelecek olanlar, çok uzun araç kuyrukları ve konvoylarla ta sınıra kadar gitmek mecburiyetinde kaldı. Kapalı ve dışarı ile bağlantısı sadece SSCB ve uydularından ibaret olan bir topluluk için, bu gayet ciddi bir travma ve tecrübe demektir.

Bulgarların "Büyük Seyahat"
dedikleri 89 Göçü
     89 senesinin yaz ayları çok yoğun bir göçe sahne oldu. Neredeyse 300 bin insan, Türkiye'ye giriş yaptı. Türkiye Devleti, belirli yerleşim bölgeleri hazırladı ve gelenler, akrabalarının yanına gitmek veya devletin belirlediği yerlere gitmek isteyenler için iki seçenek sundu. Ana yerleşim yerleri ise, İstanbul, Ankara ve Bursa oldu. Devletin gösterdiği yerlere yerleşenler, gerçekten ciddi sayılabilecek yardım gördüler. Kiraların ödenmesinden, kamu pozisyonlarına yerleştirmeye, her türlü temel gıda maddelerinin temininden, okul kayıtlarına kadar, hemen hemen her ayrıntı düşünüldü. Hatta, lise son çağlarında gelmiş olan "şanslılar" istedikleri üniversite bölümlerine girme fırsatı yakaladılar. Böylece, ziraat mühendisi olamayacak olanlar, tıp, mühendislik gibi "kallavi" bölümlerde okudu.

     Ancak, bütün bu yardım ve yol göstermelere rağmen, bir dereceye kadar "nimetin kıymetini bilmemek" veya en azından "uyum sağlayamamak" olarak değerlendirilebilecek nedenlerle, gelen nüfusun neredeyse yarısı (150 bin civarında) Bulgaristan'a geri döndü. Görünürdeki bahane ise hazırdı; Bulgaristan'daki rejimin çökmesi ve belli ölçüde Türklere özgürlük vermesi.

     Türkiye'de kalanlar, işlerine gerçekten dört elle sarıldı ve kısa zamanda maddi olarak toparlandılar. Burada enteresan olan nokta şu: Bulgaristan'daki muhit ve yetiştiriliş tarzı olarak, pek de "çalışkan" sayılmayacak insanlar, nasıl oldu da burada birer "atom karınca"ya dönüştüler? Bu konuda, belli başlı birkaç ana faktör sayılabilir belki: 1. Kapalı ve homojen sayılabilecek bir yapıdan çıkıp, karışık ve çok unsurlu bir ortama girmenin ve anavatan" olarak gördükleri topraklara intibak etmekte bir şekilde zorlanmalarının vermiş olduğu tedirginliğin ve hem göç öncesinde hem de göç sonrasında yaşanan şok ve travmaların sebebiyet verdiği korku ve bu korkunun neticesi olan "var olma" ve "ayakta kalma" azmi ve mücadelesi. 2. Serbest bir düzende, "sıkı" ve dürüst çalışanların maddi olarak "tırmanabilme" ve hatta "zengin olabilme" ihtimalinin yüksek olması. 3. Bulaşıcı Slav kibrinin kendini "Avrupalı" addedip, Türkiye'deki yerleşik millet ve toplulukları (mesela Kürtleri) beğenmemesi, onlardan kendini üstün görmesi ve onları maddi olarak "sürklase" etmek istemesi! 4. Neredeyse her şeylerini geride bırakmanın ve genel itibarıyla fakir olarak gelmelerinin stresi ve bu stresten bir an önce (toprak ve mülk sahibi olarak) kurtulma çabası.

     Gelelim bazı özelliklerine:

- İçine kapanık ve dışarıya fazla açılmayan bir yaşam tarzını benimserler (gerçi bu son senelerde biraz değişmeye başladı). Kendi "komün"lerinde kendileri gibi olanlarla takılırlar ve "yerliler" olarak tabir ettikleri insanlara yukarıdan bakıp, onlarla fazla içli-dışlı olmak istemezler.

- Çalışkandırlar ama buna daha önce değinmiştik.

- Maddiyatı severler ve maddiyatla övünmeyi de severler.

- Genel olarak yerleşik Türkleri (Kürtleri hiç saymıyorum bile) küçümserler ve onlardan daha akıllı ve mantıklı olduklarını iddia ederler.

- Tahsil seviyesi pek yüksek değildir ama düşük de değildir. Lise mezunları ağırlıktadır. Bunun yanında, bilhassa ilk nesil göçmenler genelde kitap okumaz ve kendi belirledikleri kalıpların dışına çıkmak istemez.

- Siyasi görüşleri genelde "ulusalcı" olarak tabir edilebilecek bir "Milliyetçilik" ve "Vatanseverlik"tir. Yani İslami ayağı pek olmayan ama vatanına bağlı diyebileceğimiz şekilde. Bu milliyetçilikte de, herhangi bir yerli CHP'li ile rahatça yarışır hatta onu geçerler! Sünni İslam öcü gibidir çoğu için.

- Cimri veya en azından aşırı tutumludurlar. Bu cimrilik neredeyse irsidir. Bunu da şu şekilde açıklamak mümkün: Bilhassa 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında, sürekli bir asimilasyon ve ötekileştirilme korkusu, kendini "anavatan"a atma çabasını doğurmuştur. Bu çaba ve emeller için ise para ve maddiyat lazımdır. Düzenin kendisi de yeterli para vermeyince, en azından "eli sıkı" olmak zorundasındır.

- Aile hayatında kadınlar biraz daha baskındır ve tabiri caizse "dizginleri ellerinde bulundururlar". Mühim kararları alırlar ve yürürlüğe koyarlar.

- Ha, bir de en son... "Bulgar Göçmeni" dedin miydi feci kızarlar... ona göre!

20 Ekim 2014 Pazartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 2


     İlk yazıda kısaca Bulgaristan'ın tarihine, 1989 yılındaki olaylara kadar baktık. Bu kısımda ise, hem demokrasiye geçiş sonrasına hem Bulgarların bazı genel karakteristik hususiyetlerine hem de sinemasına bir "zoom in" yapacağız.

     Demokrasiye Geçiş


     Sosyalist Sovyetler Birliğinin mali olarak ele güne rezil olması ve giderek yükselen özgürlük çığlıkları eşliğinde çökmesiyle oluşan "kara delik" Doğu Avrupa'daki Demir Perde ülkelerini de yutarken, pek tabi olarak Bulgaristan da öksüz ve yetim kaldı. Todor Jivkov ve despot Komünist ekip gitti ve ülke özgürlüğe adım attı. Attı atmasına ama kötü de olsa bir rejime sahip olan devlet, birdenbire boşluğa düştü. Can emniyeti dahil birçok hayati konuda zafiyetler yaşandı ve "devlet" denilebilecek bir otorite ancak birkaç sene sonra tesis edilebildi. Partiler kuruldu ve hemen serbest seçimlere geçildi. Türk azınlık da vakit kaybetmeden, Hak ve Özgürlükler Hareketi isimli siyasi partiyi kurdu ve başkan olarak Ahmed Doğan seçildi. 90'lı yıllar, stabil olmayan, kırılgan bir siyasi ve ekonomik havada geçti, birçok hükumet geldi gitti.

     2000'lere gelindiğinde enteresan bir gelişme olarak, meşhur Saxe-Coburg-Gotha sülalesinin bir ferdi (Simeon Sakskoburggotski), yarım asır sonra (Bulgaristan'ı bir dönem yöneten ailenin varisi olarak) tekrar Bulgaristan'a döndü ve tıpkı bizdeki Kemal Derviş "fırtınasına" benzer bir algı ile, ülkeyi kurtarmak için kolları sıvadı... ama yine bizdeki gibi, "ithal yama" tutmadı.
Bulgarların "alter egosu"
Volen Siderov bağırırken... yine!

     2000'li yılların ikinci yarısında ise, her Bulgar'ın "fabrika çıkış ayarları"nda yer alan ve genel manada Türk düşmanlığında (onun da temeli haliyle İslam düşmanlığıdır) tezahür eden milliyetçilik damarının en bariz temsilcisi olarak Volen Siderov çıktı er meydanına ve 2005'ten sonraki her seçimde parlamentoya girmeyi başardı. Sert, hırçın ve etkileyici hitabeti ile, her seçimde partisi ATAKA'ya %4 ila %9 arasında destekçi bulabildi. Siderov için, milletinin, çoğu zaman yüksek sesle söyleyemediği şeyleri dillendiren, "Bulgarların alter egosu" diyebiliriz.

Çam yarması eski Başbakan
Boyko Borisov
     2009'da yapılan seçimleri de, karşımıza yine değişik bir karakteri çıkardı: 1989 öncesinde İçişleri bakanlığında subay olarak çalışmış, daha sonra özel bir güvenlik şirketi işletmiş (tabi o sırada karanlık insan ve olaylara da bulaşmış) ve Başbakan seçilmeden evvel Sofya Belediye Başkanlığı yapmış olan Boyko Borisov. Bu uzun boylu ve kaba görünümlü kişi, 2009 senesi Parlamento Seçimlerini, sağ ve merkez oylarını alarak galip tamamladı ve dört sene boyunca Başbakan oldu.

     Velhasılı kelam, 2000'lerin ilk on senesi, nevi şahsına münhasır siyasilerin zuhuruna şehadet ederken, ülke bir türlü beklenen gelişmeleri gösteremedi. 2007'de, Avrupa Birliğine tam olarak katılması ve sübvansiyonların gelmesi ile birlikte, bir miktar kıpırdanma ve yatırım görülse de, umumi bir ilerleme kaydedilemedi (%4'lük seçim barajının bu işte parmağı var mı bilemedim şimdi). Siyasi istikrarsızlık ve bir ileri bir geri ekonomi, ülkenin son 25 senesini tanıtmak için yeterli. 2014'ün Ekim başında yapılan Erken Seçimler de herhangi bir gelecek vadetmiyor bu açıdan ve yine koalisyon bekliyor Bulgaristan'ı.

Halef - selef
Ahmed Dogan - Lyutvi Mestan
     Bu arada, demokrasiye geçiş sonrası kurulan ve her dönem parlamentoda temsil edilen, Türk azınlığın kahir ekseriyetinin desteklemesi ve üyelerinin tamamına yakınını Türk kökenli olması hasebiyle, "Türkleri Partisi" olarak anılan Hak ve Özgürlükler Hareketinin (HÖH) duruşuna bir bakmak lazım: Ahmed Doğan önderliğinde kurulan ve kendisine suikast girişimi sonrasında Lütfi Mestan'ın Genel Başkan seçildiği partinin, seçimlerde genelikle %12-15 civarında bir ortalaması vardır. Bu oran, özellikle tek partili bir iktidar göremeyen seçimlerde kilit rol oynar. Eski husumetler, sağ-sol bakış açıları ve/veya siyasi çekişmelere dayanan koalisyon kuramama gibi kritik durumlarda, HÖH hemen bir "joker" gibi ortaya çıkar ve ufak bir iki tane bakanlık mukabilinde koalisyonların "stepne"si olur. Hak ve Özgürlükler Hareketinin bu şekilde birçok defa hükumetlerde yer almışlığı vakidir ve öyle de devam edecek gibi görünmektedir.

Bulgarların Bazı Karakteristik Özellikleri


     Bulgar Milleti genel olarak tembeldir. Bu tembellik, evlenme ve doğum oranlarının yerlerde sürünmesi dahil birçok ana konuyu doğrudan etkileyen bir faktördür. Komünist rejimden kalma alışkanlıklarla mesai saatleri çok kısadır. Millet isteksiz ve rica minnet çalışır (buna çalışmak denirse tabi). Mesai saatleri dışında birini işyerinde tutabilmek büyük başarıdır.

     Vurdumduymazlık ve boşvermişlik pek sevilen bir "gömlek"tir ve birçoğunun sırtında bu "gömlek" vardır.

     Bulgarlar kibirlidir ve deyim yerindeyse "burunlarından kıl aldırmazlar". Bu hal aslında, Balkanların Slav ağırlıklı bölgelerin neredeyse tamamına şamil bir haldir.

     Konuşma dilinin sertliğinden de kaynaklanan kaba bir dil hakimdir genellikle. Affetmek, özür dilemek, teşekkür ve rica etmek gibi kalıplar, konuşma dilinde çok azdır ve bizdeki "teşekkür ettim"
kalıbı gibi samimiyetsizlik kokan kalıplarla geçiştirilmeye çalışılır.

     Bilhassa hizmet sektörü, yukarıda zikredilen atalet, kibir ve kabalık yüzünden can çekişmektedir. Market, kahvehane ve buna benzer yerlerde, suratsız ve sanki orada zorla tutuluyormuş gibi, iş yapmaktan çekinen "hizmetliler"le mücadele etmek zorundasınızdır.

     Ülkedeki doğurganlık oranı rezil durumdadır ve nüfusun sayısal olarak azalmayıp, en azından kendini koruyabilmesi için gerekli olan % 2.11 oranını çoktan kaybetmiştir. Ortaya çıkan istatistiklere göre, 20-30 seneye kalmaz Bulgar Irkı, sayısal olarak Roman ve Türklerin ardından üçüncü sıraya yerleşecek, bir milyonun altına gerileyen ve yok olmayı bekleyen yaşlı bir nüfus haline gelecektir. Tabi bu feci doğurganlık oranının temelinde yine tembellik, vurdumduymazlık ve burnundan kıl aldırmamazlık yatıyor. Kendi zevklerinden ve rahatından fedakarlık yapmaktansa, evlenememek ya da evlenilse bile ancak tek çocukla yetinmek, pek yaygın bir zihniyettir. Sokaklar ve umumi vasıtalar yaşlılar ile doludur. Giderek artan emekliler ve masrafları sebebiyle, hükumetler habire emeklilik yaşını yükseltmeye çalışırlar.

     Her Slav gibi, her Bulgar da içki konusunda asla taviz vermez! İçki dendi mi akan sular durur. Her akşam mutlaka, en azından birkaç bira ya da rakı içmeyene adam demezler adeta! Ülkenin geleceğini, istikrarını ve selametini mahveden faktörlerden biridir içki.

Bulgar Sineması 


Siması bile güldürmek için
yeten aktör Georgi Partsalev
     İlgi alanına girmesi hasebiyle, biraz da Bulgaristan Sinemasından bahsedelim. 20. yüzyılın başlarında başlayan sinema çalışmaları, 1970 ve 1980'lerde en verimli dönemini yaşadı. Çok yönlü ve kaliteli yönetmen ve senaristlerin yanına, gerçekten yetenekli oyuncular da eklenince, gayet başarılı eserler verildi.  Ancak hepsi bir tarafa, komedi filmleri ve komedi rolleri ile ön plana çıkan aktörler, Sosyalist Dönem Bulgar Sinemasının karakteristik özelliği oldu. Angel Wagenstein, Mormarev Kardeşler, Eduard Zahariev gibi senarist ve yönetmenlerin yanına, Georgi Kaloyanchev, Georgi Partsalev, Todor Kolev, Stefan Danailov, Georgi Rusev gibi aktörler eklenince, seyir zevki yüksek filmler ortaya çıktı. 1989 sonrasında, sinema biraz daha uluslararası nitelik kazandı. Birçok Bulgar oyuncu, çeşitli ülkelerin hatta Hollywood yapımlarında rol oynarken, bazı filmler de prestijli festivallerde ödül almak için yarıştı. İşte bazı kısa örnekler:



     Son bölümde ise, Bulgaristan Türklerinin ve Türkiye'ye göç eden muhacirlerin ahvaline bir bakış atarız nasipse!


11 Ekim 2014 Cumartesi

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 1


     Çoğu zaman üzerinden gelen ve canımıza okuyan "soğuk hava dalgası" ya da Türkiye'ye 1989 sonrası gelip yerleşen "göçmenler"i ile meşhur, kuzeybatı komşumuza yakından bir bakış atmak, Balkanlar denilen bölgeyi daha iyi anlamak açısından mühim bir yer tutar... o yüzden bugünkü yazımızın merkezinde Bulgaristan ve ırkdaşlarımız vesilesiyle bizlere olan etkisi var. Türkiye'nin yaklaşık olarak yedide biri olan bu ülke ırk olarak Slav, din olarak ise Hristiyan Ortodoks olarak bilinir. Bulgaristan, 100 sene gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde, birbirinden çok farklı hatta zıt denilebilecek birçok yönetim ve egemenlik gören bir coğrafya.

     Evvela kısaca tarihinden bahsetmek icap ederse: Bu toprakların bilinen ilk sakinleri Traklardır. Trakya ismi de buradan gelmektedir. Sonra ise, varlığını bugünlere kadar sürdürecek olan Slavlar
bu toprakların varisi oldu. Hazar Türklerinin baskısı ile bu topraklara yerleşen Bulgarlar, ırklarının kökeni hakkında Orta Asya ilişkisini bir şekilde kabul etmekle birlikte, Türkler ile akrabalık ve hatta yakınlık iddialarına çok kızarlar ve bu tür imaları anında sert bir şekilde reddederler. 7. yüzyılın sonlarına doğru ilk Bulgar Çarlığı, Han Kubrat ve oğlu Han Asparuh önderliğinde teşekkül eder. 9. yüzyılda, Hristiyanlık Dininin iyice yayılması ile birlikte Boris zamanında, Hristiyanlığı resmi din olarak kabul ettiler. Mezhep olarak ise, Bizans'ın da etkisi ile Ortodoks Mezhebini benimsediler. Selanikli Kiril ve Metodiy (Metodius) kardeşlerin çalışmaları ile "Kiril Alfabesi" olarak bilinen alfabeyi kullanmaya başladılar. Çar Simeon zamanında, Bulgaristan Çarlığı en parlak günlerini yaşadı ve toprakları, ulaşabileceği maksimum düzeye ulaştı. Ondan sonra işler bayağı bir bozulmaya başladı. Önce, 200 seneye yakın bir Bizans hegemonyası altına girdiler. Sonrasında devlet kurmayı tekrar başarıp, iki yüzyıl kadar varlıklarını sürdürebildiler.

     Osmanlı Devletinin Rumeli topraklarına geçmesi ile beraber, Bizans'ın kuvveti ve etkisi azalırken, İslamiyet ve Türklük, Avrupa'ya doğru tazyikini her geçen gün artırıyordu. Bizans'ın küçülüp işlevsiz hale gelmesi, o topraklardaki en "kurt" devletin nüfuzunun günden güne azalması, tabiyatıyla Balkanlardaki diğer devletleri de etkiledi. Bulgarların, Avrupalı Derebeyi ve Haçlı Orduları ile işbirliği yapıp, Türkleri Balkanlardan ve dolayısıyla Avrupa'dan atma çabaları netice vermedi ve Bulgaristan topraklarında, yaklaşık 500 sene sürecek bir Osmanlı Egemenliği başladı. Bu uzun zaman dilimi, Bulgarlar için çok şey ifade etiği için, burada geniş parantez açmak lazım:

     500 yıl gibi hiç de az sayılmayacak bir zaman dilimini kapsayan Osmanlı Egemenliği, bir Bulgar'ın en çok üzüldüğü, kendisine en çok aşağılık kompleksini yaşatan bir dönemi işaret eder. Ortalama bir Bulgar için, "Osmanlı" ve "Türk" demek; sistematik bir şekilde tecavüz edilen kadınlar, ardı arkası kesilmeyen işkenceler, planlı bir asimilasyon politikası demektir. Bugün dahi, 30 yaşını geçkin bir Bulgar için Türk ve Türklük, Komünizm dönemi tarih derslerinden aklında kalan "Osmanlı" imajı ile paraleldir. Bu imaj da; elinde yatağan olan, birçok Bulgar'ın kanına girmiş, kan dökücü, tecavüzcü, zalim... kısaca, her türlü kötülüğün göbek adı gibi bir şeydir. Türk bölgeleri ve Türk köylerinde yaşayıp Türkler ile daha fazla yakın temas eden Bulgarlar ise, genel olarak diğerlerinden biraz daha müsamahakar ve komplekssizdir. Fakat geriye kalan kitle için, "Osmanlı kompleks"i neredeyse "fabrika çıkış ayarı" gibidir. Nitekim Bulgar sineması, edebiyatı ve bütün kültürü açık bir Osmanlı ve haliyle Türk düşmanlığı ile yoğrulmuştur. En temel ve en güzel eserleri, Osmanlı idaresi altında çektiklerini iddia ettikleri acıları ve işkenceleri anlatan eserleri kabul edilir. Sağcı solcu her Bulgar için "milli kahraman" demek, onları Osmanlı boyunduruğu olarak gördükleri karanlık dönemden kurtarmak için çabalayan kişiler demektir.

Milli kahramanlardan
Vasil Levski
     Bulgarlar, milli kahramanları olarak gördükleri Vasil Levski, Hristo Botev, Georgi Sava Rakovski, Georgi Benkovski, Panayot Volov, Todor Kableşkov vs... gibi şahsiyetlerin ve Rus Çarlığının gayretleri sonucunda, en yalın anlatımıyla "kölelik" olarak gördükleri Osmanlı egemenliğinden kurtulduklarına ve bağımsızlıklarını kazandıklarına inanırlar. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğunun giderek zayıflaması ve herhangi bir yönetici vasfı taşımaktan çok uzak İttihat ve Terakki komitacılarının, akl-ı selim ve sağduyudan yoksun politikaları sayesinde, bugünkü Bulgaristan sınırlarında, bağımsız bir Bulgaristan Çarlığı tekrar tesis edildi... tabi başlarında meşhur Saxe-Coburg-Gotha familyasından fertler olduğu halde (ki ilki Ferdinand idi).

     Osmanlı Devleti'nin Balkan topraklarından çekilmesi hadisesi, tarihin en acımasız katliam, sürgün ve perişanlığın resimlerinden biridir. Bulgarstan'dakiler dahil bütün Balkan Devletleri, otorite boşluğunu görür görmez, Türklük ve Müslümanlık alameti olan ne varsa, her şeye (başta Müslüman nüfusa tabi ki)
acımasızca saldırdılar. Osmanlı'nın son dönemi Balkan Tarihi konusunda uzman olan ve daha ziyade Sözde Ermeni Tehciri ile alakalı çalışma ve konferansları ile tanıdığımız Justin McCarthy'nin tespitleri ışığında ortaya çıkan rakamlara göre, hem yerleşik oldukları yerlerde hem de Osmanlı topraklarına göç esnasında, akıl almaz katliamlar ve vahşetler yaşandı. Ortaya çıkan oranlar, tarihin herhangi bir zamanında "soykırım" olarak tanımlanabilecek bütün gereksinimlere haizdir.
 
     Bulgaristan tarihine dönecek olursak; Alman bir hanedana mensup olan Çar Ferdinand Sakskoburgotski, ülkeyi, Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında soktu ve Çarlık, aynı safta yer aldıkları Osmanlı gibi savaştan yenik çıktı. İkinci Dünya Savaşına kadar olan 20 senelik zamanda bir sürü politik istikrarsızlık yaşandı. Hitler'in dizginleri eline alıp, dünyaya meydan okumasıyla birlikte ise Bulgaristan Çarlığı kendini bir  Almanların kucağında buldu. Haliyle ülke, kısa bir süreliğine de olsa Nasyonel Sosyalist (bildiğin Nazi işte) bir hüviyete büründü. Ancak savaşın sonlarına doğru, ilginç gelişmeler eşliğinde, SSCB ülkeyi eline aldı ve savaşın son evrelerinde Bulgaristan, Mihver'in karşısında Müttefikler kanadında yer aldı. Bu tarihten itibaren, ta 1989 yılında SSCB yıkılana kadar ülke, çok koyu bir Sovyet işgaline girdi ve her şeyiyle Komünizme teslim oldu. Büyük bir şahsiyet olarak görülen Georgi Dimitrov devletin en mühim figürü oldu. Varşova Paktı vesair anlaşmalar falan filan derken, demokrasiye geçişe kadar, bir çeşit Sovyet tarzı "Nazizm"i ile Bulgaristan'ı demir yumrukla yönetecek olan Todor Jivkov ve ekibi yönetimi devraldı.

Ülkenin 35 yılına damga vuran
Todor Jivkov
    Jivkov idaresi ile birlikte, Osmanlı'dan, İslamiyet'ten ve Türklük'ten bir çeşit "intikam alma" ve millileşme kampanyası devreye sokuldu. Önceden kurgulanmış asimilasyon politikaları işlemeye başladı. Bir yandan Romanlar (Çingeneler) diğer yandan da Türkler için ayrı ayrı planlar işlemeye başladı. Önce kademeli olarak Türkçe dersleri kaldırıldı, tarih kitapları değişmeye başladı, ibadet yerleri bir bir kapatıldı. En nihayetinde ise 80'li yıllarda, isim ve kimlik değiştirme politikaları devreye girdi. Bu politikalara göre; Bulgaristan topraklarında meskun bulunan Türkler, aslen Bulgar'dır. Ancak çok uzun süren "Osmanlı Boyunduruğu" (Bulgarlar buna ısrarla böyle isim verirler) zamanındaki asimilasyon ve yok etme siyaseti neticesinde Bulgarların bir kısmı asimile oldu ve hem dini hem de milli kimliğini kaybetti. Bulgaristan Komünist Partisinin önderliğinde vücut bulan "yeniden diriliş ve özüne dönme" kalkışması ile birlikte, bu Türkleşmiş ve İslamlaşmış Bulgarlar, tekrar eski kimliklerine kavuşmaktadır. Bu "Bulgarlaştırma" sürecinde, sadece yaşayanların değil, mezardaki ölülerin dahi isimleri değiştirildi. Türkçe konuşmak tamamen yasaklandı. Türklük ve İslam'a dair ne varsa yok edilme prosesine gidildi. Bütün bu akıl almaz plan, artan mukavemet ve "Yeniden Diriliş Süreci"nin hiç de istenilen neticeyi vermemesinin akabinde, Bulgarların, "Büyük Yolculuk" gibi ironik bir isim verdiği, "Türklerin bir kısmını, Türkiye'ye gönderme" işlemi devreye sokuldu.

     Sadece bu ironik ve tamamen makyajdan ibaret "Büyük Yolculuk" adlandırması bile, Komünizm'in (hele de kendini bir şey sanan gururlu Slavların Komünizm yorumunun) ne kadar ayakları yere basmayan, gerçeklikten uzak, makyaj ve hamasi nutuklarla patlayan dikişleri kapatılmaya çalışılan ve insan fıtratına aykırı bir rejim olduğunu gösterir. Binaenaleyh, Sovyet Rusya'nın Balkanlara rejim ihracı tam bir felaket oldu. SSCB'nin birer peyki haline gelen Balkan Ülkeleri, anlamsız ve sınırsız bir Milliyetçiliğin, tembelliğin ve vurdumduymazlığın pençesine düştü. Ekonomik kalkınma kaplumbağa hızında hareket ederken, insan haklarından, azınlık haklarından eser kalmadı.

     Neyse... konumuza dönelim. 1989 senesinde başlayan Büyük Göç dalgasının ve dolayısıyla Bulgaristan Hükumetinin, Türkleri ihraç etmesinin arkasında, dört ana sebebi zikredebiliriz:

1. 50'li yıllardan itibaren başlayan Bulgarlaştırma operasyonunun, muvaffak olması bir tarafa,
1986 yılının en mühim olaylarından biri:
Naim Süleymanoğlu Türkiye'de
Türkleri daha mücadeleci, daha mukavemetli ve daha organize hale getirmesi ve manevi değerlerine daha çok sarılır duruma getirmesi (en azından Irkî olanına diyelim çünkü öbür cephede pek bir gelişme olmadı). Nitekim 1989 yılına gelindiğinde, ayaklanmalar Türklerin yaşadığı bütün bölgelere sıçramıştı.

2. Türk azınlığın, asli unsur olan Bulgarlardan çok daha fazla çoğalması sebebiyle, ileride yaşanması kaçınılmaz olan nüfus bazlı problemler için şimdiden tedbir almak ihtiyacı (Roman nüfusun doğum oranı hepsinden daha yüksek olmasına rağmen bunlara karşı yürütülen asimilasyon çalışmaları bir şekilde geçici olarak da olsa başarı yakaladı sayılır).

3. Büyük hayallerle kurulan ve Marksist-Leninist ideolojiyi "ütopya rejimler" sınıfına sokacak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin, içeriden çürümüş ve köhnemiş, heybetli gibi görünen ama temelsiz bir binanın çökmesi gibi yerle bir olması ve "uyducuklarına" maddi yardım yapamayacak duruma düşmesi. Bulgaristan da bundan payını aldı haliyle.

4. Rahmetli Başkan Özal'ın (rahmetli başkandan sonra Kennedy gelecek hali yok) Bulgaristan'daki olaylarla yakından ilgilenmesi ve Türklere sahip çıkıp kapıları açması.


     Bulgaristan'ın günümüz siyasi durumuna, Bulgar Halkının özelliklerine, sinemasına bakacağımız ikinci bölümde ve Türklerin (dolayısıyla göçmenlerin) genel durumunu inceleyeceğimiz üçüncü bölümde bir görüşelim derim!


9 Ekim 2014 Perşembe

Tayyip Erdoğan İrancı mı IŞİDçi mi?


     Müsait vakitlerde çapraz tefekkür için farklı iddiaları bir araya getirerek okuma yapmak faydalıdır. Hem insan beynini tembelleşmekten kurtarır, böylece uzun vadede "alzheimer" hastalığından muhafaza eder hem de kısa vadede siyasetin kirli yüzünü görerek bazı kendini "cin" zanneden politikacıların oyunlarına ve onların borazanı olan medya haberlerine aldanmaktan kurtarır. Bu minvalde burada kısaca son günlerde dünya gezegeninin ve insanlık medeniyetinin "en birinci meselesi" olan IŞİD hadisesine temas etmek yerinde olur muhtemelen. IŞİD'in ne olduğu ve neye hizmet ettiği ile alakalı olarak az da olsa bir şeyler yazmıştık. Zaten hergün gündemi işgal eden haberlerle de kim olduklarını görüyor ve niyetlerini anlıyoruz. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı "İrancılık" ile itham edenlerin hatta çok çirkin "Muta nikahı" dedikodularını yayanların, bugün kalkıp IŞİD meselesi yüzünden Erdoğan'a İran ile aynı ağzı kullanarak hücum etmeleridir.

     17 Aralık darbe teşebbüsüne iki aydan daha az bir zaman kala İsrail'in sağcı medyasında enteresan haberler çıkmaya başladı. The Washington Post'tan David Ignatius'a dayandırılan haberlere göre, Türkiye istihbaratının başındaki adam Hakan Fidan ve onu muhafaza eden Erdoğan, tam olarak İran ile yakın işbirliğindeydiler. Ve hatta, Erdoğan'ın istihbarat ekibi, İran'la ittifak halinde olup İsrail istihbaratı aleyhine çalışıyordu. İlginçtir ki, aynı günlerde "Hizmet Hareketi" "hizmetçi"si olan medyada, Erdoğan'a mesajlar veren diziler ve haberler yayınlanıyordu. Erdoğan'a, "içinizdeki İrancıları halledin" diyen cemaat, Türkiye'nin İran ile yakın ve gizli bir takım oyunlara bulaştığına halkı inandırmaya çalışıyordu. Cemaatin haberleri sanki İsrail medyasındaki haberlerin Türkçe tercümeleri gibiydi.

     17 Aralık ile birlikte, İsrail medyası bu haberleri yapmayı kesti. Çünkü artık gerek kalmamıştı. "Güneydeki ülke" şimdi Türkiye'de kopacak fırtınayı ve fırtınanın kasıp kavuracağı manzarayı seyredecekti. Ama hiç de öyle olmadı. Kısa vadede görülen, şimdilik Erdoğan ve ekibinin galip pozisyonunda olduğudur.

     Gelelim günümüze: Bugün, hem İran medyası, hem İsrail medyası hem de Erdoğan'ı "İran'ın uşağı" olarak Türk halkına göstermeye çalışan Cemaat medyası ittifak halinde, aynı şeyleri dillendiriyor: "Türkiye IŞİD'i destekliyor"! Erdoğan'ı İrancılıkla itham ederek halkı kandırmaya çalışanlar, bugün Türkiye ve Erdoğan'a karşı nefret haberleri yapan İran medyası ile aynı ifadeleri kullanıyor. Today's Zaman yazarı İhsan Yılmaz, "AKP voters on ISIL" başlıklı yazısında, açıkça AK Parti seçmenini "IŞİD'çi" olmakla itham ediyor ve Leman Sam'ın kulaklarını çınlatıyordu! 

Bugün, İran medyası, Tayyip Erdoğan'ın "Yeni Osmanlıcı" hayallerle, tüm Ortadoğu'yu karıştırmaya kalktığını, Arap topraklarına göz diktiğini ve Türkiye'yi Ortadoğu'da maceraya sürüklediğini yazıyor.

Çok ama çok ilginç bir şekilde, "Hizmet Hareketi"nin başındaki "kişi" de, yine bugünlerde Türkiye'yi Ortadoğu'da maceraya çekenlerin "Allah'a ve bu halka hesap veremeyeceğini" dile getiriyor ve bunun müsebbiplerini "münafıklıkla ve küfür" ile itham ediyor. İşin daha da enteresan yanı, IŞİD'in önde gelen isimleri de, Erdoğan ve hükümetinin "Allah'a ve ümmete hesap veremeyeceğini" dile getirip, Erdoğan'ı tekfir ediyor. Aradaki fark, bir tarafın tekbir getirerek mermi atması, diğerinin ise ağlayarak ve "afilli kelimeler" kullanarak mermi atması. 

     Şimdi sual sorma hakkımızı kullanarak soralım: Bugün Cemaat ve İran aynı düşünürken, yani Erdoğan'ın, "Ortadoğu macerası" olduğuna atıf yaparlarken, Erdoğan'ın İrancı olduğuna bundan sonra hangi "saf" inanacak? Önümüzdeki yaz gene seçimler var. Bu defa Erdoğan, hangi ülkenin adamı olmakla itham edilecek? 

     Hani Şener Şen sitemle karışık acıyla haykırıyordu ya; "Ya döv ya sev bi karar ver artık!" diye... siz de istikrarlı bir karar verseniz iyi olacak: Erdoğan İrancı mı yoksa IŞİDçi mi? Yoksa asıl maksat, Şafak Sezer'in bir reklamda dile getirdiği gibi "at reklamı izi kalsın" mantığı mı?